seyyah olduk bu alemi gezeriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyyah olduk bu alemi gezeriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Ekim 2021 Salı
Bu Bir Şehire Yazılmış Mektuptur
Daha ne olsun vurgusu, söz konusu bu küçük ve şirin şehir olunca bir yeterlilik, bir doyum ifadesi olarak anlam bulamıyor. Onun bir arzusu var; tamam noktasına getirene kadar sizi, bırakmamak. Dönüşe başladığınız anda özlediğiniz, tez zamanda dönmek arzusu ile yeni planlar yaptığınız bir duyguyu yanınıza ekleyerek uğurluyor sizi. Çok misafirperver ve asla sizi boş bırakmıyor. Zorlayıcı, göze sokulası bir kibarlıkla değil, aksine görmüş geçirmiş bir edanın yumuşak, gerektiğinde müdahil ama çoğu zaman sizi kendi halinize bırakan ve uzaktan uzağa, size sezdirmeden ama sıkıştığınız anda yanınızda biten ve yolu gösterip çekilen bir olmuşluğu var. Şu an onun şefkatine sığınmış, utangaç bir edayla yazıyorum bu satırları. Hayatımızın en özel izler bırakan iki gününü orada yaşadık oysa. Eğer başladığım gibi sürdürebilseydim onu anlatmayı, çok eminim ki küçüklüğün aksi büyüklükte ve sayıda, kısacası bir şehiri anlatmak konusunda rekor yazı dökerdim ortaya. İhmal ettim. Ama aradan onca zaman geçmesine rağmen sıcağını hissediyorum. Belki bilgisi eksik ama duygusu tazecik bir yazı olacak. Yazmazsam, benim ve ennn sevdiğim kadının, ona dair duygularına ve her saniyesinde zıp zıp zıplanan bir yaşanmışlığa ihanet olur. Bu biraz duygusal bir yazı, bir şehiri tanıtma yazısından öte bir mektup; yüzüne bakamadığım için ona hitaben değilmiş bir üslupla yazılmış ve görebileceği bir taşın altına, akıp giden zamana bırakılmış bir mektup.
Diye başlamışım ve orada kalmışım. Çok yoğun bir iş döneminde iki günlük bir nefes planıydı. Bir gece ve iki gün! Nasıl dolu dolu ve şaşırtıcı... Sanki yüz yıldır oradaymış gibi samimi, öte yandan da şimdiki zamandan geri dönülmüş gibi bir lezzetti. Oysa aşağı bırakacağım linkle gidilecek yazıda anlaşılacak ki yabancımız değildi. Şaşırtıcı bir duyguydu. İlk kez tanışıyormuş gibi. Sımsıcak ve sıfır kilometrede bir Aşk.
Ne lezzetlerine doyabildik. Ne zamana...
Ne müzelerine, ne sokak aralarında geri sardığımız kaç katmanlı zamanlarına...
Evlerine, camilerine, türbe ve ibadete koşan siyah çarşaflı kadınlarına, ne de ince işlemeli ahşap konak kapılarına...
Her sokakta bir başka zaman çıktı önümüze. Her müzeye çevrilmiş konağa ya da camiye girdiğimizde sanki bir zaman sıçramasıyla uçuverdik gülsuyu kokan günlere.
Terk edilmiş konakların önünde kaldık, alacakaranlıkta ve buzlar içinde vardık, balık gözü mercekle fotoğrafladık perili köşklerini.
Ürpertici ama dost öyküler yazdık, Cumhuriyet kokan binalarında.
Saat kulesine çıkarken çok güldük kendimize. Buz tutmuş merdivenlerden sakınımlı adımlarla korkuluklarına tutuna tutuna çıktık. Sonra bu manzaraya bu emek değer dedik, bir kaç saat önce onunla olduğumuz karşı tepedeki kaleye kuş uçurduk.
Dibindeki kafeye bayıldık; kahvelerimizin yanına manzara kattık.
İnişi arkasındaki yoldan yaptık ve şaşırdık; sanki bir başka mevsimdeyiz sandık.
Tıpış tıpış iniyorduk bahar gelmiş sokaktan ki; işte budurun önünde çakıldık. Muhteşem -perili- evle duvar yazısının arasında kaldık.
Evet şapka? Şapkalar!
Orası bir müze. Daha doğrusu müzeler cennetindeki bir müze. Şehir merkezinin uzağında ama yürümek çok keyifli. Vedat Tek. Bir mimar. Muhteşem bir kompleks. Vedat Tek Kültür Merkezi. Silah, Şapka, Dantel, Bebekler ve Oyuncak-lar. Son derece güzel düzenlenmiş bir alan ve muhteşem bir bina ve alana dağıtılımış müzeler.
Hepsi özel!
Saatler yetmedi dersem anlayın. Ahh bir de buraya şehrin ortasından yürüyerek gelmenin keyfi; yol üstünde rastlanan, insana buralara kadar mı geliyormuş diye düşündürten, önce gemileri akla getiren sonra o oyukların ev olduğunu hissettiren kayalar. Her adımda bir sürpriz. Çağlar arasında yolculuk. Açık havada müze bir şehir.
Kentle bütün geçmişim sıfırlanmış ve sanki herşey sıfırdan bugün. Yeniden tanışıyoruz.
Şaşırtıcı?
Bütün o müzeler, sergi salonları; bu muhteşem, çoookkkk keyifli alanın içinde. Kimlerin şapkaları yok ki müzede. Göz nuru danteller bir ışık yakıyor. Kalbim çarpıyor. Annemin iğne oyaları geliyor aklıma. "Bu müze onları hakediyor," diyor içsesim. Coşuyorum. Fikrimi Enn Sevdiğim Kadın'a açıyorum ve eve döner dönmez ilk iş kardeşlerimle paylaşıyorum.
Sonra dediğimle kalıyorum.
Unutmuyorum.
Aramıza başka seyahatler ve sonra da pandemi giriyor.
Şöyle bir hayal kuruyorum ve sırf bu yüzden bugün dördüncü aşı randevumu alıyorum.
21 Ocak 2017'nin seneyi devriyesinde...
Bir kez daha...
Evet bir kez daha ve yine bir gezgin olarak, hiç görmediğimiz bir şehir tadıyla orada olmak
Ondan özür dilemek ona sarılmak, sokaklarında nefes almak ve geçmişinde kaybolmak.
Sonra günün içine dağıtmak lezzetlerini. Aynı konakta, aynı odada kalmak ve dede ile babannenin sedirinin üzerinden bakmak gecenin ışıklarına...
İstiyorum...
On yazılık duygu yaratan ama iki yazıda kaldığım ve devamını sıcakken getirmeyişime üzüldüğüm, bize en çok fotoğraf çektiren şehire yaklaşık beş yıl önce yazılmış ve devamı getirilmemiş iki yazı tam da şurada.
Etiketler:
Kastamonu,
seyyah olduk bu alemi gezeriz
2 Temmuz 2021 Cuma
Sabah Ekmek Kokuyor
Öncesi
Yüzlerde boş bir ifade. Bu adam ne diyorcasına şaşkın bakışlar...
Tekrar soruyorum.
Hamur yoğuranlar, kasadaki adam adını ilk kez duydukları bir ekmeğin şaşkınlığı ile boş boş bakıyorlar hâlâ... Donuk bir an. Kocaman bir söz boşluğu. Şaşkınlık. Fırının sıcağı vursa da ekmek kokusuyla birlikte yüzlerimize, sabahın erkenindeki bu an sanki rüya. Altını çiziyorum bir kez daha: "Buradan aldım, alıyordum, burada tanıdım, bildim ekmeği ben..."
Tık yok.
Kendimden şüphe duyuyorum. Sanki zihnimin bana bir oyunu. Bir yanılsama... Öylesine boş bakışlar. Anlatıyorum, anlatıyorum... ama nafile. Unutturulmuş! Rüya şaşkınlığıyla çıkıyorum dışarı. Sabahın ayazı vuruyor yüzüme. Başka başka fırınlara da soruyoruz. Yok. Sanki hiç olmamış. En son ne zaman aldığımı bilmiyorum. Oysa zaman dün almışım gibi; zihnim bir boşluktan bakmıyor, son anla soruyor elbette... Ama yine de nasıl hatırlamaz 30'lu yaşlar civarındaki bu insanlar? diye düşünüyorum. 5-6 yaşlarında ilk kez gittiğim babamın tamirhanesinde içtiğim, soğusun diye önce çay tabağına boşaltılmış oraleti bile hatırlayan ben, şaşkınım. Üzülüyorum. Burası Havza; kurtuluşa giden yolda önemli bir kavşak. Atatürk'ün ayak izleri var. Bulunduğumuz noktanın daha yukarısında biraz sonra uğrayacağımız ev; O'nun Sivas, Erzurum öncesi kaldığı, belki uyumadan ya da bir kısa kestirme ile kongrelerde yapacağı konuşmaları düşündüğü, son notlarını aldığı ev ve o ekmekle, Ata Ekmeği ile yaptığı kahvaltı, ne olacak?!
O ekmek sanki burada hiç olmamış...
Keyfim sabah ayazında buz kesiyor, sonra yere düşüp parçalanıyor.
Sonra bir gün, aradan geçen epey zaman sonra bir sabah semtimdeki, sevdiğim ve her zamanki fırınıma ekmek almaya gidiyorum. Yeni ve zenginleştirilmiş bir tabela asılmış; yeni sahibi olduğunu düşündüğüm kişi o tabelaya bakıyor, fırının adını değiştirmemiş. Dikkatimi çeken bir detay var; ürün yelpazesi içinde onun adı. Ata Ekmeği. Soruyorum. Yapmayı istiyor, heyecanı var. Kıpır kıpır. Havza'da yaşadığım andan söz ediyorum. Daha da coşkuyla anlatıyor. Özel bir ekmek olduğunun altını çiziyor. Doğal yöntemlerle yoğrulmalı, katkıları var ve doğal, ve en önemlisi Karakılçık buğdayından un olmalı ama gerçek bir değirmende ya da eski usul bir un fabrikasında özüne sadık kalarak üretilmeli... "Bulacağım ve yapacağım," diyor. Bilen biriyle rastlaşmanın mutluluğuysa heyecanını harlıyor, "Senin için yapacağım," diyerek de gaza basıyor.
Enn Sevdiğim Kadın'ı ekmekle tanıştıramamış olmanın üzüntüsü içimde. Heyecanlarım golü yedi tamam ama en çok yok oluşa ve belki de kısa bir zaman dilimi içinde hatırlanmayacak kadar unutuluşuna üzülüyorum. Bir gelenek yok oluyor... Atatürk Sivas'a gittiğinde de, Erzurum'da da ona bu ekmek yapılıyor. Oysa bu bölgede Ladik gölünden çıkıp Havza üzerinden Yeşilırmak'a giden, bütün ırmaklar kuzeye akarken o inadına güneye akan ve bu nedenle de adı Tersakan olan gürül gürül çay üzerinde ve yemyeşillikler içinde sıra sıra değirmenler var. Sonra usulca usulca yerlerini büyüklü küçüklü fabrikalar almaya başlıyor, sonra tepeden geçen bir duble yol yapılıyor ve yeni Türkiye düzeninde bir sürü özel şey göz önlerinden ideolojik yaklaşımlarla usul usul kalkıyor. Sanki bilinçli bir kıskançlıkla unutturuluyor.
Çarpık yapılaşmanın içinde yenilenmeye çalışılan evlere ulaşınca fabrika ayarlarıma dönüyorum. Gözlerimizi çirkinliklere off konumuna getirip ruhumuzu diriltiyoruz. Irmak kıyısındaki diğer pazar yerini geziyor oradan taş binasıyla sevimli ilkokula yürüyoruz. Bahçe duvarına çıkıp pencereye adımını atıyor ve sınıfın içine bakıyor enn sevdiğim, aynı zamanda bir afacan olan kadın. Bu an kaçmaz! Elleri ile demire tutunmuşken ve dikkatle adımını pencereye atmak üzereyken... klik. An artık zihnimde ve bir fotoğraf karesinde... Çok eğleniyoruz. Yeni okul binasına da selam çakıyoruz ki eğitim şart. Bu eğlenceli adımlarla taş döşeli ara sokakları ve eski bir kaç evi daha talan ederek tepeye, şifalı sular, oteller ve hamamlar bölgesine doğru tırmanmaya başlıyoruz.
Bu sevimli ve virajlı yokuş üzerinde bayıldığım bir şey var: İlçe itfaiyesi. Minik bir binanın altındaki mini garaj ve orada bekleyen iki aracın bana oyuncak hissi veren hali her seferinde çocuk sevinçlerimi zıplatıyor ve çok mutlu ediyor beni. Onun hemen köşe başında da Atatürk'ün kaldığı ev. Elbette müze. Şu saatte kapalı ama merdivenlerini çıkıp pencerelerinden içeriye göz atmamıza engel değil bu...
Ve tam hamamlar, oteller ve güzel camiler bölgesine varmak üzereyken; yeşile çalan köy mavisi tonlu pencere ve kapı ahşapları muhteşem, içerisi her daim loş, taban döşemeleri mazotlu tahta, manzarası panoramik, kadim bir kahve var. Müdavimleri ve çerçevelerle aynı tonda ama daha mavi simit sandığı ile o kadar geçmişten ve o kadar tatlı ki... Önünde mini bir havuz, elbette fıskiye, çam ve şahane söğüt ağaçları... Kuşbakışı Havza. Az sonra varacağız. Loş ve bir kaç yaşlının olduğu iç kısma geçeceğiz, vadiyi gören kenar pencerelerden birinin önündeki masaya oturacağız; soba çıtırdıyacak ve ben "İki çay lütfen," diyeceğim. Sonra da kapının hemen yanındaki minik, camekanlı tezgahtan dumanı üstünde iki simit alarak çayların yanına ekleyeceğim.
Son virajı bu hevesle dönüyorum. O da ne?!! Yok. Yıkılmış ve yerinde betonu bol ucube bir park oluşmuş. Ağızlarından ecdat lafını düşürmeyenlerin gazabına uğramış... Issızlık!
Yılmıyor, gözlerimizi off yapıp çirkinliklerden azade kılıyor, uçurumun kenarına yanaşıp ardımızda o kahve varmışçasına ilçeye ve uzaklarına bakıyoruz. Önceki yazıda fotoğrafı olan perili köşkse bizi bizden alıyor. Nedense o an zihnimde Rock Müzik çalıyor. Bir pansiyonmuş anladığım... Ne de yakışmış doğaya ama zevk yoksunu, içinde hamamları da olan yeni ve çarpık otellere yenik düşmüş. Oysa orada kalıp, eski hamamlardan birine gidip, sonra dönüp o evde uyumanın keyfi ne de güzeldir! Eski hamamlar yeni yapılmış otellere nazire yapıyor. Hakeza kadim, kasılmayan, zarif ve sıcak camiler de yenilerine... Bu minvalde en tepeye varıyor, oradaki türbe ve minik külliyeyi ziyaret edip dualarımızı ediyor. Biraz daha geçmiş soluyor. Sonra da kardeşle buluşmak için başka başka sokaklara ve güzel evlere dala dala geri dönüyoruz.
Merzifon girişinde, tam garajların önünde kardeşle vedalaşıyor, otogarın kenarındaki çocukluktan beri bayıldığım kırık dökük ahşap dükkânlı, ağaçları güzel mini bulvardan yürüyor, Ankara tadı veren otelin fotoğrafını çekiyor, o esnada bir Merzifon gecesi düşlüyor, ilçenin dinamizmine, yani merkezine doğru ilerliyor ama bir boş dükkanın önünde mecburen kalıyoruz. Bir zamanlar BİM olduğunu anlıyoruz. Cama yapıştırılmış sızlanmayı okuyor, okudukça bir karakter tasavvur ediyor, güldükçe gülüyoruz.
Yüzlerde boş bir ifade. Bu adam ne diyorcasına şaşkın bakışlar...
Tekrar soruyorum.
Hamur yoğuranlar, kasadaki adam adını ilk kez duydukları bir ekmeğin şaşkınlığı ile boş boş bakıyorlar hâlâ... Donuk bir an. Kocaman bir söz boşluğu. Şaşkınlık. Fırının sıcağı vursa da ekmek kokusuyla birlikte yüzlerimize, sabahın erkenindeki bu an sanki rüya. Altını çiziyorum bir kez daha: "Buradan aldım, alıyordum, burada tanıdım, bildim ekmeği ben..."
Tık yok.
Kendimden şüphe duyuyorum. Sanki zihnimin bana bir oyunu. Bir yanılsama... Öylesine boş bakışlar. Anlatıyorum, anlatıyorum... ama nafile. Unutturulmuş! Rüya şaşkınlığıyla çıkıyorum dışarı. Sabahın ayazı vuruyor yüzüme. Başka başka fırınlara da soruyoruz. Yok. Sanki hiç olmamış. En son ne zaman aldığımı bilmiyorum. Oysa zaman dün almışım gibi; zihnim bir boşluktan bakmıyor, son anla soruyor elbette... Ama yine de nasıl hatırlamaz 30'lu yaşlar civarındaki bu insanlar? diye düşünüyorum. 5-6 yaşlarında ilk kez gittiğim babamın tamirhanesinde içtiğim, soğusun diye önce çay tabağına boşaltılmış oraleti bile hatırlayan ben, şaşkınım. Üzülüyorum. Burası Havza; kurtuluşa giden yolda önemli bir kavşak. Atatürk'ün ayak izleri var. Bulunduğumuz noktanın daha yukarısında biraz sonra uğrayacağımız ev; O'nun Sivas, Erzurum öncesi kaldığı, belki uyumadan ya da bir kısa kestirme ile kongrelerde yapacağı konuşmaları düşündüğü, son notlarını aldığı ev ve o ekmekle, Ata Ekmeği ile yaptığı kahvaltı, ne olacak?!
O ekmek sanki burada hiç olmamış...
Keyfim sabah ayazında buz kesiyor, sonra yere düşüp parçalanıyor.
Sonra bir gün, aradan geçen epey zaman sonra bir sabah semtimdeki, sevdiğim ve her zamanki fırınıma ekmek almaya gidiyorum. Yeni ve zenginleştirilmiş bir tabela asılmış; yeni sahibi olduğunu düşündüğüm kişi o tabelaya bakıyor, fırının adını değiştirmemiş. Dikkatimi çeken bir detay var; ürün yelpazesi içinde onun adı. Ata Ekmeği. Soruyorum. Yapmayı istiyor, heyecanı var. Kıpır kıpır. Havza'da yaşadığım andan söz ediyorum. Daha da coşkuyla anlatıyor. Özel bir ekmek olduğunun altını çiziyor. Doğal yöntemlerle yoğrulmalı, katkıları var ve doğal, ve en önemlisi Karakılçık buğdayından un olmalı ama gerçek bir değirmende ya da eski usul bir un fabrikasında özüne sadık kalarak üretilmeli... "Bulacağım ve yapacağım," diyor. Bilen biriyle rastlaşmanın mutluluğuysa heyecanını harlıyor, "Senin için yapacağım," diyerek de gaza basıyor.
Enn Sevdiğim Kadın'ı ekmekle tanıştıramamış olmanın üzüntüsü içimde. Heyecanlarım golü yedi tamam ama en çok yok oluşa ve belki de kısa bir zaman dilimi içinde hatırlanmayacak kadar unutuluşuna üzülüyorum. Bir gelenek yok oluyor... Atatürk Sivas'a gittiğinde de, Erzurum'da da ona bu ekmek yapılıyor. Oysa bu bölgede Ladik gölünden çıkıp Havza üzerinden Yeşilırmak'a giden, bütün ırmaklar kuzeye akarken o inadına güneye akan ve bu nedenle de adı Tersakan olan gürül gürül çay üzerinde ve yemyeşillikler içinde sıra sıra değirmenler var. Sonra usulca usulca yerlerini büyüklü küçüklü fabrikalar almaya başlıyor, sonra tepeden geçen bir duble yol yapılıyor ve yeni Türkiye düzeninde bir sürü özel şey göz önlerinden ideolojik yaklaşımlarla usul usul kalkıyor. Sanki bilinçli bir kıskançlıkla unutturuluyor.
Çarpık yapılaşmanın içinde yenilenmeye çalışılan evlere ulaşınca fabrika ayarlarıma dönüyorum. Gözlerimizi çirkinliklere off konumuna getirip ruhumuzu diriltiyoruz. Irmak kıyısındaki diğer pazar yerini geziyor oradan taş binasıyla sevimli ilkokula yürüyoruz. Bahçe duvarına çıkıp pencereye adımını atıyor ve sınıfın içine bakıyor enn sevdiğim, aynı zamanda bir afacan olan kadın. Bu an kaçmaz! Elleri ile demire tutunmuşken ve dikkatle adımını pencereye atmak üzereyken... klik. An artık zihnimde ve bir fotoğraf karesinde... Çok eğleniyoruz. Yeni okul binasına da selam çakıyoruz ki eğitim şart. Bu eğlenceli adımlarla taş döşeli ara sokakları ve eski bir kaç evi daha talan ederek tepeye, şifalı sular, oteller ve hamamlar bölgesine doğru tırmanmaya başlıyoruz.
Bu sevimli ve virajlı yokuş üzerinde bayıldığım bir şey var: İlçe itfaiyesi. Minik bir binanın altındaki mini garaj ve orada bekleyen iki aracın bana oyuncak hissi veren hali her seferinde çocuk sevinçlerimi zıplatıyor ve çok mutlu ediyor beni. Onun hemen köşe başında da Atatürk'ün kaldığı ev. Elbette müze. Şu saatte kapalı ama merdivenlerini çıkıp pencerelerinden içeriye göz atmamıza engel değil bu...
Ve tam hamamlar, oteller ve güzel camiler bölgesine varmak üzereyken; yeşile çalan köy mavisi tonlu pencere ve kapı ahşapları muhteşem, içerisi her daim loş, taban döşemeleri mazotlu tahta, manzarası panoramik, kadim bir kahve var. Müdavimleri ve çerçevelerle aynı tonda ama daha mavi simit sandığı ile o kadar geçmişten ve o kadar tatlı ki... Önünde mini bir havuz, elbette fıskiye, çam ve şahane söğüt ağaçları... Kuşbakışı Havza. Az sonra varacağız. Loş ve bir kaç yaşlının olduğu iç kısma geçeceğiz, vadiyi gören kenar pencerelerden birinin önündeki masaya oturacağız; soba çıtırdıyacak ve ben "İki çay lütfen," diyeceğim. Sonra da kapının hemen yanındaki minik, camekanlı tezgahtan dumanı üstünde iki simit alarak çayların yanına ekleyeceğim.
Son virajı bu hevesle dönüyorum. O da ne?!! Yok. Yıkılmış ve yerinde betonu bol ucube bir park oluşmuş. Ağızlarından ecdat lafını düşürmeyenlerin gazabına uğramış... Issızlık!
Yılmıyor, gözlerimizi off yapıp çirkinliklerden azade kılıyor, uçurumun kenarına yanaşıp ardımızda o kahve varmışçasına ilçeye ve uzaklarına bakıyoruz. Önceki yazıda fotoğrafı olan perili köşkse bizi bizden alıyor. Nedense o an zihnimde Rock Müzik çalıyor. Bir pansiyonmuş anladığım... Ne de yakışmış doğaya ama zevk yoksunu, içinde hamamları da olan yeni ve çarpık otellere yenik düşmüş. Oysa orada kalıp, eski hamamlardan birine gidip, sonra dönüp o evde uyumanın keyfi ne de güzeldir! Eski hamamlar yeni yapılmış otellere nazire yapıyor. Hakeza kadim, kasılmayan, zarif ve sıcak camiler de yenilerine... Bu minvalde en tepeye varıyor, oradaki türbe ve minik külliyeyi ziyaret edip dualarımızı ediyor. Biraz daha geçmiş soluyor. Sonra da kardeşle buluşmak için başka başka sokaklara ve güzel evlere dala dala geri dönüyoruz.
Merzifon girişinde, tam garajların önünde kardeşle vedalaşıyor, otogarın kenarındaki çocukluktan beri bayıldığım kırık dökük ahşap dükkânlı, ağaçları güzel mini bulvardan yürüyor, Ankara tadı veren otelin fotoğrafını çekiyor, o esnada bir Merzifon gecesi düşlüyor, ilçenin dinamizmine, yani merkezine doğru ilerliyor ama bir boş dükkanın önünde mecburen kalıyoruz. Bir zamanlar BİM olduğunu anlıyoruz. Cama yapıştırılmış sızlanmayı okuyor, okudukça bir karakter tasavvur ediyor, güldükçe gülüyoruz.
Not: Uzun zamandır Havza'ya gitmedim, bir yiğit geçmişi hatırlayıp da ekmeği yapmaya başladı mı bilmiyorum. Ancak Sivas'da, Ankara'da ülkenin başka şehirlerindeki bazı fırınlarında -özüne ne kadar sadakatle olduğunu bilmemekle birlikte- yapıldığını, netten edindiğim bilgiler ışığında biliyorum.
Devam edecek...
Etiketler:
Havza,
Merzifon,
seyyah olduk bu alemi gezeriz
26 Haziran 2021 Cumartesi
Ne Güzel Bir Gün
Öncesi
Hafta sonları özellikle gelmenin yanı sıra bu istikamete her çıktığımızda mutlak uğradığımız bir yer var. Ağamız bu klasiği ihmal etmiyor ve ana yoldan usulca ayrılarak park ediyor. Sıcak arabadan inince yolculuğun ve mahmurluğun en güzel eşlikçisi sabah soğuğu suratlarımızı okşarken, sakinlik elimizden tutuyor. Buzz gibi sularda ellerimizi, yüzümüzü yıkıyor, ciltlerimiz ve ruhlarımızı da bu sayede iyice diriltiyoruz. Sabah erkeninin titreten bu tatlı ve temiz soğuğunda mekânın yamaca çıkıntı bölümüne geçiyor ve her zamanki masamıza oturuyoruz. Enfes bir manzara. Epeyi aşağıda, çakıl taşları üzerinden usulca akan bir dere ve onun iki kenarından yükselen yemyeşil yamaçlar... Burası yolüstü menemencileri ile meşhur Çakallı.
Kağıtlar masaya seriliyor, siparişler veriliyor; miss gibi köy tereyağı, bal ve bir kaç zeytin tadımlık olarak yerlerini alırken, dumanı üstünde yöre ekmekleri miss kokularını yayıyor.
Onlarla tatlanırken ve açılırken hücreleri damakların... Tereyağı kokan baş döndürücü menemen ve kavurmalı yumurta masadaki yerlerini alıyor. Ve tabii ki karışık bir turşu tabağı...
Gelsin kaynak suyundan çaylar!
Şimdi istikamet Havza.
Kardeş bizi ilçe girişinde bırakıyor ve sanayi sitesine müşteri ziyaretleri için dönüyor...
O'nu bir ekmekle tanıştırma anını planlıyorum; ama ben için izi çok kıymetli, hayatımın en sevimli, en özel istasyonlarından birini, siloları ve pazar yerini es geçmeden... Bir an var; hafıza kartımda yer etmiş ve hiç silinmeyecek, O'na heyecanla anlatmam gereken bir an! Kaç 10 yıl sonra aynı anı yaşayarak anlatıyorum enn sevdiğim kadına ve kaç yıl sonra şu satırları yazarken yakalıyorum yine yüzümdeki o şefkatli ve kıymetli gülüşü.
"İşlerimi halletmiş, pazarda dolaşmış, bir küçük lokantada enfes ve tekmil bir işkembe çorbasının tadını çıkarmış, akşamın loşluğunun çöktüğü minik istasyona varmış, biletimi alıp Sivas'tan gelecek treni beklemeye başlamıştım. Pazarın kurulduğu bir gündü, bense yirmilerin başındayım, askerlikle işi bir arada götürüyorum. Genel bir müşteri ziyaretleri dönüşü müydü yoksa haftasonu eve gelişim miydi çok hatırlamıyorum; belki de tek bir noktaya tahsilat için yapılmış bir ziyaretti, bilmiyorum... Amasya'dan otobüsle varmış, işi halletmiş, onunla devam etmek için Sivas'tan gelecek treni bekliyordum. Akşam üzerinin loş ışığı ile aydınlanıyordu küçük ve eskinin güzelliğini taşıyan bekleme salonu. Bir iki öğrenci, şık mantolu, orta yaşın üstü zarif çantalı, avukat olabileceğini düşündürten zarif bir hanımefendi, eskinin şirinliği buram buram istasyon, boş vagonlar ve zaman eskisinden ışınlanmış, tombulca, temiz yüzlü, emekliliği gelmiş ama tren aşkı sönmemiş çok sevimli gişe memuru ve ben; bir rüyanın oyuncuları gibiydik. Gününse ruhları dürtükleyen saatleri...*
Bir kasketli, köylü ve o gün kurulmuş pazarda ürünlerini satıp nafakasını çıkarmış yüzünde emek ve hayat izleri olan baba ile saçları iki uzun örgülü, güzeller güzeli, ak yüzü köy, tatlı mı tatlı ama yaşından daha sorumlu minik kız girdiler içeri. Sanki bir romanın sayfasına gömülüymüşüm gibi hissettim; sanki an sayfalarda önüme çıkmış, kelimeler görüntüye dönüşmüş de ben kitabın içinde karakter olup bütünleşmişim gibi bir hoşluk hali. Küçük bir mekânda ne kadar uzak olursa o kadar uzaktaki ahşap banklardan birine oturdular, çıkınlarını açtılar... O ne güzel bir sofraydı. Beni buyur ettiler. Afiyet olsun, dedim. Elimi kalbime götürüp gülümsedim, teşekkür ettim. Öylesine doydum ki ben; onların birbirlerine bakışlarından, gülümsemelerinden ve gözlerinin içinde yankılanan sohbetlerinden... O yüreği kocaman minik kızın babaya yarenliğinden, hizmetindeki olgunluğundan...
Şimdi trendeyim, hareket memuru işareti verdi, keskin bir teşekkür düdüğü öttü, usulca hızlanıyoruz...
Kafam pencere camındayken; kenar bir köşeye, istasyonun demir parmaklı penceresinden içeri süzülen ışıkla birlikte, yük vagonları düşüyor... Akşamın karanlığı usulca çökmüş. Muhteşem bir an daha. Kalbim sıcacık. Bir filmin rolü tamamlanmış figüranıyım sanki. "Birbirlerine bu kadar sevgiyle ve alın teriyle ve bu kadar sevinçle bakan birilerini gördüm mü daha önce?" diye soruyorum kendime."
Bir ekmek satıcısı var Havza'da; minicik bir mekân ve eskiyi hatırlatan. Önce ona uğruyoruz. Enn Sevdiğim Kadın'ı özel bir ekmekle tanıştırmak istiyorum. Ata Ekmeği! Atatürk Havza'da konakladığında ona yapılan ekmek... Her gelişimde o ekmeği aldığım fırına doğru yürüyoruz. Hevesle giriyorum, işçiler ekmek yoğuruyorlar. Onlara günaydın ve kolay gelsin, kasaya hayırlı işler dileyip "Ata Ekmeği lütfen," diyorum...
Sabah Ekmek Kokuyor...
*Yazılarımda sıklıkla ve çok severek kullandığım bu ifade Adalet Ağaoğlu'nun bayıldığım ve enn kitaplarımdan Romantik-Bir Viyana Yazı'ndandır.
Hafta sonları özellikle gelmenin yanı sıra bu istikamete her çıktığımızda mutlak uğradığımız bir yer var. Ağamız bu klasiği ihmal etmiyor ve ana yoldan usulca ayrılarak park ediyor. Sıcak arabadan inince yolculuğun ve mahmurluğun en güzel eşlikçisi sabah soğuğu suratlarımızı okşarken, sakinlik elimizden tutuyor. Buzz gibi sularda ellerimizi, yüzümüzü yıkıyor, ciltlerimiz ve ruhlarımızı da bu sayede iyice diriltiyoruz. Sabah erkeninin titreten bu tatlı ve temiz soğuğunda mekânın yamaca çıkıntı bölümüne geçiyor ve her zamanki masamıza oturuyoruz. Enfes bir manzara. Epeyi aşağıda, çakıl taşları üzerinden usulca akan bir dere ve onun iki kenarından yükselen yemyeşil yamaçlar... Burası yolüstü menemencileri ile meşhur Çakallı.
Kağıtlar masaya seriliyor, siparişler veriliyor; miss gibi köy tereyağı, bal ve bir kaç zeytin tadımlık olarak yerlerini alırken, dumanı üstünde yöre ekmekleri miss kokularını yayıyor.
Onlarla tatlanırken ve açılırken hücreleri damakların... Tereyağı kokan baş döndürücü menemen ve kavurmalı yumurta masadaki yerlerini alıyor. Ve tabii ki karışık bir turşu tabağı...
Gelsin kaynak suyundan çaylar!
Şimdi istikamet Havza.
Kardeş bizi ilçe girişinde bırakıyor ve sanayi sitesine müşteri ziyaretleri için dönüyor...
O'nu bir ekmekle tanıştırma anını planlıyorum; ama ben için izi çok kıymetli, hayatımın en sevimli, en özel istasyonlarından birini, siloları ve pazar yerini es geçmeden... Bir an var; hafıza kartımda yer etmiş ve hiç silinmeyecek, O'na heyecanla anlatmam gereken bir an! Kaç 10 yıl sonra aynı anı yaşayarak anlatıyorum enn sevdiğim kadına ve kaç yıl sonra şu satırları yazarken yakalıyorum yine yüzümdeki o şefkatli ve kıymetli gülüşü.
"İşlerimi halletmiş, pazarda dolaşmış, bir küçük lokantada enfes ve tekmil bir işkembe çorbasının tadını çıkarmış, akşamın loşluğunun çöktüğü minik istasyona varmış, biletimi alıp Sivas'tan gelecek treni beklemeye başlamıştım. Pazarın kurulduğu bir gündü, bense yirmilerin başındayım, askerlikle işi bir arada götürüyorum. Genel bir müşteri ziyaretleri dönüşü müydü yoksa haftasonu eve gelişim miydi çok hatırlamıyorum; belki de tek bir noktaya tahsilat için yapılmış bir ziyaretti, bilmiyorum... Amasya'dan otobüsle varmış, işi halletmiş, onunla devam etmek için Sivas'tan gelecek treni bekliyordum. Akşam üzerinin loş ışığı ile aydınlanıyordu küçük ve eskinin güzelliğini taşıyan bekleme salonu. Bir iki öğrenci, şık mantolu, orta yaşın üstü zarif çantalı, avukat olabileceğini düşündürten zarif bir hanımefendi, eskinin şirinliği buram buram istasyon, boş vagonlar ve zaman eskisinden ışınlanmış, tombulca, temiz yüzlü, emekliliği gelmiş ama tren aşkı sönmemiş çok sevimli gişe memuru ve ben; bir rüyanın oyuncuları gibiydik. Gününse ruhları dürtükleyen saatleri...*
Bir kasketli, köylü ve o gün kurulmuş pazarda ürünlerini satıp nafakasını çıkarmış yüzünde emek ve hayat izleri olan baba ile saçları iki uzun örgülü, güzeller güzeli, ak yüzü köy, tatlı mı tatlı ama yaşından daha sorumlu minik kız girdiler içeri. Sanki bir romanın sayfasına gömülüymüşüm gibi hissettim; sanki an sayfalarda önüme çıkmış, kelimeler görüntüye dönüşmüş de ben kitabın içinde karakter olup bütünleşmişim gibi bir hoşluk hali. Küçük bir mekânda ne kadar uzak olursa o kadar uzaktaki ahşap banklardan birine oturdular, çıkınlarını açtılar... O ne güzel bir sofraydı. Beni buyur ettiler. Afiyet olsun, dedim. Elimi kalbime götürüp gülümsedim, teşekkür ettim. Öylesine doydum ki ben; onların birbirlerine bakışlarından, gülümsemelerinden ve gözlerinin içinde yankılanan sohbetlerinden... O yüreği kocaman minik kızın babaya yarenliğinden, hizmetindeki olgunluğundan...
Şimdi trendeyim, hareket memuru işareti verdi, keskin bir teşekkür düdüğü öttü, usulca hızlanıyoruz...
Kafam pencere camındayken; kenar bir köşeye, istasyonun demir parmaklı penceresinden içeri süzülen ışıkla birlikte, yük vagonları düşüyor... Akşamın karanlığı usulca çökmüş. Muhteşem bir an daha. Kalbim sıcacık. Bir filmin rolü tamamlanmış figüranıyım sanki. "Birbirlerine bu kadar sevgiyle ve alın teriyle ve bu kadar sevinçle bakan birilerini gördüm mü daha önce?" diye soruyorum kendime."
Bir ekmek satıcısı var Havza'da; minicik bir mekân ve eskiyi hatırlatan. Önce ona uğruyoruz. Enn Sevdiğim Kadın'ı özel bir ekmekle tanıştırmak istiyorum. Ata Ekmeği! Atatürk Havza'da konakladığında ona yapılan ekmek... Her gelişimde o ekmeği aldığım fırına doğru yürüyoruz. Hevesle giriyorum, işçiler ekmek yoğuruyorlar. Onlara günaydın ve kolay gelsin, kasaya hayırlı işler dileyip "Ata Ekmeği lütfen," diyorum...
Sabah Ekmek Kokuyor...
*Yazılarımda sıklıkla ve çok severek kullandığım bu ifade Adalet Ağaoğlu'nun bayıldığım ve enn kitaplarımdan Romantik-Bir Viyana Yazı'ndandır.
Etiketler:
Havza,
Merzifon,
seyyah olduk bu alemi gezeriz
23 Haziran 2021 Çarşamba
Işınlanma
Sonraki durağımız Merzifon'du ki yola çıkışımızın asıl nedeni de oydu. Yıllarca ve defalarca önünden geçtiğimiz ama içine girmeyi hiç düşünmediğimiz bir yerleşimdi. İlginçti, çünkü stratejik bir hava üssü vardı. O üssün insanlarından kaynaklı olarak da bir sosyal hayatı. Otobüslerin yolcu alıp bıraktıkları haraketli bir nokta olması sebebiyle de Ankara ve özellikle de İstanbul yolculuklarımda verilen 15-20 dakikalık molalar, -sorunlardan uzaklaşma fırsatı olarak da- çocuk ben için çok keyifliydi. Önce minik ve derme çatma ahşap bakkalından uzun yol için abur cuburlar alırdım. Onlardan birini açar, hemen garajların yanındaki orduevi, radardaki Amerikalıları ve bir turnuvada karşılaştığımız epey etkili ve güçlü lise basketbol takımları ile hayal dünyamda yer etmiş ilçenin o dar alanında ona dair minik keşifler yapmanın tadını çıkarırdım... Sonraki yıllarda bir iki kez içine girmiş, belli caddesi dışındaki sokaklarına hiç dalmamış, en fazla üs komutanlığına gidip fatura bırakıp ödeme almıştım. Kısacası bu ilçeyi bir gezgin gözüyle talan edeyim, diye, hiç düşünmemiştim. Ve belki de enn sevdiğim kadını tanımamış olsaydım hâlâ o noktada kalacaktım...
Bundan altı-yedi yıl önceydi, ve benim 2014'ü sadece dört, 2015'i de sıfır yazıyla geçtiğim, radikal kararlarla birlikte başlayan yoğun bir iş döneminin içinde, bir enfes gün olmanın yanı sıra verdiği tat açısından da enlerden ve ayrı tutulası gezilerden biriydi.
İlçenin sanayi sitesindeki müşteri ziyaretinin ardından Amasya-Tokat istikametine gidecek kardeşle vedalaştıktan sonra tatlı bir yokuşun ardından ilk vardığımız nokta bir pazar yeri: Çok hoş, zaman eski, bir ışınlanma zamana ve fazlası ile etkileyici... Yol üstüne masalarını ve taburelerini atmış çay ocağıysa çok davetkâr ve sevimli... Minderlerine belli ki değmiş kadın eli... Ev titizliğinde bir mekân. Güleryüzlü bir genç adam, önce hoş geldiniz diyor. Masanın üzerindeki her ne kadar yakın durmasam da Aydınlık Gazetesi içimi yakın kılıyor. Bir ayrımcılık hali olarak değil, ama aldığım his bir Alevi olduğunu söylüyor ve belki de bu durum içinde bulunduğumuz anı daha da sempatik kılıyor. Keyifli dakikalar geçiriyoruz ve hatta bir daha geldiğimizde pazardan aldıklarımızla kahvaltıyı burada yapalım istiyoruz.
Bu sabah keyfi için iki genç ve kardeş olduklarını düşündüğümüz adama ve hangisinin eşi olduğunu bilmediğimiz ama tahmin ettiğimiz genç kadına teşekkür ediyor, bu şirin pazarın orası burası derken de bedestana varıyoruz. Öncesinde pek çok yere göz atarak geziyor, bu genel taramanın ardından bazı noktalara ince işçilikle tekrar tekrar dokunmayı düşünüyor ve sabahın sonrasında bunu gerçekleştiriyoruz.
Biz bu planların keyfiyle ve bir ön izleme tavrıyla arşınlarken sokakları bir Abi ve dükkân gözümüzü alıyor. Ve aslında ruhumuzu da zıplatıyor. Çocuk sevinçlerimiz kalplerimize el çırptırıyor. İçinde bulunduğumuz zaman bir kez daha geri sarıyor. Tavaf ediyoruz. Dar sokaktan Enn Sevdiğim Kadın, bir hayal insanın bütün dikkati yaptığı işteyken çok güzel, yakın plan bir fotoğrafını çekiyor. İzinsiz, doğal ve eylemin yarattığı his muhteşem. Aynı açıdan ben de bir tane çekiyorum ama onunki çok çok güzel. Kendi çektiğimi önce yazıya koyuyorum fakat o anı ve duyguyu yeterince veremediği için de kaldırıyorum. Ondan istemiyorum şimdilik ki, çok yoğun. O günü anlatmaya başladığıma göre devam ettiririm yazmayı diye düşünüyor, o zaman sürecinde de ondan fotoğrafları alırım nasılsa noktasına varıyorum.
Sonra giriyoruz kapısından içeri. Kibarca karşılıyor bizi. Paha biçilmez bir olgunluk, şahane bir nezaket ve tadına doyulmaz bir sohbet başlıyor. İzinsiz çektiğimiz fotoğrafları söylüyoruz, gülümsüyor. Anlıyoruz ki buna alışkın. Çay öneriyor, teşekkür ediyoruz. Ama sohbete ve anın tadına doyamıyoruz. Sonra izniyle fotoğraflarını çekmeye başlıyoruz ki alışkın bir manken edasıyla verdiği son derece doğal pozlarına bayılıyoruz. Teşekkür edip dışarı çıktığımızda o ana kadar geçirdiğimiz kısa zamanın bile heybemize neler neler kattığını konuşuyor, önümüzdeki saatlerin merakıyla düşüyoruz yeniden sokaklarına kasabanın...
Ne Güzel Bir Gün
Bundan altı-yedi yıl önceydi, ve benim 2014'ü sadece dört, 2015'i de sıfır yazıyla geçtiğim, radikal kararlarla birlikte başlayan yoğun bir iş döneminin içinde, bir enfes gün olmanın yanı sıra verdiği tat açısından da enlerden ve ayrı tutulası gezilerden biriydi.
İlçenin sanayi sitesindeki müşteri ziyaretinin ardından Amasya-Tokat istikametine gidecek kardeşle vedalaştıktan sonra tatlı bir yokuşun ardından ilk vardığımız nokta bir pazar yeri: Çok hoş, zaman eski, bir ışınlanma zamana ve fazlası ile etkileyici... Yol üstüne masalarını ve taburelerini atmış çay ocağıysa çok davetkâr ve sevimli... Minderlerine belli ki değmiş kadın eli... Ev titizliğinde bir mekân. Güleryüzlü bir genç adam, önce hoş geldiniz diyor. Masanın üzerindeki her ne kadar yakın durmasam da Aydınlık Gazetesi içimi yakın kılıyor. Bir ayrımcılık hali olarak değil, ama aldığım his bir Alevi olduğunu söylüyor ve belki de bu durum içinde bulunduğumuz anı daha da sempatik kılıyor. Keyifli dakikalar geçiriyoruz ve hatta bir daha geldiğimizde pazardan aldıklarımızla kahvaltıyı burada yapalım istiyoruz.
Bu sabah keyfi için iki genç ve kardeş olduklarını düşündüğümüz adama ve hangisinin eşi olduğunu bilmediğimiz ama tahmin ettiğimiz genç kadına teşekkür ediyor, bu şirin pazarın orası burası derken de bedestana varıyoruz. Öncesinde pek çok yere göz atarak geziyor, bu genel taramanın ardından bazı noktalara ince işçilikle tekrar tekrar dokunmayı düşünüyor ve sabahın sonrasında bunu gerçekleştiriyoruz.
Biz bu planların keyfiyle ve bir ön izleme tavrıyla arşınlarken sokakları bir Abi ve dükkân gözümüzü alıyor. Ve aslında ruhumuzu da zıplatıyor. Çocuk sevinçlerimiz kalplerimize el çırptırıyor. İçinde bulunduğumuz zaman bir kez daha geri sarıyor. Tavaf ediyoruz. Dar sokaktan Enn Sevdiğim Kadın, bir hayal insanın bütün dikkati yaptığı işteyken çok güzel, yakın plan bir fotoğrafını çekiyor. İzinsiz, doğal ve eylemin yarattığı his muhteşem. Aynı açıdan ben de bir tane çekiyorum ama onunki çok çok güzel. Kendi çektiğimi önce yazıya koyuyorum fakat o anı ve duyguyu yeterince veremediği için de kaldırıyorum. Ondan istemiyorum şimdilik ki, çok yoğun. O günü anlatmaya başladığıma göre devam ettiririm yazmayı diye düşünüyor, o zaman sürecinde de ondan fotoğrafları alırım nasılsa noktasına varıyorum.
Sonra giriyoruz kapısından içeri. Kibarca karşılıyor bizi. Paha biçilmez bir olgunluk, şahane bir nezaket ve tadına doyulmaz bir sohbet başlıyor. İzinsiz çektiğimiz fotoğrafları söylüyoruz, gülümsüyor. Anlıyoruz ki buna alışkın. Çay öneriyor, teşekkür ediyoruz. Ama sohbete ve anın tadına doyamıyoruz. Sonra izniyle fotoğraflarını çekmeye başlıyoruz ki alışkın bir manken edasıyla verdiği son derece doğal pozlarına bayılıyoruz. Teşekkür edip dışarı çıktığımızda o ana kadar geçirdiğimiz kısa zamanın bile heybemize neler neler kattığını konuşuyor, önümüzdeki saatlerin merakıyla düşüyoruz yeniden sokaklarına kasabanın...
Ne Güzel Bir Gün
Etiketler:
Merzifon,
seyyah olduk bu alemi gezeriz
13 Temmuz 2020 Pazartesi
İstikamet Alacahöyük
1.Bölüm-Rüya/Hattuşa
2.Bölüm-Boğazkale
Sağa direksiyon kırdıktan sonra sanki yeni bir kapıyı açtık; o kapıdan girince de yeni bir eşiği geçip zamanda bir kez daha sıçradık ve usul usul göğe yükselip onunla paralel yol almaya başladık. Doğa değişti ve biz sanki çok katmanlı zaman dilimlerinden, seçmediğimiz ama bizim için seçilen birinin içindeyiz. Sonsuzca bir ıssızlık... Yeşilin tadı farklı, gökyüzü bin yıllar öncesi renginde, taşın toprağın hali de bir başka dünyayı yaşıyormuşcasına mat, madeni ve ıslak. Bu yolu kestirme yapmış kamyonlarla ıssızlığa göre çok, ama seyrek karşılaşsak da sanki onlar başka bir dünya, başka bir zaman dilimindenler ve biz de o zaman dilimlerinde yol alan bir Mavi Kuş ve içindeki iki insanız. Ürpertici!.. Bir başka gezegendeymişiz tadında, tadı da çıkarılası bir maceranın fragmanındayız sanki.
Hani lastik patlasa ve arabadan çıkmak zorunda kalsak, dış atmosferdeki koku ve hava bile farklı gelecekmiş gibi bir hisle ve hissin tadını bir macera kitabının karakterleri gibi oyuna çevirerek, yeni bir zaman sıçramasıyla da bugüne dönerek, otuz beş kilometrenin nihayetinde varıyoruz; küçük ama çok şirin köy Alacahüyük'e.
***
Müze alanının hemen kenarındaki küçük yeme içme noktaları, hediyelik eşya dükkanları sevimli. Ve aslında bu köyün ilçesi, çok kere geldiğim, buraya yaklaşık 15 km. mesafedeki Alaca da sevilesi: Hani buralara kadar gelinirse ve imkan varsa bir uğransa ve görülse, diye de düşünüyorum. Fakat son durumunu bilmediğim için de günümüze benzemiş olma ihtimalinin altını çizmek istiyorum.
Alacahöyük benim için çok anlamlı, onla bağım özel. Ucu ilkokul çağlarıma dayanıyor. Oradan çıkan pek çok buluntunun Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde olduğunu, Atatürk'ün ilk kazı parasını cebinden verdiğini ve literatüre geçmiş ilk Türk kazısı olduğunu da biliyorum. İlk kez gördüğüm bu alanda hiç de yabancılık çekmiyorum; burada yaşamışcasına bir duygu bağım var... Ağaçlar arasındaki müze binasınaysa bayılıyorum. Raylarla bağım zaten kuvvetli ki bu dekovil hattı da bizzat Atatürk'ün verdiği para ile yapılmış ve hâlâ o. Sahanın aktif bir kazı alanı olmasıysa pek hoş... Hoş olan bir şey daha var ki o da birinci yazıda Hititlerin en büyük tanrılarından ve bir tanrıçadan bahsederken adını geçirdiğim Arinna şehrinin burası olması. Bir kesinlik midir bilmiyorum ama bir dönem Hattuşa'da kazı yapan bir Alman arkeologun elde ettiği bulgularla buranın o şehir olduğunu söylediğini, okumuşluğum var.
Sfenksli kapıdan geçip yürümeye devam ediyoruz. Ediyoruz da görünüşte Hattuşa'dan küçük duran burası akıl karıştırıcı bir yer. Dört kültür evresi ve onbeş katman olduğu söylenmekte... Birinin yok olup ya da yok edilip diğerinin kurulduğu onbeş katman! Hesap etmekle uğraşmadım ki tavsiye de etmem. Her bir katmanın yok olması ve üzerine yeni bir inşa, hımmmm, kentsel dönüşüm?! Bin yılların katlarıyla hesap edilebilir mi bilmiyoruz. Aklı zorlamanın da bir alemi yok deyip, devam ediyoruz.
Ve şahane bir sürpriz...
Bir kazı noktasındayız. İğneyle kuyu kazılıyor. Bir mezara ya da bir ölüye ulaşıldığını sanıyoruz. Hocayla selamlaşıyor enn sevdiğim kadın. Öğrenci gençler titizlikle eşeliyor toprağı... Girerken okula hayal ettikleri bu muydu acaba? Seviyorlar mıdır, pişman mıdırlar, diye merak da ediyorum ama Hocaya da ayıp etmek istemiyorum.
Kazı başkanı Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu... edindiğim bilgiye göre 1997'den beri kazı çalışmaları onun başkanlığında yürütülüyormuş. Bu arada kazı alanında bir mezar kazılırken, yandaki sokağın kenarındaki binada da bir cinayet işlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Cenaze birazdan kalkacak. Bir Ahmet Ümit efekti katasım vardı yazarken aslında da akıllı uslu yanım ciddiyete davet ediyor.
Bir höyük olduğuna göre bir kaç kat olabileceğini düşünmüştüm aslında, ama onbeş kat beni aştı. Bulmacayı çözmeye çalışıyorum. Daha çok da kafayı tırlatmaktansa işin eğlencesine kaçıyorum. Üstelik 1800'lerin ilk yarısında keşfedilmiş Alacahöyük; Bay Hamilton tarafından. Sonra 1910'da ufak bir kazı yapılmış ve bir taş balta bulunmuş ki o kazıyı yapan da Bay Thompson'mış.
Cumhuriyet'in ve elbette Atatürk sayesinde yurt dışına, Sorbonne'a gönderilen felsefe mezunu Rıza Alış Oruk'un arkeoloji eğitimini tamamlayıp yurda dönmesinin ardından 1935 yılında Hamit Zübeyir Koşar'la birlikte kazılar başlamış. O sıralar köy son katman olarak bu alandaymış ve kazı başlayınca Atatürk'ün emriyle alanın dışına taşınmış.
Poternler tam bizlik; buradaki hem uzunluk olarak güzel hem de birbiri ile kesişen kavşakları var. Tam saklambaç oynanmalık. Bu köyün çocuğu olsaydık mesela, ne şavaşlar yapardık bu alanda. Biz de boş durmuyoruz tabii ki... Çok eğleniyoruz. Poternler için biraz cesaret gerekiyor sanırım, çünkü yığma ve taşların birbiri ile harç bağlantısı yok, üstelik üzerlerine tepeler oluşturularak gizlenmişler; ya çökerse korkusu geri adım attırıyor bazılarına ama, biz zaten delisiyiz. Fakat öyle serinler ki... Çok seviyoruz alanı, sevimli bir ören yeri, ahşap döşeli yürüme yolları çok hoş. Uzun mesafeler yürümek gerekmediği gibi yükseklere de çıkmak gerekmiyor; derli toplu ve tabii ki Hattuşa'ya göre küçük, kolay bir alan.
Varıyoruz önemli kişilerin mezarlarına ki bunlardan altı tane var aynı yerde. Şahsen çok beğeniyoruz, hem yer olarak, hem de üzerlerinin camla gayet hoş kapatılmış olmasını... Mezar içleri elden geldiğince korunmuş. Nasıl gömüldükleri ve yanlarına neler koyulduğu konusunda fazlası ile fikir veriyor. Tabii ki dualarımızı da ediyoruz. Sonuçta aynı toprağın insanlarıyız, aramızda kaç bin yıllık yaş farkı olsa da, komşu illerden olsak da aynı toprakları vatan bilmişiz.
Ağaçlık alandaki Müze binası çok kere elden geçmiş sonunda da yeni bir tane yapılmış ve 2011 yılında da yenilenmiş. Bu yenilenme özünde fazla değişiklik yapmamış olmalı ki bana eskinin tadını veriyor. Çok sevdim kendisini. Salon adları emeği geçenlere saygı anlamında kazı başkanlarının adlarından seçilmiş. Fotoğraf çekme arzunuzun tavan yapacağı, tüm fotoğrafları kullanmak isteyeceğinizse mutlak. Ben, gönül hepsini kullanmak istese de önemli sembollerin olduğu tek kare ile yetiniyorum. Şu geyik çocukluktan beri, öğretmenimiz burayı aklımıza resmettiğinden beri benim için önemli. Çünkü aynı zamanda Anadol marka yerli otomobilin de amblemi ki bana her zaman Alacahöyük'ü çağrıştırıp hayal ettirmiştir.
Hemen giriş katındaki bölümde Atatürk'ün bu konulara, yani arkeolojiye ve tarihe verdiği önemin altını çizen cümlelere rastlıyoruz. Maketse sahada görüp de hayalimizde resmettiklerimizin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor. İnsan bir ikilemde de kalıyor: "Aaa ne güzel," diyen çocuk yanım bayılsa da, bu makette ortaya koyulan şehir içimden bir fesat çıkarıyor ve bu fesat bunu yapanın yüceltici bir tavır sergilediğini, biraz da bilim kurgusal bir güzelleme yaptığını düşünüyor. Şüpheci akıl böyle düşünse de kalp yapanın duygusunu anlıyor, ona inanıp, "Vay be," demek istiyor. Sempati ve bilimin sundukları her ne kadar uyum içinde bir inanç yaratsa da insan, gerçeğini şüpheye yer vermeyecek biçimde netleştirmek istiyor. Ne demişti ünlü kimyacı Lavoisier: "Hiçbir şey yoktan varolmaz varken de yok olmaz!" Bir gün birileri ışığın hızını kat be kat aştığında, gerçeğe ulaşacaktır mutlaka... Rabbim ömrümüzü uzun eylesin yeter ki.
Vedalaşıyoruz güzel anlar yaşadığımız müze ve ören yeriyle. Ama öncesinde kafaya taktığım verandasında, kadim ağaçların serininde buz gibi kolamı içiyorum. Çıkınca ana kapıdan hemen karşısındaki bir hanımefendinin işlettiği, hediyelik eşya satmanın yanı sıra kafe de olan mekana geçiyoruz.
"Bir sade, bir de orta kahve lütfen."
Hemen karşıda, ören yerinin duvarının dibindeki pınar ve elbette ki yazı ilk andan beri gülümsetiyor bizi: Stres Giderici Su. O aralar stresi olan bir tanıdığım var, erkek kardeşim, bunun altını hep çiziyor, üstelik de doğal sular merakı sürekli yükseliyor. İş seyahatlerinde Doğu Karadenizin değişik doruklarından şişe şişe sağlıklı su getiriyor. Bu haliyle de büyük dayıma benziyor. Dolduruyoruz şişeleri; içecek ve stresleri püf diye yok olacak sevdiklerimiz için.
Bir küçük tur atıp, köyün tadında, çok da hoş bir çardağı olan kazı evi ile rastlaşıp vedalaşıyoruz bu şirin köyle. Çorum'a kadar durmak yok, oradaysa yemek yiyeceğiz; elbette Katipler Konağı'nda!.. Bumbar dolması ve şuruplar kesin de ona başka neler ilave olur şu an bilmiyoruz. Çıktığımız ana yol oldukça yoğun ki hem Doğu Anadolu'dan hem de sınır ötesinden gelen trafik bu yolda... Zevkli bir seyir, manzaralı, genişce ve çok şeritli bir yol. Küçük bir göl ses ediyor; çağırdı bizi, uğramadan geçmek olmaz. Pek şirin yamacının tepesinden seyrediyoruz. Pikniğe gelmiş bir kaç aile var, mangallar yakılmış. Biraz nefeslendikten sonra vuruyoruz yeniden yola.
Çorum'a varınca görüyoruz ki hafta sonu kalabalığı bayağı... Ana bulvarda ağırlıkla genç kalabalığı, yeme içme alanları yükünü almış, iğne atsan yere düşeceği şüpheli ki tam da piyasa saati. Bir de park edecek yer bulabilsek!.. Ara sokaklara dalıyoruz ama nafile, park edip yürüyeceğiz Konağa, niyet bu. Bulamayınca yürüme mesafesinde bir yer, belki umuduyla yöneliyoruz Konağa doğru ama o tarafta yol tek şerit ve kalabalık fena, saat de günün yoğunu... Vazgeçiyoruz. Çıkıyoruz yeniden Samsun asfaltına, bir benzinliğin beğendiğimiz pastanesine uğruyor, atıştırmalık bir şeyler alıp, şekerlemelerinden ve lokumlarından paket yaptırıyoruz. Çorum coğrafyasında olup da leblebi almadan geçmek olmaz... olmamalı da!
Varıyoruz Çakallı'mıza, Menemen Cennetimize yani! Çekiyor kaptan Ünal Menemen'in önüne. Çok açız!
"İki kişilik menemen lütfen."
Karışık turşu ile geliyor önden; biraz zeytin, biraz bal, biraz da tereyağı. Yöreye özel ekmeklerse banmalık; pofuduk ve dumanları üstünde...
Geliş yönünden sayarsak Samsun'dan sonra Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Sarp'ı geçip Gürcistan'a, oradan Ermenistan, Azerbeycan, Rusya derken dünyanın öbür ucuna ve hatta Sibirya üzerinden Amerika'ya giden kocaman yolun en uğranılası noktalarından birindeyiz; asıl uğrak yerimiz karşı şeritte olsa da bu yöndeki en iyi menemen -aklınızın bir köşesinde bulunsun- bu mekanda.
Çıkarırken menemenin tadını ekmeği bana bana, kokuyorken ortalık miss gibi tereyağı, zevkten uçuyorken damaklarımız, bir tüyo daha vermek elzem, tam da buradayken: Eğer gidiş noktanız saydığım şehirlerse, bu menemen noktasını geçtikten sonraki ilk virajdan önce sağa, Atayolu tabelasının işaretlediği yöne saparsanız, Atatürk'ün Samsun'a çıktıktan sonra Sivas ve Erzurum kongrelerine gittiği yolu kullanmış olacaksınız ki şu ankinden önceki iki kıymetli başkanın eseridir. Ve hatta o yola dönmeden önce aynı kavşakta sola dönerseniz ve mevsimlerden kazsa, yine eski başkanın kazandırdığı Taşhan'da, kaz tiridi yiyebilirsiniz! Önceden aramaktaysa fayda vardır! Sonrasında manzaralı Atayolu'ndan tırmanarak Mamur Dağına, en tepe noktasındaki eski Amerikan Radarı'nın SSCB'yi gözlediği tesislerinin önüne varırsınız ki soğuk savaş dönemini anlatan bir müze olarak -cihazları ile- kalması gerekirken ne yazık ki ufuksuz yeni başkan döneminde yıkıldığı için toprağının önünden devamla -eğer Samsun'u es geçecekseniz de- şehirlerarası yola tekrar bağlanırsınız...
Ve bir gün bir bakarsınız ki şu satırları yazan "yazar" özentisi; hem bu radara yapılmış bir ziyareti, hem de dağılma aşamasına az kalmış SSCB'den gelecek bir saldırıya karşı savunma stratejilerimizi, planlarımızı; yılların ötesinden, henüz tımtıfılkenli zamanlarından, ve göreve özellikle seçilmiş olmasının havasını da atarak ve bizzati sahada tanık olduklarını, yaşadığı anları bloguna taşımış!
"İki çay daha lütfen."
31.07.2016
2.Bölüm-Boğazkale
Sağa direksiyon kırdıktan sonra sanki yeni bir kapıyı açtık; o kapıdan girince de yeni bir eşiği geçip zamanda bir kez daha sıçradık ve usul usul göğe yükselip onunla paralel yol almaya başladık. Doğa değişti ve biz sanki çok katmanlı zaman dilimlerinden, seçmediğimiz ama bizim için seçilen birinin içindeyiz. Sonsuzca bir ıssızlık... Yeşilin tadı farklı, gökyüzü bin yıllar öncesi renginde, taşın toprağın hali de bir başka dünyayı yaşıyormuşcasına mat, madeni ve ıslak. Bu yolu kestirme yapmış kamyonlarla ıssızlığa göre çok, ama seyrek karşılaşsak da sanki onlar başka bir dünya, başka bir zaman dilimindenler ve biz de o zaman dilimlerinde yol alan bir Mavi Kuş ve içindeki iki insanız. Ürpertici!.. Bir başka gezegendeymişiz tadında, tadı da çıkarılası bir maceranın fragmanındayız sanki.
Hani lastik patlasa ve arabadan çıkmak zorunda kalsak, dış atmosferdeki koku ve hava bile farklı gelecekmiş gibi bir hisle ve hissin tadını bir macera kitabının karakterleri gibi oyuna çevirerek, yeni bir zaman sıçramasıyla da bugüne dönerek, otuz beş kilometrenin nihayetinde varıyoruz; küçük ama çok şirin köy Alacahüyük'e.
***
Müze alanının hemen kenarındaki küçük yeme içme noktaları, hediyelik eşya dükkanları sevimli. Ve aslında bu köyün ilçesi, çok kere geldiğim, buraya yaklaşık 15 km. mesafedeki Alaca da sevilesi: Hani buralara kadar gelinirse ve imkan varsa bir uğransa ve görülse, diye de düşünüyorum. Fakat son durumunu bilmediğim için de günümüze benzemiş olma ihtimalinin altını çizmek istiyorum.
Alacahöyük benim için çok anlamlı, onla bağım özel. Ucu ilkokul çağlarıma dayanıyor. Oradan çıkan pek çok buluntunun Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde olduğunu, Atatürk'ün ilk kazı parasını cebinden verdiğini ve literatüre geçmiş ilk Türk kazısı olduğunu da biliyorum. İlk kez gördüğüm bu alanda hiç de yabancılık çekmiyorum; burada yaşamışcasına bir duygu bağım var... Ağaçlar arasındaki müze binasınaysa bayılıyorum. Raylarla bağım zaten kuvvetli ki bu dekovil hattı da bizzat Atatürk'ün verdiği para ile yapılmış ve hâlâ o. Sahanın aktif bir kazı alanı olmasıysa pek hoş... Hoş olan bir şey daha var ki o da birinci yazıda Hititlerin en büyük tanrılarından ve bir tanrıçadan bahsederken adını geçirdiğim Arinna şehrinin burası olması. Bir kesinlik midir bilmiyorum ama bir dönem Hattuşa'da kazı yapan bir Alman arkeologun elde ettiği bulgularla buranın o şehir olduğunu söylediğini, okumuşluğum var.
Sfenksli kapıdan geçip yürümeye devam ediyoruz. Ediyoruz da görünüşte Hattuşa'dan küçük duran burası akıl karıştırıcı bir yer. Dört kültür evresi ve onbeş katman olduğu söylenmekte... Birinin yok olup ya da yok edilip diğerinin kurulduğu onbeş katman! Hesap etmekle uğraşmadım ki tavsiye de etmem. Her bir katmanın yok olması ve üzerine yeni bir inşa, hımmmm, kentsel dönüşüm?! Bin yılların katlarıyla hesap edilebilir mi bilmiyoruz. Aklı zorlamanın da bir alemi yok deyip, devam ediyoruz.
Ve şahane bir sürpriz...
Bir kazı noktasındayız. İğneyle kuyu kazılıyor. Bir mezara ya da bir ölüye ulaşıldığını sanıyoruz. Hocayla selamlaşıyor enn sevdiğim kadın. Öğrenci gençler titizlikle eşeliyor toprağı... Girerken okula hayal ettikleri bu muydu acaba? Seviyorlar mıdır, pişman mıdırlar, diye merak da ediyorum ama Hocaya da ayıp etmek istemiyorum.
Kazı başkanı Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu... edindiğim bilgiye göre 1997'den beri kazı çalışmaları onun başkanlığında yürütülüyormuş. Bu arada kazı alanında bir mezar kazılırken, yandaki sokağın kenarındaki binada da bir cinayet işlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Cenaze birazdan kalkacak. Bir Ahmet Ümit efekti katasım vardı yazarken aslında da akıllı uslu yanım ciddiyete davet ediyor.
Bir höyük olduğuna göre bir kaç kat olabileceğini düşünmüştüm aslında, ama onbeş kat beni aştı. Bulmacayı çözmeye çalışıyorum. Daha çok da kafayı tırlatmaktansa işin eğlencesine kaçıyorum. Üstelik 1800'lerin ilk yarısında keşfedilmiş Alacahöyük; Bay Hamilton tarafından. Sonra 1910'da ufak bir kazı yapılmış ve bir taş balta bulunmuş ki o kazıyı yapan da Bay Thompson'mış.
Cumhuriyet'in ve elbette Atatürk sayesinde yurt dışına, Sorbonne'a gönderilen felsefe mezunu Rıza Alış Oruk'un arkeoloji eğitimini tamamlayıp yurda dönmesinin ardından 1935 yılında Hamit Zübeyir Koşar'la birlikte kazılar başlamış. O sıralar köy son katman olarak bu alandaymış ve kazı başlayınca Atatürk'ün emriyle alanın dışına taşınmış.
Poternler tam bizlik; buradaki hem uzunluk olarak güzel hem de birbiri ile kesişen kavşakları var. Tam saklambaç oynanmalık. Bu köyün çocuğu olsaydık mesela, ne şavaşlar yapardık bu alanda. Biz de boş durmuyoruz tabii ki... Çok eğleniyoruz. Poternler için biraz cesaret gerekiyor sanırım, çünkü yığma ve taşların birbiri ile harç bağlantısı yok, üstelik üzerlerine tepeler oluşturularak gizlenmişler; ya çökerse korkusu geri adım attırıyor bazılarına ama, biz zaten delisiyiz. Fakat öyle serinler ki... Çok seviyoruz alanı, sevimli bir ören yeri, ahşap döşeli yürüme yolları çok hoş. Uzun mesafeler yürümek gerekmediği gibi yükseklere de çıkmak gerekmiyor; derli toplu ve tabii ki Hattuşa'ya göre küçük, kolay bir alan.
Varıyoruz önemli kişilerin mezarlarına ki bunlardan altı tane var aynı yerde. Şahsen çok beğeniyoruz, hem yer olarak, hem de üzerlerinin camla gayet hoş kapatılmış olmasını... Mezar içleri elden geldiğince korunmuş. Nasıl gömüldükleri ve yanlarına neler koyulduğu konusunda fazlası ile fikir veriyor. Tabii ki dualarımızı da ediyoruz. Sonuçta aynı toprağın insanlarıyız, aramızda kaç bin yıllık yaş farkı olsa da, komşu illerden olsak da aynı toprakları vatan bilmişiz.
Ağaçlık alandaki Müze binası çok kere elden geçmiş sonunda da yeni bir tane yapılmış ve 2011 yılında da yenilenmiş. Bu yenilenme özünde fazla değişiklik yapmamış olmalı ki bana eskinin tadını veriyor. Çok sevdim kendisini. Salon adları emeği geçenlere saygı anlamında kazı başkanlarının adlarından seçilmiş. Fotoğraf çekme arzunuzun tavan yapacağı, tüm fotoğrafları kullanmak isteyeceğinizse mutlak. Ben, gönül hepsini kullanmak istese de önemli sembollerin olduğu tek kare ile yetiniyorum. Şu geyik çocukluktan beri, öğretmenimiz burayı aklımıza resmettiğinden beri benim için önemli. Çünkü aynı zamanda Anadol marka yerli otomobilin de amblemi ki bana her zaman Alacahöyük'ü çağrıştırıp hayal ettirmiştir.
Hemen giriş katındaki bölümde Atatürk'ün bu konulara, yani arkeolojiye ve tarihe verdiği önemin altını çizen cümlelere rastlıyoruz. Maketse sahada görüp de hayalimizde resmettiklerimizin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor. İnsan bir ikilemde de kalıyor: "Aaa ne güzel," diyen çocuk yanım bayılsa da, bu makette ortaya koyulan şehir içimden bir fesat çıkarıyor ve bu fesat bunu yapanın yüceltici bir tavır sergilediğini, biraz da bilim kurgusal bir güzelleme yaptığını düşünüyor. Şüpheci akıl böyle düşünse de kalp yapanın duygusunu anlıyor, ona inanıp, "Vay be," demek istiyor. Sempati ve bilimin sundukları her ne kadar uyum içinde bir inanç yaratsa da insan, gerçeğini şüpheye yer vermeyecek biçimde netleştirmek istiyor. Ne demişti ünlü kimyacı Lavoisier: "Hiçbir şey yoktan varolmaz varken de yok olmaz!" Bir gün birileri ışığın hızını kat be kat aştığında, gerçeğe ulaşacaktır mutlaka... Rabbim ömrümüzü uzun eylesin yeter ki.
Vedalaşıyoruz güzel anlar yaşadığımız müze ve ören yeriyle. Ama öncesinde kafaya taktığım verandasında, kadim ağaçların serininde buz gibi kolamı içiyorum. Çıkınca ana kapıdan hemen karşısındaki bir hanımefendinin işlettiği, hediyelik eşya satmanın yanı sıra kafe de olan mekana geçiyoruz.
"Bir sade, bir de orta kahve lütfen."
Hemen karşıda, ören yerinin duvarının dibindeki pınar ve elbette ki yazı ilk andan beri gülümsetiyor bizi: Stres Giderici Su. O aralar stresi olan bir tanıdığım var, erkek kardeşim, bunun altını hep çiziyor, üstelik de doğal sular merakı sürekli yükseliyor. İş seyahatlerinde Doğu Karadenizin değişik doruklarından şişe şişe sağlıklı su getiriyor. Bu haliyle de büyük dayıma benziyor. Dolduruyoruz şişeleri; içecek ve stresleri püf diye yok olacak sevdiklerimiz için.
Bir küçük tur atıp, köyün tadında, çok da hoş bir çardağı olan kazı evi ile rastlaşıp vedalaşıyoruz bu şirin köyle. Çorum'a kadar durmak yok, oradaysa yemek yiyeceğiz; elbette Katipler Konağı'nda!.. Bumbar dolması ve şuruplar kesin de ona başka neler ilave olur şu an bilmiyoruz. Çıktığımız ana yol oldukça yoğun ki hem Doğu Anadolu'dan hem de sınır ötesinden gelen trafik bu yolda... Zevkli bir seyir, manzaralı, genişce ve çok şeritli bir yol. Küçük bir göl ses ediyor; çağırdı bizi, uğramadan geçmek olmaz. Pek şirin yamacının tepesinden seyrediyoruz. Pikniğe gelmiş bir kaç aile var, mangallar yakılmış. Biraz nefeslendikten sonra vuruyoruz yeniden yola.
Çorum'a varınca görüyoruz ki hafta sonu kalabalığı bayağı... Ana bulvarda ağırlıkla genç kalabalığı, yeme içme alanları yükünü almış, iğne atsan yere düşeceği şüpheli ki tam da piyasa saati. Bir de park edecek yer bulabilsek!.. Ara sokaklara dalıyoruz ama nafile, park edip yürüyeceğiz Konağa, niyet bu. Bulamayınca yürüme mesafesinde bir yer, belki umuduyla yöneliyoruz Konağa doğru ama o tarafta yol tek şerit ve kalabalık fena, saat de günün yoğunu... Vazgeçiyoruz. Çıkıyoruz yeniden Samsun asfaltına, bir benzinliğin beğendiğimiz pastanesine uğruyor, atıştırmalık bir şeyler alıp, şekerlemelerinden ve lokumlarından paket yaptırıyoruz. Çorum coğrafyasında olup da leblebi almadan geçmek olmaz... olmamalı da!
Varıyoruz Çakallı'mıza, Menemen Cennetimize yani! Çekiyor kaptan Ünal Menemen'in önüne. Çok açız!
"İki kişilik menemen lütfen."
Karışık turşu ile geliyor önden; biraz zeytin, biraz bal, biraz da tereyağı. Yöreye özel ekmeklerse banmalık; pofuduk ve dumanları üstünde...
Geliş yönünden sayarsak Samsun'dan sonra Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Sarp'ı geçip Gürcistan'a, oradan Ermenistan, Azerbeycan, Rusya derken dünyanın öbür ucuna ve hatta Sibirya üzerinden Amerika'ya giden kocaman yolun en uğranılası noktalarından birindeyiz; asıl uğrak yerimiz karşı şeritte olsa da bu yöndeki en iyi menemen -aklınızın bir köşesinde bulunsun- bu mekanda.
Çıkarırken menemenin tadını ekmeği bana bana, kokuyorken ortalık miss gibi tereyağı, zevkten uçuyorken damaklarımız, bir tüyo daha vermek elzem, tam da buradayken: Eğer gidiş noktanız saydığım şehirlerse, bu menemen noktasını geçtikten sonraki ilk virajdan önce sağa, Atayolu tabelasının işaretlediği yöne saparsanız, Atatürk'ün Samsun'a çıktıktan sonra Sivas ve Erzurum kongrelerine gittiği yolu kullanmış olacaksınız ki şu ankinden önceki iki kıymetli başkanın eseridir. Ve hatta o yola dönmeden önce aynı kavşakta sola dönerseniz ve mevsimlerden kazsa, yine eski başkanın kazandırdığı Taşhan'da, kaz tiridi yiyebilirsiniz! Önceden aramaktaysa fayda vardır! Sonrasında manzaralı Atayolu'ndan tırmanarak Mamur Dağına, en tepe noktasındaki eski Amerikan Radarı'nın SSCB'yi gözlediği tesislerinin önüne varırsınız ki soğuk savaş dönemini anlatan bir müze olarak -cihazları ile- kalması gerekirken ne yazık ki ufuksuz yeni başkan döneminde yıkıldığı için toprağının önünden devamla -eğer Samsun'u es geçecekseniz de- şehirlerarası yola tekrar bağlanırsınız...
Ve bir gün bir bakarsınız ki şu satırları yazan "yazar" özentisi; hem bu radara yapılmış bir ziyareti, hem de dağılma aşamasına az kalmış SSCB'den gelecek bir saldırıya karşı savunma stratejilerimizi, planlarımızı; yılların ötesinden, henüz tımtıfılkenli zamanlarından, ve göreve özellikle seçilmiş olmasının havasını da atarak ve bizzati sahada tanık olduklarını, yaşadığı anları bloguna taşımış!
"İki çay daha lütfen."
31.07.2016
Etiketler:
Alacahöyük,
seyyah olduk bu alemi gezeriz,
Ünal Menemen
9 Temmuz 2020 Perşembe
Boğazkale
Öncesi
Yeni bir gün, kuş sesleri, şırıldayan dere, pencereden sızan serinlik, "Uyanın artık," diyen horozlar ve tazelik... Sırt çantalarımızı da toparlayıp yerleştiriyor, Kadeş Anlaşması anısına yapılmakta olan anıtın önünden sessiz adımlarla yürüyerek kahvaltıya geçiyoruz.
Dün su verdiğimiz, üzgünüz ki onca yıl geçince adını hatırlayamadığımız ve yazıda köpek demek zorunda kaldığım ve bundan da rahatsızlık duyduğum dost, bizim masanın iki adım uzağında, sabah güneşinin tadını çıkarıyor. Tabii ki günaydınlaşıyor, halini hatırını soruyoruz. Dün Hattuşa'da karşılaştığımızda meğerse akşam yemekte olan iki arkadaşa eşlik ettiği için oradaymış ve sonra da onlarla geri dönmüş. Anlıyoruz ki O bir rehber! Muhtemelen de bizim kahvaltıyı bitirmemizi bekliyor!
Her ne kadar doğalının el altında olduğu bir yörede, otel usulü paket ve endüstriyel ürünlerle de olsa zevkli bir kahvaltının ardına birer de keyif çayı ekliyoruz ve teşekkür edip kalkıyoruz. Kasabamızın merkezine gideceğiz. Sabahın çok hoş serini ve huzurlu sessizliği biraz ağır hareket etmemize neden oluyor. Rehberimiz çoktan ön almış, sonra da fark etmiş ki biz sabah yavaşlığındayız. Durmuş ve "Hadi," dercesine bize bakıyor; bir sertlik ifadesi yok, gayet şefkatle, toyluğumuza anlayışla, bekliyor bizi. Birlikte yürüyoruz. Sessizlikle, gürültülü hayatların yaşandığı yerlerden uzak ve yaşamın fena halde yavaşladığı bir diyardayız. Yemyeşil ağaçlarla dolu araçsız bulvarı yürüyoruz.
Rastlaştığımız Kazlar sabah toplantısında, bize yansıyan bir kakofoni olsa da onlar çok sesli... Mevzuyu pek anlamasak da sanki bir dernek ya da apartman toplantısı hali var. Rehberimiz, aynı zamanda da korumamızla selamlaşıyorlar. O da iki lafın belini kırmak için yanlarına doğru yol alıyor... Kim bunlar, diye sordular, çünkü yan gözle bize bakıyorlar. Bir kaçı burun bükmüş olabilir. Biz sol kaldırıma geçip oradan yürümeye devam ederken Rehber de bize katılıyor. Kalbimizdeki yeri özel Müzeye günaydın demeden geçmiyoruz ki o henüz sabah mahmurluğunda ve yeni kabullere hazırlanıyor. Şimdi bizi bizden alan büfelerden birindeyiz.
"Üç su lütfen."
"Üç de şu gofretten lütfen"
Büfeden çıktıktan az sonra binayı fark ettik, sevimli bulduk; ama sokağın başına gelince de bayram ettik. Çünkü restore edilip de Halk Eğitim Merkezi haline getirilmişin ev olarak yaşamaya devam edenleri de var. Betona gömülmüş şehirlerden sonra korunmaya alınmış sit alanı gibi geliyor sokak. Elbette ki bu hesaplanmış bir koruma değil; gözden ırak, sessiz, nüfusu az, rantı yüksek bir yer olmaması onu şanslı kılıyor, mütahit eline düşmemiş... Çoğunluğu kırsalında yaşayan 3000'nin üzerinde bir nüfusu var ki merkez nüfusu 1700 civarında.
Tatlı tepeye yaklaşırken, tepenin ardıyla ilgili sinyaller de alıyoruz. Çoktan kaynaştık, benimsedik, sevdik birbirimizi. Üstelik hoş kokuların çekim alanındayız!
Henüz erken ama meydana masa atmış kahvenin dışında bir kaç kişi var, selamlaşıyoruz; belli ki tarla dönüşü uğranılmış. Çay bardaklı sohbetler sabah mahmuru... imrendik. Biz dışında da buraya ait olmayan kimse yok ki bukalemun özelliğimiz devreye girecek ve birazdan buralı olacağız.
Dünyanın en kıymetli arkeolojik alanlarından birinde bu derece ıssızlıkla karşılaşmak bir yanıyla bize iyi gelse de bu potansiyelin -yazın göbeğindeyken üstelik- yeterince kullanılamıyor olması da üzüyor. Tamam bu iki gezginin bir bencilliği de var, iş olsun diye gelen, etrafa özen göstermeyen, kirletip geçen insanlar dokunsun istemiyorlar bu sessizliğe ama bu ülke de sadece o insanlardan ibaret değil sonuçta! Hem o zaman belki, bu şirin mi şirin meydanında, şu kahvenin bir yanında mesela, ya da onun karşısında bir mekanda, güneş dağların arkasına çekilmeye başladığı anda buz gibi içeceklerin ve Hitit ruhunun tadına varılıyor olabilirdi...
Ama emin olun ki bu iki bukalemun başka bir şeyin tadını keşfedip, dibine kadar da çıkaracaklar az sonra ve bir mizansen kuracaklar. Çünkü anı yaşamamış olsalar da belki bu yazıyı okuyan ve bir gün buraya gelecek olan birilerine yaşatacaklar!
Meydana şimdilik göz atıp ara sokaklarına dalıyoruz Boğazkale'nin... Meydanın hemen ardı bir eşiği geçmek gibi. Yeni ve çok katlı binaya sırt çevirmiş evler bizlik; verandanın kenarındaki semaverin dumanı tazecik, miss kokusu koşa koşa ulaştı tandırdaki ekmeğin, dönüyor başımız. Biz o ara evin çekerken fotoğrafını, bir teyze çıkıyor verandaya... Şefkatle, neşeyle, tatlı mı tatlı sesleniyor enn sevdiğim kadına; emekle yetiştirdiği ve gurur duyduğu çocuklarından söz eder gibi; "Çiçeklerimin fotoğraflarını da çek." Biz seni yeriz be, teyzem. Sohbet ediyor enn sevdiğim kadın. Evin altında inekler. Adamı ve çocukları tarladan dönecekler. Teyzem karnımızı doyurmaya da kararlı, ama biz o işi yaptık be teyzem.
Teyzemden kopmak zor. Vedalaşsak da dilimizde hâlâ o var. Güzel güzel bahçelere gire çıka, güzel ve el yordamı taş kanal boyunca, içindeki yaz kurağı suya baka baka yürüyoruz. Yürürken elbette onun bahardaki coşkunluğunu da görüyoruz. Ondan ayrılan arklarsa şirin bahçelerdeki sebzeleri suluyor. Meydanın iki sokak arkası köy tadında. Ne güzel ki gezginler için bir avantaj bu; bir taşla iki kuş. Hem köy hem kasaba!
Rehberimiz sağ olsun; bazen onun iştahının götürdüğü yerlere gidip sürprizlerle karşılaşıyor, arada bir de serbest takılıp onu peşimizden sürüklüyoruz. Her hâlükârda aramızdaki ilişki muazzam. Kasabalı arkadaşları ile rastlaştığımızda kim bunlar diye şöyle bir göz atsalar da O, pek de bize çaktırmadan, hâl yoluna koyuyor hepsini.
İşte bu! Mavilerin hastayız ki bu artık malumun tekrarı... ama mavi doğramalı köy, kasaba, mahalle dükkanlarının bir başka derecede hastasıyız. Bir bakkal olmasını dilerdik elbette ki şu an kapalı. Ama bir bakkal olsaydı ve açık; işte o zaman değmeyin keyfimize. Hemen köyün çocuklarından olur, bakkal amca ile muhabbeti koyultur, markasını bilmediğimiz ucuz gofretleri, çikolataları ve varsa yerel gazozları, yağmalardık kesin. Belkim iki de çay içerdik bakkal amcayla! Gelmez mi Vahit Abi akla, görünce minik dükkanları? Gelir, hem de nasıl gelir.*
Meydana doğru yürüyoruz. Orada bir şey var, aklımıza yazdığımız ama henüz kahvaltıdan kalkmış olmanın tokluğu ile de sonraya bıraktığımız bir yer: Boğazkale Ekmek ve Pide Fırını.
Dışa taşıyor sıcak fırının ve tazeliğin kokusu. Gönüllüce tutunduk attığı oltanın ucuna. Anne kuzinesinden çıkmış gibi tütüyor hamurlar. Ekmekler misss... Pideler misss... Börekler-poğaçalar misss... Gözümüzse ketelerde!
Alıyoruz... hatta götürmelik de alıyoruz. Daha dışarı çıkmadan da tadına bakıyoruz, hemen oracıkta, miss gibi pişmiş hamur kokuları arasında. Yok böyle bir şey! Hamur Tanrıça'sının başı döndü çoktan, kutsadı ustayı. Sohbetleriyse şahane. Çaylar geldi gelecek... Çok teşekkür ediyoruz, beğenimizin altını bir kez daha çiziyor, hayırlı işler dileyip, pidelerde kalan gözlerimizi de alarak çıkıyoruz.
Bununla kalmıyoruz elbette, övmeye devam ederken ve bir yandan da götürürken keteleri, bu yazıyı okuyan ve belki de bir gün Hattuşa'ya gelecek olanlara diyoruz ki: Bu fırından kete ya da ne isterseniz alın, ama fırından yeni çıkmış olsun! Sonra dükkanlardan birinden gram işi kahvaltılıklar... sonra kahvenin dış masalarından birine çökün, ister amele işi, ister ince bellide çaylarınızı söyleyin. Ve kahvaltınızı Boğazkale'nin meydanında ve anıtın solundaki kahvenin dışarı yayılmış masalarında yapın.
Ellerimizde ketelerimizle fırının köşesinden dönüyor, meydanın öte yakasını dolaşmaya başlıyoruz. Kocaman ve ekili bahçeler içinde çok güzel evler görüyoruz. Biriyle fazlasıyla haşır neşirken, tatlı bir amcanın Almanca sorusunu, Türkçe cevaplıyoruz. "Hayır, Türk'üz." Karşılıklı gülüşme ve kısa ama hoş bir sohbet. Sonra önümüze çıkan rehberimizin bir arkadaşı ile oynaşma, onun katılımıyla geldiğimiz sokakta da bir ülke klasiği olarak, yıkılsa da yenisini yapsak haline terk edilmiş evleri görüp bayılıyoruz. Oysa ki ne de güzel konaklama yeri olurlar, diye konuşuyoruz ama devleti yönetenlerde de bu vizyon ve heves olmalı; ya sübvanse etmeli ya da kendi alıp, kar zarar hesabı gütmeden yaşatmalı bunları diye konuşuyoruz ama konuştuğumuzun gerçekleşme ihtimalinin olmadığını da biliyoruz.
Konuşa konuşa, gördüklerimizin üzerinden geçe geçe kaldığımız yere varıyor, Rehberimizle vedalaşıyor, geldiğimiz yoldan geriye doğru bir miktar gittikten sonra direksiyonu sağa kırıp bir başka güzelliğe doğru yol almaya başlıyoruz.
31.07.2016
* Vahit Abi şu yazının ikinci fotoğrafından sonraki 6 paragrafta,
Devam yazısı- İstikamet Alacahöyük için buradan lütfen
Yeni bir gün, kuş sesleri, şırıldayan dere, pencereden sızan serinlik, "Uyanın artık," diyen horozlar ve tazelik... Sırt çantalarımızı da toparlayıp yerleştiriyor, Kadeş Anlaşması anısına yapılmakta olan anıtın önünden sessiz adımlarla yürüyerek kahvaltıya geçiyoruz.
Dün su verdiğimiz, üzgünüz ki onca yıl geçince adını hatırlayamadığımız ve yazıda köpek demek zorunda kaldığım ve bundan da rahatsızlık duyduğum dost, bizim masanın iki adım uzağında, sabah güneşinin tadını çıkarıyor. Tabii ki günaydınlaşıyor, halini hatırını soruyoruz. Dün Hattuşa'da karşılaştığımızda meğerse akşam yemekte olan iki arkadaşa eşlik ettiği için oradaymış ve sonra da onlarla geri dönmüş. Anlıyoruz ki O bir rehber! Muhtemelen de bizim kahvaltıyı bitirmemizi bekliyor!
Her ne kadar doğalının el altında olduğu bir yörede, otel usulü paket ve endüstriyel ürünlerle de olsa zevkli bir kahvaltının ardına birer de keyif çayı ekliyoruz ve teşekkür edip kalkıyoruz. Kasabamızın merkezine gideceğiz. Sabahın çok hoş serini ve huzurlu sessizliği biraz ağır hareket etmemize neden oluyor. Rehberimiz çoktan ön almış, sonra da fark etmiş ki biz sabah yavaşlığındayız. Durmuş ve "Hadi," dercesine bize bakıyor; bir sertlik ifadesi yok, gayet şefkatle, toyluğumuza anlayışla, bekliyor bizi. Birlikte yürüyoruz. Sessizlikle, gürültülü hayatların yaşandığı yerlerden uzak ve yaşamın fena halde yavaşladığı bir diyardayız. Yemyeşil ağaçlarla dolu araçsız bulvarı yürüyoruz.
Rastlaştığımız Kazlar sabah toplantısında, bize yansıyan bir kakofoni olsa da onlar çok sesli... Mevzuyu pek anlamasak da sanki bir dernek ya da apartman toplantısı hali var. Rehberimiz, aynı zamanda da korumamızla selamlaşıyorlar. O da iki lafın belini kırmak için yanlarına doğru yol alıyor... Kim bunlar, diye sordular, çünkü yan gözle bize bakıyorlar. Bir kaçı burun bükmüş olabilir. Biz sol kaldırıma geçip oradan yürümeye devam ederken Rehber de bize katılıyor. Kalbimizdeki yeri özel Müzeye günaydın demeden geçmiyoruz ki o henüz sabah mahmurluğunda ve yeni kabullere hazırlanıyor. Şimdi bizi bizden alan büfelerden birindeyiz.
"Üç su lütfen."
"Üç de şu gofretten lütfen"
Büfeden çıktıktan az sonra binayı fark ettik, sevimli bulduk; ama sokağın başına gelince de bayram ettik. Çünkü restore edilip de Halk Eğitim Merkezi haline getirilmişin ev olarak yaşamaya devam edenleri de var. Betona gömülmüş şehirlerden sonra korunmaya alınmış sit alanı gibi geliyor sokak. Elbette ki bu hesaplanmış bir koruma değil; gözden ırak, sessiz, nüfusu az, rantı yüksek bir yer olmaması onu şanslı kılıyor, mütahit eline düşmemiş... Çoğunluğu kırsalında yaşayan 3000'nin üzerinde bir nüfusu var ki merkez nüfusu 1700 civarında.
Tatlı tepeye yaklaşırken, tepenin ardıyla ilgili sinyaller de alıyoruz. Çoktan kaynaştık, benimsedik, sevdik birbirimizi. Üstelik hoş kokuların çekim alanındayız!
Henüz erken ama meydana masa atmış kahvenin dışında bir kaç kişi var, selamlaşıyoruz; belli ki tarla dönüşü uğranılmış. Çay bardaklı sohbetler sabah mahmuru... imrendik. Biz dışında da buraya ait olmayan kimse yok ki bukalemun özelliğimiz devreye girecek ve birazdan buralı olacağız.
Dünyanın en kıymetli arkeolojik alanlarından birinde bu derece ıssızlıkla karşılaşmak bir yanıyla bize iyi gelse de bu potansiyelin -yazın göbeğindeyken üstelik- yeterince kullanılamıyor olması da üzüyor. Tamam bu iki gezginin bir bencilliği de var, iş olsun diye gelen, etrafa özen göstermeyen, kirletip geçen insanlar dokunsun istemiyorlar bu sessizliğe ama bu ülke de sadece o insanlardan ibaret değil sonuçta! Hem o zaman belki, bu şirin mi şirin meydanında, şu kahvenin bir yanında mesela, ya da onun karşısında bir mekanda, güneş dağların arkasına çekilmeye başladığı anda buz gibi içeceklerin ve Hitit ruhunun tadına varılıyor olabilirdi...
Ama emin olun ki bu iki bukalemun başka bir şeyin tadını keşfedip, dibine kadar da çıkaracaklar az sonra ve bir mizansen kuracaklar. Çünkü anı yaşamamış olsalar da belki bu yazıyı okuyan ve bir gün buraya gelecek olan birilerine yaşatacaklar!
Meydana şimdilik göz atıp ara sokaklarına dalıyoruz Boğazkale'nin... Meydanın hemen ardı bir eşiği geçmek gibi. Yeni ve çok katlı binaya sırt çevirmiş evler bizlik; verandanın kenarındaki semaverin dumanı tazecik, miss kokusu koşa koşa ulaştı tandırdaki ekmeğin, dönüyor başımız. Biz o ara evin çekerken fotoğrafını, bir teyze çıkıyor verandaya... Şefkatle, neşeyle, tatlı mı tatlı sesleniyor enn sevdiğim kadına; emekle yetiştirdiği ve gurur duyduğu çocuklarından söz eder gibi; "Çiçeklerimin fotoğraflarını da çek." Biz seni yeriz be, teyzem. Sohbet ediyor enn sevdiğim kadın. Evin altında inekler. Adamı ve çocukları tarladan dönecekler. Teyzem karnımızı doyurmaya da kararlı, ama biz o işi yaptık be teyzem.
Teyzemden kopmak zor. Vedalaşsak da dilimizde hâlâ o var. Güzel güzel bahçelere gire çıka, güzel ve el yordamı taş kanal boyunca, içindeki yaz kurağı suya baka baka yürüyoruz. Yürürken elbette onun bahardaki coşkunluğunu da görüyoruz. Ondan ayrılan arklarsa şirin bahçelerdeki sebzeleri suluyor. Meydanın iki sokak arkası köy tadında. Ne güzel ki gezginler için bir avantaj bu; bir taşla iki kuş. Hem köy hem kasaba!
Rehberimiz sağ olsun; bazen onun iştahının götürdüğü yerlere gidip sürprizlerle karşılaşıyor, arada bir de serbest takılıp onu peşimizden sürüklüyoruz. Her hâlükârda aramızdaki ilişki muazzam. Kasabalı arkadaşları ile rastlaştığımızda kim bunlar diye şöyle bir göz atsalar da O, pek de bize çaktırmadan, hâl yoluna koyuyor hepsini.
İşte bu! Mavilerin hastayız ki bu artık malumun tekrarı... ama mavi doğramalı köy, kasaba, mahalle dükkanlarının bir başka derecede hastasıyız. Bir bakkal olmasını dilerdik elbette ki şu an kapalı. Ama bir bakkal olsaydı ve açık; işte o zaman değmeyin keyfimize. Hemen köyün çocuklarından olur, bakkal amca ile muhabbeti koyultur, markasını bilmediğimiz ucuz gofretleri, çikolataları ve varsa yerel gazozları, yağmalardık kesin. Belkim iki de çay içerdik bakkal amcayla! Gelmez mi Vahit Abi akla, görünce minik dükkanları? Gelir, hem de nasıl gelir.*
Meydana doğru yürüyoruz. Orada bir şey var, aklımıza yazdığımız ama henüz kahvaltıdan kalkmış olmanın tokluğu ile de sonraya bıraktığımız bir yer: Boğazkale Ekmek ve Pide Fırını.
Dışa taşıyor sıcak fırının ve tazeliğin kokusu. Gönüllüce tutunduk attığı oltanın ucuna. Anne kuzinesinden çıkmış gibi tütüyor hamurlar. Ekmekler misss... Pideler misss... Börekler-poğaçalar misss... Gözümüzse ketelerde!
Alıyoruz... hatta götürmelik de alıyoruz. Daha dışarı çıkmadan da tadına bakıyoruz, hemen oracıkta, miss gibi pişmiş hamur kokuları arasında. Yok böyle bir şey! Hamur Tanrıça'sının başı döndü çoktan, kutsadı ustayı. Sohbetleriyse şahane. Çaylar geldi gelecek... Çok teşekkür ediyoruz, beğenimizin altını bir kez daha çiziyor, hayırlı işler dileyip, pidelerde kalan gözlerimizi de alarak çıkıyoruz.
Bununla kalmıyoruz elbette, övmeye devam ederken ve bir yandan da götürürken keteleri, bu yazıyı okuyan ve belki de bir gün Hattuşa'ya gelecek olanlara diyoruz ki: Bu fırından kete ya da ne isterseniz alın, ama fırından yeni çıkmış olsun! Sonra dükkanlardan birinden gram işi kahvaltılıklar... sonra kahvenin dış masalarından birine çökün, ister amele işi, ister ince bellide çaylarınızı söyleyin. Ve kahvaltınızı Boğazkale'nin meydanında ve anıtın solundaki kahvenin dışarı yayılmış masalarında yapın.
Ellerimizde ketelerimizle fırının köşesinden dönüyor, meydanın öte yakasını dolaşmaya başlıyoruz. Kocaman ve ekili bahçeler içinde çok güzel evler görüyoruz. Biriyle fazlasıyla haşır neşirken, tatlı bir amcanın Almanca sorusunu, Türkçe cevaplıyoruz. "Hayır, Türk'üz." Karşılıklı gülüşme ve kısa ama hoş bir sohbet. Sonra önümüze çıkan rehberimizin bir arkadaşı ile oynaşma, onun katılımıyla geldiğimiz sokakta da bir ülke klasiği olarak, yıkılsa da yenisini yapsak haline terk edilmiş evleri görüp bayılıyoruz. Oysa ki ne de güzel konaklama yeri olurlar, diye konuşuyoruz ama devleti yönetenlerde de bu vizyon ve heves olmalı; ya sübvanse etmeli ya da kendi alıp, kar zarar hesabı gütmeden yaşatmalı bunları diye konuşuyoruz ama konuştuğumuzun gerçekleşme ihtimalinin olmadığını da biliyoruz.
Konuşa konuşa, gördüklerimizin üzerinden geçe geçe kaldığımız yere varıyor, Rehberimizle vedalaşıyor, geldiğimiz yoldan geriye doğru bir miktar gittikten sonra direksiyonu sağa kırıp bir başka güzelliğe doğru yol almaya başlıyoruz.
31.07.2016
* Vahit Abi şu yazının ikinci fotoğrafından sonraki 6 paragrafta,
Devam yazısı- İstikamet Alacahöyük için buradan lütfen
Etiketler:
Boğazkale,
Hattuşa,
seyyah olduk bu alemi gezeriz
1 Temmuz 2020 Çarşamba
Rüya
Defalarca yanından geçiyorum. Defalarca en yakınına kadar geliyorum. Defalarca, hangi tarafında olursam olayım direksiyonu bir kıvırsam, gittiğim ya da döndüğüm istikametten bir sapsam tam göbeğine varacağım; o kadar el altında!.. Üstelik de kafaca en uyuştuğum, en ilgimi çeken, kendime en yakın hissettiğim, onlara dair ne bulsam okuduğum, seçme şansım olsa orada, onlarla yaşamayı isteyeceğim bir uygarlık...
Bir tetikleyiciye ihtiyacım varmış, sadece. Ben kadar isteyecek, taşlarla dost olabilecek, yorulmak nedir bilmeyecek, yürümekten, tırmanmaktan üşenmediği gibi zevk alacak, coğrafyayla ve onun geçmişiyle bütünleşecek bir tetikleyiciye...
Fikir, bu fikrin hayal dünyasının sunduğu ön izlemeler pırıl pırıl parlıyor, heyecandan ölüyorum. Araştırmaya başlıyorum. Bir konaklama yeri ilgimi çekiyor. Hayatımın her anlamda düzene girdiği, fikriyatımdaki işleri sıralı bir şekilde hallettiğim ve kişisel hayallerime yeniden alan açabildiğim bir zaman dilimine adımlar attığım süreçte beni gören Tanrı öyle bir armağan yolluyor ki bana, tamamlanıyorum. Onu buluyorum...
Kars'tan dönüyoruz, araya bir iki yer sıkıştırıyoruz, bahar geçiyor yaz yaklaşıyor, karar veriliyor ve aylar önce kafama taktığım konaklama yerinden rezervasyonu yapıyorum. Pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı yola çıkıyoruz. Yan koltuk bende. Sürücüye bayılıyorum ve onu izlemeyi, onunla sohbeti yola tercih ediyorum. Üç, üç buçuk saatlik bir mesafe ve sevdiğim güzergâhlardan biri...
Çorum'u geçiyoruz ki güzel bir müzesi vardır. Bir de Konak! Çoğu zaman Ankara ve ötesine giderken ya da dönerken kesinlikle uğradığımız, geleneksel yemekler yapan, bunları geleneksele uygun sunan, şerbetleri âlâ ve her anlamda geçmişi yaşatan hoş bir mekândır; üç kızkardeş tarafından işletilir ki adı Kâtipler Konağı olan bu mekân aile yadigârıdır ve kesinlikle uğranılasıdır... ama bu kez uğramadan geçiyoruz. Önünden defalarca ama defalarca geçtiğim kavşağa varıyor ve sola dönüyoruz. Bir anda her şey değişiyor; toprağın rengi, gökyüzünün rengi, ruhlarımızın rengi, her şey... Alçak dağlar, uzun düzlükler ve ay çekirdeği tarlaları arasından sakin, sessiz bir yolda ilerliyoruz. Bir eşiği geçtik, zamanda sıçradık, karmaşık ve kalabalık, heyulası tavanda bir dünyayı geride bıraktık sanki!
Yaklaşma sürecinde... yaklaşırken... küçük kasabanın "banliyösünü" geçerken... öyle çocuk, öyle meraklı, öyle yetişkin, öyle sevinçliyim ki... Bir huzurun, sessiz bir huzurun ama sıkı bir dostluğun, unutulmaz izler bırakacak bir zaman yolculuğunun ipuçlarının fena halde farkındayım. Dar yoldan ferah mı ferah bir meydana ulaşıyoruz. Kasabanın merkezine uzak ama kadim başkente kıvrılan yolun köşesinde kalacağımız yer. Görür görmez vuruluyoruz. Hevesle, Toprağın ruhuna uygun bir hevesle ve özenle yaratıldığı hissedilen, mobilyaları köy tadı veren konaklama noktamıza bayılıyoruz. Şırıl bir derenin sesi serinlik katıyor odaya. Muhteşem bir sessizlik. Köy hoşluğunda, konforu kendine özel, meyve ağaçları ile dolu kocaman bir bahçesi olan bayılınası bir konaklama noktası burası. Hittite Houses.
Serin odada uzanıyoruz bir süre. Pertek'e, dedemin evine, onun serinliğine ve arktan gelen suyun sesine ne kadar da benziyor ruh halim. Müşkülpesent insanlar değiliz, bin eleştiri yapılabilir belki; konforun başka bir şey olduğunu düşünen bünyeler için... Biz samimiyete, verilen emekteki heyecana, coşkuya ve etrafla benzeşen, ayrık otu gibi durmayan, oralı gibi hissettiren mekânların hastası iki insanız ki burası unutulmazlarımızdan olacak, eminiz.
Yolun ve duşun keyfinin ardından başka bir zaman diliminde, bundan çok çok eskide ve kadim bir uygarlığın içinde onlarla birlikte olmanın heyecanıyla geçiyoruz; yolun karşısındaki, aynı kişilerin işlettiği diğer tesise.
Öğrendiğimiz mesafe biz için yürünebilir ki niyetimiz de yürümek. Fakat genç adam arabayla gitmemiz konusunda ısrarcı. Neden acaba?!
Yürümekte kararlı olduğumuzu anlayınca önerisini yeniliyor. "Arabayla gidin, otaparkta bırakır, sonra yürürsünüz," diyor. Arabayla gidiyor, kapıdan geçip iç otoparkta bırakıyor ve ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz. Park yerinin hemen önü bilinen en eski kütüphane; izleri var ve gerisi hayal dünyamızın; üstelik bu sıradan bir kütüphane değil, 32 metre uzunluğunda iki katlı bir bina, altı depo ve aynı zamanda bir arşiv burası, devletin belgeleri de burada ki Hititler bu anlamda öncü: Dünyanın ilk barış anlaşmasını, Kadeş'i* imzalamış ve bunu belgeye dökmüş bir uygarlık söz konusu olan. Üst kat ise beş odadan oluşuyormuş ve 3000-3500 belge ve eser barındırıyormuş. Kütüphaneciyse önemli kişi, belgelerden kaynaklı bir hakimiyeti var ve Kral bir yere gittiğinde yönetimi ona teslim ediyormuş. Bu alanda bir avlu ve bir de kral yolu var ki bir tür devlet agorasıymış bu bölge.
Alandaki zümrüt rengi kübik taşsa hemen dikkatimizi çekiyor. Başındayız ve direk uzaya bağlıyoruz mevzuyu... Ne de eğleniyoruz, sözcüklerimizle. Tanrıların Arabaları'nı ve Yıldızlara Dönüş'ü okumuş insanlarız. Üstelik ben, rüzgârının estiği, dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, hayal dünyası yerinde bir tıfıl olarak okumuşum... Bu taşın ve diğer pek çok kalıntının minyatürlerini satan bir genç adam yanaşıyor, rehberlik yapabileceğini söylüyor. O an elindeki objelerin aynılarına Antakya'da emekli bir öğretmenin çok sevimli dükkânında da rastlayacağımızdan habersiziz. Hititler her yerde!
Bu yazıda kalıntılarla ya da fotoğraflarla ilgili derin bilgiler bulamayacaksınız, ama olur da bu yazı heveslendirir ve orada olmak istersiniz; işte o zaman bir kaç kitabı okumak yarar getirebilir. Hatta derin okumalar istemem, uğraşamam, şöyle kolay, hikâye anlatır gibi bir şey olsun, diyenlerdenseniz; "Muazzez İlmiye Çığ'ın, arkadaşı Sümerolog Hatice Kızılay'ın kızı İştar'ın dilinden yazdığı Hititler ve Hattuşa adlı kitabını okuyun," diye bir öneride bulunabilirim: basit gelebilir, çocuğa anlatılmış gibidir ama yormaz! Fotoğraftaki surlarsa önemli. Kısa bakanlığının ülkeye çok şey kazandırdığını düşündüğüm Ertuğrul Günay'ın el atmasıyla ve Hititlerin kullandığı malzemenin aynısıyla yapılmış kendisi... Surlara bu kez uzaktan bakmak için bulunduğumuz daha yüksek alanın ucuna yürüyünce önümüze çıkan dev şarap küpleriyse bizi bizden alıyor, "Hımmm gerçek bir küp şarabı," diye iç de geçiriyoruz. Kader işte; yeter ki alına yazılan güzel olsun. Bir gün Tiflis'de, ona yakın bir köyde yapılan gerçek küp şarapları içeceğimizi, keyiften öleceğimizi henüz bilmiyoruz.**
Sonra bir başka kayadan vadiyi seyrediyoruz, uzun uzun. Yeni surların yapıldığı sürenin uzunluğuna bakıp ki 5 yıl, bu koca başkentin tamamının da surlarla çevrili olduğunu düşününce; içinden çıkamıyoruz bu uygarlığın vardığı noktanın. Ve biz bu kadim şehrin henüz toplu iğne başı kadar bir noktasındayız şu an!
Hava sıcak, Hitit başkenti kocaman ve yolu yokuş. Arabaya binmeden önce telaşla koşuşturan, dili dışarıda su arayan sevimli köpekle merhabalaşıyoruz. Pet şişeyle su içirmeye çalışıyor enn sevdiğim kadın ama, o kadar susamış ki köpek su ziyan olacak gibi. Bir plastik bardak bulup dolduruyoruz, nasıl bir içmek o görmek lazım... Sonrasında biraz seviyor, oynaşıyor ve vedalaşıp, yokuşları -arabayla- tırmanmaya başlıyor, sıklıkla duruyor, fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Sfenksli Kapı'nın önündeyiz ki en gizemlisi bu, altında, dış tarafı taşla kaplı piramid şeklindeki suni tepenin içinden geçen uzun bir tünel var. Yer Kapıdan girip gizli tünelden yürüyerek Hattuşa'nın dışına çıkılıyor. Elbette giriyor ve çıktığımızda gördüğümüz manzaraya, akan suya hayranlıkla bakıyor, en çok da o suyun kenarındaki ahşap evi kıskanıyoruz. Sonra da dış merdivenlerinden çıkarak piramidin tepesine; hayallere bağdaş kuruyor, bunları dile getirip eğleniyoruz.
Yine ülkemizden kaçırılmış ama yine Günay'ın çabalarıyla geri alınmış heykelleri kendi topraklarında görmek mutlandırıyor insanı. Bir Alman çift var, yaşça bizden büyük, Land Rover'ları bilim insanı hissi uyandırıyor, alanda sıklıkla karşılaşıyoruz; şu an tabaklarını çıkarmışlar, güzel bir ağacın altında ve su kenarında, şehre bakarak yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyiyorlar. İmreniyor ve bir fikir oluşturuyorum.
Yer Kapı ve doğu ve batı ucundaki Aslanlı Kapı ile Kral Kapısı surlar üzerindeki önemli kapılar. İşte tam orada ennn sevdiğim fotoğrafçının, bütün konsantrasyonuyla bir noktaya odaklandığı anda fotoğrafını çekiyorum ki ödül alması işten değil. Model muhteşem, duruş muhteşem, eller yukarıda, taşlar devasa... yakın ayarını yaptı, ve tık.
Artık Hattuşa'nın en üst noktasındayız. Zirvedeki yanyana, kayalara oyulmuş küçük odalarda duvar resimleri var; onlara bakarken, uygarlığın boyutlarını iyice hissediyor, uzaylı esprilerini peşi sıra diziyoruz. Bilmiyoruz!
Tanık olduklarımızı, mesela kütüphanenin boyutlarını düşününce ve elbette raflarındaki kil tabletleri, ve hatta her şeylerini belgelediklerini ve sakladıklarını da düşünürsek bu kadim halkın; hayal, ona bağlı olarak da bilim kurgu cümleler kurmamak ya da onları aklın içinde çevirmemek mümkün değil. Her ne kadar Erich Von Daniken'in bahsettiğim kitaplarının etkisinde kalmış, gerçekliklerine çocuk yaşlarda inanmak istemiş, hatta inanmak hoşumuza gitmiş olsa da kesin olan, burası akıl almaz bir uygarlığın başkenti: insanın düşünce dünyasını zorluyor.
Nişantepe Yazıtı, şaşırtıcı. Koca bir kaya yığını tesviye edilerek düzleştirilmiş ve Hititlere ait, en uzun olduğu söylenen ve 11 satırlık hiyeroglif yazıdan oluşan; Hattuşa’nın bilinen son büyük kralı II.Supiluliuma’ya ait olduğu ama içeriğinin ne olduğu bilinmeyen bir yazıt oluşturulmuş ki etkiliyor. Kalıyoruz bir süre, arkasına dolanıyor, yerleşim olduğunu düşündüğümüz küçük, saklı bir vadi ile karşılaşıyor, üzerine hikâyeler oluşturup resmi kurumlara, kütüphaneye ve dolayısıyla şehir merkezine uzak, tapınaklara yakın bir bölgede, Yukarı Şehirde de olsa burada yaşamak keyifli olurdu, diye düşünüyoruz.
Şimdi zirveden, sadece izi az kalmış kaleden, bütün şehri toplu izlemenin tadını çıkarıyoruz. Sadece surlarla çevrili şehri değil, şehire gelebilecek tüm tehdit alanlarını da görebilecek bir nokta burası!
Şehrin öte yakasını, mahallelerini dolaşarak inmeye başlıyor, inerken bir çeşme ve yalağında durup serinliyor, inmeye devam edip çıkışa varıyor ve Müzenin Dükkânı'na uğruyoruz. Alanı ve kafeteryasını beğeniyor, Hattuşa Şehir Merkezine veda ediyor, Tanrıların kutsal zirvesine, Yazılıkaya'ya doğru yol alıyoruz. Bir dağdan indik ve şimdi bir başka dağa tırmanacağız. Yol güzel, sürüş keyfi var, kalabalık değil ve manzara açısından şahane.
Yazılıkaya'nın seyir terası gibi bir geniş alanı, ve bu alanda da satış yapan dükkânları ve kafeleri var. Hattuşa'da yorgun düşenler için ideal bir dinlenme noktası.
Aşağı şehirde de, oradayken bahsetmeyi unuttuğum bir çok önemli dinsel kalıntı ve tapınak var! Bunların en önemlisi 1.Tapınak: Hititlerin en büyük tanrıları olan Fırtına Tanrısı Teşup ve Arinna şehrinin Güneş Tanrıçası'na adanmış olan, Büyük Tapınak... Hayal modum, görkemini ve hatta bir ayin anını HD kalitesinde sunmuştu!
Yazılıkaya'ysa sanki bir açıkhava tapınağı gibi... gibi değil bütünüyle öyle! İçinde dolaşmak ilginç; bir labirent sayıp öyle dolaşmak eğlenceli geliyor. Kayaların arasına saklı, biri büyük iki galeri var. Galerilerin duvarı sayabileceğimiz kaya yüzeylerinde taşa kazınmış Tanrı ve Tanrıça heykelleri var ki bayağı kalabalıklar... Çok zaman harcamıyoruz burada ama harcanılası bir yer. Hititleri iyice anlamak ve hissetmek ve yorulup da bezmemek için iki günü bölüp Hattuşa'ya ve buraya ayırmak gerek! Elde dökümânlar olursa da şahane. Gerçi nete bağlanıp bilgiye ulaşan akıllı telefonlar da var ama! Kağıda dokunmak daha mı güzel acaba?
Zevkli bir yoldan zevkli bir dönüş, kapanmadan müzeye yetişmek istiyoruz. Arabayı tesisin önünde bırakıyor, bir soluklanıyor ve müzeye doğru yürüyoruz ki bizim konakladığımız yer bu anlamda çok avantajlı. Müzeyle de hemen ama hemen kaynaşıyoruz. Küçük kasabayla uyumlu, küçük ama çok iyi döşenmiş ve düzenlenmiş, insana başını okşayıp yanağından bir makas alsam hissi veren bir yerdeyiz. Mutlu ediyor bizi. Yavaş adımlarla dolaşıyor, hoş da vakit geçiriyor, sanki gün içinde biriktirdiklerimizin ve aldığımız hazzın sağlamasını yapıyoruz burada. Elbette çok da fotoğraf çekiyoruz. Rahat koltuklarına misafir oluyor, onu dinliyor, sohbetine bayılıyor, şirin bahçesinde soğuk bir şeyler içiyor, teşekkür edip ona ve genç personele; bu güzel günü kutlamak... hatta kutsamak için önce eve geçiyor, sonra da karşıya, tesise doğru yürüyoruz.
"İki bira lütfen."
"Bir patates kızartması lütfen."
"Bir de kızarmış sosis lütfen."
Mutfakta bir abla var; çok tatlı, elinden güzel iş çıkar duygusu veriyor, atıştırmalıklarımız, içine batırmalık iki sosla birlikte geliyor. Dışarının sakinliği ve akşamın ruhları dürtükleyen saatleriyse burada, Boğazkale'de bambaşka... Ortalık tahminlerimin aksine çok sakin, hafta sonu olmasına rağmen tur kalabalıklarına rastlamıyoruz. Yavaş, sessiz ve huzur veren, dokusu kaybolmamış küçücük bir kasabadayız ve bu o kadar güzel ve o kadar kıymetli ki...
O halde,
"Hattuşa'ya, onun halkına, bu güzel akşama ve bize!"
Masalardan birinde gezdiğimiz noktalarda sıklıkla karşılaştığımız genç bir İtalyan ve ondan bir kaç yaş daha büyük Japon iki arkadaş var, belki de burada tanıştılar! Ortak dil İngilizce, çok da keyifle biralarını içip sohbet ediyorlar. Başka da kimse yok. Canımız yemek de istiyor ki sabahtan beri bir şey yemedik. Soruyorum; ne var, diye. Hitit Kebabı varmış... Hımmmm... yaratıcılığa şapka çıkaralım! Meraklanmıyor değiliz?!
Küçük güveçlerde geliyor Hitit Kebaplarımız. Ama bu bildiğimiz güveç!
Hemen bukalemun yeteneğimizi kullanıyor ve Hitit ülkesinin güzel mutfağından çıkan, daha önce hiç tatmadığımız Hitit Kebaplarımızın tadını çıkarıp, buz gibi Hitit biralarımızın ve cırcır böcekli bu güzel, iz bırakacağı kesin akşamın tadını çıkarıyoruz. Mutluyuz, çok mutlu hem de... ve çok eğleniyoruz.
"İki bira daha lütfen..."
Ve Sonra...
Eve geçiyoruz ki odanın içinde derenin akşam senfonisi... ağaçların ve yabani çiçeklerin hoş kokusu... gecenin muhteşem serini... ve pırıl pırıl yıldızlar var. Gece ve sokaklar bizi çağırıyor! Çıkıyoruz. Hattuşa'ya doğru köy tadında, gecenin sesleri eşliğinde, çocukluk anılarımızdaki dede yörelerinin sıcaklığında, yıldızlardan ve seyrek evlerden yansıyan ışıkta flörtöz adımlarla yürüyoruz. Hitit ülkesinde olmak muhteşem, ama Enn Sevdiğim Kadın'la olmak daha daha muhteşem. Fakat o an, tam da köprüden derenin gece senfonilerini seyrettikten az sonra... yolun ortasında bir beyazlık görüyoruz.
Bir minik tavşan bu!
30.07.2016
* Kadeş Anlaşması üzerine detaylı bir yazı ve araştırmacı blog yazarlığı nasıldır, için buradan lütfen!
**Rastlaşma ile ilgili cümleler bu yazıdaki 5.fotoğrafın altında, ilginizi çektiyse buradan lütfen
Devam yazısı Boğazkale içinse buradan lütfen.
Bir tetikleyiciye ihtiyacım varmış, sadece. Ben kadar isteyecek, taşlarla dost olabilecek, yorulmak nedir bilmeyecek, yürümekten, tırmanmaktan üşenmediği gibi zevk alacak, coğrafyayla ve onun geçmişiyle bütünleşecek bir tetikleyiciye...
Fikir, bu fikrin hayal dünyasının sunduğu ön izlemeler pırıl pırıl parlıyor, heyecandan ölüyorum. Araştırmaya başlıyorum. Bir konaklama yeri ilgimi çekiyor. Hayatımın her anlamda düzene girdiği, fikriyatımdaki işleri sıralı bir şekilde hallettiğim ve kişisel hayallerime yeniden alan açabildiğim bir zaman dilimine adımlar attığım süreçte beni gören Tanrı öyle bir armağan yolluyor ki bana, tamamlanıyorum. Onu buluyorum...
Kars'tan dönüyoruz, araya bir iki yer sıkıştırıyoruz, bahar geçiyor yaz yaklaşıyor, karar veriliyor ve aylar önce kafama taktığım konaklama yerinden rezervasyonu yapıyorum. Pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı yola çıkıyoruz. Yan koltuk bende. Sürücüye bayılıyorum ve onu izlemeyi, onunla sohbeti yola tercih ediyorum. Üç, üç buçuk saatlik bir mesafe ve sevdiğim güzergâhlardan biri...
Çorum'u geçiyoruz ki güzel bir müzesi vardır. Bir de Konak! Çoğu zaman Ankara ve ötesine giderken ya da dönerken kesinlikle uğradığımız, geleneksel yemekler yapan, bunları geleneksele uygun sunan, şerbetleri âlâ ve her anlamda geçmişi yaşatan hoş bir mekândır; üç kızkardeş tarafından işletilir ki adı Kâtipler Konağı olan bu mekân aile yadigârıdır ve kesinlikle uğranılasıdır... ama bu kez uğramadan geçiyoruz. Önünden defalarca ama defalarca geçtiğim kavşağa varıyor ve sola dönüyoruz. Bir anda her şey değişiyor; toprağın rengi, gökyüzünün rengi, ruhlarımızın rengi, her şey... Alçak dağlar, uzun düzlükler ve ay çekirdeği tarlaları arasından sakin, sessiz bir yolda ilerliyoruz. Bir eşiği geçtik, zamanda sıçradık, karmaşık ve kalabalık, heyulası tavanda bir dünyayı geride bıraktık sanki!
Yaklaşma sürecinde... yaklaşırken... küçük kasabanın "banliyösünü" geçerken... öyle çocuk, öyle meraklı, öyle yetişkin, öyle sevinçliyim ki... Bir huzurun, sessiz bir huzurun ama sıkı bir dostluğun, unutulmaz izler bırakacak bir zaman yolculuğunun ipuçlarının fena halde farkındayım. Dar yoldan ferah mı ferah bir meydana ulaşıyoruz. Kasabanın merkezine uzak ama kadim başkente kıvrılan yolun köşesinde kalacağımız yer. Görür görmez vuruluyoruz. Hevesle, Toprağın ruhuna uygun bir hevesle ve özenle yaratıldığı hissedilen, mobilyaları köy tadı veren konaklama noktamıza bayılıyoruz. Şırıl bir derenin sesi serinlik katıyor odaya. Muhteşem bir sessizlik. Köy hoşluğunda, konforu kendine özel, meyve ağaçları ile dolu kocaman bir bahçesi olan bayılınası bir konaklama noktası burası. Hittite Houses.
Serin odada uzanıyoruz bir süre. Pertek'e, dedemin evine, onun serinliğine ve arktan gelen suyun sesine ne kadar da benziyor ruh halim. Müşkülpesent insanlar değiliz, bin eleştiri yapılabilir belki; konforun başka bir şey olduğunu düşünen bünyeler için... Biz samimiyete, verilen emekteki heyecana, coşkuya ve etrafla benzeşen, ayrık otu gibi durmayan, oralı gibi hissettiren mekânların hastası iki insanız ki burası unutulmazlarımızdan olacak, eminiz.
Yolun ve duşun keyfinin ardından başka bir zaman diliminde, bundan çok çok eskide ve kadim bir uygarlığın içinde onlarla birlikte olmanın heyecanıyla geçiyoruz; yolun karşısındaki, aynı kişilerin işlettiği diğer tesise.
Öğrendiğimiz mesafe biz için yürünebilir ki niyetimiz de yürümek. Fakat genç adam arabayla gitmemiz konusunda ısrarcı. Neden acaba?!
Yürümekte kararlı olduğumuzu anlayınca önerisini yeniliyor. "Arabayla gidin, otaparkta bırakır, sonra yürürsünüz," diyor. Arabayla gidiyor, kapıdan geçip iç otoparkta bırakıyor ve ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz. Park yerinin hemen önü bilinen en eski kütüphane; izleri var ve gerisi hayal dünyamızın; üstelik bu sıradan bir kütüphane değil, 32 metre uzunluğunda iki katlı bir bina, altı depo ve aynı zamanda bir arşiv burası, devletin belgeleri de burada ki Hititler bu anlamda öncü: Dünyanın ilk barış anlaşmasını, Kadeş'i* imzalamış ve bunu belgeye dökmüş bir uygarlık söz konusu olan. Üst kat ise beş odadan oluşuyormuş ve 3000-3500 belge ve eser barındırıyormuş. Kütüphaneciyse önemli kişi, belgelerden kaynaklı bir hakimiyeti var ve Kral bir yere gittiğinde yönetimi ona teslim ediyormuş. Bu alanda bir avlu ve bir de kral yolu var ki bir tür devlet agorasıymış bu bölge.
Alandaki zümrüt rengi kübik taşsa hemen dikkatimizi çekiyor. Başındayız ve direk uzaya bağlıyoruz mevzuyu... Ne de eğleniyoruz, sözcüklerimizle. Tanrıların Arabaları'nı ve Yıldızlara Dönüş'ü okumuş insanlarız. Üstelik ben, rüzgârının estiği, dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, hayal dünyası yerinde bir tıfıl olarak okumuşum... Bu taşın ve diğer pek çok kalıntının minyatürlerini satan bir genç adam yanaşıyor, rehberlik yapabileceğini söylüyor. O an elindeki objelerin aynılarına Antakya'da emekli bir öğretmenin çok sevimli dükkânında da rastlayacağımızdan habersiziz. Hititler her yerde!
Bu yazıda kalıntılarla ya da fotoğraflarla ilgili derin bilgiler bulamayacaksınız, ama olur da bu yazı heveslendirir ve orada olmak istersiniz; işte o zaman bir kaç kitabı okumak yarar getirebilir. Hatta derin okumalar istemem, uğraşamam, şöyle kolay, hikâye anlatır gibi bir şey olsun, diyenlerdenseniz; "Muazzez İlmiye Çığ'ın, arkadaşı Sümerolog Hatice Kızılay'ın kızı İştar'ın dilinden yazdığı Hititler ve Hattuşa adlı kitabını okuyun," diye bir öneride bulunabilirim: basit gelebilir, çocuğa anlatılmış gibidir ama yormaz! Fotoğraftaki surlarsa önemli. Kısa bakanlığının ülkeye çok şey kazandırdığını düşündüğüm Ertuğrul Günay'ın el atmasıyla ve Hititlerin kullandığı malzemenin aynısıyla yapılmış kendisi... Surlara bu kez uzaktan bakmak için bulunduğumuz daha yüksek alanın ucuna yürüyünce önümüze çıkan dev şarap küpleriyse bizi bizden alıyor, "Hımmm gerçek bir küp şarabı," diye iç de geçiriyoruz. Kader işte; yeter ki alına yazılan güzel olsun. Bir gün Tiflis'de, ona yakın bir köyde yapılan gerçek küp şarapları içeceğimizi, keyiften öleceğimizi henüz bilmiyoruz.**
Sonra bir başka kayadan vadiyi seyrediyoruz, uzun uzun. Yeni surların yapıldığı sürenin uzunluğuna bakıp ki 5 yıl, bu koca başkentin tamamının da surlarla çevrili olduğunu düşününce; içinden çıkamıyoruz bu uygarlığın vardığı noktanın. Ve biz bu kadim şehrin henüz toplu iğne başı kadar bir noktasındayız şu an!
Hava sıcak, Hitit başkenti kocaman ve yolu yokuş. Arabaya binmeden önce telaşla koşuşturan, dili dışarıda su arayan sevimli köpekle merhabalaşıyoruz. Pet şişeyle su içirmeye çalışıyor enn sevdiğim kadın ama, o kadar susamış ki köpek su ziyan olacak gibi. Bir plastik bardak bulup dolduruyoruz, nasıl bir içmek o görmek lazım... Sonrasında biraz seviyor, oynaşıyor ve vedalaşıp, yokuşları -arabayla- tırmanmaya başlıyor, sıklıkla duruyor, fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Sfenksli Kapı'nın önündeyiz ki en gizemlisi bu, altında, dış tarafı taşla kaplı piramid şeklindeki suni tepenin içinden geçen uzun bir tünel var. Yer Kapıdan girip gizli tünelden yürüyerek Hattuşa'nın dışına çıkılıyor. Elbette giriyor ve çıktığımızda gördüğümüz manzaraya, akan suya hayranlıkla bakıyor, en çok da o suyun kenarındaki ahşap evi kıskanıyoruz. Sonra da dış merdivenlerinden çıkarak piramidin tepesine; hayallere bağdaş kuruyor, bunları dile getirip eğleniyoruz.
Yine ülkemizden kaçırılmış ama yine Günay'ın çabalarıyla geri alınmış heykelleri kendi topraklarında görmek mutlandırıyor insanı. Bir Alman çift var, yaşça bizden büyük, Land Rover'ları bilim insanı hissi uyandırıyor, alanda sıklıkla karşılaşıyoruz; şu an tabaklarını çıkarmışlar, güzel bir ağacın altında ve su kenarında, şehre bakarak yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyiyorlar. İmreniyor ve bir fikir oluşturuyorum.
Yer Kapı ve doğu ve batı ucundaki Aslanlı Kapı ile Kral Kapısı surlar üzerindeki önemli kapılar. İşte tam orada ennn sevdiğim fotoğrafçının, bütün konsantrasyonuyla bir noktaya odaklandığı anda fotoğrafını çekiyorum ki ödül alması işten değil. Model muhteşem, duruş muhteşem, eller yukarıda, taşlar devasa... yakın ayarını yaptı, ve tık.
Artık Hattuşa'nın en üst noktasındayız. Zirvedeki yanyana, kayalara oyulmuş küçük odalarda duvar resimleri var; onlara bakarken, uygarlığın boyutlarını iyice hissediyor, uzaylı esprilerini peşi sıra diziyoruz. Bilmiyoruz!
Tanık olduklarımızı, mesela kütüphanenin boyutlarını düşününce ve elbette raflarındaki kil tabletleri, ve hatta her şeylerini belgelediklerini ve sakladıklarını da düşünürsek bu kadim halkın; hayal, ona bağlı olarak da bilim kurgu cümleler kurmamak ya da onları aklın içinde çevirmemek mümkün değil. Her ne kadar Erich Von Daniken'in bahsettiğim kitaplarının etkisinde kalmış, gerçekliklerine çocuk yaşlarda inanmak istemiş, hatta inanmak hoşumuza gitmiş olsa da kesin olan, burası akıl almaz bir uygarlığın başkenti: insanın düşünce dünyasını zorluyor.
Nişantepe Yazıtı, şaşırtıcı. Koca bir kaya yığını tesviye edilerek düzleştirilmiş ve Hititlere ait, en uzun olduğu söylenen ve 11 satırlık hiyeroglif yazıdan oluşan; Hattuşa’nın bilinen son büyük kralı II.Supiluliuma’ya ait olduğu ama içeriğinin ne olduğu bilinmeyen bir yazıt oluşturulmuş ki etkiliyor. Kalıyoruz bir süre, arkasına dolanıyor, yerleşim olduğunu düşündüğümüz küçük, saklı bir vadi ile karşılaşıyor, üzerine hikâyeler oluşturup resmi kurumlara, kütüphaneye ve dolayısıyla şehir merkezine uzak, tapınaklara yakın bir bölgede, Yukarı Şehirde de olsa burada yaşamak keyifli olurdu, diye düşünüyoruz.
Şimdi zirveden, sadece izi az kalmış kaleden, bütün şehri toplu izlemenin tadını çıkarıyoruz. Sadece surlarla çevrili şehri değil, şehire gelebilecek tüm tehdit alanlarını da görebilecek bir nokta burası!
Şehrin öte yakasını, mahallelerini dolaşarak inmeye başlıyor, inerken bir çeşme ve yalağında durup serinliyor, inmeye devam edip çıkışa varıyor ve Müzenin Dükkânı'na uğruyoruz. Alanı ve kafeteryasını beğeniyor, Hattuşa Şehir Merkezine veda ediyor, Tanrıların kutsal zirvesine, Yazılıkaya'ya doğru yol alıyoruz. Bir dağdan indik ve şimdi bir başka dağa tırmanacağız. Yol güzel, sürüş keyfi var, kalabalık değil ve manzara açısından şahane.
Yazılıkaya'nın seyir terası gibi bir geniş alanı, ve bu alanda da satış yapan dükkânları ve kafeleri var. Hattuşa'da yorgun düşenler için ideal bir dinlenme noktası.
Aşağı şehirde de, oradayken bahsetmeyi unuttuğum bir çok önemli dinsel kalıntı ve tapınak var! Bunların en önemlisi 1.Tapınak: Hititlerin en büyük tanrıları olan Fırtına Tanrısı Teşup ve Arinna şehrinin Güneş Tanrıçası'na adanmış olan, Büyük Tapınak... Hayal modum, görkemini ve hatta bir ayin anını HD kalitesinde sunmuştu!
Yazılıkaya'ysa sanki bir açıkhava tapınağı gibi... gibi değil bütünüyle öyle! İçinde dolaşmak ilginç; bir labirent sayıp öyle dolaşmak eğlenceli geliyor. Kayaların arasına saklı, biri büyük iki galeri var. Galerilerin duvarı sayabileceğimiz kaya yüzeylerinde taşa kazınmış Tanrı ve Tanrıça heykelleri var ki bayağı kalabalıklar... Çok zaman harcamıyoruz burada ama harcanılası bir yer. Hititleri iyice anlamak ve hissetmek ve yorulup da bezmemek için iki günü bölüp Hattuşa'ya ve buraya ayırmak gerek! Elde dökümânlar olursa da şahane. Gerçi nete bağlanıp bilgiye ulaşan akıllı telefonlar da var ama! Kağıda dokunmak daha mı güzel acaba?
Zevkli bir yoldan zevkli bir dönüş, kapanmadan müzeye yetişmek istiyoruz. Arabayı tesisin önünde bırakıyor, bir soluklanıyor ve müzeye doğru yürüyoruz ki bizim konakladığımız yer bu anlamda çok avantajlı. Müzeyle de hemen ama hemen kaynaşıyoruz. Küçük kasabayla uyumlu, küçük ama çok iyi döşenmiş ve düzenlenmiş, insana başını okşayıp yanağından bir makas alsam hissi veren bir yerdeyiz. Mutlu ediyor bizi. Yavaş adımlarla dolaşıyor, hoş da vakit geçiriyor, sanki gün içinde biriktirdiklerimizin ve aldığımız hazzın sağlamasını yapıyoruz burada. Elbette çok da fotoğraf çekiyoruz. Rahat koltuklarına misafir oluyor, onu dinliyor, sohbetine bayılıyor, şirin bahçesinde soğuk bir şeyler içiyor, teşekkür edip ona ve genç personele; bu güzel günü kutlamak... hatta kutsamak için önce eve geçiyor, sonra da karşıya, tesise doğru yürüyoruz.
"İki bira lütfen."
"Bir patates kızartması lütfen."
"Bir de kızarmış sosis lütfen."
Mutfakta bir abla var; çok tatlı, elinden güzel iş çıkar duygusu veriyor, atıştırmalıklarımız, içine batırmalık iki sosla birlikte geliyor. Dışarının sakinliği ve akşamın ruhları dürtükleyen saatleriyse burada, Boğazkale'de bambaşka... Ortalık tahminlerimin aksine çok sakin, hafta sonu olmasına rağmen tur kalabalıklarına rastlamıyoruz. Yavaş, sessiz ve huzur veren, dokusu kaybolmamış küçücük bir kasabadayız ve bu o kadar güzel ve o kadar kıymetli ki...
O halde,
"Hattuşa'ya, onun halkına, bu güzel akşama ve bize!"
Masalardan birinde gezdiğimiz noktalarda sıklıkla karşılaştığımız genç bir İtalyan ve ondan bir kaç yaş daha büyük Japon iki arkadaş var, belki de burada tanıştılar! Ortak dil İngilizce, çok da keyifle biralarını içip sohbet ediyorlar. Başka da kimse yok. Canımız yemek de istiyor ki sabahtan beri bir şey yemedik. Soruyorum; ne var, diye. Hitit Kebabı varmış... Hımmmm... yaratıcılığa şapka çıkaralım! Meraklanmıyor değiliz?!
Küçük güveçlerde geliyor Hitit Kebaplarımız. Ama bu bildiğimiz güveç!
Hemen bukalemun yeteneğimizi kullanıyor ve Hitit ülkesinin güzel mutfağından çıkan, daha önce hiç tatmadığımız Hitit Kebaplarımızın tadını çıkarıp, buz gibi Hitit biralarımızın ve cırcır böcekli bu güzel, iz bırakacağı kesin akşamın tadını çıkarıyoruz. Mutluyuz, çok mutlu hem de... ve çok eğleniyoruz.
"İki bira daha lütfen..."
Ve Sonra...
Eve geçiyoruz ki odanın içinde derenin akşam senfonisi... ağaçların ve yabani çiçeklerin hoş kokusu... gecenin muhteşem serini... ve pırıl pırıl yıldızlar var. Gece ve sokaklar bizi çağırıyor! Çıkıyoruz. Hattuşa'ya doğru köy tadında, gecenin sesleri eşliğinde, çocukluk anılarımızdaki dede yörelerinin sıcaklığında, yıldızlardan ve seyrek evlerden yansıyan ışıkta flörtöz adımlarla yürüyoruz. Hitit ülkesinde olmak muhteşem, ama Enn Sevdiğim Kadın'la olmak daha daha muhteşem. Fakat o an, tam da köprüden derenin gece senfonilerini seyrettikten az sonra... yolun ortasında bir beyazlık görüyoruz.
Bir minik tavşan bu!
30.07.2016
* Kadeş Anlaşması üzerine detaylı bir yazı ve araştırmacı blog yazarlığı nasıldır, için buradan lütfen!
**Rastlaşma ile ilgili cümleler bu yazıdaki 5.fotoğrafın altında, ilginizi çektiyse buradan lütfen
Devam yazısı Boğazkale içinse buradan lütfen.
Etiketler:
Boğazkale,
Hattuşa,
Hittite House,
Korona Günleri,
seyyah olduk bu alemi gezeriz,
Yazılıkaya
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)