17 Haziran 2016 Cuma

Sinemamız açılmamak üzere kapanmıştır

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi,'' dediğinde Asya...

Selvi Boylum Al Yazmalım


Sinemanın, televizyonun etkisinde bir duraklama dönemine girmediği, insanların şık giyimlerle, kadınların özenle taranmış ya da kuaförden çıkmış saçlarla geldiği, sezonluk kombinelerin alındığı 70 li yılların başlarında; filmlerin ilk gösterimlerine (bir anlamda galasına) sahne olan cumartesi 18 seanslarından birinde, aileye o gün eksik birinin yerine eklenmiş bir ufaklık olarak izle-yeme-miştim filmi... Bu ambiyans her ne kadar egolarıma gaz verse de, ailenin sınıfsal bir sıçrama yapması arzusuyla yanıp tutuşan ''en amcamın'' tutkunu olduğu, az uzağımızdaki kalabalıkta duran; siyah saçlı, siyah elbiseli sevgili hayaline de abone olunduğunu hissedebiliyordum...

İtalyan Usulü Soygun


2001 ekonomik krizinin ortalığı karmakarış ettiği can sıkıntılı bir günde okulu asmış çocuk gibi işleri olduğu yerde bırakıp bir öğleden sonra sığındığım sinemada, tek başıma izlemiştim filmi... Benim, o gün müthiş bir terapi ile güven yükleyerek sinemadan hayata çıkışımı sağlayan, bana hissettirdikleri ve üzerimde yarattığı olumluluk etkisiyle unutamayacağım bir film olmuştu.

Cahil Periler


Kızlı erkekli konserde, bir yazımda ''kiminin bir konser salonunda bütün sıcaklığı ile omuzuma düşen baştaki içten, saf romantizmini... sevdim,'' diye söz ettiğim kız, özellikle benim yamacıma denk getirilmişti, ve gecenin geç bir vaktinde onu eve bırakma görevi de bana yüklenmişti. Bundan şikayetçi olmuş muydum? Tabii ki hayır. Uzun süre kalabalık bir grup halinde yürüdüğümüz konser çıkışında, o gün ve bugün hâlâ şehrin en güzel kadınlarından olan kişinin önerisiyle kapı zillerine basa basa yürümüştük, hem de camlara çıkıp bas bas bağıranları en masum cümlelerle başka kişilere yönlendirerek...

Konser, hayatımızda izlediğimiz ilk yabancı grup konseriydi. Ve siyasetin kanlı bıçaklı günlerinde aksi gibi karşıt görüşlü grupların hakimiyetindeki bir bölgedeydi konserin sahnelendiği sinema salonu... Ama gerekli önlemler fazlasıyla alındığı için, hiç giremediğimiz bu bölgede herhangi bir kazaya da uğramamıştık.

Evvel Zaman Önceki Bir Konser Gelince Akla


Sinema, karanlık salonda bir gerilim filmine nefesi tutulmuş insanları tıfıl bir fırlamalıkla, en arka koltuktan tahta koridora bırakılmış kola şişesinin yuvarlanırken çıkardığı tıkırtıyla hoplatmaksa... Okuldan tüyülmüş bir filmden çıkmış evinize giderken, bütün yürüyüşünüzü, evde yemek yiyişinizi, yatışınızı, dağın başında yaktığı ateşte fasulyesini pişirip kahvesini içen kovboya döndürmekse...

Dışarıda lapa lapa kar yağarken, bir sinema salonunda birbirinizin sıcağına sarılmış, filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay etmekse... Soğuğun sizi hâlâ sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla gittiğiniz kafelerde memleket üzerine bilmiş bilmiş tahliller yaparken; aslında aşkla sevdiğiniz, bunu her ikinizin de bildiği ama söyleyemediği sınırda sevgililerin, zamanı durdurmak isteyen nefes nefese sohbetleriyse... 

Bir an gelir fark edersiniz ki, bir zamanlar siz de bir oğulsunuzdur. Bir gün, sıcak bir el elinizde, karanlık bir sinemada tarifsiz duygularla bir ilk film izlemişsinizdir. Sonra, yıllar yıllar sonra, bir oğulun ellerinin sıcağı ve sığınmışlığı avuçlarınızdadır. Yan koltukta, karanlığın tedirginliğinde, o mekândan çıkma arzusuyla perdedekilerin renkliliği arasında sıkışmış bir kalbin attığını fark edersiniz. Yüreğinizde sıcacık bir şefkatle yüzünüze hüzünlü bir tebessüm çöker. ''Cinema Paradiso,'' budur işte!.. Hiç bitmeyen mutlu bir şarkı. Bugün, cüzdanıma yer etmiş notları ayıklarken elime iki kişilik bir bilet geldi; Konakplex, salon 2 , 7.sıra, yer no 7 ve 8... Üzerine 22.04.2006 Vahşi Doğa diye tarih atılmış... Bu, küçük oğulun sinemada ilk film izleyişinin bileti... Şimdi! Sadece aradan geçen iki yıl sonra; o çocuğun, kendi beğenilerini oluşturan bir kimlik olarak, kendi inisiyatifiyle bir sinema sitesinde profil oluşturup kendi filmlerine yorumlar yapıyor olmasından daha başarılı ne olabilir ki? Bir baba için...

Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı 

Bir kaç kuşak için derin anıların mekânı, yerel gazetelerin Konak adını baz alarak 42 yıllık dediği aslında 60'ların başında Emek adıyla açılmış, bana tıfıl çağlardan itibaren çok şey öğretip hayatıma muhteşem anılar katan  Konak Sineması'na şükranlarımla...

27 Mayıs 2016 Cuma

İftarlık Gazoz

04/02/2016

Filmi izlerken çok iyi bildiğim bir dünyadayım. Olağanüstü bir Cem Yılmaz var perdede. En çok onunla ilgili cümleler kuruyorum. Büyük adam. Hokkabaz'dan sonra bir kez daha, dokunaklı, içe oturan, boğazda bir yumru ile kahkahalar arasında gidip gelinen muhteşem bir film. Olağanüstü bir sinema serüveni. Üstelik de Kars'tayız. Şehir Sinemasında. En keyifli akşamlar hanesinde bir çentik daha.

Hikaye çok  sağlam, gerçeğin ta kendisi. Tıpkı o yıllar. Afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarındayım. Okan Efe Parlar müthiş. "Abi sen sahi misin?" diyesim geliyor; o ağlarken, bunalırken, tereddütler yaşarken, nefsi ile mücadele ederken ve kan ter içinde kalırken... Berna rolünde Greta Fusco şahane. Adını hatırlayamadığım büyümüş Berna ise  mıhı çakıyor kesinlikle.

O tutuyor diye bırakamıyorsan orucu. Küçücük bedeninle çekiyorsan tüm ızdıraplarını. Bunun adı aşktır, abi. Hem de tüm efsanelerdekinden daha büyük bir aşk.

Görüntü yönetimi, oyuncu yönetimi, müzikler, filmin renkleri, mekanlar, döneme dair ayrıntılar, arada kalmışlıklar, insani çelişkiler, komiklikler ve hüzünler, ustalara saygı göndermeleri, muh-te-şem.

Ve anne rolünde Ümmü Putgül. "Ablam be içimizi ne dağladın." deyip başka da bir şey diyemiyoruz.

O ne final öyle! İki "sıradan" sahnede bir büyük aşk ve evlat acısı ancak bu kadar yüreklere yer ettirilebilirdi. Ettirdi. Göz uçlarına ancak bu boyutta damlalar dizebilirdi. Dizdi.

Sadece mimik ve simgelerle bitiyor film.

Biriktirilmiş ve de saklanmış, finalin yıldızı gazoz  kapaklarını görünce; göz kapaklarının önüne set koyabilenler, sözde çaktırmadı. Tutamayanlara helal olsun.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Dalga Köpüğü Kadar Hafif Şahane Bir Sabah

 Temmuz 2015

Uzun uyumuşum. Uyandığım saat mevsim normallerini epey geçmişti. İlk uyanma esnasında dışarı baktığımda güneş, erken vakitlerin biraz üzerinde bir yerdeydi ki normalde o saatlerde ben kalkar, kahvaltıya dalardım. Bu kez iyice relaks hale gelmiş beynim sayesinde, bi güzel kadını hayal ederek vurdum kafayı.

Derin uyumuş, güzel rüyalar görmüşüm. Uyandım ki saat o...oooooo olmuş.


Mutfağa daldım. Geceden bırakılmış bulaşıklara bu kez hiç dokunmadım. Çöp kutusu ağzına kadar doluydu. Onu toparlayıp dışarı çıkaracaktım ki ne göreyim; altından sızdırıyor. Sakinliğimi muhafaza etmeyi başardım. Önce bağlayıp dışarı aldım, sızdırma merdiven taşlarına da değince, yine aynı sakinlikle bi poşet daha geçirdim ve kendisini istirahate bıraktım. Bunla kalmadım; çöp kutusunu da deterjanla bi güzel yıkadım. Balkona atıp kuruttum. O esnada güvece giriştim.

Şimdi uzun uzun anlatmayacağım tabii ki. Ne kullandım, nasıl yaptım, kaç dakika fırında tuttum gibi. Çünkü, mektubun an itibari ile büyüklüğüne bakınca varacağı yeri tahmin edebiliyorum. Hafazanallah yani.

Bu arada kitap ile ilgili izlenimleri merakla bekliyorum. Yalnız sonuç ne olursa olsun, o kitabın reklamı ile karşılaştığımda, kapağından ve isminden aldığım hoşluğun, kafamda şekillendirdiklerinin tadını hiç bir zaman unutmayacağım, çok keyifli idi. Fakat bunda kurduğumuz gezi hayallerinin ve kalınacak yerlerin -hayali- görsellerinin etkisi büyük. Konstantiniye Oteli ya!

Çok keyifle yedim yaptığım güveci. Kurduğum hayaller ve güvecin değişik versiyonları üzerine tıp durumu alacağım.

Daha önceki paragrafta da belirttiğim üzere hiçbir fren sistemi an itibari ile beni durduramaz. Ancak ve ancak kendim kendime engel olabilirim ki o irade de sanki mevcut bende. Sadece devreye girmesi önemli. Bakacağız artık. Lakin bu gayretin sebebi şu tatil gününün tamamını ekran başında mektup okuyarak geçirtmemek içindir. Kaygılıyım yazarken vallahi.


Bu akşam ve sabah gördüm ki ve üzerine düşündüm ki ve hissettim ki ben yazı yazmayı çok istiyorum. Hayalimden bir sürü başlık altında bir sürü yazı yazıyorum ama bir sabırsız ve tembel yanım da var işte.

Güveç kaynayacak ben gevezeleştikçe. O nedenle sadece fotoları koyacağım ve bu arada bir de küçük not vereceğim: İlk lokmayı aldığımda, yumurta koymayı unutmuşum iyi mi. Sonra kırdım. Gecikmenin verdiği bir tık az pişme hali olsa da sonuç süperdi. Sanki sadece fotoğrafla bırakmayı planlarken epey sır da verdim, çenemi tutamayıp.

Buna özlemek diyoruz sanki, muhtemeldir ki çooooooooookkkkkkkkkkk geveze olacağım yakın bir günde.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Sürmeli Köyü

Orda Bir Köy Var

Ekolojik tarım ve tohum takas şenliği ile yerel yemekler yarışması vardı geçen pazar günü. Şenlikliydi köy. Usule uygun çaldı davul zurna. Pazar yerinde her zamanki ürünlerin yanı sıra ev yapımı yiyecekler de vardı. İzinliydi bu konuda tezgahlar, hem şenlik hem de yemek yarışması nedeniyle. Bayıldık mesela en sevdiğimiz tezgahlardan birindeki kıymalı böreğe, peynirli maydanozlu poğaçalara, elmalı pastalara, tuzu varla yok arası kıyır kıyır çörek otlu küçücük simitlere ve de hayatımızda yediklerimizin en güzellerinden biri olduğu konusunda mutabakata vardığımız asma yaprağından sarmaya. Oturduk korudaki standart masamıza, söyledik çaylarımızı.


Biz bu köye, bu köyün pazarına, hatırşinas ve de güleryüzlü insanlarına bayılıyoruz. Geçen yılki Cumhuriyet Bayramı ertesinden beri hiç bir pazarı eksik bırakmadan buradayız. Pazar kahvaltılarımız o günden beri ağırlıkla köyde. Üç farklı gözlemenin yanına tereyağlı yumurta, bi de semaver çay ekledik mi ne âlâ. Arada bir kahvaltı tabağı da alırız mesela. İçinde gözleme, reçel, peynir, zeytin, tereyağı, mevsim yeşillikleri, pişmiş ya da tercihinize göre sahanda yumurta olan bir menü. Domateslerimizi, salatalıklarımızı, biberlerimizi de getiririz yanımızda. Malumu üzere burası doğal ve organik ürünler cenneti, yaz sebzeleri yaza. Kışın çay ocağının sıcağında.. baharla birlikte de küçük korunun kadim ağaçlarının altında keyiflidir Sürmeli Köyü'nde kahvaltı.


Korunun bir ucunda ateş değirmeni var mesela; koruya da adını veren Hasan Aga ismi ile müsemma.  Öğretmen, aynı zamanda da fotoğraf sanatçısı olan Hüseyin Turgut'un- ki kendisi de o köyde doğmuş büyümüş- Orda Bir Köy Var adlı fotoğraf sergisini görmek için gittiğimizde köyün kahvesine, sormuştuk "Nedir bu ateş değirmeni?" diye.  En efsane Sürmeli fotoğrafını çeken en bayıldığım yol arkadaşımın o gün,  "Sait Faik gibi çıkmışsınız hocam" dediği Kazım Hoca yanıtlamıştı soruyu: Meğerse Amerikalıların Marshall planı çerçevesinde hibe ettikleri bir değirmen türüymüş kendisi. Mazotla çalışıyormuş, bacasından çıkan ateş nedeniyle böyle kalmış halk arasında adı. Sohbete katılan ve de sergi fotoğrafları tümüyle onların portrelerinden oluşan kahve efradının gözlerinden işitmiştik bizzat o günlerin tadını. Çok tatlıydılar. Nasıl da heyecanla katıldılar.


Bu değirmenlerden diğerinin adı ise yazık ki torunlardan gelen -inatçı- bir talep nedeniyle değiştirilmiş. Bu hafta yeni adla görünce, üzüldük açıkçası. İçimiz acıdı. Kurucusu dede yerine değirmenle hiç alakası olmayan oğlunun adı vardı artık tabelada. Bu durumu, orada olması gereken adı tarihe kayıt düşmeyi de boynumun borcu bildim. Bizim için orası gerçek kurucusunun lakabı ile güzel. Muhteşem bir hoşluk ayrıca. Hemen okulun yanında olması itibari ile de ilk sınıflarındaki çocuklar için ne güzel, ne hoş, ne tatlı bir rastlantı.


İnanılması zor ama, köye ait en efsane fotoğrafı da bizden biri çekti. Pazara katılan bir kaç köylü dışında kimselerin gelemediği karlı günlerden birinde. Hafif bir rampayı çıkarken yolun sağında gördüğümüze inanamadık önce. Bu coğrafyanın belli bir kaç yeri dışında ve özellikle doğal ortamda görülmesi pek mümkün değil de ondan. "Geyik!" dediğimde gözler sağa çevrildi. Hafif bir tümseğin üzerinde, yoldaki aracın geçmesini bekleyen yaya gibi duruyordu. Biz de durduk. Göz göze geldik. Olağanüstü şaşkındık. Biraz da ürkeklikten, rekora giden üç adımcı aralıklarıyla geçti yolu, atlayıverdi çitin üzerinden. Şu alemde telefonunu en hızlı o çekebilirdi ve çekti. En bayıldığım yol arkadaşım benim. Efsane fotoğrafların sahibi.


Bir de köyün Kirkittepesi var. Ne var ki bunda demeyin, bir dinleyin. Yamaç paraşütçüleri için efsane bir nokta. Sertifika almak için atlayış yapmaları gereken dört yamaçtan biri. Paraşütçü olmayanlar için de muhteşem bir manzara. Eski bir Rum köyü Sürmeli. Dolayısı ile Yunanistan'dan gelen mübadillerin köyü. Geldiğimiz ilk gün dolaşırken köyü ne hissettiysek aradan geçen 7 ay sonra da aynı hisleri taşıyoruz. Seviyoruz yani Sürmeli'yi. Çok seviyoruz hem de!


Yolda gördüğünüz herkes selamlıyor sizi. Hoş geldiniz diyor gülümseyen gözlerle. Taş evine ve bahçesine bayıldığımız evin sahibesi teyze çay içmeye çağırmıştı mesela bizi. Bahçesindeki 80 yıllık inciri göstermişti gururla. Neredeyse 100 yıllık bir başka şahane eve bakmak için gittiğimizde taze çırpılmış ayranlar gelivermiş, yumurta ve pansiyonculuk üzerine sohbet ederken de evin oğluyla, anneden gelen tereyağlı yumurta teklifini teşekkürlerimizle kabul etmemiştik..


Geniş ve yeşil alanlarda, dere boylarında, korularda ve sürprizler sunan yollarda güzel bir hafta sonu geçirmekse arzunuz Sürmeli'de olmalısınız. Çocuklarınızın yaşama, canlıya, doğaya dokunmaları, keyifli kahvaltıların yanı sıra sağlıklı ürünlerle beslenmeleri adına da olağanüstü fırsatlar sunuyor Sürmeli.

Köyün herhangi bir yerinde bir ağacın üzerinde ya da bir çalılığın kenarında alemin en sevimli sincapları ile karşılaşmanız mümkün. Özellikle yavru sincapları bir şey yerken izlemek eğlenceli. Bir balıkçıla rastlarsanız tarlalardan birinde, sakın şaşırmayın. Üstelik leylekler de geldi. Havada görün!

Gözleme evinde pişmiş sıcak, tereyağlı gözlemelerle güzel bir  kahvaltı, temiz bir hava, sağlıklı ve de eğlenceli bir hafta sonu için her şey var burada. Lezzetli yoğurtlar, misss gibi tereyağları, pastaymışçasına buzdolabına dalıp sürekli atıştırma hissi duyacağınız peynirler, taze sağılmış sütler, şahane köy ekmekleri, salçalar, turşular, erişteler, reçeller, taze köy yumurtaları, pırıl pırıl sebzeler, şahane köy tavukları almak için, ekolojik tarımın aşama aşama ilerlediği, sürekli eğitim alan, üniversitenin desteklediği köylülerin pazarına gelin. Asla pişman olmayacaksınız.


Ekolojik Yaşam Bisiklet Derneği şenlikteydi, geçen hafta sonu. OMÜ Bafra Meslek Yüksek Okulu öğrencileri tohum takas standı kurmuşlardı.  Laf aramızda biraz da hemşehri sınıfına terfi etmenin avantajıyla protokolden bile önce tadıverdik yöresel mutfağın yemeklerini. Çaktırmadan. Sağolsunlar. Mamalika ve kaçamak bilmediğimiz yemeklerdi. Polentaya benzer bir hamur ve ona eşlik eden salçalı yumurtadan oluşan kaçamak muhteşemdi.

Ve.. ve.. ve Hüseyin Abi. Şahane adam. Şenliğe katılan Vali, komutanlar ve belediye başkanlarının hepsinden daha protokol adamı. Yukarı köylerden birinden gelmiş şenliğe. Giymiş takım elbisesini. Elinde çiçeği ile kırmadı ricayı verdi pozunu. Günün adamıydı. Oy birliğimizle.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Günün ruhları dürtükleyen saatinde kuralım artık masayı Doğu Ekspresinde

Sıralı okumayı düşürseniz, buradan başlayın lütfen.

06/02/2016 

Ben istasyon binalarının aşığıyım. "Eser" bırakmak ufku inşaatla sınırlı, yatırım  anlayışları müteahhit dışında kimsenin cebine uzun vadeli katkısı olmayacak ucubeler dikmekten ibaret siyasetçiler var, ne yazık ki bu ülkede... Her şeyi kendi iktidarları ile var eden, bu ülkeyi demir ağlarla örenlere laf sokmaya çalışan, bu tavırla bir kitleyi kışkırttığını sanan, bugünün imkanları ile geçmişi eleştiren, nokta kadar izi kalmayacak siyasetçiler. Onlara rağmen bu ülke güzel be!


O zaman keyfini çıkaralım! Kahvaltı saati. Peynirler âlâ; eski kaşar, gravyer, mezelik gravyer, çeçil ve eritme. Börekler ölmelik, ılındılar. Yumurtalar pişmiş, bu güzel. Kahve için sıcak sular İbrahim abiden. Kompartıman konforlu bilindiği üzere. Masayı açalım. Pencerede akıp giden zaman. Köyler kasabalar... Sarıkamış ormanları... Telesiyejler... İşte Katerina Av Köşkü. Bir görünüp bir kaybolan ırmaklar... Dışarıda efsane bir beyazlık, içeride kaloriferin şefkatli sıcağı. Koltuklar rahat. Tren de yaşam da alabildiğine dingin. Daha ne olsun!


Şu önlüklü çocuk, benim onu ne kadar sevdiğimi bilmiyor mesela. Ne yazık! Okul yarın açılacak, sömestir tatili bitti. O önlüğünü bugünden giymiş. Bi gün ne kadar güzel bir masalın içinden çıkıp geldiğini fark edecek; ultra lüks bir plazanın üst katlarından birindeki ofisinde, elleri başının arkasında birleşmişken ve konforlu koltuğunu pencereye döndürmüşken... Dostum benim.


Doğu Ekspresinde her şey gibi kahvaltı da çok keyifli. Kompartımanda ama! Dağlar, ovalar, düzler bayırlar, ırmaklar geçerken bir yandan da tarih akıyor gözlerinizin önünden. Bu ülkenin endüstriyel gelişiminin yanı sıra tarihin izlerini de seyrediyorsunuz tren penceresinden. Ben çocukken bilmezdim bunu. En büyük zevkim şeker fabrikalarına pancar taşıyan vagonlardan kolumu uzatarak pancar almaktı. Bir de ayaklarımla koridorun kenarından geçen kaloriferin üzerine çıkıp elimle ağaç dallarına dokunmak. Demir yolları askeri anlamda stratejik bir öneme sahip olmanın yanı sıra bu ülkenin fabrikalarının ham madde ve ürün nakilleri açısından da hayati idi. Özellikle doğuya uzanan demir yollarında görürüsünüz; hattın bi kenarında fabrikalar kuruludur. Cumhuriyetin peşkeş çekilmiş fabrikaları... Yine karşılaştık tank ve zırhlı araç yüklü katarlarla, ne yazık ki! Öngörüsüz siyasetlerin acı bir sonucu olarak. Hüzün yüklüydüler.


Arka kompartımanda bir sorun var. Erzurum'dayız ve tren kalkmıyor. Personel olay yerinde. Çözüm arıyorlar. Sızan su bize kadar geldi. Lavabosu tıkalıymış yola çıkarken. İyice dolmuş ve taşmış. Misafir ettik bir süreliğine genç çifti. Epey bir uğraştan sonra çözülüyor sorun. Gelsin depodan battaniyeler. Yerler silindi. Bizde çok değil problem. Kendi kendine kurudu zemindeki küçük ıslaklık. Şans işte; giderken orta kompartımanı almıştım, dönüş için de planım oydu ama sistemdeki benden kaynaklı bir hata yüzünden dolu gözükmüştü orası ve bir önünü almıştım ben. Rabbim ya. Epeyi geyiğini yapıyoruz bu tesadüfün. Rötar yaptık biraz. Kapatıyor bu arayı kıymetli makinistlerimiz ilerleyen zamanda, vaktinde varacağız Ankara'ya.  Erzurum Gar'ında keteleri kapmışım bu arada.

Günün ruhları dürtükleyen saatleri başladı. Kuralım artık masayı. Haaa unuturum sonra, yolculuğun en keyifli anlarından biri gelen ve giden Doğu Ekspreslerinin karşılaşma noktası. Erken gelen bekliyor. Geçiş anı keyifli. İnip beklemek de o anı... Diz boyu karlar. Peronda bekleyen yolcular ve anı dondurmak isteyen fotoğraf makineleri.


Kars Migros Jeti sevdik biz. Şarabımızı oradan aldık. Sevilen'in Adatepe'si. Tanışıklık var. Litrelik, vidalı kapak. Üç üzümden müteşekkil sek bir kırmızı şarap; Cinsault, Carignan ve Cabernet Sauvignon. Havalı di mi? Alkolü %12. İçimi keyifli, hatta çok eğlenceli. Taze bir şarap bu. Tren için özellikle seçildi. Fiyatı makul, 19.50TL. Fiyatıyla hava atan çok şarabı cebinden çıkarır. Peynirler zaten muhteşem. Fransa'da bile bulamazsınız. Çünkü Kars'ta.

Yalnız peynir, kete, Şam fıstığı uyumu muhteşem. Çok da eğlenceli. Şarap da yakıştı valla. Haaa bu bir tren keyfi; planlanmış bir mizanseni de var tarafımızca. Aynı peynirlerin asil tamamlayıcısı ise alkolü daha yüksek şaraplar. Mesela %14 alkol oranlarıyla Sevilen İsa Bey ve Parsel NO: IX. Mesela Buzbağ'ın Diyarbakır ya da Elazığ'ı, ya da ikisinin kupajı. Tren usul usul. Biz de usul usul. Zaman donsa mı yoksa aksa mı?

Çünkü bir parça kete üzerine bir küp eski kaşar, gravyer, mezelik gravyer, eritme ya da çeçil koyup üzerine de bir adet Şam fıstığı yerleştirdiğiniz anda ortaya çıkan tat muhteşem. Çok eğlenceli bir lezzet bu. Bir de buna bir süre sonra bir yudum şarap ekledinizmi, gel keyfim gel.


Elinde fotoğraf makinesi olan herkesin en çok istediği, tam viraja girmişken arka vagonlardan bir yılan gibi kıvrılan trenin fotoğrafını çekmek. Koridordayken önden arkaya, arkadan öne koşturan telaşlı tripodlara dikkat! Tüyo ise  şu: Tren yolda lokomotif değiştiriyor. Bunlardan biri 22000'lik kırmızı. Bizim için bir önemi yoktu. Ta ki en sevdiğim yol arkadaşımın bir fotosuna gelen mesaja kadar. Bir demiryolcu mühendisten, fotoğraf meraklısı. Mesajın özü şu: 33000'lik vermeleri kötü olmuş. 22000'lik lokomotif olsaydı, kırmızı kırmızı...


Dönüşün güzel yanı, günün tamamını yaşatıyor olması, normal bir gün gibi. Artık uyuma zamanı. derin gitmişim, taa ki telefon çalana kadar. Hayırdır? Kız kardeşim. "Uyuyor muydun?" En sevdiğim soru? Ne konuştuk hatırlamıyorum bile. Tekrar uyumuşum. Sabaha trende uyanmak süper. Artık Ankara sınırları içindeyiz. Bulduğumuz ilk otobüse binmekti niyetimiz. O nedenle dönüş bileti ayarlamamıştım.


Kalan şarabı gözümüze kestirdiğimiz bir akşamcıya vermek niyetimiz. Çok arandık Ankara Garı'nda. Çok bakındık sağa sola. Sonra kime kısmet diyerek bıraktık bir çöp kutusuna. Kalan keteler de garın bahçesindeki güvercinlere.

Bir taksiye atlıyoruz sıradakilerden. İstikamet AŞTİ. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Sömestir dönüşü olduğunu düşünememişim. Erken otobüsler dolu. Öğlene zor bulduk. O zaman sırt çantaları emanete biz halama. Halam, halaların bi tanesi, koştur koştur mükellef bir kahvaltı sofrası daha. Tıka basa doyduk. Ankara simitleri sıcacık. En Angaralı yol arkadaşım alıverdi bi koşu.

Vakit yaklaştı, AŞTİ yürüme mesafesi. Beştepe görüş alanında. Halkın sarayı! En sevdiğim yol arkadaşımın ilkokulu derken yeniden otogar. Ana baba günü. Emanetten aldık sırt çantalarımızı. Perondayız. Dağılan Ulusoy'un kollarından biri. Ali Osman Ulusoy. Ulusoy sanarak almıştık bileti. Arabanın ilk seferi. Yerler laminant. Enteresan.  Koltuk arkasında "dev ekran". Üstelik Bafra'ya kadar gittiği için tam evin önünde inme imkanı. Keyifli bir yolculuk. Evdeyiz.


Bana bunca yazı yazdırabilen bir başka şehir daha olur mu, bilmiyorum. Ama bunu başarabilecek şehir sayısının çok az olduğunu biliyorum. 

Serinin 1. yazısı, her şeyin başladığı yer Doğu Ekspresi.


5 Mayıs 2016 Perşembe

Nasıl olsa yine bir gün döneriz bu yollardan geri...*

Beyaz...

06/02/2016

Tren 7.45'te. Çantalarımızın son kontrollerini yapıyoruz; yolluk hazır, şarap yerinde. "Kahvaltı için sıcak poğaçalar çıkmış mıdır acaba?"  Bir koşu asansöre ve direk kahvaltıya hazırlanan restoran katına... Poğaça yok, lakin su böreği var. Fırındalar... "10 dakika sonra hazır." dedi genç usta. Biraz kuru pasta alalım. Bir kaç dilim ekmek alalım. Yumurta alalım. Bizim peynirler daha âlâ, geçelim. Eritme alalım. Bunları gravyer bilirdik eskiden di mi? Karper... Ne Fransız gelirdi sofralarımıza. Pek de zengin dururdu masada. Çok da lezzetliydi ama!.. Meğerse Kars'taymış fabrikası. Hoş bir çocukluk anısı. Benim Kars'ım.

Börekler hazır. Misss... Dışarısı ayaz. Dumanı üstünde. Kars Kalesi yine şahane. Sokaklar ıssız. Güneş saklı. Kattaki garson çok tatlı. Börekler dinlendi ve şimdi dilimleniyor. Görüntüleri muhteşem, peynirleri neredeyse krema. Hadi bakalım çantaya.   

"Ellerine sağlık ustam, muhteşemler."   

"Çok teşekkürler, her şey için."


Önce bir taksi bulmamız gerek. Resepsiyon yine eksik, standart taksici arandı; uzakta olduğu ve gelemeyeceği haberi alındı. Ötesi yok. Resepsiyonda kim olsa sonuç değişmiyor. Bu otelin bu hizmeti çok zayıf. Kristal'in öteki köşesinde bir taksi var. Gördüm. Mesafe yakın. Lobinin sıcağındayız ve camın ötesi buzul. Hava donmuş sanki. Zaman da... Işıklar hazır ve duman makinesinden bir sis gönderildi. "Motor," dedi yönetmen. Adımlarımız hızlı. Buzlardansa tık çıkmıyor.

Muzaffer Abi'nin tarihi dediği, Orhan Pamuk romanının kahramanlarından Yeşilyurt Lokantasının önünden bir kez daha geçiyoruz. Merakımız artık o bizim! Gizemini koruyor. Kristal'e takılıyor gözüm birden. Kapının iç tarafında, ışıksız mekandan dışarıya bakan kıpırtısız adam muhteşem. Göz göze geliyoruz. Bir sonraki sahne onun mu acaba?  Bir roman kahramanı bu. Bir sürü karakter geçiyor gözlerimin içinden. Bu çok özgün. Kesinlikle!

Hafızamdaki en uygun ile eşlemeye çalışıyorum. Taba rengi volanlı maksi paltosu, boğazlı gri kazağı, koyu kahve deri yeleği, deri çizmeleri ve de şapkası ile sabahın o saatini soğuğun yarattığı pusa bürünmüş havayla bir araya getirince muhteşem bir final karakteri.

"Bizden önce biri kapmasa taksiyi..." Endişeli ve hızlıyız. "Ohhhh çok şükür!" Kaptık. Şoföre bakınıyoruz. "Bir kahvede mi acaba?" Sol tarafta yok. Issızlık hükmünü devam ettiriyor. Kars henüz uykuda. Geldiğimiz yöne dönüyoruz. Uzun volanlı paltosunun kanatları yaratılan rüzgarla havalanıyor, sis bulutunun içinden çıkıyor. Başı göklerde yürüyor az önce camın arkasında hayal gibi duran adam. Binalar yaratılmış siste kayıplar. Bu Saga'nın erkeği! Malmö emniyetinden Saga'nın. Mimiksiz ama ifade yüklü çizgileri keskin bir yüz. Dik, uzun ve kararlı adımlar. Yere değmiyorlar. Tüm duvarları ve bedenleri delip geçen bir bakış. Yaşsız bir karakter. Zamansız da.. Muhtemeldir ki Lenin devrimi yaparken en yanında olanlardan biri. Hala aynı palto, aynı çizme ve aynı şapka. Proleter bıyıklarındaki sarkıtlar kadim.

"Günaydın."

"Günaydın."

"İstasyona gideceğiz.. ne kadar?"

"15 Lira."

İtirazımız yok. Bindik. Laf olsun diye sormuştum zaten.

"Yolculuk nereye?" "Samsun'a ama önce Ankara tabii ki." Abinin gözleri parladı, bir sıcak kapladı arabanın içini, kadim buzlar çözüldü. "Askerliğimi Samsun'da yaptım. Sahra Sıhhıye'de. İhtilal zamanıydı. Dışarı pek çıkamazdık." "Olsun manzara muhteşemdir ama. Özellikle Subay Gazinosundan. Bilir misin orası eskiden Amerikan radarıydı. O yüzden konforlu bir birliktir diğerlerine göre."

Aynı yaştayız ama abi kadim. Görevli geldiğimizde aynı mekanı aynı anda solumuşuz yıllar önce, ne tesadüf. O günkü görevde, üst rütbeli birine şahane bir kafa tutma hikayemiz var ki kaç kişiye ballandırdığım meçhul. Nöbetçi amiriydi binbaşı. Anlatmaya bayılırım da zaten çok uzayacak bu yazı. Abi binbaşısına tapıyor, üzmeyelim kendisini.


Sıcak uykulardaki caddelerden geçip istasyona varıyoruz. Abiyle vedalaştık. Güzel adam. İsmini sormadım. Cismi daha manalı çünkü. Epey vaktimiz var. Çantalar şurada dursun, ben gidip trenin bir fotosunu çekeyim. Motorlar çalışıyor, son kontroller yapılmış. Makinistler hazır, selamlaştık. Sabahın eşsiz soğuğunu hissederek karların kıtırtısı eşliğinde yürümek zevkli. Gar binası her ne kadar devlete iş yapan mütahit anlayışının ürünü olsa da artık kabulümüz. O halde de seviyoruz kendisini.  Günaydınlaşıyoruz demiryolcularla. İbrahim abi, kondüktörümüz, henüz tanışmadım. Trene giderken "Hadi." demiş, el atmış çantalarımıza, taşımışlar birlikte en bayıldığım yol arkadaşımla. Oysa ben onu bizim vagonun önünde sigarasını tüttürürken gördüğümde hamle yapmıştım çantaların olduğu yere. Göremeyince çantaları, üzülmüştüm tek başına taşıdı diye. Rahatlıyorum. Serkisoff kardeşliği! Zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem. Demir yolu aşkımın, her biri altın masallar niteliğindeki yolculuklarımın baş kahramanı adam. Küçük Ağa. Rahat uyu.


Hoşça kalın kornası çaldı, usulca kımıldadı tren. Gittikçe hızlanırken akıyor Kars'ın veda görüntüleri. Her şehirde olduğu gibi; inşaat.. inşaat.. inşaat... Yeni kalkınma göstergemiz. Rabbim sonumuzu hayır etsin. Çabuk bitiyor şehir. Artık alabildiğine beyaz. Uzak köyler, donmuş su havzaları, ağaçlar ve muhteşem gökyüzü. Düzlükler.. düzlükler...


Tam da burada, gelirken başımıza gelen bir şeyden söz etmem gerek. Yazmazsam tarih şapşallığımı affetmez. Kompartımanın kapısını açık bırakıyorum ben. "Cam kenarı feda olsun." demişim bir kere. İki yanı da görebiliyorum öte yandan. Aslında fotoğraf için avantajlı bir durum. Bir ara, Erzincan'a gelirken ve nispeten daha ova bir noktada, trenin sağ tarafında müthiş bir kar fırtınası olduğunu görüyorum. Belli bir noktadan sonra başladı. Uçuşan karlar muhteşem. Gelin görün ki sol tarafta tık yok. Güneş pırıl pırıl. Hava berrak.. hava sakin. Görüş alanı alabildiğine. Tren sanki hattı belirlemiş. Olağanüstü bir doğa olayına tanıklık ediyorum. Yalnız değilim ama. İki yanı aynı anda fotoğraflamaya çalışıyorum. Başarmak zor. İki foto ile kolaj yapmak mümkün. Yazıya koyacağım. Bunun heyecanı süper. Havam batsın.


Sonra uyanıyorum. Ampul birden yanıyor. Kars'a vardığımızda hala uyanmayanlar var. Muhteşem bir doğa olayının tanığıydılar! Trenin bir yanında şahane bir kar fırtınası varken diğer yanında güneş ve sakin bir hava. Sadece bizim çocukları uyandırdım, Ani Çıldır güzergahında konuyu açtıkları zaman. Lokomotifin önündeki küreyiciden savrulan karlardı bunlar. Rüzgar tersteydi ve trenin sağına nasip olmuştu bu yapay fırtına. Çok güzeldi ama! Çoooooookkk.


Güzergah insanları güzel. İçli dışlılar trenle. Mesela bu abi; göz göze geldik bir an. Fotoğraf çekiyorum o ara. "Ben ben.." diye muzipçe vurdu bağrına, anlaştık. Çektim pozunu. Gülüştük. El sallaştık. Şahaneydi.


Yazının devamı...

Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

*Başlık ve üç yazıda kullanılan, Beyaz... Uykusuz... Uzakta... Cemal Süreya'nın Kars adlı şiirindendir.

Fotoğraflar Nikon L23 ile...

27 Nisan 2016 Çarşamba

Kars Peynirleri ve Yeme İçme

Rötarsız sayılabilecek bir zamanda Kars'a varan Doğu Ekspresinden inip, otele sırt çantalarımızı bırakır bırakmaz Kars lezzetlerinin peşine düşüyoruz. Kars'a gidince ve konu yemek olunca aklınıza ilk ne gelir? Tabii ki kaz, di mi? Çünkü televizyonlardan ve okuduğunuz tüm Kars yazılarından etkilendiniz, bizim gibi. O zaman ilk akşam Vedat Milor'un izinden gidiyoruz. İstikamet Kaz Evi.

Otelden çıktık ve rastladığımız ilk kişiye sorduk. Takım elbiseli genç bir adam. İlgiyle tarif etti. Kolay. Atatürk Caddesinde ilk kez yürüyoruz. Faik Bey Caddesiyle kesişme noktasından sağa döndük ve bir kez daha sorduk. Emniyet Müdürlüğünün önündeyiz, tamam.. şimdi karşıya geçme zamanı.  Ara caddeye giriyoruz. İşte Kaz Evi. Mekan sakin. Kalabalık olur diye umuyorduk oysa. Az önce birileri kalktı ve bizim dışımızda "bizim çocuklar" var. Henüz tanışmadık.

İş yeri sahibi hanımefendi, Kars yemeklerini evlerden çıkarıp bir lokantaya taşıyan ilk kişi. Aynı zamanda dernek başkanı. Bir hanım ağa tavrı da var sanki. Yabancı olduğunuz da hemen anlaşılıyor zaten. Bilgilendiriyor. Konuşkan.


Kaz eti ve hangel ile başlamak niyetindeyiz. Kaz için menüde iki seçenek var: Kaz suyunda pişirilmiş ve tatlandırılmış ve de lezzetli bulgur pilavının üzerine didilmiş, görece daha yağsız, ağırlıkla göğüs etli olan porsiyon 30 TL...  60 TL olan ise daha yağlı kısımlardan, kemikleriyle bütün servis ediliyor ve biraz daha büyük bir porsiyon. Aslında kaz etinin bizim açımızdan ekstra bir anlamı yok. Sadece Kars'a gelip de kaz eti yemezsek eksik kalırız sanki. Bir de kıyaslama arzusu. Kaz tiridi geleneksel yemeği olan bir şehirdeniz sonuçta. O nedenle küçük olanı tercih ettik. Hangelse farklı geliyor. Soğanlar tam karamelize olmadan ama o tadı hissettiren bir eşikte bırakılmış, içsiz mantı hamuru tam kıvamında ve lezzetli. Soğan, yoğurt, hamur ve yağ birleşmesi, üzerindeki baharatlarla birlikte güzel. Çok beğendik. Yeni bir mantı tadı bu. Fiyatı 10 TL. İki kişi için, eğer tadım yapılacaksa yeterli bir seçim. Sundukları ekmekler, salata ve turşu da var sonuçta...

Tat alma da sonuçta görece bir durum. Biz muhteşemdi diye ifade edemesek de kazı, dışarı çıktığımızda  bizim çocuklar -üç kişi büyük porsiyon yemişlerdi- çok beğendiklerini söylediler. Hatta muhteşem dediler. Bunun da altını çizmek gerek.


Ertesi günkü tercihimiz Hanımeli. Kaz evinden dönerken dış görünüşüne bayılmıştık. Orada olma arzusu yaratıyor insanda. Ön izlemenin artısı ile mekandayız. Hanımefendi konuşkan, mekan kalabalık. Sıcak, hareketli, büyükçe ve görülebilen mutfakta kolektif bir çalışma var. Birleştirilmiş masalarda kalabalık bir grup, orta yaşlı ve neşeli. Kadınlı erkekli. O rakı mı? Evet rakı!


Masanın akademisyenlerden oluştuğu kanaatindeyiz. Muhtemelen bir tür çalıştay var üniversitede, dolayısı ile misafirler de... Kars yemeklerini tattırmadan olmaz!

Bir de akordeon var mekanda, asılı! Kaz eti istemedik. İfade ediş şeklimizden sonuçlar çıkardı sanki mekanın sahibesi. Anladık ki dertliler. Bazı mekanların Kars kazı yerine başka yerlerden (Tokat gibi) kaz getirttiklerinden söz etti. Dondurulmuş kaz kullandıklarının altını çizdi. Kazın aslında mevsimlik olduğunu vurguladı. Yağlanması  için soğuğa ihtiyacı olduğunu ve artan ziyaretçi sayısı ile doğru orantılı üretim yapılamadığını belirtti. Bunu Tuncay Bey'den de duyacağız daha sonra. Bizim için sorun değil. Zira bu akşam piti ile tanışma fikrindeyiz ve dün bayıldığımız hangeli bir de burada test edeceğiz.


Masaya önce, ikram kısmından, kuru üzümlü, neredeyse tuzsuz ve yağsız, Yasmin pirincinden pilav ve turşu geliyor. Pirinçler İran'danmış. Ekmekleri güzel. Üzümlü pilav ilginç. Ve piti!.. Konuyu çalışmıştım ama hanımefendi "Servisinizi ben yapacağım." diyor.. Benim için de bilgilerimi test etme fırsatı. Önce incecik lavaşları tabağa -eliyle-doğradı, sonra incik etini çatal yardımı ile lavaşların üzerine dağıttı ve onların üzerine de yemeğin suyunu gezdirdikten sonra nohutları döktü. İlk lokma.. ve olağanüstü bir tat. Ölmelik. Elbette ki safran* başrolde.


Mekanın bir özelliği de mutfaktaki kadınların hepsinin ev kadını olması, bir tür kooperatif oluşmuş burada. Kendi yemeklerini satıyorlar. Hanımeli'nin daha sıcak gelmesinin nedenlerinden biri de belki bu. Bize denk gelmedi ama -belki de ilerleyen saatte olmuştur-  hanımefendinin eşi akordeon çalıyormuş aynı zamanda. Rakı konusunda ise topa hiç girmedik. O grubun kendilerinin getirmiş olduğu fikrindeyiz.

Hangelse yine yaptı yapacağını; yassı makarna kalınlığındaki küçük kare hamurlar, üzerlerindeki karemelize soğanlar ve yoğurtla ve elbette baharatlarla muhteşemdiler.

  Atalay'ın Yeri'nden, "Sarı Sazan her balık gibi kesinlikle rakıyı çağırıyor. Göl de... Hani şöyle öğleden biraz sonra oturup akşam üzeri kalkmalık bi keyif için her şey var burada. Sarı Sazanlar çok kere okuduğunuz gibi kızgın ve bol yağda kızartılıyor. Balığın bol, çeşitli ve olması gerektiği kadar yağlandığı ve muhteşem pişirildiği bi deniz şehrinden gelmiş insan bilmişliği yapıp da sazan tipi göl balıklarına burun kıvırma ukalalığında bulunmayacağım. Zaten Sarı Sazan da buna izin vermiyor. Lezzetli, özgün pişirilmiş. Porsiyonlar bol, yanında salata ve turşu. Çatal bıçakla girişmeyin ama! Elle yemesi güzel. Bana kalkan balığını çağrıştırdı mesela.  Tadını çıkarmak gerek. Keyifli iş Atalay'ın Yerinde göle bakarak balık yemek." cümleleriyle bahsetmiştim zaten.

Kılıçoğlu Pastanesi'nin önce dışına sonra da içine bayılıyoruz. Ama içeri girip de tiramusuya dokunduktan sonra tüm hayallerimiz yıkılıyor. Pasta dolabındaki ürün genişliğini görünce uyanmıştık zaten. Sonuç itibari ile fabrika boyutunda ve Erzurum'daki merkezde hazırlanıyormuş ürünler. Bir -soğuk-zincir pastane hikayesi daha. Yine de oturmak keyifli. İki kahve eşliğinde sohbet ve dışarıdaki karın tadını çıkarmak güzel. Limonatadan söz etmiştim daha önceki yazılardan birinde; taze sıkılmış limonsuyu tatlandırılmıştı, her ne kadar su ile yapılan klasik limontayı tercih ediyorsak da güzeldi. İlginç geldi. İkinci gidişimizde yediğimiz keşkül ve cheesecake ise seri imalat kurbanıydılar ve  hiç güzel değillerdi.



Ve..ve..ve!  Kristal Yemek ve Döner Salonu: Şahane bir esnaf lokantası. Kelimenin tam anlamıyla bayıldığımız mekan. Emindik ve yanılmadık.

Dersini çalışmış, önceki akşam Hanımeli'nde sunumu izlemiş biri olarak kendimden emin bir edayla kimseye elletmeden piti servisini ben yapıyorum; herkesin bildiği ve her yerde olduğu gibi.


Fakat gelin görün ki Talip'e beğendiremedim bunu. İlk onlar yapmışlar pitiyi, bundan 60 yıl önce. Mucidi** onlarmış. Diğerleri sonradan türemiş. Çamur etmişim lavaşları.

İlk lokma... Gurmeler gibi.. hissedelim bakalım. Söylenebilecek tek şey muhteşem bir lezzet olduğu. En güzeli bu. Kesinlikle! Diğer pitinin içindeki incik bütündü. Burada parçalanmış halde ve etler kemiklerle birlikte. Bu da iliklerinin suya karışması demek. Turistik mekanlarda, belki de müşteri tercihleri nedeni ile kullanılmayan kuyruk yağı, kemiğin suyu, eriyen ilikler, domates, biber, patates ve safranının birleşmiş hallerinin ortaya çıkardığı kolektif tat olağanüstü. Nohutlar sanki aynı tornadan çıkmış. İriler ve çok şahane bir kıvamda pişmişler. Olağanüstü bir yemek keyfi. Ötesi yok.

Ardından döner sipariş ediyoruz. Güzel ama olağanüstü değil! Belki de pitinin etkisi ile kimbilir? Bunu söylüyoruz açıkça. Gerekçelerini ise haklı buluyoruz. Yine deneyeceğiz ama, tam öğle vaktinde. Kesme aşı üzerine konuşuyorduk sohbet esnasında. O gün yapmışlar meğerse, teklif ediyorlar. "Doyduk, yarın yeriz." diyoruz. Yarın menüde olmayacağını söylüyor Tuncay Bey. İkram ediyorlar. "Tadımlık olsun." diyoruz. Olağanüstü bir lezzet daha. Rastgelirseniz, yarım porsiyon olmak koşulu ile açılışı onunla yapın. Kesinlikle burada tadın ayrıca.


Ertesi gün bir kez daha Kristal'deyiz, tam öğle vakti. Otelden çıkarken burayı önerdiğimiz çift gelmişler dün akşam. Daha kapıdan girer girmez söylüyorlar. Gururlular. Bu kez emir komuta Talip'te. Yufka kadar ince lavaşları tabağa eliyle doğradı. E ben de öyle yaptım. Suyu yufkaların üzerine döktü ve orada kesti. Havalı havalı uzaklaştı. Usul önce yemeğin suyu ile ıslanmış incecik lavaşları yemekmiş, ardından kalan yemek tabağa dökülüp yenirmiş, lavaşlar "çamur olmasın" diye.  İkiye bölündük bu kez. Ben yemeğin suyu ile beslenmiş lavaşlarla birlikte diğer malzemeyi yemeyi daha çok sevdim. En bayıldığım yol arkadaşımsa önce ıslanmış lavaşların yendiği şeklini. Her ne şekil olursa olsun, buradaki pitinin üzerine piti ta-nı-mı-yor-uz.


Ve döner... Dün kaçınılmaz bir biçimde ve işlerin nispeten düşük olduğu bir döneme denk geldiğimiz için  beklemenin etkisiyle yağını nispeten kaybetmişti. Bugünse muh-te-şemdi. Çok iyi dönercilere sahip iki farklı şehrin iki insanı olarak, ba-yıl-dık. Kesinlikle Kristal'e uğrayın. Üstelik çayları porselen altlıklarla ikram ediyorlar. Porsiyonları bol fiyatları uygun. Döner dahil etli yemeklerinin porsiyonu 15 TL idi. Birer porsiyon söylediğinizde iki kişi rahatlıkla doyarsınız. Olmadı bir daha söylersiniz. Piti ritüeli konusunda ise karar sizin!


Peynirlerimizi hemen Kristal'in karşısındaki Büyük Zavotlar'dan almaya karar vermiştik daha önce.  Fabrikanın satış mağazası. Eve döndüğümüzde, eski kaşarın kenarından geçmeyenlerin elinden zor aldık peynirleri. Gravyerleri muhteşemdi. Çeçil de nispeten tuzlu olmasına rağmen diğerlerinden aşağı kalmadı. Ailenin tüm fertlerinden 10 üzerinden 10 almayı başardı peynirler. Ama mezelik diye satılan baharatlı gravyer bir rüyaydı sanki. İnternet üzerinden satışları var, fakat mezelik denilen özel gravyer için telefon açmak gerek sanırım. Sitelerinde görünmüyor çünkü. Gravyer için bir tavsiyem de şu olur: Dolapta saklarsanız, çıkarıp küpler halinde doğradıktan sonra oda sıcaklığında bir süre bekletin. Doğal yağının açığa çıktığını ve peynirin yumuşadığını göreceksiniz.



Serinin devamı için buradan lütfen

 Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.


 *Ayırd etmek çok zor da olsa tüm mekanlarda muhtemelen zerdeçal kullanılıyor, safranın fiyatından kaynaklı olarak.. Bu bir lezzet kaybına sebep olmuyor. Zerdeçal da Hint safranı sonuçta.
  
**Bozbaş denilen geleneksel yemeğin farklı  yorumu.




23 Nisan 2016 Cumartesi

Sen kaç yüzyıldır burada bakkalsın be Vahit Abi

05/02/2016

Eski bankanın karşısındaki eski iki binadan biri Orman'la ilgili sandığım bir kurumun. Yanından geçip sağa dönüyoruz. Sabah kuşları kar yüklü ağaçların üstünde, cadde sessiz. Bir an binanın arka yüzü dikkatimizi çekiyor ve hiç de yabancı gelmiyor desenler. Burası Kar's Otel. Durmuştuk aslında üzerinde, cezbedici de gelmişti. Olabilirdi de. Ama biraz da hissiyat tercihimizi kesinleştirmişti. Fotoğraflarının aksine daha silik geldi o an. Pişmanlık yaşamadık. Yazın nasıl olur acaba? Konumu da güzel!


Yola devam. İnsana burada yaşasaydım bu okulda okurdum dedirten İsmet Paşa İlköğretim Okulu. Her okulun olduğu yerde bir bakkal amca da olmalı di mi ama? Lakin biz Kars sürecinin en keyifli anlarından birini yaşayacağımızdan henüz habersiziz. Öyle odaklanmışız ki  Yusufpaşa Camisi'ne ve  onu sanki bir tabloda tamamlasın diye dibine yerleştirilmiş içinden ağaç çıkıyor sanılası eve... Onu göremiyoruz. Aslında gördüm!


Soğuk susatıyor, ağzımız kurudu. Vaha dedikleri bu olmalı.  Kesinlikle bir rüya. Henüz sabahın erkeni ve sanki kırpıştırmak gerek gözleri. Olamaz. Ama oldu! Yalnız cami ve ev birlikte çok hoş. Çekmeden bırakılmaz. Onların hemen yanında ise "işte budur" dedirten ev. Mavileri asla kaçırmayan, mavi aşkı tavanda birisinin deklanşöründen olmalı kesinlikle. Önce bakkala mı girsek acaba?

Hiç bir müzede, hiç bir objenin önünde olmadığımız kadar vitrininde kalıyoruz. Ne garip ki Karadeniz'in ücra bir köşesindeki de bu da mavi.* Eski bakkalların hepsinde mutlaka mavi var mıdır ki?


Bir masalın kapısını aralayıp da içine girer gibi giriyoruz dükkâna. Kapının hemen yanındaki sobanın başında ısınan bir genç adam var. Üzerindeki montun ambleminden anlaşılıyor ki dışarıdaki araç onun.  Abiyi sevdiği belli. Sobanın üzerinde çay.

Abi çok kibar, ayağa kalktı.

"Bir su lütfen."

İki de meyve suyu alıyorum raftan. Çocukluk gibi. Muhteşem bi an. Daha çok şey almak geliyor içimizden. Bütün paramızı buraya döksek mutlu olacağız gibi. O an duruyorum. İki duygu bir arada.  İnayet kısmına fren yaptırıyorum. An'a yakışmadı.

 "Ne  kadar?"

Şu an hatırlamıyorum ama şaşırtıcı gelecek kadar düşük bir fiyat. 2.25'di, hatırladım. Bir liraları veriyorum ve küsurat için bozuk arıyoruz. İstemiyor. "Misafirsiniz," diyor. Almamakta ısrarcı. Masasının üzerine bırakıyoruz.

 

"Adın ne abi.?"

"Vahit."

"Abi sakın bu dükkânı bozma, sakın ama."

Gülümsüyor. Niyet etmiş gibi. Sanki sonra vazgeçmiş. İlgi odağı olduğunun farkında. "Fotoğrafını çekebilir miyiz?" diye soruyoruz. Kabul ediyor, alışkın sanki. "Bir yazıda kullanacağım ama! Yayımlayacağım."   Havasını atıyor: "Turuncu Dergisi çekti, dergiyi göndereceklerdi güya. TRT çekim yaptı, uğrayan çok oluyor." Amblemli montu olan genci de çağırdı yanına "Gel, sen de çık." dedi, poz verirken. Çekingen geldi diğeri, biraz utangaç. Ama istekli de. Şöhret olmanın dayanılmaz sevinci.

Raflar rengârenk. Bilmediğim markada kekler, bisküviler, çikolatalar, meyve suları. Acaba lokum ile açık bisküvi de var mıydı?


Üzerinde bulunduğumuz Gazi Ahmet Muhtar Paşa Caddesi'nin Şehit Hulusi Aytekin Caddesi ile kesişme noktasındaki Tuncay Güvensoy tarafından restore ettirilmiş, sırf boyalarının yeniliğinden kaynaklı olarak caddenin tamamında ayrık otu gibi kalan ve bu nedenle şefkatimiz eksik evin önündeyiz. Kaleden çıkıp da yürüdüğümüz gün çekmediğimiz fotoğraflarını çekiyoruz. Bir kaç yıl daha geçtikten sonra, biraz eskiyince boyaları sanki, caddeye ait olacak yeniden. Sırtımızı yasladığımız duvarın ardındaki ev ise hayal kurdurmalık. Meyve suyumu bitirdim. Susuzluğumu artırmaktan öte bir işe yaramadı.

  
"Vahit Abi'de yapmalıydık kahvaltıyı." Aynı anda çıkıyor kelimeler ağzımızdan. Gramla kahvaltılıklar almalıydık ondan. Ekmek dolabından da bir ekmek. Sobanın üzerinde kızartmalıydık ekmek dilimlerini. O dilimlerin üzerinde olmalıydı yağ ile reçel. Mutlaka helva olmalıydı gazete kağıdından sofranın üzerinde. Sobanın üstündeki demli çayla çıkarmalıydık sabahın keyfini.

Ukdelerimizin en acı vereni bu. Neler konuşurduk oysa... ne anılar dinlerdik ondan. Kaç mezun öğrenci ziyaret ediyordu onu mesela. Kaç kişinin anılarından yazıya dökülmüştür kim bilir. Hiç karşılaştık mı kaldırımın bir kenarında mesela. Mahallemiz aynı sonuçta!


Günün neredeyse tamamında Vahit Abi var. İnsan bir Kars belgeseli çekse ve o belgeselin içinde ötekilerden tümüyle farklı, daha sıcak, daha sempatik olarak kesinlikle öne çıkar Vahit Abi. O belki de bu ülkenin tüm eski eserleri ve geleneğinin var olan örneklerinin en değerlilerinden biri. O bir bakkal amca yahu! Daha ne olsun! Üstelik de şehrin görece sessiz ve zamanın durduğu bir bölgesinde en önemli kültür simgelerinden biri olarak kanlı canlı var. Ahhh bir de sömestir tatilinde olmamalıydık ki... Görebilseydik keşke zilin ardından dükkâna doluşan  derse yetişme telaşındaki çocukların aceleci seslerindeki "Vahit Abi Vahit Abi," nidalarını...


Otelin bol çeşitli, güzel manzaralı salonunun gerçek bir kahvaltı zevki yaşatan tadına rağmen, içimizdeki tokluğun verdiği pişmanlık arş-ı âlâda. An itibari ile Kars'ta yapılacaklar listemizin en başında Vahit Abi'de  kahvaltı var. Belki de ondan alınacak domates, salatalık, peynir, zeytin, karpuz ve yaz helvası eşliğinde bir öğlen yemeği... Mavi pencereli evin bahçe duvarının üzerinde oturarak olmalı kesinlikle.


İyi ki Çocuk Kütüphanesi yapılmış güzel binayı da geçtikten sonra; tatlı yokuşun üst kısmında, Kafkas Haber Ajansı'nın ofisi ile karşılaşmak şahane. Aşinayız birbirimize. Bir yazımdan (Göğceli Cami) isim vererek yapılmış bir alıntının kullanıldığı, bu konu üzerinde araştırma yapan, Kafkas Üniversitesi'nden bir akademisyenin makalesini yayımlamışlardı, eski sayılarından birinde. Tesadüfen görmüştüm nette. Uğrasak mı? İstiyoruz, demli bir sabah çayı ve sohbet güzel olabilir. Ne yazık ki henüz açan olmamış ofisi. Yalnız, yolunuz düşerse Kars'a, kesinlikle yerel gazetelerden almalısınız. Çok pişmanız... Eksiğiz.

Kapının önündeki polis kulübesini ve keyifli sohbetin dibine vurmuş, ince belli bardaklardaki çaylarının tadını çıkaran misafir polisleri görünce,  "Fotoğraf çekebilir miyiz?" diye soruyorum. Yüzlerindeki ifade muhteşem bir şaşkınlık. "Tabii ki." deyip sohbetlerine devam ediyorlar. Valilik sanmıştım da! Oysa Ticaret Odasıymış. Valilikse üç fotoğraf yukarıdaki sarkıtlarına dikkat edilesi Baltık  tarzı mimarisi ve geniş alanı ile göz dolduran sarı renkli bina. Bu paragrafın üstündeki ise üzerine pek de espri yaptığımız, tabelasındaki ifadeye bayıldığımız, Bakü tecrübeli yol arkadaşımın  gözlemleri üzerinden -güzel- nedenini kavradığım  Azərbaycan Respublikasının Qarsdakı Baş Konsulluğu. Hemen yanındaki güzel bina ise önündeki kaldırımsızlıkla güzel Halk Sağlığı Müdürlüğü.

Hemen önündeki bozulmuş asfaltın kenarında kalan, çakılla karışık toprağın üzerinde oluşmuş cam gibi buzların altından kıvrılarak akan minicik ırmakları izlemek çok keyifli. Ne kadar kaldık, kaç poz fotoğraf çektik bilmiyorum. Yusufpaşa Mahallesi, dolayısı ile Ordu Caddesinin tamamı, Faik Bey Caddesi ile birleştiği noktaya kadar kesinlikle zamanın dışından bir alan. En güzel golü ise en esprili mekân seçtiğimiz "adıgüzel" bir kafe atıyor.


Tam karşısındaki binanın önünde uzun kalıyoruz, bayıldık. Terk edilmiş, tüm ayrıntıları, o ayrıntılardaki incelikli işçilik muhteşem. Etrafa bakınıyoruz bir yandan. Plan yapıyoruz. "Yardımcı olabilirim." diyor genç adam.  Kars'ın acemisi sandı bizi. Marşı basıyor ama bir türlü çalışmıyor araba. Şık bir pick-up'ı var. Üst model. Güçlü bir araba. Bir arkadaşı ile uğraşıyorlar, uzun süredir. Teşekkür ediyoruz, yardım önerisi için. Arabanın sorununun teşhisi ve çözümü ise bende var. İşim bu benim. Hava sert, mevsim kış. Kesinlikle çok yardımsever şehrin halkı, neredeyse sorduğunuz yere elinizden tutup götürecek derece.


Bir kez daha Faik Bey Caddesi'ndeyiz. Karabağ Oteli'nden, Büyük Migros'un önünden, peynir alışverişini ondan yapmadığımız ama  her gün gördüğümüz, caddenin köşesindeki direkte asılı "Tarihi Zavotlar" reklam tabelasından sola, Atatürk Caddesi'ne dönüyoruz. Serka'nın önünden bilmem kaçıncı kere geçiyoruz. Kesinlikle güzel bina. Her akşam vitrininde kaldığımız tükkândan alışveriş yapma günü. Yarın sabah Kars'a veda. Bu şirin tükkana girdiğimiz an bilgisayarın başındaki üçüz olmaları muhtemel ama kardeş oldukları kesin gözlüklü çocuklara bayılıyoruz.  Alışveriş. "Tükkân" sahibesi ile sohbet. İç taraftaki beklenmedik kafe'sine bayım bayım bayılma derken... Oteldeyiz. Tekrar çıkacağız otelden ama! Migros Jet'den şarabımızı, peynirleri kargoya verdirdiğimiz peynirciden de yolluklarımızı almak üzere... Neredeyse 10 kilometrenin altında kalacaktık bugün ilk kez. Neredeyse!


Yazının devamı

 Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

 *Karadeniz'in ücra bir köşesindeki bakkal yazıdaki 7.fotoğraf, görmek isterseniz, buradan lütfen

Fotoğraflar Nikon L23 ile..


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP