31 Temmuz 2009 Cuma

Yol Arkadaşım

Bizi aynı küvette yıkadılar.

Beraber korktuk sudan, beraber yaşardı gözlerimiz sabun köpüğünden.

Ben sana adını hiç sormadım ben doğduğumda adın zaten vardı aklımda.

Ben senden öncesini ve senden sonrasını hiç düşünmedim.

Biz aynı yatakta uyuduk. Aynı sobanın sıcaklığı ısıttı vücutlarımızı.

Altı üstü mahallelimdin akrabam bile değil, altı üstü yan komşumun kızıydın.

Ben seni bir kardeşi sevebileceğim gibi sevdim.

Aynı numaraydı botlarımız, okul eteklerimizse hep kısa...

Ben aklımın erdiği yaşta senden başka bir kimseyi senin gibi sevemeyeceğimi anladım.

Ben senin düğününde içip sabahlara kadar oynamayı düşledim ve doğacak ilk çocuğuna getireceğim patikleri…

Sen beni üzeceğin gün lanetlenmeyi diledin, mektupların hep kapalı kutularda sonsuza dek saklanmayı bekledi.

Sen derdim için kendi derdinden vazgeçtin.

Sende beni çok sevdin…

Şimdi seni; bu al yüzü, bu bir çift güzel gözü; ıssız, soğuk, karanlık hastane odalarında görmek, refakatçi halimde sabahlara kadar izlemek aklımdan geçmezdi.

Şimdi yetmeyen nefesin, nefes alıp verişin çınlıyor kulaklarımda

Şimdi upuzun saçların beyaz çarşaflara seriliyor.

Şimdi yaşının gençliğine hastalığının yaşlılığına isyanlar okumak geliyor içimden

Şimdi sana bakmak canımı yakıyor


Çalsalar ömrümden, hepsi senin olsa…


captaiin

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Sibirya Berberi



Rus sinema geleneğinin geniş planlar içeren çekimlerinin...

Estetik kaygılar taşıyan nitelikli kamera açılarının...

İyi oyunculukların...

Müziğin ve dansların;

Çarlık Rusyasının görkemli atmosferini; coşkulu, görkemli ve dokunaklı bir aşkı hüzün ve mizahla tatlandırarak daha da parlattığını vurgulamayı, sinemanın ne olduğunu hatırlatan bu güzel filme karşı bir sorumluluk addederim.

28 Temmuz 2009 Salı

Doğa Düğünleri...(+16:))

.......

Tam bu sırada beyaz kanatlı ve kanatlarının üstü üç siyah benli bir kelebek peydahlanmıştı. Çiğdem hemen sustu. Kelebek, çiğdemin üstünde sevdalı sevdalı uçuyor, konayım mı konmayayım mı diye düşünüyormuş gibi çiçeğin önünde kanatlarını çırpıyor, süzülüyor, süzülüyor, sonra uzaklaşıyor, havada acaip kıvrımlar çizerek türlü cambazlıklar ediyor, yine dönüyor, çiçeğe yaklaşıyor, aynı oyunları tekrarlıyordu. Nihayet, çiçeğin önünde bir hayli süzüldükten sonra, kondu. Konar konmaz da çenesinin altına kıvrılmış olan hortumunu bir fil hortumu gibi uzatarak çiçeğin içine, dibine daldırdı. Belli ki kana kana bir şey içiyordu. İçtiği şey azaldıkça da başını ve hortumunu daha derinlere sokmak zorunda kalıyordu. Çiçeğin içine sokuldukça başı çiçeğin toz torbalarına sürtünüyor, çiçek sarsılıyor ve torbalardan sarı bir buğu gibi sızmış olan tozlarla başı, boynuzları, göğsü, her yanı sapsarı kesiliyor, pudralanıyordu. Artık kanmıştı. Yavaş yavaş geri çıkıyordu. Dışarı çıktıktan sonra ön ayaklarıyla yüzünü, gözünü sildi ve hemen uçtu, gitti.

- Artık düğünüm de başlıyor. Bu gelen ilk dünürdü, ilk düğün elçisi. Ona sarı tozumu yükledim ve başka bir çiğdeme yolladım. (s.46)

.......

- Bu elçi seni bu koskoca yamaçta, bu taşların, çalıların arasında nasıl gördü, nasıl buldu?

- Onlar da sizin gibi şatafatı severler. Reklam tekniğinin renk ve ışık oyunlarına kendilerini kaptırırlar. Çiçeklerimin parlak sarısı onun dikkatini çekmek, gönlünü çelmek içindir. Onun gözleri bu rengi iyi seçer. Akçiğdemin elçisi de bir gece kelebeğidir. Çünkü ak, gece karanlığında en iyi seçilen, en çok göze çarpan renktir. Bu renkler sizin otellerinize, dükkân ve gazinolarınıza müşteri çekmek için türlü renklerle yaptığınız afişlerden, ışık oyunlarından başka bir şey değildir. (s.47)

.......

- Bizimkiler de öyle. Bu aşık beni ne gül hatırım için, ne de çiçeklerimin parlak sarısı için ziyaret eder. Onu da bana bağlayan şey, ne yazık ki dünyadaki alakaların en hasisi, yani menfaat duygusudur. İşte gördün. Konara konmaz onun için hazırladığım şerbeti sömürmeye başladı ve kana kana içtikten sonra bir lahza bile durmadan çekip gitti. Fakat ben de ona tatlı şerbetimi boşuna ikram etmedim. Bu ikrama karşılık onunda bana göreceği bir hizmet var: Şerbetimi öyle kolayca içivereceği bir yere koymadım, öyle yere koydum ki onu içmek için başını çiçeğimin içine soktuğu zaman, başı antenlerime sürtünsün ve böylece yırtılmak zorunda kalan veya zaten yırtılmış olan torbalarımdan dükülen tozlarım onun başına, göğsüne yüklensin ve bunları şerbetini içmek için gittiği başka bir çiğdeme iletsin. (s.47)

..........


Yaz başından beri bloga pek dokunamayan ve yazma ve yorumlama konusunda son derece kısır olup alemden de uzaklaşmış ben her sabah kalktığımda, ilk iş kitaplığa bir göz atıyorum. Bu sabah elimi attığım kitap Tubitak yayınlarından çıkmış, ilk basım tarihi 1957 olan ve ülkemizde bitki sosyolojisi bilim dalını kurmuş Prof. Dr. Hikmet Birand' ın (1904-1972) yazmış olduğu Anadolu Manzaraları idi.

En sevdiğim kitaplar listemde yeri olan bu kitap, tam ve gerçek bir doğa sosyolojisi. Yazar, tıpkı yukarı bölümde alıntıların yeraldığı Ankara Çiğdemi örneğinde olduğu gibi; doğanın işleyişini ve onun fertlerinin herbirini, tıpkı insan topluluklarını araştıran sosyologlar diliyle ve zaman zaman bir röportajcı uslubuyla anlatıyor. 119 sayfalık kitap, sıcak yaz günlerinize, hem fiyatı ve kolay okunabilirliği hem de içinde dolaştığınız doğayı kendi dilinden anlatıyor olması özelliği ile taptaze serinlikler ve çokca keyif katabilir. Tavsiye edilir. Seyahat çantanızda bulunması fazlasıyla yararınızadır.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Olay Yeri İnceleme: Travma

''çok eski zamanlarda bizim köpek bi kaza geçirmişti; araba çarpmıştı...o köpek hergün o kaza saatinde onu koyduğumuz, ellerimizle bi bebek gibi beslediğimiz odada, düz duvara tırmanıyor,derin derin ulurken;dönüyor ,dönüyor, dönüyordu....o şok, o travma hergün tekrar ediyordu....bu çok etkileyici bir durumdu, etkilenmiştim ...........bu gün kendime baktığımda, ''yaa bugün!'' demenin nasıl bi ''travma'' olduğunu anladım...tıpkı bizim o köpek gibiyim... ama benim travmam; çok, çok, hem de anlatılamaz kadar çok derin...en bigüzel derken hayatıma...en bi güzelden daha en bigüzelin olduğunu gördüm...bi şehrin bi güzel yerinde ,bi güzelle dolaşıp duruyorum...bizim köpeğin çektiği acı derinliğinde bi tebessümle.....çok coşkuluyum,coşkumdan daha coşkun özlüyorum....seni seviyorum kadın..hemde çok,''


Bedenin betona çarpmasının şiddetiyle ağzından süzülüp etrafa saçılmış kan revan kelimelerinin herbiri boylu boyunca yatıyordu; az sonra olay yeri inceleme işini bitirip ceset torbasındaki bedeni ambulansa taşırken, sabah serini betonun üzerinde tebeşirle çizilmiş bir silüet kalmıştı. Kırık dökük, eksik fazla kelimeleri toplayıp ancak yukarıdaki hale getirebildiğim cümleleri, tebeşirle çizilmiş bedenin yüreğine yerleştirmek bana düştü.

Usul bir saygıyla...

24 Temmuz 2009 Cuma

Yeni Galatasaray'ı İzlerken...



Her zamanki cafede oturuyoruz. Normalde yarısı zor dolarken, içerisi feci kalabalık. Yeni Galatasaray'ı izlemek isteyen herkes burada. Söylemesi ayıp, 3 senedir hemen hemen her akşam gidip nispeten ortalamanın üstünde adisyonlar yazdırdığımız için, büyük ekran plazma televizyonla d-smart alındı da, adı gibi arada bir yüzümüze kumsaldan hafif bir esinti'nin vurduğu mekana! Bu yüzden, her zamanki cafede her zamanki yerimize oturamıyoruz.


Biz 10 dk kadar sonra yetiştiğimizden maça, önceden bizim için yer kapan arkadaşlara soruyoruz, ''bişey kaçırdık mı?'' diye. ''Yaser'in bir kafa vuruşu var,'' diyorlar. Fazla kaale almıyoruz. Yanılmıyorsam GS'de ilk golünü Bellinzona'ya kafayla atmasına rağmen! Başka da golü yok çünkü. Biraz sonra 4-3-3 dizilişini arıyoruz sahada. Görüyoruz da: Sabri-G.Zan-Servet-H.Balta defansı, önünde M.Sarp-Ayhan-Arda ve nihayet Yaser-Baros-Serdar Eyilik... Serdar da fena değilmiş diye düşünüyoruz. Soldan yaptığı fuleli koşular (ya da takım o kadar yavaş ki, ondan bize hızlı geliyor), kaptanı Arda'ya benzeyen soğukkanlı bilekler ve cesur hareketleri. Tabi ki henüz çok ham ve kuvvetli değil ama idare eder yani. En azından Aydın gibi yerinde saymaz, ilerler diye umuyoruz.


Tam bu sıralarda Kaptan Arda - ki bandı kolunda her gördüğümde yüzüme aptalca bir mutluluk yayılıyor- ceza yayında bir iki kişiyi bakkala gönderip, mutluluğumu iki kat arttıran nefis bir pas atıyor Baros'un önüne. Gol değil ama olsun! Sıradan bir gol atsak bu kadar sevinmezdim. Bir iki dakika sonra yine kaptan (maçta onun için açılan Metin'in izinde Arda'nın peşinde pankartı da çok hoştu, belirtmeden geçemeyeceğim) bir iki çalımla, fazla denemediği uzaktan şutlarından birini atıyor. Yine gol yok; ancak Tobol kalecisinin hayatının maçı olacağı belli oluyor şimdiden.


Derken ilk yarı bitiyor. Bu da bizim için bir kritik fırsatı tabi ki. Elimizdeki veriler: Tobol, ligi başladığı için fizik olarak güçlü; ancak teknik olarak bizimle başetmesi imkansız bir takım. İlk maçta da tek pozisyon tek golleri vardı. Gerçi bizimde duran top dışında pozisyonumuz yoktu! İkinci verimiz: Takım sahaya yayılış olarak 4-3-3'ü oynamaya başlamış; ancak pas organizasyonlarında sıkıntı var. Çabuk ve ayağa pasla çıkamadığımız için yük ya Arda'ya biniyor ya da uzun topları kalabalık savunma arasında tutmaya çalışan Baros'a. Neyse daha takıma Keita-Kewell-Linderoth (umarız!) katılacak diyerek fazla üstünde durmuyoruz konunun.


İkinci yarı başlıyor. Tehlikeli bir noktadan faul kazanıyoruz- ki biz bile faul mü değil mi diye tartışıyoruz. Fakat tartışmadığımız tek konu topun başına ilk gelenin kesinlikle Sabri olacağı! Arkadaş elinden gelse sol kanadın taçlarını bile gidip kullanacak ne de olsa! Topun başında sadece o kalınca sonunda, büyük ihtimalle kaleye vuracağını düşünerek: O gol olsun daha da GS maçı izlemeyeceğim diyorum. Masadan yükselen hadi ordan lafları arasında Sabri orta yapıyor! Hem de ne orta! Yenilerden M.Sarp'a golü atmak kalıyor (biraz zor atsa da) . Sonrası malum. Sabri dışında birinin (kaptanın) kullandığı korner ve Servet'in nefis kafası... Maç bitiyor. Nonda'da 20 saniyelik oyunu için duşa gidiyor!


Maç sonunda elimizdeki veriler: Linderoth sonunda döndü, orta sahada sistemi işletebilecek bir adam. Gerçi Deco gelecekmiş!! Gerçi ben büyük ihtimalle sevgilisinin sorun çıkartacağını (!) varsayarak, Topal-Linderoth (sağlam!) - Arda- Ayhan- Barış ve M.Sarp'ın yeterli olduğunu düşünüyorum. Sürekli yapılan Barca-GS karşılaştırmalarında Iniesta'nın yeri için Arda fena gözükmedi maçta. Xavi- Pique- Alves'i ne yapacağız bilemiyorum!! Servet azmiyle dağları delmeye devam ediyor. İki maçtır topu oyuna sokma konusunda çalıştığı gözümden kaçmıyor çünkü. Bir de Uğur var. 2 sezondur özlemle beklediğim adam! Sabri soyunma odasında taktik tahtasını da hemen gidip tutuyor galiba! Rijkard iki maçtır Uğur'u oynatmıyor çünkü. Yoksa Neeskens mi demeliydim?

23 Temmuz 2009 Perşembe

YAZLIK HAYATIMIZ

Derslerin telaşı bitiyor, karneler alınıyor. Ama bu sefer de yazlığa taşınma telaşı başlıyor. Her sene mutlaka yazlığa taşınıyoruz. Ve dokuz ayın yorgunluğunu yazlığa taşınınca atmaya fırsat buluyoruz.

Biz yazlığa taşınınca Tırtıl’da kışlıktan yazlığa geliyor. Önce temizlik yapılıyor, sonra ise kıyafetler ve eşyalar taşınıyor. Ehh…Taşınma telaşı bitiyor. Şimdi ise havuzu kurma vakti… Havuz kuruluyor. Ancak Tırtıl, ben, Mussano ve abim havuza girmek için 36 saat beklememiz gerekiyor. Bu da işin cilvesi. Havuz dolmuş ve ilk siftahı kimin yapacağı konuşuluyordu. Tırtıl ben yapacağım dese de, erken kalkmasına rağmen tek başına girmek istemediğinden, bu işi ben üstlenmiştim. Abim ve Mussano gece geç yatıp öğleden sonra kalktığı için, gene ilk girenler Tırtıl ve ben olmuştuk.

Şimdi de Bitsy’i tıraşa götürmek için gönüllüler aranıyordu. Neyse ki Annemin halası Necla Hala Samsun’a geldi ve Bitsy’i tıraşa götürmek için gönüllü oldu. Ama yanında beni ve Mussano’yu gönüllü kabul etmişti. Bitsy’ yi veterinere bıraktık ve çıktık. Çıkarken, annemin telefon numarasını bıraktık. Bitsy uyanınca onu annem alacaktı. Bitsy’ nin tıraşı bitmişti. Annem Bitsy’ yi aldı, ama kuyruğundaki püskül herkesin dikkatini çekti, ama yapacak bir şey yoktu. Sonunda bütün işler bitmiş ve ev halkı düzene girmişti. Her gün sabahları kahvaltıdan sonra herkes bilgisayarını açıyor, dayım yazı yazıyor bizlerse oyun oynuyoruz. Öğlen sıcağı geçince mayolar giyiliyor ve havuza giriliyor. Ancak havuzdayken herkes bağrışıyor birbirini deniz yataklarından atıyor (özellikle Tırtıl ve abim bunu çok yapıyor). Ben onların bağrış ve çağrışından sıkılıp (genellikle abim havuzda olunca) hemen dışarı çıkıyorum. Kurulanıyor ve çardağın altındaki koltuklara oturuyorum; ancak, Mussano’nun ‘‘kitap mı okuyon sen’’ lafına gıcık olup üst katta bilgisayarımın başına oturuyorum. Akşam üstüne kadar Tırtıl ile mutlaka tartışıyorum. Hem de kaç kere… Akşam üstü Tırtıl ile bisikletlerimizi çıkartıp tur atmaya başlıyoruz ve kırmızı ışıklar falan koyup oyun oynuyoruz. Akşama doğru acıkıyoruz ama annemin yemek hazırlıyorum demesiyle yapacak hiçbir şeyimiz kalmıyor. Son çaremiz yemek vaktini beklemek oluyor.

Hava kararıyor. Yemek yiyoruz. Bazen yemekten sonra havuza giriyorum ama üşendiğim tek şey havuzdan çıktıktan sonra duş almak oluyor. Daha sonra ya çardağın altında oturuyoruz, ya da yukarı çıkıp monopoly veya bilgisayar oynuyoruz. Monopoly’de abimle ortak olmazsak eğer kesinlikle herkes batıyor. Ve abimde bunu fırsat bilerek, kaybeden toplasın diyip işin içinden sıyrılıyor. Eh biz de bir şey diyemiyoruz. Gece oluyor. Abimler sahile gidiyor. Tırtıl yatıyor. Ben de alt kata inip kitap okuduktan sonra uyuyorum.



İŞTE YAZLIKTAKİ HAYATIMIZ BÖYLE



Yazan: Naz ÖZSAMSUN

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Bir Yudum Sevgi

Bugün Hürriyet'in internet sayfasında Türk işi erotizm başlıklı (tuzak) haberi tıkladığımda; ''İşte Yeşilçamın son yirmi beşyılına damgasını vuran erotik sahneler'' alt başlığında yer alan filmlerden biri olarak onu görünce, güldüm bu nitelemeye ve bu film üzerine daha önce bir festival gösterimi sırasında yazdığım ve yayınlanmış bir yazımı taşımak istedim bloga...

Bir Yudum Sevgi; Türk sinemasının cv'si en sağlam filmlerinden biridir. Türkiye'de feminist hareketin ivme kazanmasıyla birlikte, Duygu Asena çıkışlı, kadını ''varoluşsal'' nitelikleri anlamında sorgulayan ve göz önüne koyan bir süreçte; Atıf Yılmaz'ın çektiği bir dizi kadın filminden biridir.

Bir Yudum Sevgi'yi, genel anlamda kadın erkek ilişkileri üzerine yapılan filmlerden ayıran temel bir özellik vardır: Bu tür filmlere konu olan ilişkiler, sürekli toplumun daha sosyal ve ekonomik anlamda üst katmanlarında yaşanırmış gibi anlatılırken, Bir Yudum Sevgi'de kenar mahallenin sıradan gibi duran ama sıradan olmayan küçük dünyasından anlatılır, kadın ve erkeğin tüm alt duyguları.

Filmin fonunda yer alan fabrika, işçilerin yaşamlarına ait ayrıntılar detaycı, nahif ve hoştur. Elbette bunda Latife Tekin'in olağanüstü gözlemciliğinin yanı sıra; varoşları, işçileri, onların sorunlarını çok iyi biliyor olmasının payı büyüktür. Bu filmin bütün sıcaklığı ile size geçmesindeki önemli etkenlerden biri de: Filmin oyuncularının birçoğunun toplumsal duyarlılıklarından dolayı yakın durdukları bir iklimden olmasıdır öykünün... Hale Soygazi, gerçek hayat hikâyesinden senaryolaştırılmış bu filmin kahramanlarıyla bire bir görüşmüş, film öncesinde uzun bir süreyi o mahallede onların tarzı kılık kıyafetler giyerek gündelik hayatlarının içinde geçirmiştir...

Filmin temelde iki ana karakteri vardır. Kadın, ekonomik bunalımla, içsiz güçsüz ayyaş kocasının (Macit Koper) ilgisizliği arasında bunalmış, dört çocuk doğurmasına rağmen  içsel coşkularını, cinsel kimliğini, tutkularını bastırmış, eş ve anne olmanın yüküyle içsel başkaldırılarının arasında kalmış mutsuz Aygül'dür (Hale Soygazi). Erkek ise geleneksel yapıdan kaynaklanan, aslında erkekleri de seçimleri konusunda çok özgürleştirmeyen bir seçimsizlikle (gelenek), aile baskısı sonucu teyze kızı (Meral Çetinkaya) ile evlenmek zorunda kalmış Cemal'dir. Köyden taşınmış geleneklerle yaşanılan bir eşle, kent arasında sıkışmış bir hayattır onunki de. Kocasının çalışmaması sonucu çocuklarını geçindirebilmek için iş arayan Aygül'ün yolu aynı fabrikada Cemal’le (Kadir İnanır) kesişir...

Öyküsünü temelde iki karakter odağında anlatıyor gibi gözükse de film; dokunduğu ve ele aldığı konunun derinliği ve boyutu büyüktür... Belki de toplumsal yapımızın en mahrem ve en dokunulamaz alanına çomak sokmaktadır. Toplum önderi iddiasındaki bir takım odakların ahlak diye diye sürekli üstünü örtmeye çalıştıkları, ama insanın doğasında var olan cinsel taleplerin açığa çıkmasının sınıfsal bir sorun ya da onların nitelemesi noktasından bakınca bir yozlaşma değil, insani olduğunun dışa vurumudur. Eğer cinsellik temelli bir sorgulamadan bakılacaksa, yoz olan ahlak: Temiz ve insani duygularla, sevgi ve güvene dayalı bir sığınmışlığın yaşattıkları mıdır? Yoksa parayla, güçle, satın alarak, kadını cinsel bir meta gibi kullanmak mıdır? Bu soruların yanıtlarını da düşündürten film, evli ve çocuklu insanlar aşık olamaz mı sorusunun bir anlamda yanıtıdır da...

Aslında film soruları sorar, ortaya bir olay örgüsü koyar ve kendi yanıtınızı vermenizi bekler... Film fazlasıyla insanidir, öteki eşlerin hiç birini karanlık ve kötü çizmez; aksine, onların da yanlış bir işleyişin kaybedenleri olduğunu ortaya koyar... Yoksulluk üzerine duygu sömürüleri yapmadan, sıradanlaşmadan, pembe tablolar çizmeden, bütün sıcaklığı ile anlatır öyküsünü... Ana karakterlerin başarılı oyunlarının yanı sıra, tüm yan rollerdeki samimiyeti de hissedersiniz film boyunca... Bir kadın ve bir erkek arasında varlığı asla yadsınamayacak cinsel çekimi, tutkuyu ve sonuçlarını ortaya koymaktan çekinmez film. Cesurdur... Belki de tek yanıtını sadece mutlu sonla bitirerek verir.

İronik bir göndermeyle sahnelediği Cemal'in annesinin büyü faaliyetlerine, çevrenin gizliden baskısına rağmen başkaldırının (duyguların) tarafında yer alır... Ve finalinde, beş çocuklu bu yeni yaşamın fotoğraflarında özellikle erkeğin yüzünde ki değişime dikkat çeker. Geçim derdinin korkusudur bu, ama mutluluğunda resmidir...

Eğer bugüne kadar izlemediyseniz; 22. Antalya film şenliğinde film, Atıf Yılmaz'la en iyi yönetmen, Hale Soygazi ile en iyi kadın oyuncu, Macit Koper'le en iyi yardımcı erkek oyuncu, Yalçın Tura ile en başarılı müzik dallarında Altın Portakal;1986 Uluslararası İstanbul Sinema Günleri'nde en iyi film, ödüllerini, Sinema Yazarlarının "1984–1985 mevsiminin en başarılı filmleri soruşturması"nda 2.sırayı almış bu filmi izleyin... Bir Yudum Sevgi: Türk sinemasının, derdini doğallıktan kopmadan, öyküsünü hiç sağa sola sapmadan hızla anlatabilen yüz aklarından biridir.

21 Temmuz 2009 Salı

...



Ben seni yarım asır sevdim.

Ben seni gözümden, bir çirkin sözümden sakındım da sevdim.

Bir yarım asır daha verseler; yine severdim.



Ya da en azından,

Böyle çok yıldızlı bir gecede,

İkimiz…

Bir kanun solosu eşliğinde,

Bir duble rakıyla yalnız dudaklarımız tatlansın diye,

Yine sofraya oturmak isterdim seninle.



Beni yolculuğumda yalnız bırakan tam yarım asırlık sevgilime, eşime…

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Falan Filan...

...
Filanya'da kara mizah: ''Biz Filanyalılar''diyorlar '' toprağından sürülenler, toprağa gömülenler, hapse tıkılanlar, ve yıkıma uğrayanlar diye dörde bölündük. Bu ülkede, her gün, davasız, hükümsüz insanlar öldürülüyordu zaten. Çoğunlukla cesetsiz ölülerdi bunlar. Tek bir kurşuna dizme olayı, tüm dünyada bir skandal yaratabilir ama binlerce yitik insan, her zaman kuşkunun yanında kâr kalır. Falanya ' da olduğu gibi, cesetler lağım çukurlarında, tepelerde çürürken, aileler ve arkadaşlar hapisane hapisane, kışla kışla boşuna dolaşıp dururlar.

''Yoketme Tekniği'': Ne bildirilmesi gereken tutuklular ne de uğraşılacak kahramanlar var.

Toprak insanları yutuyor ve hükümet ellerini yıkıyor. Ne kınanacak cinayetler ne de yapılacak açıklamalar var. Her ölü bir çok kez ölüyor ve sonunda sana kalan yalnızca bir dehşet ve belirsizlik bulutu.
...


Yukarıdaki satırlar bu sabah öylesine bakınırken kitaplıktan alıp kurcaladığım ve üzerine 5/ Aralık/ 1986 tarihi atılmış; Eduardo Galeano'nun ''Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri'' adlı yarı belgesel romanının 14. sayfasından alıntıdır. Falan Filan diye geçtiğim yerlere istenen kentler, halklar ve ülke adları yazılabilir.

Yöntemler kardeş çünkü!

19 Temmuz 2009 Pazar

Her Günah Bir İz Bırakır


*Karşılık vermezsen kavga etmiş olmazsın dimi?

Şark Vaatleri

Kaptırıp gitmişken ve hâlâ sorularınıza yanıt ararken, ikinci perdenin sonunda koltuğunuza biraz daha gömülüp üçüncü perdenin lezzetine hazırlandığınızda film bitti yazarsa ne hissedersinizin yanıtı ve suç üzerine yapılmış en iyilerden birinin tadı damağınızda kalmış halidir bu film.

*Filmden bir replik

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Saflık...

Algı zamanla kirlenen bir şeydiri öğrendiğimde ya da farkedip üzerine düşündüğümde, yaşım epey kemale ermişti...

Yaşam, hiç farkında olmadığınız ve üzerine kafa yormadığınız bir olguyu; son derece basit gibi duran bir olayın, bir eğlence anının içinde geçen bir cümle, bir kelime ile kafanıza çakıyor.

Yaklaşık beş altı yıl önce, Tırtıl 2,5 -3 civarı bir yaştayken ve henüz korku denen meret bulaşmamışken aklının bir köşesine... Bütün hayvanlarla fazlasıyla haşır neşirken birde... Ki ineklerin kuyruklarını çeker, burunlarına parmağını sokar, iki avucuna kafalarını alır gözlerine gözlerini diker, onlara ayar çekerdi kendi tonlamasıyla; onlarla oynaşır, oyuncaklarına ortak eder, gülüşürdü. Biz yetişkinler, hayvanların sağı solu belli olmaz korkusuyla yaklaşır ya da yaklaşamazken üstelik...

Küçücükken aldığımız kazlar büyüyüp serpildiklerinde köpekleri bile tırsıtırken, bahçeye gelen yabancıları, özellikle kadınları önlerine katıp kovalarken, Tırtıl onları hizaya sokar, gerektiğinde bağırır çağırır ve kovalardı yuvalarına.

Bahçe içinde dolaşan ya da evin bir köşesine konuşlanmış her türden doğa hayvanını, böceği, haşaratı kolaylıkla alır ve bir kenara atardı. Onun içtenliği ve kirlenmemiş aklı, duyguları, saflığı en kolay hayvanlar ve doğa tarafından farkediliyordu ki, aralarındaki iletişim bu kadar hoşgörülüydü.

Tüm bu süreçde her akşam yatarken oynadığımız oyunlar genelde televizyon taklidi bilgi yarışmaları ya da ünlü yazarların, bestecilerin, felsefecilerin, bilim adamlarının adları verilmiş hayvanlarla, ailenin çocuklarının oluşturduğu ''Onbir ateş çetesinin'' anında yaratılan, içine ufak tefek bilgiler yerleştirilmiş öykü anlatımlarıydı.

Bir dönem sokakta gördüğümüz her kargaya Aristo diye seslendiğimizi, pek çok Sokrates adlı köpek tanıdığımızı, Diyojen diye çağırdığımız epeyi kedi olduğunu ve bu gezintiler esnasında rastlaştığımız her hayvana dokunup hal hatır sormadan geçemediğimizi, elimizdekileri onlarla paylaştığımızı hesaba katarsak, durumun pek de hayırlara vesile olmadığını anlayabiliriz...

Biz güle eğlene Tırtıl'ın aklına, algısına bir şeyler yerleştirmeye çalışırken; günlerden bir gün, Tırtıl dersin kralını verdi bize.

Yine yatakta oynaştığımız akşamlardan birinin oyunu bilgi yarışmasıydı. Genelde inek ne verir, tavuk ne yapar minvalinde gelişen sorulara o gün yeni bir soru eklenmişti. O da şu idi: ''Yoğurt neden yapılır ?''

Tırtılın çok net ve kendinden emin yanıtı şu oldu: ''İnsanların yemesi için''

Ben yanıtın yanlış olduğunu söylediğimde, bir an durdum. Çünkü soruyu sorarken , daha doğrusu kurarken benim yanıtım süttü. Sonra farkettim ki, doğru yanıt onunkiydi. Ben soruyu ''ne ile, neyle'' ya da ''neyden'' yapılır şeklinde sorsaydım. Muhtemelen o sütten diyecekti. Sonra, bu yanıt ve farkediş üzerinden algının insana yaşattığı oyunları, beslendiği anları, alanları düşünürken, bir kaç gün sonra soruyu farklı şekilde sormaya karar verdim. Bu kez soruyu '' Yoğurt neyle yapılır? şeklinde sordum. Yanıt süt idi.

Tırtıl biraz daha büyüyüp, ana okulu evresinden geçip okula başladığında ve kendi sosyal alanlarını kendi yaratıp hayatın kalabalıklarına karıştığında, bir gün aynı soruyu ilk haliyle, yani '' Yoğurt neden yapılır? '' şekliyle sordum. Aldığım yanıt ''Sütten''di...

Hayatın bir yerinde bir yanlış ve algı kirlenmesi var, ama neresinde? Düşünmek gerek...



Saflık Evriliyor!..  için buradan lütfen.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Oy(u)nu/Yordum


Her kelimenin altı çizilmişliğini farketmek, güzelliktir...

Aslında, altı çizilmiş kelimeler: Hep anlaşılır ve nettir...

Bireyin bütün bu farkedişlere rağmen; kendi ezberlerinden, duygularından, çakmalarından, hesaplarından soruları, şüpheleri, sanmaları vardır.

Yaşanan her an gibi, söylenen her söze sahip çıkılmalıdır. Ve hiçbiri, bir diğerinden daha değerli de olmamalıdır.

İnsan durur bekler, hala ötekinden bir tavırdır bu beklenen... Beklenmeli midir diye sorulursa: Bazen, hakedene hak ettiği kadar...

Bir oyundan, oyunu kuran ''Ben çıktım, yokum artık'' derse... Öteki, ötekine saygıdan ve belkisinden bekler bir süre... Beklemelidir de!

Oyuna verilen değerden ve saygıdan en çok da ...


Bu görülmeli midir diye sorulursa; görülmelidir.

Oyun devam ederken rol yazmak birine, oyunbozanlıktır. Oyunu kurgulamak da oyun bozanlıktır. Oyun, içinde ''oyunlar'' barındırdığında güzel oyun olmaktan çıkar.

Ben yokum bu oyunda demek güzeldir.

Yokum/yoksun dedikten sonra ve sonlanmışken oyun; ve ''kenarda'' tutulan gidecekken bir başka oyuna; davet artık güzel değildir.

Saygı sadece bir kelime değildir; anlamını anlamlandıranın, anlamlandırdığı gibi...

Tavırdır.

Resim: Videlec Org.

Yastık?


Özlemek: Tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de, aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde...




14 Temmuz 2009 Salı

Kuma


24 yaşındayım ben. Evli ve çocukluyum. İki oğlum var. 24 yaşında bir kadınım ben. Akşam eve dönen kocama yemek yapar, çocuklarıma bakar, evimi temizler, geçiririm günlerimi. Henüz 24 yaşındayım ben…

Bir gün kocam…

- Gülsüm ben bir kadın daha alsam, sana kuma getirsem; ne dersin, ne söylersin?

-- Ne bilirim, sen öyle istemişsen ne diyebilirim?

- Gülsüm bir şey de hele, ne yaparsın bir kadın daha getirsem eve?

--Bir şey demem beyim, ne hakkım var?

-Gülsüm ben bir kız aldım, 18 yaşı, senin kuman Gülsüm…



Bütün gece sabaha kadar burnumun kanadığını hatırlıyorum, bütün gece sabaha dek uyumadığımı, gözlerimin kan çanağı olduğunu, çocuklarımın ağladığını, onlara bakacak kadar halimin kalmadığını hatırlıyorum. Alışmak senelerimi alıyor.

Şimdi seneler sonra, bir adamı bir başka kadınla paylaşıyorum.

Evimde bir başka kadın var. Evimde, o kadın soframa oturuyor. Evimde o kadına ait her şey var. Evimde bana ait olmayan bir erkek var, kocam.



37 yaşım benim... Adım Gülsüm.


Resim: Avni Arbaş

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Kirli Sırlar...


Kirli Sırlar, hakkında yorum yapan herkesi, kendi değerleri ve sinemaya bakışı anlamında haklı çıkarabilecek, üzerinde genel bir beğeninin ya da ortak bir bakışın sağlanamayacağı ender filmlerden biri...

Buradan bakıldığında, sadece kişisel anlamda bana hissettirdiklerinden söz edebilirim; ki bu, kimsenin (olumsuz) görüşlerini eleştirmediğim noktasında, benim lehime, yazdıklarıma iyimser ve anlayışlı bakışlar getirebilir (yani anarşist ve genele aykırı bir duruşum yok !)

Ben filmi sinemada kaçırmıştım. Ve yaklaşık iki yıl önce bir cumartesi öğleden sonrasında kolamı cipsimi yanıma alarak, evin sıcağına sığınmış bir halde izledim. Film üzerine okuduğum bütün yorumlar ve eleştirilerin yarattığı sıkılır mıyım ön yargısıyla elbette.

Ama tüm bu olumsuzluk havasının aksine, ben filmden çok zevk aldım. İyi oyuncular, iyi oyunculuklar, iyi bir kurgu, cumartesi dinginliğine yakışır bir ritmdi yakaladığım.

Ve bir örgütün oluşum sürecini, sıcak savaştan başlayan ve soğuk savaş döneminde ciddi anlamda kirli işler yapmaya devam ederek süregiden varlığını , onunla ilgili tüm yargıları ve tanıklıkları bir yerlere oturtmak adına edinilmiş bilgilere katkı yapan donanımlı bir senaryo; film içinde bir imge olarak sıklıkla karşımıza çıkan James Joyce' un okunabilirliği konusunda tartışmalı kitabı Ulysses' e latife yaparcasına bir tempo; ve özel bir sinema diliydi film boyunca tadını hissettiğim...

Sonuçta ne olursa olsun, bütün bu karmaşa ve devinimin içindeki unsurlardan en önemlisinin insan olduğunu vurgulayan, özel hayatlardaki ilişkilere ve sorunlara da göz atan, bu anlamda insanı zenginleştiren, ilişkilerin zaaflarını, iniş çıkışlarını, sorunlarını farkettiren; insanı, hem iş hem özel hayat anlamında sorgulayan şahane bir filmdi Kirli Sırlar...

Gizli servisler ve insan ilişkilerinin felsefi, siyasi ve ruhani halleri sizi ilgilendiriyorsa; ve bir filme emek vermeyi göze alıyorsanız, bu zeki filmi mutlaka izleyin.

Aradığınız yüksek tempolu, çatır çatır aksiyonu olan, sadece heyecanlanacağınız, düşünmeden, yorulmadan eğlenip vakit geçireceğiniz bir seyirlikse; asla izlemeyin!

11 Temmuz 2009 Cumartesi

NBA'de Yeni Moda HEDO!

Hidayet Türkoğlu sonunda Toronto'ya imzayı attı, 26 numaralı formayı giyip nba.com'a pozunu da verdi ve hepimiz rahatladık açıkcası. Şimdilik 26 numara; ancak, Toronto'nun resmi web sayfasının açılışındaki video'da 15 numara gözüküyor. 5 numaralı forma da gard Quincy Douby'de... Daha önce yalnızca 5 ve 15 numaralı formaları giydiği için, bu kadar detay aktarıyorum. Raptors bu kadar üzerine titrediğine göre Hido'nun, istediği forma numarasını da vereceklerdir muhtemelen.

İşin forma numarasından daha önemli bir başka boyutu da paraydı tabi ki. Hido'nun Portland'a kadar gidip daha sonra Toronto'ya imza atmasına neden olan faktörlerden biri yani.

Portland koçu Nate McMillian Orlando'ya kadar gelip Hedo'yla yemek yemiş ve onu görüşmek için Portland'a davet etmişti. Sonuç, hava alanında Portland Genel Menajer'i Kevin Pritchard'ın organize ettiği “Türkçe” karşılama törenine rağmen elden kaçan bir süperstar oldu. 5 yıl için 53 milyon dolarla 63 arasında, tam 10 fark var sonuçta...

Süperstar diyorum; çünkü, ne kadar kabul etmemeye çalışsam da, daha doğrusu milli duygularıma kendimi kaptırmamaya çabalasam da, Hedo bir Nba yıldızı. Bunu, transferinin nba.com'da ilk haber olmasından ve transferi için yarışan kulüplerden ikisi olan Miami ve Toronto'nun (ve tabi ki Nba'in) en önemli iki yıldızı Bosh ve Wade tarafından bizzat telefonla aranmasından sonra, tamamen kabullendim artık. Bu olayların en önemli yanı: Sahada başardıklarının, tüm Nba çevresince onaylandığının göstergesi olmaları şüphesiz.

Peki bundan sonra ne olacak? Bu sorunun cevabını da, Raptors'ın web sitesi veriyor. Anket sorusu: Hedo bu sezon ne yapar?

Şıklarsa: All-Star olur, takımın en skoreri olur, Play-Off kahramanı olur ve önemli bir ilk 5 parçası olur şeklinde. Herhangi bir şıkkı diğerinin yerine yazabilirsiniz yani! Hepsi aynı kapıya çıkacaktır: Geçen seneden kötü olmayacak Hedo için!

Bu senaryo bireysel açıdan geçerli tabi ki. Takım olarak Toronto'nun alması gereken çok yol var hala. 3 yıl önce uygulamaya koydukları Avrupalılaşma serüveni pek de iyi sonuç vermedi. Geçtiğimiz sezon 5. sıradan Play-off yapıp Orlando'ya elenmişlerdi. Bu sezon başı yılın koçu ödüllü Sam Mitchell'la yollarını ayırdılar ve takımın başına Nba tarihinin ilk Kanadalı koçu olan eski Fenerbahçe oyuncusu Jay Triano'yu getirdiler.

Koç ve oyun sistemi hakkında bir şey söylemek için erken; ancak halen kadroda bulunan 4 Avrupalı(Jose Calderon, Ukiç, Bargnani+Hedo) ve Avrupa basketbolunu iyi bilen A.B.D sınırları dışından bir koçla, neo-Avrupalılaşma'nın hakim olabileceğini tahmin etmek mümkün. Bu sistemin, Orlando'nun uygulayıp başardığına ne kadar yakın olacağını belirleyecek bir numaralı faktörse hiç şüphe yok ki Mr. Fourth Quarter (bay son çeyrek) Hedo olacak. Yani bu işi Nba'de en iyi bilen adam!

10 Temmuz 2009 Cuma

Gerçekliğin Ötesinde, Gerçeğe Aykırı, Ezber Bozan Zamanlar... 1.Bölüm

Balkon.

Bir oval masa...

İki sandalye: Oyun seslerinin yankılarını sabaha, hatta öğlene, hatta akşam üstüne bırakmış oyun sahasına, hatta bütünüyle yaşama dönük.

Kadın, adam, sesler, binalar, gökyüzü...

Yağmurun sesi sicim sicim...

Kadın aniden kalkıp sırtını dönerken ufka, yağmura ses oluyor: '' Lütfen beş dakika daha...''

Kadın girerken içeri, yağmur bir doz artırıyor şiddetini...

Adam, artık hızla işleyen zamana bakarak bekliyor...

İçeriden gelen müzik yağmura, bir de hüzüne karışıyor; ve çok, ama çok zamanlara doğru uzuyor...

Yağmur ve tesadüf üzerine konuşuyorlar; gözlerinin sesiyle, senli benli....

Adam kadına dönüp, iyice yaklaştırıyor sandalyesini... Bacağının sağda olanını masanın altından uzatıp kadının sol bacağının üzerine sarmalıyor... Gözlerinin kucağında kayboluyor.

Gecenin bir vakti, bir bar... Latin sokakların terinde bir bar.

Karanlığın varoşu, ıssızı, ama ıpıssızı bir bar...

Öyle bir bar ki, ayışığı tahtaların arasından sızamayıp, dışarıda kalıyor.

Bir mum yanıyor, bir metre kadar uzağa düşen masada; ki yaklaşık otuz santim genişliğinde, yüksek, ince ve uzun...

Belli ki, barın saati gelmemiş henüz...

Adam gelip tam da o masanın kapıya bakan tarafına oturuyor.

İçerde bir tek bir kadın var; uzun barın arkasında, içki şişelerinin ve bardakların önünde...

Usul bir vantilatör serinliği eşlik ediyor ıssızlığa.

Kadın iki büyük ve konik bardak alıyor barın üzerine... Büyükçe!

İçine nane yaprakları çıkarıyor dolaptan, soğuk ve taze...

Sonra, iri limon parçalarını... Sonra, esmer ve toz şekerleri.

O an, tahta aralıklarından dışarının masmavisine bakan adam dönerken masasına. Barın sahibi kadın da, içine küçük bir ezecek koyulmuş bardakları uzatırken önünden geçen adama... Ses oluyor: ''Limonları ezer misin?''

Adam, nane yapraklı, ama taze ve soğuk nane yapraklı bardaktaki limonları, usul dokunuşlarla eziyor...

Barın sahibi kadın, küçük bir tabağa ip iri, ipkırmızı kirazlar koyuyor; soğuk ve taze.

Göz ucunda parmakların ritmi, düşünden şunu düşünüyor: ''Bu adam, evet bu adam sevişmez!''

Kiraz konmuş tabağı, yine soğuk ve taze nane yapraklarıyla süslüyor... Öylesine ama! Özenle... ''Bu adam var ya bu adam; sevişirken bile sever'' diyor, son iç çekişinde ...

Adam limonlarını ezdiği esmer şekerli, taze ve soğuk nane yapraklı, irice ve konik bardakları barın üzerine bırakıyor; donuk ve silik, ve hatta hüzünlü bir heykel gibi.

Barın sahibi kadın, kahretsin tadında bir varlıkla, küçük bir şişedeki votkaları pay ediyor; iki büyük, konik, taze ve soğuk nane yapraklı ve buz ilaveli bardağa...

Sonra bir şişe soda açıyor; ve bardaklardan birine koyuyor sodanın çoğunu...

Diğer bardağa, çok az kalan sodayı ilave edip ikinci şişe soda için dolaba yöneldiğinde, gözlerinde yokluğun isyanı yankılanıyor.... ''Kahretsin!'' diyor havadaki ses...

Ama!

Sanki!

O az evvelki heyecan yitmiyor, ya da izin bulamıyor yitip gitmek için... Barın sahibi kadın bu kez, iki bardaktakileri bir bardakta topluyor. Bardak önce senli benli oluyor, sonra yine iki bardakta tek.

Barın sahibi kadın, kenara ayırdığı bir kaç kirazı alıyor; özenle ve bıçakla çekirdeksiz parçalara ayırıyor. Tıpkı, adamın az önce taze ve soğuk nane yapraklı ve esmer şekerli konik ve büyük bardaklardaki limonları ezmesinin tadıyla; kiraz parçalarını bardaklara pay ediyor.

Adam barın kapıya bakan tarafında, kocaman, ama dışarıya karanlık bir pencerinin önünde, yüksek bar taburesinden bakıyor.

Barın sahibi kadın elindeki içkilerden birini adamın önüne bırakıyor... Diğerini de adamın bir karış karşısına ve kendi önüne.

Şimdi sahne şu: İp ince bir masanın iki yanında yüksek bar taburelerinde bir adam ve bir kadın. Ama? Evet evet... Kadın ama ne kadın, adam ama ne adam kıvamında bir kadın ve bir adam.

Barın sahibi kadın bayağı zekice, biraz duygu yüklü, biraz meraklı ama en çok da hakim bir edayla adamın donuk, hüzünlü ve utangaç haline dikip bakışlarını: Barı yeni açtığından, daha doğrusu açmaya çalıştığından falan söz ediyor. Adam heyecan ve utangaçlık yüklenmiş bir sesle konuşuyor: ''Bu gece'' diyor, ''Kimseyi almamanız mümkün mü?'' Kadın, birikmişliğin, hüznün ve olmuşluğun bakışıyla, ''Olur!'' diyor; gülümsemesine biraz çapkın, bir oyun keyfinin sağa çıkıntı yapan dudak hareketini usulca ekleyerek.

Adama soruyor barın sahibi kadın: ''Yalnızsınız?''

Adam bakışlarını kadının gözlerinden kaçırmadan, utangaç ama oyuna ortak bir ses tonuyla, sessizce; ama bakışlarıyla bağırarak: ''Hayır!'' diyor...

Barın sahibi kadın konuşmanın ve oyunun inisiyatifini ele almış olmanın keyfiyle, gözlerini hafifçe boşluğa savurup, sonra adamın taaa içine kadar bakar bir girişkenlikle, ''Hımmm!'' diyor...

Ve çok lezzetli, çok zekice, ama bir o kadar kışkırtıcı bir oyunun başladığının habercisi bir gong çalıyor, barın sessizliğine...

Adam masanın öte tarafından kafasını eğiyor masanın üzerine doğru... Barın sahibi kadınla çok yakın şimdi. Hatta yüzyüze... Öyle bir yüzyüzelik ki bu: En mert, en kışkırtıcı, en cesur bir oyun için bütün kalleş silahlar soyunulmuş, sadece aklın, anıların, duyguların ve en çok da zekanın içinde olacağı bir meydan muharebesinin - yok yok bu yakışmadı- bir keyifli düellonun habercisi bu an: Kelimenin tam anlamıyla bir nefesin nefesimde olma hali gibi şık, temiz ve kışkırtıcı...

Barın sahibi kadın adamın yüzünde ve hatta nefesindeyken, yakaladığı tebessüme bakarak soruyor: ''Ne?''

Adam en kışkırtıcı, en oyunbaz bakışın gülüşünü sesine yüklüyor ve yanıtlıyor: ''Ne, ne?''


Sonrası...

Gerçekliğin Ötesinde, Gerçeğe Aykırı, Ezber Bozan Zamanlar... 2.Bölüm

1.bölümü


Adam bir an durdu... Daha doğrusu çok uzak olmayan, sanki dünmüş ya da bir kaç dakika önceymiş gibi bir zamanda durdu.

Barın sahibi kadınla son cümleler üzerinden gittiği yerdeki, kadına baktı.

Barın sahibi kadında o kadını gördü.

Barın sahibi kadın, adamın yüzündeki ifadeye baktığında, kendi dününü gördü.

Sonra, oyunu bir hamle ileriye taşımanın kışkırtıcı bakışları geldi yüzüne. Çapkın gülümseme bir doz arttı...

Adamla girdiği o tatlı, o zeki, o oyunbaz düellonun elinden kaçan inisiyatifini tekrardan ele geçirmenin gücünü hissederek, öldürücü darbeye hazırlanan aklından geçeni ses yapıp, alana sürdü: ''Sizi bir arkadaşımla tanıştırmak isterim.''

Adamdan izin isteyerek ayağa kalkmış halin son bakışında şu yüklüydü: ''Bu kadar da sevilmez bir kadın ve bakalım son hamlede ayakta kalabilecek mi aşkın?''

Adam, şuh bir edayla arkasını dönerken saçlarını savuran barın sahibi kadınının karanlıkta kayboluşunu izledi. Sonra elindeki içki bardağını ufak, ama saygı, fark ediş ve tat yüklenmiş bir hamleyle ona kaldırdı. Bir yudum aldı ...

Sonra, az öncenin tam aksi, sessizliğe tebessüm etti.

Aklı bir zaman diliminde kayboldu; o zaman diliminden bir sabit an, bir başlangıç, bir son bulamadığını fark etti. Zamanın durabilirliği üzerine düşündü; bunu hiç bilmemişti.

Zaman üzerine düşünmeyi, bu fark edişi, onun nüanslarını ertelemeyi seçti.

Boşluğa bakarak bir yudum daha aldı içkisinden... Gelen karaltıya dikkat kesildi!

Bir an barın sahibi kadının döndüğü sanısıyla usulca ayağa kalktı, kadının oturmasını bekledi... ve sonra oturdu. Adam tıpkı aşkla seven bir adamın görmezliği ile baktığı kadının barın sahibi kadın olduğunu sanırken, aslında kadının daha genç ve başka biri olduğunu fark etti. Bu yanılgıya şaştı!

Bu durum; sanki aynı bedende yer etmiş bir başka olmuşluğun, bir başka güzelliğin dışa taşmış hali gibiydi... Kadın adama ''Merhaba.'' dedi... Barın sahibi kadından daha derin, ama daha çapkın ve daha sarsıcıydı bakışları... Adam heyecanlanmadı desek yalan olur... Heyecanlandı.

Sanki, koca ve şapşahane bir paketin tüm güzelliğinin anlarını, teker teker yaşıyor gibi hissetti.

Bu yeni durumu sevdi...

Kadın adama baktığında, bir adamı hatırladığını sezdirdi; yüzündeki tebessümde...

Aslında bu tebessüm yüze yerleştiğinde, usulca kenara kaçan bakışlardaydı adamın ucundan yakaladığı hikâye...

Kadın, çapkın, şuh ve ben bilirim yüklenişiyle beslenmiş bir sesle sordu: ''Yalnız mışsınız?'' Adam elini bu kez, göze sokmak istercesine kalbine götürdü, orayı okşadı ve, ''Hayır.'' dedi...

Kadın bir an bir boşluğa düştü...

Uzun süre o boşlukta yok olduktan sonra toparlanıp, sanki bir başka boyuta geçmiş insan hallerinden birini giyerek üstüne, yine loş ama farklı bir barda, ipkırmızı ruj gülüşü hüzünle tatlanmış, kekremsi bir kiraz şarabı lezetindeki dudaklarla konuşmaya başladı: ''Biliyor musunuz? Bir adam vardı.'' dedi... O andan itibaren, sanki iki yüz iç içe geçti... Sanki iki hikâye; iki hissediş arasına karbon koyulmuş gibisine, iki algıda, iki hatırlanışta tek olup akmaya başladı.

Sonra kadın birden durup ayağa kalktı, arkadan vuran çok az ışığın önünü kesti... Adamın nefesi kesildi.

Arkadan gelen ışık kadının vücuduna kalın ve belirgin bir çerçeve çizmiş, onu, o gizemli halin ışığıyla parlatmıştı. Adam irkildi! Bedeni sevdi...

Kadın bir sandalye çekti az önce oturdukları masanın ucuna, barın ortasında bir yere... Adama elini uzatarak ''Gelin.'' dedi... Adam az önce takılı kaldığı anla kalktı, donuk bir akılla oturdu kadının işaret ettiği sandalyeye... Ve bir müzik sardı ortalığı; çok tanıdık, çok bildik, çok anlar yüklenmiş bir haykırışla... Ve aşkın en yakıcı, en darmadağın, en pervazsız sevişmelerinin dokunuşları gibi döküldü notalar ortalığa...

Her düşen notayı alıp, usulca sevip, kalbine yerleştirdi adam...

Kadın çok usul, çok oyunbaz, çok şehvetli, çok savaşcı ama çok şefkatli bir dansa başladı .



Üçlemenin son bölümü için buradan lütfen!


Başıma Gelebileceğini Hiç Düşünmediklerimi Yaşayarak Geçiriyormuşum Ömrümü; Aklımıza Hiç Gelmeyenlermiş Ömrün Kendisi...


Babasının evden attığı gece apartman merdivenlerinde ağlayan bir kızın,

bir sahil bitiminde yenilen akşam yemeği dönüşü yapılan trafik kazasının,

o korkunç hastalığın,

ot çekmeye çağrıldığım bir evde rezalet bir halde hastaneye taşıdığım arkadaşlarım yüzünden, acil kapılarında sonlanan bir gecenin,

sarhoş halde, yanlışlıkla bindiğim Expressde tanıdığım bir yabancının,

bir odadan bir odaya geçerken babamın izlediği belgesellerden birinde, yarım aralık kapının ardından dikkatimi çeken Güney Afrika'nın en güneyinde, en ucunda bir fenerin,

gecenin geç saatinde bant kaydı yapan bir radyonun, o radyodaki sunucunun okuduğu bir şiirin,

Dünyamı ne kadar değiştirebileceği aklımın ucundan geçmezmiş.


Bir deniz değil, o denizdeki bir dalga; hatta dalga değil, o dalgada sürüklenen bir enkaz parçası olduğumu bilmezmişim. Ve daha nicesini...

Resim:Katerina Lomonosov ...Photo net

Yaz Günleri...

Okulda geçirdiğimiz 9 aydan sonra geçireceğimiz yaz tatilinde sabah:

Kuşların sesine uyanışımız. Sabahları kalkıp ılık bir suyla yüzümüze su vuruşumuz. Sonra camın önüne geçip spor yapışımız. Sonra köpeğimiz Bitsy’i dolaştırmamız. Bunlar sabahları yaptığımız şeyler.


Yaz tatilinde öğlen: Önce yavaş yavaş kahvaltı hazırlayışımız. Yukarıda, uyuyan ağabeylerimizi yavaşca uyandırışımız.Kuş seslerinde kahvaltı yapmamız. Bunlar Öğlende yaptığımız şeyler.


Akşam üstü ve Akşam: Havuza girişimiz. Ağabeyim, Alp ağabey ve Naz havuzda Voleybol ve Futbol oynamamız Ve sonra Akşam yemeği yiyip Dondurma yiyişimiz.


Yaz tatilinde Gece: Önce yukarı çıkıp film izleriz. Sonra ağabeyim ve kuzenim Alp ağabey Esinti’ye giderler ve bizde Naz’la yatarız.


Yazı ve fotoğraflar: Tırtıl

9 Temmuz 2009 Perşembe

Konser Şehrimizde, Ben Konserdeydim...


Konser, FANTA’nın Gençlik Festivali konseriydi.

Konserde öncelikle Pinhani, daha sonra Ceza ve en son Kenan Doğulu olmak üzere bir grup iki şarkıcı bulunmaktaydı. Ben daha önce iki kez Kenan Doğulu konserlerine gitmiştim. Bu konserin genel performansı güzel olacağa benziyordu. Benim yanımda Tırtıl, dayım ve küçük dayım vardı.

İlk olarak Pinhani’den bahsedelim:

Ben Pinhani’nin söylediği bölümün yarısında yetiştim. Ama performansı güzeldi. İSTANBUL adlı şarkılarına ‘‘Yazılmış en kötü İstanbul şarkısı’’ dediler. Ama bu şarkı yine de güzeldi. Bu söz bence kendilerinin kötü bir performans sergilemesinden korkmaktı.

Bir bakalım Ceza’nın performansına:

Ceza’nın şarkı söylediği bölümün başlangıcında sahneye çıkarken bir ses patlaması yaşandı.Bunun nedeni Ceza hayranı olan kızlardı. Ceza ilk şarkı olarak Yerli Plaka’yı söyledi. Ancak herkesin ilgisini çeken bir şey vardı ki; 77 ÜSKÜDAR diyeceği yerde 55 SAMSUN demişti. Bunun herkesin ilgisini çektiğine eminim.

Ceza’dan sonra konserde büyük bir hareketlilik başladı. 2 sağ bas iki sol bas diyerek ve sürekli tekrarlayarak bu sözleri, gereken coşkuyu yarattığında; reklamdaki gibi, tüm konser alanında eller 2 sağ ve 2 sola hareket ediyordu. Ceza’nın performansı gerçekten MÜKEMMELDİ.

Son olarak bir de Kenan Doğulu’ya bakalım:

Kenan Doğulu sahneye kral tahtına benzer bir koltukta çıktı. Şarkı olarak ise Patron ile başladı.Ancak bir şey dikkatimi çekti ki; neredeyse konser alanının yarısı boşalmıştı. Kenan Doğulu bazı ses efektleri kullanarak insanların geri dönmesini sağlamaya çalıştı ama bu yöntem hiçbir işe yaramadı. Bu Kenan Doğulu’nun moralini hafiften bozmuştu. Kenan Doğulu’nun diğer konserlerine bakılırsa bu konserin performansı düşüktü. Dolayısıyla biz de sıkıldık ve konseri yarısında terk ettik.

Yazı ve fotoğraflar: Naz Özsamsun

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Sınırda; ama o sınırda!


O sınırda olmanın (ama o sınırda!) heyecanı ne güzel bir duygudur.

Ve o duygu: Tıpkı, sabah yolculuğa çıkacağını bilen küçük çocuğun yeni köylerden, yeni kasabalardan, yeni ağaçlardan, yeni ayçiçeği tarlalarından geçeceğini bildiği, ama her seferinde, her birinin bir öncekinden farklı bir yanını gördüğü; belki benzer gibi duran, ama lezzetleri nüanslarında gizli bakışların görmelerinin kilometrelerini tüketmeye başlamadan, sabahın en erkeninin ürpertisine karışmış bir yola çıkışın, diken diken halidir ve süperdir.

Göğe çıkmanın tadını bilenler için elbette...

Çok severim de sabah tazeliğinin yola çıkmalarını; yolun tehlikelerine gözükara ...

3 Temmuz 2009 Cuma

Kahraman... Hero


Filmin saçmalıklarla dolu olduğuna vurgu yapan ve bu filmi küçülten, yok sayan eleştiriler üzerine yazılmış bir yorumdur...

Bazen; felsefesi olan, efsaneler anlatan filmlerde fantastik bir sinema dilinin kullanıldığı; bu tür filmlere konu edilen öykülerin görsel olarak tıpkı masallardaki gibi, günlük hayatın içinde rastlayamayacağımız, yaratılmış (kareografik) sahnelerle canlandırılmasının bir yöntem olarak kullanılabileceği, hatta öyle olması gerektiği akıl dışı bir şey değildir sanırım...

Nasıl ki mitlere dayalı anlatı kitaplarının, nasıl ki masal kitaplarının, nasıl ki fantastik orta dünya filmlerinin gerçekle görsel anlamda bağını kurarak saçmalık olarak nitelemiyor, anlatılmak istenen felsefeye ve onun derinliğine bakıyorsak... Bu filmi de, tarihsel bir gerçekliği belgesel ögeler kullanarak anlatıyormuş gibi eleştirel bir sorgulamayla yargılamamak gerekiyor diye düşünüyorum. Ayrıca, kendi beğeni düzeylerinin (hoşgörüsüz) dar sınırlarından bakarak kendi varoluşlarının kanıtı usluplarla filmi eleştirenlerin aksine; yönetmenin, bir efsaneyi tam da öyküye yakışır masalsı bir anlatımla, uzakdoğu tiyatro geleneklerinin (efsane kültürünün) tüm ögelerini: Hem renklerin, hem de karakterlerin insanüstüleştirilmesi (abartı) anlamında son derece iyi kullandığı, teatral bir anlatımla biçimlendirdiği destansı bir şölen olduğunu düşünenlerdenim bu filmin...

Sanatın bütün dallarında olduğu gibi; bazen eserlerin yaratıcıları, bizim gerçeklik algılarımızın dışında dünyalar, olaylar, kahramanlar yaratarak; hayal dünyalarımıza katkılar yaparlar. Zaten sanat da bunun için vardır. Eğer her anlatıda (müzikte, tiyatroda, resimde, sinemada, yazılı eserlerde) günlük hayatımızdaki görsel ve eylemsel gerçeklikleri arayacaksak; ve bu noktadan bakarak, başarı ölçüleri koyacaksak... O zaman, kendi kahramanlık filmlerimizi, destanlarımızı, hikayalerimizi, türkülerimizi de yok mu sayacağız.

İşin kıssadan hissesi şudur: Bir yönetmen, bir Çin efsanesinden görsel anlamda çok başarılı, ''fantastik dram'' bir görsel şölen yaratmıştır. Ve aşkın farklı bir dille, muhteşem bir renklendirmeyle olağanüstü anlatımı da bonusudur bu filmin. Haftasonu sinema keyfi için iyi bir seçim olabilir, hatta bence çok iyi olur. Aklınızın not defterinde bulunsun

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP