akıp giden zamana notlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akıp giden zamana notlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2024 Çarşamba

Gizemli Küre Ve Üzümsüz Pastalar

Öncesi

İlginç bir yaşam çizgim var benim. Kesişmeleri muhteşem. En büyük avantajım baba mesleği ki çok erken ölünce baba iş başa düşmüştü. Şahane insanlar dünyasındaydım, devrin adamları ise kaliteliydi. Çok farklı mesleklerden çok insan tanıdım. Elbette pek çok kamu kurumunun da işleyişini gördüm. Ve tanıdığım insanların pek çoğu yaşamla ilişkileri kuvvetli ve zarif insanlardı. Bir tıfıldım ama iyiyi anlama kabiliyetim yüksekti ve çocukluktan itibaren çok hikâye biriktirdim; güzel adamlar kuşağına dair.

Önemli müşterilerimizden biri o zamanki adıyla Rasathane Müdürlüğü idi ve ilginçtir oturduğumuz mahalle de Rasathane Mahallesi idi, ben ilkokulun başındaydım ve doğal olarak şehrin kısmen yüksek bir yerindeyik.


Sonra, kader işte, Rasathane şehrin dışına, bizim içine bir ev yaptırdığımız arsamızın yanına taşındı ve komşuluğumuz kaldığı yerden devam etti. Artık adı Meteoroloji Bölge Müdürlüğü'ydü.

Ben okula onların servisleri ile gitmeye başladım. Kolejde okuyan kızkardeşim ve en küçüğümüz erkek kardeşimse daha geç saatte babamla gitmeye... Sonra servisteki bir kızın ilgisi ilgimi çekti; babası kurumda mühendisti ve enfes bir ilişki gelişti aramızda ki ona dair uzun da bir yazı yazmıştım.

Yani sevgili dostlar ben alaylı bir meteorologum. Çocuklukta ve lise yıllarımda balonların en yakın arkadaşı, onlar görevlendirme ile göğe gönderilirken, çoğu zaman, el sıkışıp alkışlarla uğurlayanlardanım.


Elbette o yıllardan bu yıllara teknolojide çok şey gelişti, işin içine bilgisayarlar girdi. O yuvarlak odanın konuşlandığı binanın tabelasında Hidrojen Jenaratörü yazıyor artık. Ve balonlar onunla şişiriliyor. O zamanlar şöyle bir laf vardı ve biz çocuklar için bir macera tadındaydı. O balonun altındaki ölçüm aletlerinin çok kıymetli olduğu söylenirdi, çoğu tarlalara düşerdi ve bulup getirene de ödül verilirdi. Muhtemel şimdi o tür şeyler bir masal olarak arşivlere geçti, bilgisayarlar her şeyi şıppadanak kaydeder hale geldi ve işin romantizmi de makineleşti.


Elbette sadece bir fotoğraf diye yola çıkmışken, o yıllara ait ne abiler gözden geçti. Bir kantini vardı kurumun aynı alan içinde. Ve onun üst katı da kafeterya idi. Dışarıdan gelen tanıdık misafirler girebilir onun dışında kimse giremezdi. Alttaki kantinde alkollü içki bile satılırdı ve tüm çalışanlar bir ailenin ferdi gibi yaşardı. Kurumun arabaları ağırlıkla Amerikan'dı ve kurum bizim en iyi müşterlerimizden biriydi. Servis bazen çalışmazdı, pek çok yazımda söz ettiğim gibi servisteki tek araba kullanabilen ben olduğum için Dodge pikabın direksiyonuna geçer, onu otobüsün tamponuna dayar, iteklemeye başlardım ve yeteri kadar eter yemiş ve ısınmış Ünimog'un motoru debriajdan ayağını aniden çeken sürücünün vurdurması ile çalışır, sonrasında servis alkıştan yıkılırdı. Ve ben son derece havalı bir şekilde pikap'ı park eder, otobüse bindiğim anda kopan alkışlarla birlikte o tatlı kızın yanına oturur, onun tutmakta olduğu kitaplarımı kucağıma alırdım.

İşte dün akşam ben sevdiğim pastane Afiyet'de kitabımı okurken ve çayımı yudumlarken o günleri bir kez daha anmanın yanı sıra, artık bir doktor olan ve başka bir şehirde yaşayan ve lise çağında bana çok güzel anlar yaşatan o kızla geçen hoş zamanlarımı düşündüm.

İçinde onun olduğu yazılarımı okudum.

11 Şubat 2024 Pazar

Vur Kadehi Bi Tanem

Bu yazıda da yer bulacak ama her seferi benim için taptaze tekrarlarıma da bayılıyorum.


*

Sevdiğimiz bir mekân, eskinin enfes binalarına sahip bir sokağın içindeki enfes binalardan aynı bahçenin içinde bulunan ikisi; hani bir müteahite verilse kat kat üstüne çıkılacağı kesin. İyi ki bir derneğin elinde, iyi ki koruma altında ve iyi ki tam da eski çağlardaki zarafete sahip. Garsonları da küçüğünden büyüğüne eski zaman adamları gibi.

Yani daha önce de söz ettiğim ve bayıldıklarımızdan bir mekân.

O halde cumartesi orada buluşuyoruz.


Ben trenci, enn sevdiğim kadının tercihi otobüs. Günün en güzel saatleri; ay Şubat ama hava enfes bir yaz. Bir rakı masası için her şey şahane. Önce varan benim mekâna. O sırada büyük demir kapının devrilme sesi geliyor ve altında bir abi kalıyor; elbette telaş. Sonra ambulans. Çok şükür ki hasar az.

Ama o grubun tadı kaçıyor ve hep birlikte hastanenin yolunu tutuyorlar ve o sırada en bayıldığım kadını arıyorum ki o da varmak üzere.

İki enfes binanın arasından bir manken zarafetiyle süzülüyor. Şimdi ben bayılmayayım da kimler bayılsın. Bir deri pantolon kime bu kadar yakışabilir acaba, aksesuarları zaten can yakar. Abartısız bir şıklık. E bana da kasılmak düşer.

Olay yerini ve olayı kısaca özet geçiyorum, ve sonra iki kişilik masamıza oturuyoruz.

Hani hiç bir şey gelmese ve olmasa da masada,

ve ben saatlerce onu seyredip onu dinlesem,

arada bir de sohbete eşlik etsem bile yeter bana.


Lakin rakı da ısrarcı, çaktırmasa da masamızda olma arzusunu hissedebiliyoruz. O halde,"Bir 35'lik rakı lütfen."

"Yoğurtlu patlıcan kızartması, peynir, beyin ve Arnavut ciğeri lütfen."

Arnavut ciğeri henüz hazır değilmiş, ne gam.

Sonuçta onsuz kuruluyor masa.


Ve beş saat nasıl geçiyor, doyamıyoruz. Sıcacık Arnavut ciğeri tam da olması gereken anda masada oluyor. 35'lik dört saatte boşaldı, bir de duble o halde.

Yine akıp geçti zaman ve yine Çanakkale'de yaşamak arzumuz depreşiyor. İstanbul buluşmasını, dolayısı ile mevsimini de konuşuyoruz. Saat henüz 19 bile değil, caddeler ve alışveriş merkezleri canlı, bizim kafalar tam da olması gerektiği ayarda ve sanki buselik makamında.

O eski ve tarihi apartmanın önünden geçerken kısa zaman önce buluştuğumuz dostlarımızı anıyoruz, elbette Birtat'ta oturup keşküllerimizi de yiyor, limonatayı götürüyor, hâlâ günün canlı saatlerinde olmanın tadını çıkarıyoruz.

Kısa bir market alışverişi, Tahsin Amca ve Güngör Teyze'nin biz henüz lisenin başındayken oturdukları apartmanın önünden geçerken kısa hikâyeler ki biri Tahsin Amca'nın viskilerini ufak ufak götürmemiz ve oluşan boşlukları demli çay ile doldurmamız üzerine...

Gar İstasyonu, banklar, sarmaş dolaş bekleyiş ve tren.

Sonraki istasyonda yerlerimizi büyüklere bırakıyor, trenin en arkasında birbirimize sarılarak destek alıyor, benim başım onun saçlarının kokusunda dönüyor, sonra boşalan koltuklara oturuyor ve benim istasyonda vedalaşıp, el sallaşıyoruz.

Eve girdiğim andan itibaren onun telefonunu bekliyorum. Etrafta ve mekânlarda ise gece henüz yeni başlıyor.

Ve telefon çalıyor;

Enn Sevdiğim Kadın.

Kitabında aşık olmak diye bir cümle olmayan adam, bilmem kaçıncı kere daha, o kadına aşık oluyor.

7 Şubat 2024 Çarşamba

Masaüstümdeki Fotoğraf

Hayatım boyunca, iş hayatım dahil, çalışma masamın üzerinde hiçbir fotoğraf olmadı.

Bugün bilgisayarımın açılış ekranındaki fotoğrafa bilmem kaçıncı kere ve hayranlıkla bakarken bu konuyu düşündüm,

neden?

Ekranımdaki fotoğraf bir kadın, sağ elinde kaldırılmış bir rakı kadehi, sol eli çenesinde ve yüzünde hiç solmayan enfes bir gülümseme,

gözleri pırıl pırıl...

Sakin bir deniz kadar huzurlu, duygusu ekrandan bana geçecek kadar mutlu.

18 Ocak 2024 Perşembe

Vay Anasını- Beterin De Beteri Varmış!

Vay anasını çünkü bunu ancak "Nereeedeeen nereye," diyebilen bir ekonomist başarabilirdi!


21-Eylül-2022


"D-3 lütfen."

Bilet fiyatı ufakça bir sıçratıyor.

Ve sonra...

Ülke bu günleri de gördü diyerek de bilet fiyatını şuraya not düşüyorum: 44 TL.


15-Ocak-2024


"D-3 lütfen."

O ara büyük ışıklı panoda afiş görünüyor ve filmin 16:05'de başlayacağını sanan ben gerçekte 16:20 rakamlarını görünce bir ohh çekiyorum. İşlemlerim yapılırken kısa bir sohbet, puanlarımı kullanmak istermiymişim, kullanıyorum çünkü bilet fiyatları Başka Sinema filmlerinde de 135.00 Türk Lirası olmuş!

28 Aralık 2023 Perşembe

Biralama

Geçen hafta sonu Enn Sevdiğim Kadın'la bir öğle rakısı yapalım mı sorusunun üzerine balıklama atlıyoruz. Uzak diyarlar değil fikrimiz, bizim coğrafyada takılalım diyoruz. O halde Buselik. Farklı şehirlerde şubeleri olan bir mekân. Daha önce gitmişliğim yok, bilmişliğim de Enn Sevdiğim Kadın'dan. Bilindiği üzere öğle rakısı candır, diyenlerdeniz. Orada buluşuruz mutabakatıyla karara bağlıyoruz.

Saat 15'e göre ayarlıyım.

Duş yapıp, biraz oyalanıp istasyona doğru yürüyorum. Sonuçta -ben için- yeni bir mekân, kadim noktaları küstürmeden ona da bir selam çakmak iyi olur. Seversem ne âlâ, sevmezsem de elveda.

Fikrim dışarıda oturmak; elbette havanın ve mekânın koruma kalkanları nispetinde.

Tren keyifli, zihnimden mekâna yönelik tahminler akıyor, hissiyatım sıcak, kalbim O'nunla bir öğle rakısının heyecanını taşıyor.

5 istasyon sonra iniyorum ve sahile doğru yürüyorum. Aslında minibüse binsem, istasyonlara yürümelerin hiçbirini yapmayacağım. Ama içimdeki tren aşkı bambaşka ve hatta onun için sensiz saadet neymiş tatmadım bilemem ki diye bir şarkı bile tutturabilirim.

Sonuçta Buselik'e yönlendiğimde ve tam Enn Sevdiğim Kadın'ı arayıp, bulunduğum noktadan ki fikrim bana sola doğru yürümemi söylüyor olsa da, yine de elim telefona gidiyor ve ondan bir mesaj gülümsüyor bana; yine kotumun cebindeki telefon, sesini ulaştıramamış bana. Arıyorum ve bana Migros'da olduğunu söylemekle kalmıyor, temizlikle meşgul mekânın açılış saatinin de dördü bulacağını söylüyor, çünkü O uğramış. Ben o sırada Migros'a varmış durumdayım ve kapıdan içeri adımımı atacakken tam, içeriden deri pantolunlu bir fıstık çıkıyor.

Dilim tutuluyor kısa süreli de olsa, kendimi bulduğum anda da gülümsüyorum. Ahh benim asla taca çıkmayan gülümsemem işte.

Ve dayanılmaz cazibem...

Sonra kısa bir değerlendirme yapıyor, alternatifleri gözden geçiriyor, coğrafyamızın aksine şehirde bir mekâna takılmaya karar verip otobüse biniyoruz. Ve bir sohbet bir sohbet ki tadına doyamadan şehir merkezine varıp Cumhuriyet Meydanı durağında iniyoruz. İstikâmet bu yaz enn çok takıldığımız, kısa süre önce çok sevgili dostlarımızla enfes bir tanışma ve gece yaşadığımız mekânda karar kılıyoruz. Lakin bir maç akşamı, hava soğuk, korunaklı alandaki masalar maç için rezerve edilmiş ve her zaman oturduğumuz masamız da artık yaz olmadığı için bu korunaklı alanın dışında...

O halde BOHEM.


Bohem kadim bir mekân, şehrin enn popüler ve kurtarılmış bölgesinin en özel caddesine en fazla 15-20 metre uzakta ve o caddeyi dikey kesen yine popüler olan ve daha dar bir cadde üzerinde. Elbette ruhsatı eski olduğu için de şehir içinden uzaklaştırılamayan sayılı mekânlardan biri. Lakin o bölgenin çocuğu olmama, ortaokul ve lise yıllarımın orada geçmiş olmasına, evlendiğimde ana caddede ve mekâna yürüme adımı ile en fazla üç beş dakikada ulaşabilmeme ve solculuğun mabetlerinden biri olmasına, önünden defalarca geçmiş olmama rağmen bir kez bile gitmediğim bir yer.

Taa ki Enn Sevdiğim Kadın yakın zamanda kapısından içeri adımını atıp, içerdekileri de elbette şaşırtıp soğuk birasını keyifle içene kadar.

Bir maç günü ve bizim rezervasyonumuz yok. An itibariyle birkaç masada birkaç insan var. Enn Sevdiğim Kadın'ın dördüncü benim de üçüncü gelişimiz ve bu durumdan -kanımca- mekân sahibi ve çalışanlar hoşnut. 50 metrakare ya var ya yok mekân. Fakat dekorasyon muhteşem. Benim diyen İngiliz pub'ı ile aşık atar. Bu kez cam dibinde yüksek sandalyeli yüksek bir masaya oturuyoruz; içerinin dıştan gözükmediği camın ve kalorifer peteğinin dibine... Bir anlamda kendi bağımsız alanımızı yaratmış gibiyiz. Müşteriler zaten kadim ve en azından aşinalıkla da olsa birbirimizi tanıyor gibiyiz. O halde gelsin fıçı biralar...

Ve elbette patatesler ki ne zamandır hayalini kuruyordum. Sorduk ama sosis yokmuş, olsun patatesi tazeleriz. Fakat nasıl bir keyif, sıcacık bir ortamda sımsıcak, üstelik minik gettomuzda doyumsuz bir sohbet eşliğinde dillere destan bir yaşama ânı... Rüya gibi, karşımdaki kadın da rüya gibi, ortam, mekân, mekânın sahibi, çalışanları sanki bu rüya ân için özel seçilmişler... Ve ninni tadında söyleyen Ahmet Kaya.

O ara Enn Sevdiğim Kadın sigara molası için dışarı çıkmak amacıyla masadan kalkıyor ve ben o sıra onun dışarıda kapı önünde sigarasını içtiğini sanıyorum. Masaya döndüğünde anlıyorum ki ona mutfakta içebileceğini söylemişler. Ve içeride enfes bir sokak köpeği var; olağanüstü, güngörmüş bir şahsiyet kendisi, az önce deri koltuklardan birinin üzerinde kestiriyordu, şimdi başka bir koltukta. Bizse sohbetin ve biranın dibine vurmuş durumdayız. Artık maç saati yaklaşıyor, masayı rezerve edenler için kalkma vaktimiz. Kasadayız ve ödemeyi yapıyoruz. Bu kez yürekten bir bahşişi bırakıyoruz ve keyifle kendimizi dışarı atıp kadim ve anılarla dolu caddeden istasyona doğru yürüyoruz. Elbette milyonlarca anım olan caddeyi adımlarken, izlerimi onunla paylaşırken ve gökte durup durup baktığımız enfes bir ay varken, yaşam tadımın çoğalmasında çok payı olan Enn Sevdiğim Kadın'a da hayran hayran bakan gözlerimi kıskanmadan edemiyorum.

Ve trende tıngır mıngır giderken bir karar alıyoruz: Bohem'de enn bohem bir gündüzde, kar yağarsa canımıza minnet bir akşama varacak rakı masası donatmak...

Çünkü Enn Sevdiğim Kadın mutfakta sigarasını içerken aşçıyla sohbet etti ve menüde o akşam için  neler olduğunu gördü!

9 Aralık 2023 Cumartesi

Hakkatten Rakı İçtik

Bir mesaj düşmüştü e-postama, beklenmedik değildi. Geleceğiniz zaman mutlaka haberim olsun demiştim ve oldu. Tarih net uçuş ve varış saati belli. Evden kardeşin üç harflisi ile çıkıyoruz. Trafikteki sabah yoğunluğu yetişir miyiz sorusunu aklıma anında kazıyor. Sürücüye güvenim tam, sonuçta şehrin en hızlı sürücülerinden birinin yanında yetişti lakin artık kurallara harfiyen uyma yaşlarındayız. Hava kapalı, kısmen yağmur var. Sürücü kendinden çok emin lakin benim gözüm saatte, yolcularımızı bekletmek istemiyorum. Şehrin yoğunluğundan çıkıyoruz ve kardeş anında Michael Schumacher postuna bürünüyor ve havaalanındayız. Uçağın varışı ile senkronize olmuş durumdayız. Ben giriş kapısındayım. Cüzdanı ve telefonu montumun cebine koydum, montu da sepete, kemeri de çıkarıp aynı sepete. Görünüşte her şey normal. Ötmeden geçtim ve ayrılmaz parçam sırt çantamı bekliyorum. Lakin o bir türlü gelmiyor. O an her şeyin çantayla birlikte yok olduğunu sanıyorum. Doğal olarak polisleri de hareketlendiriyorum. X- Ray'den geçerken bir yere mi takıldı acaba diye içi kontrol ediliyor yok. Çantamla ayrılmaz ilişkimiz ne boyuttaymış ki onu arabada bıraktığım, kolaylık olsun diye telefonu ve cüzdanı montumun cebine koyup fermuarı kapattığım bir türlü aklıma gelmiyor. Bir yandan da gelen yolcuların indiklerini ve çıkışa yaklaştıklarını fark ediyorum; artık giden gitti modundayken polislerden birinin aklına telefonumu çaldırmak geliyor ve bingo; cüzdan ve telefon mont cebimde, kemeri de zaten sepetten alıp takmıştım. Suçlu bulunuyor şahsım tarafından; seyrek de olsa arada bir ziyaretime gelen nevralji nedeniyle nadiren kullandığım ilaç; tansiyon ilaçlarımla birlikte zihnimi uyutuyor belki de. Polislere çok teşekkür ediyor, zahmet verdiğim için özür diliyorum ve hızla gelen yolcu kapısına varıyorum ve konuklarımı tam zamanında karşılıyorum ki telefonumda bir aramayı da fark ediyorum o arada.

O halde kahvaltıya, bir efsane için Galip Usta'ya. Şehrimiz bir pide cenneti, her yörenin pidesi kendi adıyla anılır; mesela Bafra Pidesi, Çarşamba Pidesi, Terme Pidesi gibi... Ben temelde Turhan Usta'nın Bafra Pidesi'nden yanayım. Lakin Galip Usta'nın ki de bir sanat, sulu hamuru ile ötekilerden ayrışır, inceciktir ve Vedat Milor'dan geçer notla birlikte müthiş övgüler almıştır.

Konuklarımızla anında kaynaşmış durumdayız, blog arkadaşım Sezer Eser Perker'i yazılarından tanıyorum zaten. Ama bu vasıta ile sevgili eşi, sevgili oğlu ve sevgili annesi ile de tanışıyoruz...

Güzel insanların bir araya gelmesi muhteşemdir çünkü bir anda kırk yıldır birbirinizi tanıyormuşsunuz gibi bir sıcaklık, bir samimiyet kavrar herkesi... Aynen öyle oluyor. Bir semaver çay da ekleyerek götürüyoruz pidelerimizi ki asıl kıymetli olan aramızda oluşan sıcaklık. Pidelerin ardından onlar tezkere alacak oğullarının töreni için Amasya'ya yola çıkıyorlar, biz de şirkete doğru.


Amasya dönüşü saat 19:30 için anlaşıyoruz. Enn Sevdiğim Kadın mesai sonrası şehire inmişti, telefonlaşıyoruz.

Uygun saatte yola çıkıyorum ve trenden iner inmez arıyorum. Buluşuyoruz ve o esnada ben ona bir kez daha bayılıyorum. Biraz vaktimiz var, önce rezervasyonumuzu yapıyor, akabinde hemen mekânın yanındaki hoş kafede kahvelerimizi içiyoruz; elbette sohbet enfes ama ben yine de gözlerimi ondan alabilsem, işte o zaman bazı cümleleri kaçırmamış olacağım.

Saat yaklaşıyor ve biz sevgili arkadaşlarımızı almak üzere otellerine doğru yürüyoruz. Ve tam saatinde lobide buluşuyoruz; bu kez tezkeresini almış asker, kıymetli oğulları da bizimle lakin anne yok.

Ve masamızdayız.

Laf lafı açıyor, nasıl keyifli bir o kadar sıcak bir sohbet; sanki yıllardır birbirlerini tanıyan insanlar gibiyiz, masa şen, enn sevdiğim kadın bir ara sırt çantasından iki ayva çıkarıyor, rica ediyor ve garson onları içeri götürüp parçalatıyor. Masamızdaki terhis olan asker bir sinemacı, eğitimini o yönde yaptı ve elbette sinema da konuşuluyor ama askerlik de; çünkü askerlik yaptığımız tugay aynı. Siyaset olmadan asla ama gündelik siyasetle sınırlı değiliz, geçmiş de sohbete dahil...

Rakıyı yakıştıra yakıştıra ve hakkıyla içiyor, bir 70'liği bitiriyoruz lakin bizim söyleyecek çok sözümüz var, gezdiğimiz yerler, sevdiğimiz lokantalar, şehirler, ülkeler hepsi kendine yer buluyor masada. O halde gelsin bir 35'lik daha... Uçaklardan bile konuşuyoruz ki masamızda bu konunun uzmanı olan çok güzel bir insan, eş, baba var. Elbette Karadeniz'in olmazsa olmazı hamsi de geliyor masaya lakin ona -şimdilik- çerez muammelesi yapmak gerekir: Lezzetinde bir sorun yok ama havalar biraz daha soğumalı, onlar biraz daha serpilip yağlanmalı...

Velhasıl masamızdaki insanlar o kadar güzel ki işte bu nedenle de anında kaynaşıyoruz...

Enn Sevdiğim Kadın yine bir akşamda beni benden alıyor, onu konuşurken izlemeye bayılıyorum, varlığından gururlanıyorum ve her seferinde farkında olmadan onu izleyen yüzümde beliren gülümsemeye de ekstra bayılıyorum.

Saatler yine akmış biz farkında olamadan, mekân kapanma saatlerini çoktan aştı, zarifce sinyalleri verdi ama bizdeki sohbet de çok hoş; toparlanıyoruz, çıkıyoruz ve hoş binaların arasından yürüyoruz. Çok eski bir apartmanın içine giriyor fotoğraflar çekiyor, yüzyıldır aynı yerde olan pastanede keşküllerimizi yiyor, otele varıyor, yeni tanışsak da kırk yıllık dostluklara taş çıkartan dostlarımızla vedalaşıyor, Enn Sevdiğim Kadın'la gecenin tadını bir gram eksiltmeden bir taksiye atlıyor, kendi coğrafyamıza doğru yola çıkıyoruz.

11 Kasım 2023 Cumartesi

Yaza Veda Öncesi Keskin Virajlar

Yaklaşık 20 gündür tek bir -taze- yazı girmemişim bloga!

Şaşırdım!

Yazı girmemiş oluşuma değil, çok uzun gelen süreninin aslında sandığım kadar uzun olmamasına...

Sonra, daha önce fotoğraflarını yerleştirdiğim ama bir türlü, türlü nedenlerle başlayamadığım yazılacak yaşanmışlıkların elimi uzatsam dokunacak kadar yakın olmasına!

Oysa bana ne kadar uzaktalarmış gibi geliyorlardı.

Bir türlü toparlayamıyordum kendimi. Zaman kavramım uçup gitmişti. Bir adım mesafemdeki hoşluklara erişemiyor, erişmeye çalıştığım her evrede bir zaman yolculuğu başlıyor ve geçmişin hoşlukları ile bugün arasında kalıyor, ruhumun ateşini bir türlü tutuşturamıyordum.

Enn Sevdiğim Kadın tatil dönüşünden biraz sonra Ankara'ya dönmek zorunda kalmıştı ki hâlâ orada. Her gün telefonla konuşuyoruz. Tahsin Amca'nın ölümü birden büyüdüğümü hissettirmişti bana. Önümdeki insanların azalması rakamsal olarak küçüklüğümü elimden alıyorlardı sanki... Lakin ruhum da bugünle dün arasında büyük bir mücadele veriyordu. Gülmek istiyordu ama eksilenler ve hasta yatağında olanlar nedeniyle yazma coşkum bir türlü geri dönemiyor, ben de günlük rutinlere renk katarak yaşamın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Oysa Enn Sevdiğim Kadın tatilden döneli ve enfes bir öğleden sonrayı ve enfes bir gece cinliğini yaşayalı daha bir ay bile olmamış, ben taze bir yazının, henüz dumanı üzerindeyken üstelik, fotoğraflarını yerleştirmiş ama sonraki gelişmeler nedeniyle de bir türlü hayatıma kayıt düştüğüm enfes güne dair coşkulu, neşeli bir yazıya bir türlü başlayamamıştım. Ruhum nefes alamıyordu. Bugün inatla, biraz da endişeli ortamlardan sıyrılmak adına yine hayatımın enn muhteşem bir gündüzünü, akşamını ve sonrasını -sıralı- anlatmak üzere klavyenin başına oturuyorum.



21.10.2023


Gün cumartesi, çok özlezmiş olmalıyız ki 13'de buluşmaya karar veriyoruz. Hazırlanıyorum ve istasyona doğru yürüyorum. Ayaklarım yerden kesik. Tren tıka basa dolu. Maskemi takıyorum. Ve Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Adımlarım oldukça hızlı çünkü indiğim nokta ile varacağım nokta arasındaki mesafe kısa olsa da geç kalma olasılığım var. Yoksa çok mu özledim? Üstelik tatilden kısmen erken dönmüş olsa da...

Hızlıyım, öte yandan terlemek de istemiyorum çünkü hava pastırma yazı kıvamında. Yokuşa sardığımda hız kessem iyi olacak diye düşünüyor ama onu bekletmek de istemiyorum. Yoksa özlemenin bir yansımasımı adımlarımdaki çabukluk. Saate baktığımda kaçırdığımın bir kaç dakika olduğunu fark ediyorum. Ve mekânın bahçesine alt kapıdan giriyorum, kafamı çevirdiğimde de O'nun üst kapının hemen girişindeki masada oturduğunu görüyorum. Fırsatı ganimete çeviriyor, biraz gaz keserek yaklaşıyor, bitmeyen bir gülümseme ile adımları yavaşlatıyor ve onu seyretmenin tadını çıkarıyorum.

Enfes bir sarılmaca...

ve öpüşmece...


Masayı donatıyoruz lakin henüz erken bir vakit, bu kez standartımızın dışında ve erkenciyiz... ve seçeneklerimiz az! Olana razıyız ama Arnavut ciğeri henüz hazır değil...miş.

Olsun.

Bu akşam bir derbi var. Galatasaray taraftarlarının bir kısmı formaları ile ekran karşısında yerlerine almaya başlamışlar, şimdilik bir kaç da Beşiktaş taraftarı var, bizse olayın dışında olduğumuz için bundan önceki masamızda değil, onun bir öncesindeki masamızdayız.

"Bir 35'lik Yeni Rakı lütfen!"

Simone Signoret'nin enfes anı kitabı Özlemin Eski Tadı Yok'un aksine özlemin tadını yudum yudum çıkarıyoruz.

Zaman içinde, biraz da vakit geçince Arnavut ciğeri de masadaki yerini alıyor. O halde...

"Bir yirmilik rakı lütfen."

Muhteşem bir son yaz akşamı, maç çoktan bitti lakin bizim kelimeler, cümleler şelale... Üstelik enfes de bir kitabım var, Enn Sevdiğim Kadın benim haberim olmayan bir kitabı çantasından çıkarmış ve bana uzatmıştı daha ilk kadehleri tokuşturmadan: 995 km, Murathan Mungan.

Gecenin derinindeyiz artık. Ödememizi yaptık ve elbette garsonlarımızı boş geçmedik ve dışarıdayız. Lakin döneriz eve diye düşünürken ben ve istasyona yürüdüğümüzü sanırken kendimi Bohem'de buluyorum. Bu kez temkinliyim ve kolada karar kılıyorum. Bu tatlı kadın birasını yudumluyor ki bayılıyorum bu haline... Sonra eski evlerin önünde kalarak, fotoğraflarını çekerek, bazen sallanarak, bazen sarmaş dolaş olarak ve bazen sırnaşarak ve neredeyse tüm sokakları arşınlayarak varıyoruz Gar İstasyonu'na. Dönüş trenine yetişemeyeceğim kesin çünkü O'nu eve bırakacağım da kesin.

Bizim istasyonu geçiyoruz. Lojmanlarda iniyoruz. Son tren piyangodan çıkarsa ne âlâ ama çıkmayacağını biliyorum... derken, bir tren gözüküyor ve duruyor, iç ışıkları sönük. Hangi istasyonda ineceğimi soruyor, en sevdiğim kadın da varınca ara diyor ve biniyorum... ve bu bana meleklerin kıyağı, çünkü yolcu almıyor ve park edeceği yere gidiyor ve ben -aslında- bir kez daha son treni kaçırmışım.


Sonraki günlerden bir gün, Enn Sevdiğim Kadın şehrinde, ben onunla sıklıkla temas halindeyim ve akşamları genelde Afiyet'e gidiyor, pasta, çay, okuma yapıyorum. Bir de telefonla sık ve uzun uzun konuşuyoruz. O arada benim haberim olmayan film konusunda uyarıyor beni ve sinemada buluyorum kendimi. Bir çizgi film bu! Usta işi, Hayao Miyazaki elinden çıkma, süresi uzun ve emek yoğun, Oskar ödüllü muhteşem bir hikâye: Çocuk Ve Balıkçıl...

Üstelik gözlerim resmen yaşarıyor çünkü çoğu kez tek olduğum 6 numaralı salonda bir sürü genç insan var. Fırsatı kaçırmıyor, kalabalıkla film izlemenin tadını, elimdeki promosyon mısırlar ve kolamla çıkarıyorum,

ve filmi şiddetle öneriyorum!


14 Ekim 2023 Cumartesi

Kasabada Bir İrlandalı


Ocak 2022

Kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum... ve ilk hayal kırıklığım!

Dönüşlerde, İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı artık yok!

Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda, keyfime keyif katardım.

Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu, ama temelli yok oluşuna üzülüyorum.

İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam, Tekkeköy Gar'ı.


*



Geçen Cumartesi

Aradan neredeyse iki yıla yakın bir süre daha geçmiş ki yok sayan bir düşünceyle bakarsak sanki bir asırmış geçen zaman. Pandemi ve koşulları adeta bir devre kesici gibi sosyal hayatımızı evlere tıkmış, bununla da yetinmeyip maskeli bir hayatın arkasına saklamıştı yüzlerimizi...

Ve gülüşlerimizi!

Maskeler düşünce de sanırım çabuk unutmakla kalmadık, üstüne üstlük yok sayarak, sanki hiç yaşanmamış gibi sildik hafızalarımızdan Covid-19'u.


Evden çıkışım net!

Adımlarım kararlı...

Sadece kararlı değil: Heyecanlı, tıpkı bir sevgiliye koşar adım giden kalbin atışları gibi saf, tertemiz ve özlem yüklü.

Kitabım, minik fotoğraf makinesi, okuma gözlüğüm, yağmur olasılığına karşı incecik yağmurluğum sırt çantasına... Laciverti biraz daha dark kotum ve bir lacivert v yakalı kazakla gömleği tamamlamış olsam da, akşam serinine  karşı montum, yine de mini sırt çantamın omuzumdan geçen askısında. İstasyona varmamla birlikte enn sevdiğim tren gözüküyor. Bugün maç kalabalığı yok ama yine de treni kalabalık kılacak bir etkinlik var; trenden ineceğim son istasyonun neredeyse dibinde.


"Bu kez hep görmezden geldiğin gerçek saat kulesinin mini örneğinin kalbini bir kez daha kırmadan, buna ne gerek var ki aslı dururken demeden, bir fotoğrafını tarihe not düşsen ne kaybedersin ki," diyen iç sesime itiraz etmiyor, "Evet ya," diyorum; "bunu buraya diktiren bir çocuk sevinciyle bu kararı almış mutlaka ve sen, yani ben, yine içinden bir ukala çıkarmış, asıl duyguyu hiç fark etmemiş, bir görmemişlik abidesi sayarak üstelik, hep aşağılamıştın!"

"Önce onunla bir helâlleş bakalım!"

Kasaba bugün ıssız. Sokaklar ve mekânlar sakin. Yolumun üzerinde ve iki bulvarın kesiştiği noktada adıyla dikkatimi çeken bir kafe var, Şehrin Kırıntısı. Genç bir müşteri kitlesinin yanı sıra belli ki yaş almış ama entelektüel niteliklere sahip yetişkinlerin de uğrak yeri, verandası hoş ve iç sesimin her seferinde burada takılmalıyız dediği ama benim bir türlü Gar'dan vazgeçemediğim için uğramadığım yer. Sanırım bir sonrasında, orada olacağımız kesin. Çünkü bugün henüz gitmek konusunda netleşmediğim çok hoş bir etkinlik de var, bulunduğum noktanın yaklaşık 500 metre aşağısında...


Pırıl pırıl bir gün, sakin caddeleri keyifle, içime huzur çekerek, musmutlu bir tatla yürürken bir kez daha çok sevimli bulduğum, eski bir CHP'li belediye başkanının adı Murtaza Oktav'ı taşıyan ve O'nun da akrabası, en cann arkadaşlarımdan birinin dedesi, çok hoş sohbetler yaptığımız, artık yerinde bir apartman olan ve şehrimizin merkezi noktasındaki muhteşem evde ve elbette gençlik ateşimizin çok bilmişliği ile soldan soldan sert cümleler kurarak tartıştığımız, bizi sabır ve anlayışla dinleyen eski senatör ve milletvekili Rıza Işıtan Amca'yı da bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyorum ve bir sonrasında; aslında kasaba otogarlarına bayılan biri olarak; neden hep önünden geçtiğim ve bayıldığım halde içine girmediğim bu gara dair ihmal gerekçeleri üretmeden, kendi kulağımı kendim çekerek, bir sonrakinde kesinlikle buradasın ayarı veriyorum kendime.


Heyecanla ama bu kez arka caddesinden varıyorum Gar'a. Önce bir kaç fotoğrafını çekiyorum. Arka kapıdan park alanına yürüyor, rayların kenarından ana binaya varıyor ve kafeteryanın kapısından içeri süzülüyorum ve değişikliği hemen fark ediyorum. Çünkü masalar çeşitlenmiş ve çoğalmış?!

Aklımda pasta var, dolaba doğru yürüyorken hoş bir genç kadın gülümsüyor. Tanıdıklarımdan değil bu. Mekâna bir başka el değmiş, kesin. Soruyorum ve anlıyorum ve kızıyorum elbette. Çünkü belediye bir vatandaşa kiralamış. Binayla dertleşiyoruz ki o da durumdan memnun değil. Hani yaşanmışlıklarımız ve onların verdiği kalıcı tat olmasa uğranılacak yer değil lakin binaların günahı ne diye de düşününce ve hanımefendinin güleryüzünden de kaynaklı olarak, kitaplarımla geçirdiğimiz güzel zamanların hatırına şimdilik defterimden silmiyor, çayımın, pastamın ve kitabımın tadını çıkarıyorum.

Sonra tüm bu yediklerime içtiklerime 100 TL ödeyince de, eyy belediye yaptın yine yapacağını öğrenci gençlere ve kasaba halkına diyor, ve koca alandaki ıssızlığa bakıp, her yaştan insanlarla dolup taşan cıvıl cıvıllığını, öğrenci çalışanları ile sohbetlerimizi özlüyorum.

Ara sokaklardan ana caddeye çıkıyorum ve bir tabela dikkâtimi hemen kapıyor. Enn sevdiğim kadını aramalıyım, hani bir gündüz takılsak olur mu acaba?! İki soğuk bira ve eyvallah... Hem bayıldığımız tandırcımızın dibi, üst kat belli ki. Adı beni benden aldı ki tabelası ışıklı ve zemini mavi. Bi Meyhane adı. Hımmmmm kasabada bi meyhane! Elbette enn sevdiğim kadına söylemeden duramıyorum.

Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum. Bir dejavu mu acaba? Hatırlıyorum, enn sevdiğim kadın bir İrlandalı olarak fotoğraflarını çekti çünkü... diye düşünmekle birlikte benimki hayal miydi acaba diye düşünüyorum ki ona bahsediyorum daha sonra ve o da net değil.

Sonra biri burayı alsa, dışını hiç bozmadan içini eskiye sadakatle yenilese ve kafe ve lokanta yapsa diye de içimden hayal ediyorum.


İşte bu düşünceler içindeyken ve keyifle çalışan istasyona doğru yürürken kasabaya her varışımda ilk karşılaştığım ve fikrime yazdığım mekânın, yani Lojmanlar Pide Salonu'nun kapısından içeri süzülüyorum. Dışarıda da masaları olan sevimli bir kasaba mekânı. İki beyefendi ve bir genç hanımefendi iş başında. Karışık peynirli pide niyetim fakat kaşarlı yiyebiliyormuşum; çünkü beyaz peynir kullanmıyorlarmış.

"Bir de çay, fincanla lütfen."


Önce salatam geliyor, sonra da görüntüsü muhteşem pidem. Bulvarın kenarında, kasabanın son çıkışında, yönüm merkeze doğru dönük, uzun bulvarı ve yüksek dağları izleyerek, parmaklarımla, aheste ahestte çıkarıyorum pidemin tadını. Çok beğeniyorum, kaşarı bol, hamuru ince ve çok lezzetli pidemi. Üstelik 90 TL.'lik ödemeyle de beni benden alıyor çünkü şehirde bu fiyata pide Şam'da kayısı!


Ustalara teşekkür edip, ellerinize sağlık diyerek çıkıyorum yola, yönüm çalışan istasyona dönük, lakin fikrim inceden inceye dürtüyor. Kitap Fuarı. İkilemdeyim aslında, içimdekilerden biri olaya el koyuyor ve gitsek fena olmaz diyor. Hem Arzu, diyor diğeri. Karşıya geçince kocaman bir insan seli, otopark tıka basa dolu, seyyar köftecilerin dumanı istimli. Pırıl pırıl havada piknik tadında, hoş ağaçların altındaki plastik masalarda, çoluk çocuk köfte atıştırmada; şehit düşmeseler de ekonomist gazisi insanlarımız.

Gençlerimiz pırıl pırıl, elbette genç kızlar ve kadınlar ağırlıkta. Ellerindeki poşetlerle sürekli yanımdan geçtikçe onlar, umutlarım geleceğe el çırpıyorlar. Sonrasında, adımlarım komutayı tereddütlü benden alıyorlar ve fuarın kapısındayız. Aslında Arzu bir kez daha yayıneviyle birlikte oradadır diye düşünüyorum. Çünkü fuarla ilgilenmedim ve hangi yayınevleri ve yazarlar katıldı noktasında da bir bilgim yok. Arzu ve editörü olduğu yayınevi daha önce katılmışlardı ama karşılaşmamıştık çünkü ben fuara gidememiştim.

İki koca salon da tıka basa dolu. Otopark kulağıma fısıldamıştı zira. Dolaşıyorum standları. Listelerde Arzu'nun yazarı, aynı zamanda editörü olduğu yayınevi yok. Oysa ne güzel bir sürpriz planlamıştım, üç dakika içinde. Müsaitse bir rakı masası mutlaktı.


İstasyonda iğne atsam yere düşmez. Ellerindeki kitap poşetleri ile pırıl pırıl insanlar. Lakin tren tecrübeleri eksik çünkü tren modellerine göre koltuk kapabilmek için kapılara denk gelecek noktaları bilmek gerek.


Tıkabasa dolu tren enfes ağaçların ve manzaraların içinden akıp gidiyor. Fikrim son bir öneride bulunuyor. Birtat'da keşkül ve limonata. Heyecanlanıyorum. Sonra tren kalabalıklarının geceye kadar süreceğini öngörüyor ve ara istasyondan binmek zorunda kalacağımız için de oturamayacağımızı söylüyorum ki fikrim haklısın diyor. Ama bir yandan da gün ve deniz o kadar güzel, o kadar eğlenceli ki onu son bir eylemle taçlandırmak gerekiyor.

Eve üç istasyon kala iniyorum.

"Bir limonata lütfen."

İskele Kafe'deyim.

3 Ekim 2023 Salı

Toplu Gösteri

Bulutların üzerinde bir haftaydı sanki...

Yeni insanlar tanıdığım, sonra alıştığım, bir haftanın tamamında rastlaştığım, sohbet ettiğim, çok keyif aldığım, ülke gündeminden sıyrılıp da kendimi İskandinavya'da sandığım...

Ve gündemden baktığımda da cennette bir rüyaydı sanki yaşadığım.


Sadece enfes biletler biriktirmekle kalmadım. Notos'dan okuduğum Epepe üzerinden konuşmalarımız mıydı sebep hatırlamıyorum.

Laf lafı açmıştı muhtemelen, ki ben bir rüya haftadaydım;

Enn Sevdiğim Kadın bana kitaplar öneriyordu Ege'den...

Ve ben yazarların hiçbirini tanımıyordum.

Bir kültür haftasının içinde saklanmış; yaşadığımız hayatın hem ekonomik hem siyasal, hem de mutsuz ortamından azade; üstelik paranın kullanılmadığı, biletlerin bedava olduğu sosyalist bir keyif ve huzur ortamındaydım.

Hafta bitti, cadı püff dedi ve ülkemizin acı gündemine geri döndüm.

Lakin ruhum hâlâ güzel.


Yaşasın panzehirler!

Yaşasın mücadelemiz!

Yaşasın Müzik!



21 Eylül 2023 Perşembe

Hayal ve Kıyım


İki önceki, Yoksa Ben Deli miyim başlıklı yazıdan kısa bir alıntı ile:

Benim de uzun yıllardır bir hayalim var. Çocukluğuma nakşolmuş, ânların zihnime kazındığı bir şehir,

taa o yıllarda mini golf sahaları olan!

Savarona'yı Savarona iken orada gezdiğim.

Orduevinin karşısında bir ev, enn şaşalı yıllarında ve gencecik Pakize Suda ile karşılaştığım...

Tenis kortlarına bayıldığım ve hafta sonları bandonun geldiği, bayrak töreninin yapıldığı, İstiklâl Marşı'nın söylendiği...

Öncesinde, oraya gelirken ve sonrasında oradan gidilirken cadde boyu aynı bando tarafından günün popüler şarkılarının çalındığı...

Bir terslik olmazsa ayın 25'inden sonra, üstelik yıllar yıllar sonra orada olmayı düşündüğüm bir şehir.


*
 
Dün akşamı benle paylaşan, sanki bu ânı dört yıldır bekleyen, enfes öyküler içeren, diğerlerini okuyup onu sona bıraktığım, Kalem Kültür Yayınları'nın  Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı desteğiyle yayımladığı farklı ülkelerden yedi kitaplık, Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü* başlıklı serisinin Kehribar Ülkesinden Yeni Öyküler adlı kitabına -keyifle geçirdiğim- çok hoş akşam için teşekkürlerimle...

Ve her koşulda umutlarımı tazeleyen, her daim nefesimi kesen ve kısacık bir cümle ile elime yepyeni bir senaryo tutuşturan Enn Sevdiğim Kadın'a da...

*


Hayalimin peşinden koşmaya başlıyorum. Bir taşla çok kuş vurmayı planlıyor, bunu da bir kaç günün içine tıkıştırıyorum. Efsane geziden sonra aynı coğrafyaya ilk gidişle benzeşen bir kısa plan bu.

Yunan adaları konusunda düşüncem istekli ancak kısa süre ve vizeye dair işlemler nedeni ile kendisini sepetten çıkarıyorum. Ana hedefim şehir, orada biriktirdiğim ve bir film tekrarı gibi zihnimden akan görüntülerle karşılaşmak, kendimi zamanda sıçratarak da çok net hatırladığım yaşanmışlıkların, ânların geçtiği noktalarda dünü, bugünden solumak.

Bir ilkokul çocuğuyum ben; kayıkla Savarona'ya varıp denize sarkıtılmış merdivenlerini tırmandığımda...

Golf sahaları, üst yazıda söz ettiğim bando, köy tadındaki bahçelerden satın aldığımız, enn amcamın elleri ile seçtiği sebzeler...

Aynalı Çarşı'daki en meşhur dondurmacısında yediğim ve abarttığım dondurmalardan sonra hasta olup da gecenin bir vakti gittiğimiz, banka müdürü enn amcamın arkadaşı askeri doktor...

Ve onların lojmanından izlediğim boğaz...

Sonra, yıllar yıllar sonra henüz askerliğini yapmamış, ehliyeti pırıl pırıl bir çocukken enn arkadaşla yaptığımız, Çanakkale'ye uğramamış olsak da Akçay'dan, Edremit'ten geçerek vardığımız ve yola devam etmeden önce bir gece konakladığımız Ayvalık...

Bu heyecanlarla bir kaç günü geçiriyorum. Sonra Samsun'dan İstanbul aktarmalı ve Edremit Koca Yusuf Havaalanı'na inecek uçaklardan birinde 26 Eylül tarihi için, saat açısından da çok avantajlı, 14:00 da buradan kalkıp akabinde İstanbul'a varacak ve bir aktarma ile de 20:15'de Koca Seyit Havaalanı'na inecek bir uçuş buluyor ve hemen satın alıyorum.

Bir iki gün sonra bu kez kafamda netleşen dönüş tarihi için karar veriyor, benim için uygun tarih için aktarma arası vaktin de yakın olduğu uygun uçuş arıyor ama yakın tarihe bir türlü bulamıyorum.

THY ile Pegasus sanki bir centilmenlik anlaşması yapmışlar. THY Çanakkale Havaalanı'na iniyor, Pegasus ise Edremit Koca Seyit. Eskiden olsa misal, bunların hiçbirini sorun etmezdim. Şimdi, özellikle pandemi ve sonrası koşullarında özellikle seyahatler konusunda kısmen bir konformist olduğum kesin, oysa eskiden sırf yolun uzun tadını çıkarmak için tren ya da otobüs yolculuklarını özellikle seçerdim. Yoğun iş süreçlerindeki ve iş temelli olan bu yolculuklar sanki işten kaytarılmış enfes ara sıcaklar gibiydi ben için...

Velhasıl bir hayal şimdilik gerçekleşmiyor, dondurucuda ... Bileti iptal ettim ki o opsiyonu kullanmıştım her olasılağa karşı, ödediğim para şıp diye -elbette ufak bir kesinti ile- anında hesabıma aktarıldı.

Belki çok uzak olmayan bir zamanda...

Bir bakmışım ki tersten esiyor rüzgâr...

Ve kendimi Aynalı Çarşı'daki tuhafiyeciye gönderilmiş, az önce Truva Oteli'nin önünden geçmiş, elbette Truva Atı'na bakmış ve Aşil'i düşünmüş... Sonrasında bir banka oturup, ıssız ve insansız kordonda karşı kıyılara bakarken; bir anda geniş kaldırımın üzerinde duran, birbirlerine sarılan ve kocaman bir sevgiyle dudak dudağa öpüşen;

çok hoş, sırt çantalı, yakışıklı ve yabancı abi ile...

yine çok hoş ve sırt çantalı enfes bir ablaya takılmış halde bulurum gözlerimi.

Sonra kim bilir, şehrime dönünce, hem şehri ama daha çok da pervasız bu öpüşme ânını arkadaşlarıma enfes bir filmin karesi gibi, heyecanla anlatırım...



*Söz konusu kitapların toplu fotoğrafı ve bir kaç kelâm...

13 Eylül 2023 Çarşamba

Yoksa Ben Deli miyim

Deli mi divane miyim?!



Gün pazar, Enn Sevdiğim Kadın pazartesi 17'de yola çıkacak. O doğma büyüme bir Ankaralı. İki gün sonra da yazlığa...

Ege'nin incisi noktalardan birine!

Bu onun gelenekseli.

Ayın son çeyreği içinde de heyecan verici ve sevilesi bir başka noktaya.

Benim de uzun yıllardır bir hayalim var. Çocukluğuma nakşolmuş, ânların zihnime kazındığı bir şehir,

taa o yıllarda mini golf sahaları olan!

Savarona'yı Savarona iken orada gezdiğim.

Orduevinin karşısında bir ev, enn şaşalı yıllarında ve gencecik Pakize Suda ile karşılaştığım...

Tenis kortlarına bayıldığım ve hafta sonları bandonun geldiği, bayrak töreninin yapıldığı, İstiklâl Marşı'nın söylendiği...

Öncesinde, oraya gelirken ve sonrasında oradan gidilirken cadde boyu aynı bando tarafından günün popüler şarkılarının çalındığı...

Bir terslik olmazsa ayın 25'inden sonra, üstelik yıllar yıllar sonra orada olmayı düşündüğüm bir şehir.




Yaza Veda Rakısı

Kararında İçiniz!


15:30'da mekânda buluşmak üzere anlaşıyoruz. Duşumu yapıp, tıraşımı olup, askıdan yine mavi ama lacivertle mavi arası, rengine bayıldığım, elbette polo yaka tişörtü çekiyorum. Bu kez eskitilmiş kotum bir tık açık mavi ,

Bir tık daha dar paça.


Trenden Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Kartımı okutup iademi alıyor ve ışıklardan karşıya geçiyorum. Kadim Divan Pastanesi'nin bahçe kenarından yürüyerek, eski sigara fabrikasından ve  tütün depolarından Yusuf Başkan döneminde son derece başarılı bir şekilde AVM ve yeme içme mekânlarına evrilen bölgeyi keyifle geçip Sanat Sokağı'ndan mekâna doğru yürürken saate bakıyorum; zamanlamam müthiş: 15:30'a üç dakika var.

İçerdeyim ve bir önceki masamızın olduğu yere yürüyor, geçici ikâmet için masaya oturuyor, üst taraftaki kalabalık nedeni ile hazırlanmakta olan masayı, durduruyor ve kadim iki binadan soldakine doğru yürüyüp, bu kez iki kişilik bir masaya geçici olarak yerleşiyorum. Ve servis açmamalarını söylüyorum. Derken... tam da o sırada Enn Sevdiğim Kadın bahçe kapısından giriyor. Ayaklanıyorum, o da bana doğru yürüyor. Enn sevdiğim temas ânı.  Bulunduğum noktayı ben eskisine göre daha çok sevdim lakin onun fikri daha önemli... Mutabıkız.

Bu gruba bakan garson farklı, onu da sevdik. Ne içer mişiz! Elbette rakı. "35'lik lütfen!" "Yeni Rakı lütfen!"

O halde gelsin mezeler!

"Bamya lütfen,"

"Beyaz peynir lütfen,"

"Kavun lütfen,"

"Yoğurtlu semizotu lütfen,"

"Roka salatası lütfen,"



Hava enfes, kararında bir sıcaklık. Sohbet derin... daldan dala. Nelerden söz etmiyoruz ki. Artık şehir merkezinden yok olan çocukluğumun ve ilk gençliğimin ucundan yakalayabildiği, arkadaşlarla tadını çıkarma fırsatı bulabildiğimiz, ölçülü ve adabıyla içme kurslarında olduğumuz kadim, kolalı peçeteli, her birinden tek tek söz edilesi mekânları saygıyla anıp bir kez daha gözden ve sözden geçiriyoruz.

İçki içilebilen orduevleri, artık yok edilen kamplar, gar lokantaları, lokaller, kadim meyhaneler, Turban'lar tek tek masamızı ziyaret ediyor. Güzel sözler ve derin anılarla her birini masamızda ağırlamanın mutluluğunu paylaşıyoruz ve lafı bizim Gar Lokantası'na getiriyorum.

Bir kaç gün önce nette eski bir fotoğrafını ararken -bizim- Gar Lokantası'nda bir masaya rastladığımdan söz ediyorum ki masada üç değerli şahsiyet var: Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve lise yıllarımızda her türden kitaplarımızı özellikle oradan aldığımız -artık olmayan- Macit Kitapevi'nin sahibi beyefendi.

​Oradan meyhanelere sıçrıyoruz, şu an bizim şehirde o manada bir tek mekânın bile kalmamış olduğunun altını çizerek, entelektüel kitlesi ile bir adım önde olan Dramalı'dan söz ediyorum.

"Bir 20'lik Yeni Rakı lütfen."

Gündemden alıp geçmişin derinlerine doğru uzayan, daldan dala sıçrayan, inadına güleryüzlü, esprili, kahkahalı bir sohbet. Gözlerimi, O konuşurken ona olan hayranlıklarından bir geri alabilsem, nerelere uzayacak zaman. Usul rakı yudumları, su olup akan cümleler, anılar, gündemler derken bir ânda; bugüne kadar hakkında yazmadığım ama yazmaya karar verdiğim, hayatımın en zor yıllarından, asker ve taze bir yirmilikken, ve belki de üzdüğüm, bir seçilmiş olarak televizyon ekranında siyah beyaz gözükmüşken; 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki bir 19 Mayıs günü ve ilk kez yapılan canlı yayında; bayrağı Bandırma Vapuru'ndan aldıktan sonra uzun bir mesafe koşarak onu tören alanına taşıyan, tek kanallı siyah-beyaz TRT ekranından akan, elbette kasılmama sebep olan ve sonrasında adı -şehrimizde- Bayrağı Taşıyan Kız olarak kalana geliyor. Ve başka mekânlara, başka ânlara doğru yürüyor kelimeler.

Oradan pat diye pavyonlar mevzusuna giriyoruz. İzmir pavyonlarının altını çiziyor, Ankara pavyonları konuya dahil oluyor. Belki zaman içinde yazıya çevrilecek ulaklıklarımla birlikte, postacılık işlevi olarak asker mektuplarını, bir pavyon güzeline ve çok sevdiğim aynı abinin nişanlanıp evleneceği bir başka ablaya taşıdığım bir kaç yeniyetmelik anısı daha saçılıyor masaya.

Ve artık demir alma zamanı. Bu kez son trene yetişmek istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın yarın öğleden sonra yolcu. Ödememizi yapıyor ve çıkıyoruz Sanat Sokağı'na. Bir fotoğrafını çekiyorum sokağın lakin flu, ikinciyi çekiyorum o da flu. Ya ben sarhoşum ya da makine. Çünkü biraz sonra kıvrılacağımız sokaktan sonra kıvrılacağımız yerde de aynı fotoğraf cebelleşmesi.


Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'na doğru yürüyoruz. Bıcır bıcır konuşuyoruz, şimdi mağazalarla dolu eski fabrikadan hayali sigara makinelerinin ve çalışan kadınların sesleri geliyor. Enn Sevdiğim Kadın'a bu cadde üzerindeki artık yok olan Meyhane'yi işaretliyorum. Tarihin bile unuttuğu genelevle, artık yok olan ve rolünü AVM'ye devretmiş sigara fabrikasının arasından geçiyoruz. Şimdi, az evvel artık olmayan Konak Sineması'nı, sonra da kadim parkın içindeki, bu kez tüccarlara ait tütün depolarının yok oldukları noktada kalan hayali silüetlerinden söz ediyorum. Lakin şehrin en ünlü fotoğrafçısının artık yok binalardan birinde olduğunu ve benim ceket kravatlı halimle ve enn amcamla çekilmiş ve blogda da paylaştığım 5-6 yaşlarımdaki fotoğrafın, o fotoğrafçı tarafından çekildiğini söylemeyi unutuyorum.


Artık trendeyiz. Bir de çok konuşkan ablalar grubu var. Dönüşte son trene yetişebileceğim kesin. O'na, Enn Sevdiğim Kadın'a, sessiz ninniler söyleyebilirim.

8 Eylül 2023 Cuma

Neden Cenaze Marşı

Bu yazı,

5 Ağustos'daki Katliam başlıklı yazının açılımıdır ve o yazıdaki teklif iş makinesinedir!

Yıllarca, ilkokul dahil öğrencilerin öğretmenleri eşliğinde Meteoroloji nedir bilgilendirmesi için geldikleri, pırıl pırıl mühendisleri ve çalışanları tarafından tüm aletler konusunda bilgilendirildikleri, tahmin için gökyüzüne gönderilen ucunda ölçüm yapacak cihazlar takılı olan balonun çok ilginç odasına girip onu el sallayarak gökyüzüne alkışlarla uğurladıkları, gelişmiş teleskoplarla takip ettikleri, sonrasında geniş ve ağaçlık coğrafyasında piknik yaptıkları bölge, kamu yararına park ve piknik alanı yapılabilecekken ve tüm sahil boyunca kamunun kullanacağı -yolun kıyı tarafı hariç- bir alan kalmamışken, güzergâhtaki tüm kampların alanları da inşaat ya Resulullah diyenler tarafından yine aynı karakterlere peşkeş çekilip kamunun elinden alınarak bir kaç kişinin çıkarına teslim edilip iki de AVM yapılmışken, coğrafyadaki son kale, "muhtemelen anılarımdan bir bölümü yazma fırsatı bana verilerek" sona bırakılmış sanki. Kalbimdeki yeri derin alttaki metin ilk olarak başka bir hikâyeden söz ettiğim bir yazımın içinde daha önce, bu günlerin yaşanacağı ihtimali henüz yokken, kullanılmıştır.





Peşkeşe Ağıt


Hava henüz aydınlanmamış olmalı, sokak lambalarının sıcak ışıkları şapkalarından başlayarak genişlemeli ve bir huni şeklinde inmeliydi caddeye... Ben yanımdaki o güzel kızın nefesini, sesinin bıcır bıcır kelimelerini yanağımın dibinde hissetmeliydim. Sonra ona, yüzüne bakmadan, gözlerim ileri bir noktadayken, hiiiçç ben sana yangımın rüzgârı göndermeden, en cool halimle iki kelâm etmeliydim. O, tatlı gülümsemesi ve hadi yedim bunu da cinliği ile beni biraz daha kavramalı, yine hin bir gülümseme ile iyice sokulmalıydı bana. Kelimelerinin nefesi, ve onun kocaman sevgisi kışın ortasında bile baharı hissettirmeliydi.



**

Hep de öyle olurdu çünkü!..

Ben biraz hıyardım Erkek adam pozlarımla yürürdüm. İnce lafları bile benden çıkar gibi değil de racon gereği söyler gibi yapardım. Ama bilirdim ki o yemez.

Sonra gevşerdim. Ben olurdum. Elimi beline koyar. Onu Osmanlı Bankası'nın zaman eskisi binasının giriş kuytusuna çeker. Kolumu dolar elimi illaki bel çukurunda tutar, kendime çeker ve tek bir öpücükle; bütün duygularımı deryalar gibi önüne dökerdim.

Yazı beklerdim. Onun saç kesimini ve rengini çok severdim. Aramızda çok mesafe yoktu ve onun odası ile benim odam birbirine bakardı. Oradan işaret eder, ben tamam der. Onun elinde bir kitapla yürüdüğünü görür, heyecanlanır; O kurumun ana kapısından çıkıp bizim bahçe kapısını açtığında, evin önüne gelene kadar alt kata inerdim.

Gözlerimle dinlerdim Onu. Kalbim atardı. Onu o an odamda görürdüm; fikrim dürterdi. Ama Ona bunu bir türlü söylemezdim.

Tüm okul sezonunda hep yapmayı düşündüğüm şeyi gözden geçirir. Bir an önce gel yaz derdim. Yaz gelirdi. Kıyafetler incelir. Bazı bölgeler açılırdı. İlk yazdı. Kapıdaydı, elinde bir kitap vardı, bahaneydi. Belli ki ilk kez birlikte sahile gidilecekti. Çam ağaçlarının arasından yürüdük. Askılı elbisesi, şahane göğüslerini saklamaya çalışsa da beceremiyordu, belki de elbise bana kıyak atıyordu, hissetmiştim ve bu yüzden de ekstra sevmiştim. İyi ki de beceriksizsin diye bir de göz kırpmıştım.

Bahçenin tellerine vardık. Çiti aşıp kumsala, oradan da denizin sesi için kıyısına uzayacaktık. Beklediğim andaydım, hayal olsa da antremanlıydım, bir kış boyu dersimi çalışmıştım. Bir anda sağ kolumu bacaklarının arkasından geçirip, sol kolumun desteğine yatırıp kucağıma aldım. Boynuma sarıldı ve gülüyordu. Sanki bu durumu da biliyordu. Öyle güzeldi ki. Nefesinin sıcağı nefesimi kesti. Aştım tel örgüyü; dalgaların kırıldıktan sonra vardıkları son noktaya kadar taşıdım Onu. Sonra usulca yere bıraktım.

Sağ kolum... daha çok da ellerim nasıl mutlu.


Taşırken onu; öyle güzel, öyle mutlu gülüyordu ki, kendimi bir filmin kahramanı sandım. Bir de şansımız vardı. O zamanlar buralar hep kumsaldı. İki yanımızdaki; biri onlarınki diğeri Topraksu kampı olmak üzere kamu kurumlarının varlığı, onların denizin içine kadar çektikleri tel örgüler, bizim alanımızı da kimseler giremez yapıyordu.

Oturduk.

Yüzümüz denizde. Ayaklar çıplak, ayakkabılar dört metre geride. Dalga kırılıyor, deniz makara yapa yapa geliyor ve ayaklarımıza muzırca dokunuyor. Sonra çekiliyor.

Biz biribirimize bakıyor, gülümsüyoruz. Sonra gözlerimizi yine ufka dikiyorduk. Elimi eline doğru götürüyorken O onu yakalıyordu ve parmaklar birleşiyordu. Ne de güzel bacakları vardı. Sere serpeliğine bayılıyordum. Dizlerden bükülmüş, etek uçları ıslak, dizin üstünü geçer biçimde çekilmiş elbise ile bütünleşmiş film karelik bir an daha. Çok az konuşuyorduk. Çok gülüyorduk. Arada bir dönüp ânı ve bakışlarımızı yakalıyorduk. Çirkeflik yok. Arzu var. Ama kalpler öyle güzel ki fırsatı ganimete çevirmek fikri asla yok.

Yaş 17'nin eşiğinde. Forma numaram hâlâ 16.

Uzak ufuklara bakarken aklım bir ön izleme sunuyor, hayalim müdahil gördüklerime; bayılıyor, hevesleniyor, kararım netleşiyor hatta bu önizlerin birinde Ona iyice yanaşıyor, sağ kolumu sırtına koyuyor, onun desteği ve sol kolumun yardımı ile önce kolunu boynuma taşıyor, sonrasında göz göze ve nefes nefeseyken... onu kumlara doğru yavaşça yatırıyorum. Sonra bir dalga... ama şakacı bir dalga üzerimizi aşıp geri çekiliyor. O yine gülüyor. Ben de muzır bir espri yolluyorum dalgaya. Sonra da Onun dudağından tuzu alıyorum. O zaman mıncırıyordu beni ve daha daha bir keyifle gülüyor, beni sırt üstüme döndürüyor, dalga üzerimden geçiyor, çekilince de bu sefer o benim tuzumu alıyordu.

Kaç sefer sonra çekiyorduk kendimizi kıyıya...


Öyle de kalıyorduk.

Güneş iş bende çocuklar diyor, gereğini yapıyordu. Sonra da el ele, ayaklarımız denizde, sınırları aşıp yürüyorduk.

Sonra, güneş dağların ardına çekilmeye başlarken, ona el sallıyor, kurumun sahil tarafı kapısında vedalaşıyor, bir süre onu ardından izliyor, dönüp gülümsemesine bayılıyordum.

Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha...



Ah o araf haller!

Ne güzeldi.

Ahh onun coşkulu saflığı, sevgisi, güzelliği... ne güzeldi.

Saatlerce oturduk. Çok az kelâmla o kadar çok konuştuk. O kadar çok ki yankıları kaç on yıl sonra bile duyuluyor.

Çok mu sevmiştim?

Evet, çok sevmiştim.

Onla geçen zamanlarım çok güzeldi. Ama ah kahrolası o aşk işte. Ne zaman ve kime çakacağını asla söylemezdi.

Onu hiç kırmadım.

Hiç kimseye açmadıklarımı ona rahatlıkla açıyordum. İkimiz de solcuyduk ama o Halkın Kurtuluş'u sempatizanıydı. Kitap paylaşırdık ama asla iki farklı ve zıt fraksiyonun insanı olarak aidiyetlerimizin teorilerini eleştirmemek için tartışmazdık.

Bir sonraki yıl onlar tayin olup gitti. O bendeki yerini hep korudu. Yarım bıraktığımız anlar aklımda dönüp durdu. Olmaması, olmasından daha iyi geldi bana.

Ara ara düşünürüm. Nerededir, ne yapar? diye. Görsem ve yazdıklarımı ona okusam ne hisseder bilmek isterim bir yanıyla... ama derim ki sonra, O hep 16 yaşında.


*Yazıdaki alıntının olduğu ana mevzusu farklı yazının üç bölümlük tamamı ise şuradan başlıyor.

15 Ağustos 2023 Salı

Tek, İki Parmak Kalana Kadar Su Ve İki Buz Lütfen!


Pazar Rakısı

Kararında İçiniz!

Onca efsane yaşamış ben, O'nunla onca, her biri bambaşka güzel gün yaşamış ben, bayrama hazırlanan coşkulu çocuk gibiyim; yepyeni bir ilk buluşma tadında, 15'lik çocuk heyecanında, 17'lik bir bilmişlikle giyiniyorum. Kotun şu olmalı, diyorum. Askıdakiler içinden polo yaka, ama yaka uçları düğmelenen, mavinin en uçarı, en uçuk, o oranda da sakin, heyecanlı ama yine de tecrübeli tonunda olanı askıdan alıyorum. Aynadaki beni seviyorum. Saçlarımı taraktan geçiriyor, onlara yine de ellerimle haşarılık, elbette kısmen dağınıklık veriyorum. Mini sırt çantamı alırken ve henüz kapıdan çıkmamışken de aynaya göz atıyor, aynadaki çocuğu seviyor, biraz da kıskanıyor, tişörtü etek ucundan ve köşesinden biraz çekiştiriyor, sağladığım bilinçli pejmürdelikten de memnun kalıyorum.

İstasyona köpük üzerinde kayar adımlarla, heyecanla, keyifle yine de tecrübe bilinçleriyle, O'nu hayalimden bir tık bile uzaklaştırmayarak, bir takım cinlikler de planlayarak ve kendimi sıklıkla gülümserken yakalayarak varıyorum. Tren yanaşırken istikametini belirleyen üst ekranından akan "Bugün Günlerden Samsunspor" yazısını okuyorum. Tren sakin, oturuyorum. İnsanlar keyifli, güler yüzlü, gençler hoş, ben de hoşum.

Lakin enn sevdiğim kadınla aynı trende buluşamıyoruz, çünkü O dedi ki: "Benim şehirde uğramam gereken bir iki yer var; saat 15:30'da mekânda buluşalım."

Bence bu da hoş bir durum, heyecan verici!


Cumhuriyet Meydanı'nda iniyorum. Gideceğim mekân çok kıymetli. Yeni yerinde ama aynı mahallede, eskisine çok gitmişken yeni yerine ilk kez varacağım özel coğrafyanın, Sanat Sokağı'nın yokuşunu çıkarken bilmem kaçıncı kere; çok mutluyum. Çünkü ülkenin farklı yerlerinde O'nunla çok kere yaşadığım bir keyfi, uzun bir akşamı, sürprizlerini öngöremiyerek sıfır noktasından başlayıp yaşayacağımı ve bu akşamın da tazeliğini hiç yitirmeyecek şekilde ve ilk ve çok ayrıcalıklıymış gibi bünyeme, kendi özel haliyle nakış gibi işleneceğini biliyorum. Dipdiri bir heyecanla onun bahçe kapısından giriş anını, ayağa kalkışımı, ona sarılışımı, biraz da "Ben oooo!" havasıyla ama yine de kendimi koyvererek sergileyeceğimi, zihinden akanlara rağmen yine de her şeyin doğaçlama gelişeceğini bilerek bahçe kapısını gözleyecek bir masaya oturuyorum. Bana yanaşan ve finalde bayılacağımız garsona, masayı birazdan seçeceğimizi, ve beklediğim biri olduğunu söylüyorum.


O görünüyor, şöyle bir bakınıyor ve ayağa kalkan beni fark ediyor. Güzide mekân an itibariyle bomboş. İki masa dışında kimsecikler yok. Oysa ikindi rakısı ne muhteşemdir. Kıymetini bilmek, en azından da yaşamak gerekir!

Gülerek yaklaşıyor.

Siyah elbisesi muhteşem.

Dekoltesinden öpesim geliyor. Ama o afacan kız hali, ayaklarındaki laciverte yakın ama mavinin en güzel tonundaki Sneaker'ları, bileğindeki her birinin hikâyesi ayrı aksesuarları ile bana doğru yürüyor.

Hadi gel de sarılma bu tazeliğe!


Masamıza karar veriyoruz, kendisini bulunduğu yer itibari ile çok seviyoruz; gerçi üzerinde rezerve olduğuna dair bir levha vardı ancak sanırım bu oraya -seçkin- müşteriler için özellikle koyulmuştu. Bahçe muhteşem. Henüz sakin mekânda bir çift ve muhtemelen altın günü yaşayan altı kadınlı bir masa dışında biz varız. Coğrafya ben için özel bir kıymet taşıyor. İlkokulum, ortaokulum ve kiradan kurtulup artık bizim evimiz dediğimiz ilk apartman dairemiz oturduğumuz masaya -ev biraz daha uzak kalsa da- en fazla 100-200 metre uzakta. Üstelik hemen dibimizdeki, yine muhteşem binasıyla ama artık çok katlı ayakkabı mağazası haliyle, tansiyon nedeniyle bir kaç gün yatmışlığım bulunan; 20'nin ilk basamaklarında, artık babasız ve hayatımın en zor yıllarının start çizgisindeyken çok özel tanışıklıklarımdan biri tarafından yapılan ziyaretle de hayatımın en özel günlerinden birini yaşadığım Askeri Hastane* var.

Masamızı çok seviyoruz.

Beyefendi garsonumuz siparişimiz için masamızda.

"Bir 35'lik rakı lütfen."

O tercihimizi soruyor.

"Yeni Rakı lütfen..."

"Yoğurtlu kızartma lütfen,"

"Arnavut ciğeri lütfen,"

"Peynir lütfen,"

"Karpuz lütfen."


Masamız donatılınca şahane garsonumuz şişeyi açıyor, ve alkış kendisine; soruyor çünkü!

Enn Sevdiğim Kadın yanıtlıyor: "Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

Seni seviyorum çınçınlarının ve ilk yudumların ardından Enn Sevdiğim Kadın çantasından bir paket çıkarıyor.

Uzatıyor bana...

Açıyorum ve düşüp bayılıyorum. Aramızda hiç konuşulmamış bir kitap. Ben almayı düşünmüş ve hayalini kurmuştum. Bu güzel kadın hiç üşenmemiş, benden önce şehire vararak bu kitaptan iki tane almış ki şansa bakmak lazım; sanki bizim için ayrılmış iki tanelermiş.

O zaman Hatay'dan, Vakıflı'dan şu an ve cümleler geliyor gözlerimin yaşına:

"Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikâyemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle: "Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."**

Saatlar saatleri kovalıyor, 35'lik bitiyor. Alt bölüm çoktan tıka basa doldu. Ekranda Samsunspor maçı. Bahçedeki yerleşme düzeni muhteşem. İzleyicilerinin coşkuları ile ortağız. Hiçbir aşırılık yok, yanı sıra da bir rahatsızlık vermedikleri gibi, sesimizi birbirimize ulaştırma konusunda bir sıkıntı da yaratmıyorlar. Enfes bir komün hali, hoş bir pazar gününde keyifli bir zaman dilimi.

O halde!

"Bir yirmilik Yeni Rakı lütfen."

Bir de kavun.

O müesseseden.

O nedenle mi bu kadar tatlı, serin ve hoş?!

Maçlar bitiyor. Bizim için kârlı bir pazar: Gün sonunda Fenerbahçe kazanıyor, Enn Sevdiğim Gençlerbirlikli'nin takımı kazanıyor ve Samsunspor'umuz deplasmandan bir puanla dönüyor.

Son yudumların ardından, ödememizi yapıyor, garsonumuza iltifat ve teşekkür ediyor, bahşişini kalpten, anasının ak sütü gibi helâl cinsten hesabın arasına yerleştiriyoruz.

Sonra şehrin en popüler caddesine çıkıyor, ilkokuluma selam çakıyor, Namık Kemal Lisesi'nin önünden geçerken diyorum ki enn sevdiğim kadına: Okulun bekçisi ile kanka olmuştuk, apartmanın çocukları toplaşır, gece vakti gider, abi vasıtası ile sınıflara girer ve arkadaki yazlık sinemada oynayan filmleri izlerdik. Fakat nedense, muhteşem binası ile Halk Eğitim'in önünden geçerken, ciltlenmiş Doğan Kardeş'leri okuduğumuzdan, kitaplardan, ama listenin kaç kitap okudunuz kısmına ise 1000'lerle ifade bulan şımarıklıklar yaparak yazdığımız sayılardan söz etmiyorum.

Belki de etmişimdir,

kafam iyi olabilir!

Elbette alt köşeye varana kadar tüm mevcut apartmanların yerindeki ve artık bir kaç tanesi kalmış olan muhteşem bahçeli Rum ve bizim mimarimize özgü evlerden söz ediyorum.

Çocukluğumuzun apartmanını geçtikten hemen sonra da, köşeyi dönüyoruz!

Cila vakti!


Bir kez bile gitmediğim ama hep takdir ettiğim bir mekân, Bohem. Cadde ve mahalle 80 öncesinin kurtarılmış bölgelerinden. İlk gençliğimin ayak altında... Lakin bugüne kadar nedense bir kez bile gitmedim. Başka mekânlardı tercihimiz, kim bilir, belki de alışkanlıklardan vazgeçmeme,  belki de bazı anıların bura henüz açılmadan öncesine ait olması sebep.

Süzülüyoruz kapıdan içeri. Ekranda Fenerbahçe maçı. Orta masalardan birine oturuyoruz. Biz kendi dünyamızda yok oluyoruz. Sıfırdan enfes bir sohbet. Biraz geçmişten söz ediyorum: Mesela şu karşı apartmanın adı Metin, diyorum; Prof Böke'nin babası, şehrin ilk kuaförlerinden... O sırada kızarmış patatesler yanlarında mayonez ve ketçapla geliyor. "Patron abinin ikramı," diyor genç adam. Teşekkür ediyoruz. Biralarımızı keyifle bitiriyor, sallantının eşiğine varıyor, ödememizi yapıp geceye karışıyoruz derken ve dışarı adım atmışken...

Bir kez daha sesleniyor "Abi!" diyerek güzel adam.

Minik fotoğraf makinemi masada bırakmışım!

Gar İstasyonu'na doğru, artık ıssız geceyi yürüyoruz. Kafalar Leyla'nın eşiğinde. İstasyondayız ve bankta, güzelim omuzumda. Tren geliyor, sakin.

Güzelim kolumun altında; bizim İstasyonu geçiyoruz. Tren şimdi onun istasyonda. Saat günü aşmış.

Biraz oturuyoruz. O telefondan bakıyor ve dönüş treni yok, diyor.

Ben kardeşi arama niyetinde...



*En Özel Tanıklığısın Ömrümün

**Yazının 8.fotoğrafının üstündeki ve altındaki paragraftan...

9 Ağustos 2023 Çarşamba

Şımartmaca

Kendimi kesinlikle ödüllendirmem gerekiyordu. Başarılı tespitlerle öngörülerimin ortaklaşması sonucu bazı hedefleri aşmış, makasın açıklığına bakınca da helal olsun bana, demiştim. Bu sonuç alıcı çalışkanlığım üzerine paydaşlarımsa bana bir ödül vermeyi öngörmüşler; kapalı kapılar ardında olsa da bütün istişarelerini benim bünyemde yapmaktalar, aramızdan su sızmadığı gibi ayrı gayrılık da yok.

Bir hareketlenme olduğunu anlıyordum. Başkomutan beynim, duygusal konularla ilgili kalbim, her daim açık gözlerim ufak ufak sinyaller gönderiyorken, kendi aralarındaki bu iletişimi ben de seziyordum. Performansımdan ben de memnundum. Ama ülke de bir krizden geçiyordu. O halde krizi fırsata çevirmek de mümkündü. Piyasalara yoğunlaştım. Siyaset ne kadar memlekete ballı börek dese de çürük elmalardan uzak, taze meyvelere yakın durmak gerekiyordu.

Zayıf halkaları, onlar düşmeden zincirden çıkarmaya başladım. O sırada dünyanın en büyük ama diplomasız ekonomisti iki atama yapınca, "Kemerleri bağlıyoruz arkadaşlar," dedim ve Atatürk'ün Ordular ilk hedefiniz Akdeniz cümlesinden haraketle "İlk hedefimiz, onlar yıkılırsa zaten memleket de yıkılır olanların sayısını çoğaltıyoruz arkadaşlar, ileri," emrini verdim.

Sonra, uçurdukça... uçtum.

Enn Sevdiğim Kadın'ı aradım.

Seneye dedim, ..... .......'ya ne dersin?


Bünyemin tüm paydaşları bir karar almışlar ve topluca, bana, "Bu başarımızı kutlamalı, takım kaptanı olarak da seni ödüllendirmeliyiz," dediler.

Fakat ben eski dostlarımı küstürmekten korktum, ancak boşunaymış korkum çünkü onlar dünden hazırlarmış.

Oturduk bir masanın başına, biraz istişare ile birlikte herkesin fikrini toparladık ve ortaklaşarak bir karara vardık.

Kadim frenchpress'im "Bu," dedi. Benim aklıma yattı; diğer paydaşlara baktım, onlar da "Tamam," dediler.

Kupalarım, "Şu," dediler. Yine masaya bir göz attım, hiç itiraz gelmedi. O zaman hemen kahveme baktım; o sorumu tahmin etmenin yanı sıra, büyük bir olgunlukla gülümsedi ve bu kez iyice rahatlayan ben ortaya sordum: "Filtre kahvem de Kurukahveci Mehmet Efendi'nin Colombian'ı olsun mu?"

Bir alkış koptu.

Hemen siparişleri verdik; kupa ve frenchpress Karaca'dan geldi ki hızı ve ürün elimize geçene kadar ki ilgileri başımızı döndürdü.

Yol yorgunlarını hoş karşıladık ve hemen kaynaştık. Onlar duş alırken, biz kahvelerimiz için hazırlık yaptık.


Sonra ilk kahveyi demledik.

Elbette önceki frenchpress'im emekli olmadı, baş kupam zaten enn sevdiğim kadının el emeği... Yeni ve burçdaşım kupamı sadece filtre kahveyi sütlü yaptığım zaman kullanacağım ki sütlü kahve için olan yeni dostun baştacım nedeni ile alınmayacağından, hatta tanışınca O'nun boynuna atlayacağından ve hepimizden çok O'nu seveceğinden...

Adım gibi eminim.

7 Ağustos 2023 Pazartesi

Ne Güzel Bir Filmdi Be!

Enfes bir cumartesi. Pırıl pırıl bir yaz. İstikamet sinema. Film tek seans ve 18:45'de. Uygun. Aslında gün için daha enfes bir plan vardı; çok eski ve bahçeli bir evden evrilerek lokale dönen ve yine eski evlerin kafe ve sanat merkezi olduğu, şehir merkezinde ve muhteşem bir sokakta ki adı Sanat Sokağı, yer alan mekânda enn sevdiğim kadınla yine kaç saate varacağını tahmin etmenin mümkün olamayacağı bir sürede ama usul usul öğle rakısı içmek, elbette o konuşurken hayranlıkla onu izlemek ve gözlerinde bir kez daha gün boyunca kaybolmaktı. Lakin candan içeri ve gurbetten gelecek misafirleri söz konusu olunca plan iptal oldu. O halde sinema dendi ve uygun ama bir arkadaş sohbetine de olanak tanıyacak saatte evden çıkılmaya karar verildi.


Hava sıcak ve nemli, deniz kenarı Copacabana plajlarına nal toplatmazsa namerdim. Ağaç altlarında masalar kurulu. Halk sıkıntıları evde bırakmış ve tam anlamıyla deliye her gün bayram tadında... Elbette bu keyfin borçlu olunduğu insanlar var; yolu ve tüm bu alanları kamuya açan fitili ilk ateşleyen, tren hattı dahil en önemli sorunları çözen Muzaffer Önder başkan. Sonra onu daha da geliştiren ve yukarı taşıyan ve artık geri döndürülemez hale getiren Yusuf başkan. Eğer bu ülkede mutlu insanlar hâlâ var mı diyenler varsa onlara gelin görün derim.

Elbette tüm bu iyimser ifadelerim aynı zamanda bir göçük altında olduğumuz gerçeğini değiştirmez ama ya bu alanlar birilerine peşkeş çekilmiş olsaydı; bu zor, hem de çok zor günler altındayken ruhu baskı ve çaresizlik altında kalmış, evine ekmek götürmekte zorlanan kaç insan hayatına kıyardı bir düşünmek gerek. Umut fakirin ekmeği ise, işte bizim sahiller en azından şu sıcak yaz günlerinde, evden getirilen aşla birlikte çoluk çocuk bir keyif yaşamaya, sosyalleşmeye, ortaklaşmaya ve nefes almaya olanak sağlıyor. Üstelik son derece düzgün, modern, estetik tuvalet ve duş olanaklarını içinde barındıran şirin, çiçek bahçelerine dönmüş, insanların önemli bir kısmının hoyratlığına rağmen pırıl pırıl mekânlarıyla.


Yol keyifli, tren kalabalık, gençler pırıl pırıl, şort ve etek boyları neredeyse yok hükmünde, üst kısımlar hakeza... Ve bir kez daha çok alkış kızlar size! Enfes bir başkaldırıyı, meydan okumayı, sessiz soluksuz ama kocaman bir yüreklilikle başlattığınız için ki şehire nadir inen enn sevdiğim kadın, şehirin daha muhafazakâr olduğunu varsayarken geçende iş gereği inince beni aradı, şaşkınlığının altını kalın kalın çizdi. Öngörülerimin bir kez daha tutarlı sonuçlarını almanın şımarıklığını da yaşadım elbette... Ama en bayıldığım görüntü muhafazakâr olarak nitelenen kızlarımızla, açık olarak nitelenenlerin arkadaşlığındaki candan, hoş görülü, milim ayrımcılık içermeyen paydaşlık... Elbette kendimle de gurur duydum bir kez daha. Çünkü bu ülkeyi kadınlar dönüştürecek tezim artık daha çok kabul görmeye başladı.

AVM'ye vardım. Önce biletimi alsam diye girdim, sonra dedim boş ver nasılsa kimse olmuyor; son dakikada bir şey çıkar, iade sorunu yaşarsın belki... Uydum o bana. O halde dedim Migros kafeterya. Yemekler hoş görünüyordu. Karnıyarıkta karar kıldım. Porsiyona bir karnıyarık düştü, yeni mottomuz gereği olarak fiyatı çok artıramıyorsan porsiyonu ufalt konseptiyle bir adet karnıyarığımı küçük bir tabakla uzattı abla bana... Oradan salata kısmına geçtim ve yoğurtlu olanların arasından üç farklı çeşidi salata tabağıma birer kaşık aldım ve kasaya geldim. 120 TL'yi bayıldım. Gözleme fiyatının 55 TL. olduğunu görünce kısmen rahatladım.

Oradan çıkınca AVM'den de çıktım, lakin çantamda artık Migros'tan alınmış sinema kolam ve atıştırmalıklarım var.

Cevat'a uğradım epey sohbet ettik, o namaza gitti ben bekledim. Dönüşünde iş memleket hallerine döndü. Cevat şahsı savunacağım derken fena saçmaladı, dedim oğlum sen bir şey mi içtin. Öyle bir konuştu ki dayanamadım. Tüm sorumlu muhalefetin başıymış; üzerine gitmedim. Can arkadaşım sanırım ülkeyi 20 küsur yıldır muhalafet yönetiyor sanıyormuş, dedim, ama yine de ekledim: "Yalnız farkında mısın Lozan'daki gizli maddeyi atladın." Ben sinema için çıktım, o arkamdan sesleniyordu. Dedim Cevat daha ehliyetlerimiz bile yokken, hani durakta kızları görürdün de arabayla doğrudan bize gelir, gel konuş da şu kızları alalım derdin ya, orada kal işte; işin sıvı kısımlarına da beni hiç sokma. Sonra güldük, dedim bana eyvallah, onun konuşası çoktu lakin benim dayanacak gücüm yoktu.

Gişedeyim ve tek gişede epeydir rastlaşamadığımız Hatice var. Sıra bende ve hal hatır, işlem yaparken de sohbete devam. Birikmiş puanlarınız var dedi; düşim mi diye sordu, düş dedim, ve bir kısmını düştü. 70 TL.'lik bilet 48 TL. oldu.

Üst kata çıktım; filme vakit var, o halde teras. Dönüşte de mısırın önüne; telefonumu uzattım kodu okudu genç adam, baldan tatlı mısırlarımı aldım. O sırada boş durmayıp piyasa araştırması yaptım. Büyük kova bir mısır ve iki kolalı menü, ikiyüz küsurdan 177'TL'ye düşmüş. Mısıra para vermediğime ve bileti de indirimli aldığıma göre çok kârdayım.

Salonda 4 kişiyiz; nedense ön sırada ve en kenar koltuğu seçen iki genç kız daha çok telefonları ile oynuyorlar. Ve filmin daha ilk yarısının ortalarındayken çıkacaklar. Açık sahnelerden mi rahatsız oldular yoksa başka bir mesele mi pek anlayamadım. O arada kolanın bu yeni serisinin tadı çok enteresan geliyor bana; ilk deneyimim ve sanki bir kaç tane içsem kafayı bulduracakmış gibi hissediyorum.

İlginç tadı keyif de veriyor!



Filmden uzun uzun söz etmeyi düşünmüyorum çünkü ben bayıldım. Uzun uzun söz etmiyorum çünkü: bazı sahnelerin ve uzun anlatmaların bazı bünyeleri bayma olasılığı da var. Ama ben baştan sona bayıldığım filmin yanı sıra muhteşem bir çocuk oyuncu izledim. Söz etmeden asla geçilemeyecek kadar iyi: Callie Ferreira-Goncalves. Olaylara göre duygu değişimlerindeki performansı kızıl ötesi. Muhtemelen büyümüş de küçülmüş lafı çok izleyici tarafından kullanılacaktır. Performansı o kadar sahici ki, yapaylık hissi verecek çocuk tavırlarını bile tertemiz ve büyük oynuyor.

Bir de adam var, aynı zamanda baba. Hani "Adam vaaar adam var!" diyeceğim ama dünya da böyle işte...

Kararı için abiye kızmadım lakin adamlık da daha öte bir şey!

Ama kadın

...lar!

Muhteşemler.

Rebecca Zlotowski yönetmen ve aynı zamanda senarist. Çok alkış. Bu filmi ancak bir kadın bu kadar derin ve gerçekçi işleyebilirdi ki yazmış ve işlemiş.

İnci tanelerini bir ince ipe dizer gibi.

Bu kadar mı güzel oynanır orta yaştaki bir kadın dedim; Rachel rolünde Virginie Efira'nın performansını izlerken.

Duygulu, gerçekçi, aşka gözükara, aklını yitirmemiş, duyguları filiz tazeliğinde...

ve özlemleri derin!.

Ama aklı da başında!

Adam da rolünün hakkını verenlerden, oyunculuğu bir kenara alırsak karakter bildiğimiz adam işte...

Bütün adamlar gibi...

Odun!

Finalde bencil.

Lakin filmin müzikleri!

Mekânlar ve minik aksiyonlar. Heyecan hep diri. Kadın severse kısmı bir kez daha altını çiziyorum ki muhteşem.

Ve yıllar biraz geçmiş, son perdede enfes bir bitiriş.

Bir kez daha hayran olunası...



Trendeyim ve keyiften ölüyorum. Telaşlıyım bir yandan da...

O'nu aramalıyım lakin cep telefonu olmaz,

sevginin ifadesini yansıtacak telefondan saymıyorum çünkü onu.

Sonra, ev telefonumdan arıyorum,

hemen.

gülerek ve coşkuyla,

bazen kelimeleri yutarak anlatıyorum;

taze yapılmış, menengiç kahvesi tadında...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP