9 Temmuz 2020 Perşembe

Boğazkale

Öncesi

Yeni bir gün, kuş sesleri, şırıldayan dere, pencereden sızan serinlik, "Uyanın artık," diyen horozlar ve tazelik... Sırt çantalarımızı da toparlayıp yerleştiriyor, Kadeş Anlaşması anısına yapılmakta olan anıtın önünden sessiz adımlarla yürüyerek kahvaltıya geçiyoruz.

Dün su verdiğimiz, üzgünüz ki onca yıl geçince adını hatırlayamadığımız ve yazıda köpek demek zorunda kaldığım ve bundan da rahatsızlık duyduğum dost, bizim masanın iki adım uzağında, sabah güneşinin tadını çıkarıyor. Tabii ki günaydınlaşıyor, halini hatırını soruyoruz. Dün Hattuşa'da karşılaştığımızda meğerse akşam yemekte olan iki arkadaşa eşlik ettiği için oradaymış ve sonra da onlarla geri dönmüş. Anlıyoruz ki O bir rehber! Muhtemelen de bizim kahvaltıyı bitirmemizi bekliyor!


Her ne kadar doğalının el altında olduğu bir yörede, otel usulü paket ve endüstriyel ürünlerle de olsa zevkli bir kahvaltının ardına birer de keyif çayı ekliyoruz ve teşekkür edip kalkıyoruz. Kasabamızın  merkezine gideceğiz. Sabahın çok hoş serini ve huzurlu sessizliği biraz ağır hareket etmemize neden oluyor. Rehberimiz çoktan ön almış, sonra da fark etmiş ki biz sabah yavaşlığındayız. Durmuş ve "Hadi," dercesine bize bakıyor; bir sertlik ifadesi yok, gayet şefkatle, toyluğumuza anlayışla, bekliyor bizi. Birlikte yürüyoruz. Sessizlikle, gürültülü hayatların yaşandığı yerlerden uzak ve yaşamın fena halde yavaşladığı bir diyardayız. Yemyeşil ağaçlarla dolu araçsız bulvarı yürüyoruz.


Rastlaştığımız Kazlar sabah toplantısında, bize yansıyan bir kakofoni olsa da onlar çok sesli... Mevzuyu pek anlamasak da sanki bir dernek ya da apartman toplantısı hali var. Rehberimiz, aynı zamanda da korumamızla selamlaşıyorlar. O da iki lafın belini kırmak için yanlarına doğru yol alıyor...  Kim bunlar, diye sordular, çünkü yan gözle bize bakıyorlar. Bir kaçı burun bükmüş olabilir. Biz sol kaldırıma geçip oradan yürümeye devam ederken Rehber de bize katılıyor. Kalbimizdeki yeri özel Müzeye günaydın demeden geçmiyoruz ki o henüz sabah mahmurluğunda ve yeni kabullere hazırlanıyor. Şimdi bizi bizden alan büfelerden birindeyiz.

"Üç su lütfen."

"Üç de şu gofretten lütfen"


Büfeden çıktıktan az sonra binayı fark ettik, sevimli bulduk; ama sokağın başına gelince de bayram ettik. Çünkü restore edilip de Halk Eğitim Merkezi haline getirilmişin ev olarak yaşamaya devam edenleri de var. Betona gömülmüş şehirlerden sonra korunmaya alınmış sit alanı gibi geliyor sokak. Elbette ki bu hesaplanmış bir koruma değil; gözden ırak, sessiz, nüfusu az, rantı yüksek bir yer olmaması onu şanslı kılıyor, mütahit eline düşmemiş... Çoğunluğu kırsalında yaşayan 3000'nin üzerinde bir nüfusu var ki merkez nüfusu 1700 civarında.


Tatlı tepeye yaklaşırken, tepenin ardıyla ilgili sinyaller de alıyoruz. Çoktan kaynaştık, benimsedik, sevdik birbirimizi. Üstelik hoş kokuların çekim alanındayız!


Henüz erken ama meydana masa atmış kahvenin dışında bir kaç kişi var, selamlaşıyoruz; belli ki tarla  dönüşü uğranılmış. Çay bardaklı sohbetler sabah mahmuru... imrendik. Biz dışında da buraya ait olmayan kimse yok ki bukalemun özelliğimiz devreye girecek ve birazdan buralı olacağız.

Dünyanın en kıymetli arkeolojik alanlarından birinde bu derece ıssızlıkla karşılaşmak bir yanıyla bize iyi gelse de bu potansiyelin -yazın göbeğindeyken üstelik- yeterince kullanılamıyor olması da üzüyor. Tamam bu iki gezginin bir bencilliği de var, iş olsun diye gelen, etrafa özen göstermeyen, kirletip geçen insanlar dokunsun istemiyorlar bu sessizliğe ama bu ülke de sadece o insanlardan ibaret değil sonuçta! Hem o zaman belki, bu şirin mi şirin meydanında, şu kahvenin bir yanında mesela, ya da onun karşısında bir mekanda, güneş dağların arkasına çekilmeye başladığı anda  buz gibi içeceklerin ve Hitit ruhunun tadına varılıyor olabilirdi...


Ama emin olun ki bu iki bukalemun başka bir şeyin tadını keşfedip, dibine kadar da çıkaracaklar az sonra ve bir mizansen kuracaklar. Çünkü anı yaşamamış olsalar da belki bu yazıyı okuyan ve bir gün buraya gelecek olan birilerine yaşatacaklar!

Meydana şimdilik göz atıp ara sokaklarına dalıyoruz Boğazkale'nin... Meydanın hemen ardı bir eşiği geçmek gibi. Yeni ve çok katlı binaya sırt çevirmiş evler bizlik; verandanın kenarındaki semaverin dumanı tazecik, miss  kokusu koşa koşa ulaştı tandırdaki ekmeğin, dönüyor başımız. Biz o ara evin çekerken fotoğrafını, bir teyze çıkıyor verandaya... Şefkatle, neşeyle, tatlı mı tatlı sesleniyor enn sevdiğim kadına; emekle yetiştirdiği ve gurur duyduğu çocuklarından söz eder gibi; "Çiçeklerimin fotoğraflarını da çek."  Biz seni yeriz be, teyzem. Sohbet ediyor enn sevdiğim kadın. Evin altında inekler. Adamı ve çocukları tarladan dönecekler. Teyzem karnımızı doyurmaya da kararlı, ama biz o işi yaptık be teyzem.


Teyzemden kopmak zor. Vedalaşsak da dilimizde hâlâ o var. Güzel güzel bahçelere gire çıka, güzel ve el yordamı taş kanal boyunca, içindeki yaz kurağı suya baka baka yürüyoruz. Yürürken elbette onun bahardaki coşkunluğunu da görüyoruz. Ondan ayrılan arklarsa şirin bahçelerdeki sebzeleri suluyor. Meydanın iki sokak arkası köy tadında. Ne güzel ki gezginler için bir avantaj bu; bir taşla iki kuş. Hem köy hem kasaba! 


Rehberimiz sağ olsun; bazen onun iştahının götürdüğü yerlere gidip sürprizlerle karşılaşıyor, arada bir de serbest takılıp onu peşimizden sürüklüyoruz. Her hâlükârda aramızdaki ilişki muazzam. Kasabalı arkadaşları ile rastlaştığımızda kim bunlar diye şöyle bir göz atsalar da O, pek de bize çaktırmadan, hâl yoluna koyuyor hepsini. 


İşte bu! Mavilerin hastayız ki bu artık malumun tekrarı... ama mavi doğramalı köy, kasaba, mahalle dükkanlarının bir başka derecede hastasıyız. Bir bakkal olmasını dilerdik elbette ki şu an kapalı. Ama bir bakkal olsaydı ve açık; işte o zaman değmeyin keyfimize. Hemen köyün çocuklarından olur, bakkal amca ile muhabbeti koyultur, markasını bilmediğimiz ucuz gofretleri, çikolataları ve varsa yerel gazozları, yağmalardık kesin.  Belkim iki de çay içerdik bakkal amcayla!  Gelmez mi Vahit Abi akla, görünce minik dükkanları? Gelir, hem de nasıl gelir.*  
  
Meydana doğru yürüyoruz.  Orada bir şey var, aklımıza yazdığımız ama henüz kahvaltıdan kalkmış olmanın tokluğu ile de sonraya bıraktığımız bir yer: Boğazkale Ekmek ve Pide Fırını. 


Dışa taşıyor sıcak fırının ve tazeliğin kokusu.  Gönüllüce tutunduk attığı oltanın ucuna. Anne kuzinesinden çıkmış gibi tütüyor hamurlar. Ekmekler misss... Pideler misss... Börekler-poğaçalar misss... Gözümüzse ketelerde! 

Alıyoruz... hatta götürmelik de alıyoruz. Daha dışarı çıkmadan da tadına bakıyoruz, hemen oracıkta, miss gibi pişmiş hamur kokuları arasında. Yok böyle bir şey! Hamur Tanrıça'sının başı döndü çoktan, kutsadı ustayı. Sohbetleriyse şahane. Çaylar geldi gelecek... Çok teşekkür ediyoruz, beğenimizin altını bir kez daha çiziyor, hayırlı işler dileyip, pidelerde kalan gözlerimizi de alarak çıkıyoruz.

Bununla kalmıyoruz elbette, övmeye devam ederken ve bir yandan da götürürken keteleri, bu yazıyı okuyan ve belki de bir gün Hattuşa'ya gelecek olanlara diyoruz ki: Bu fırından kete ya da ne isterseniz alın, ama fırından yeni çıkmış olsun! Sonra dükkanlardan birinden gram işi kahvaltılıklar... sonra kahvenin dış masalarından birine çökün, ister amele işi, ister ince bellide çaylarınızı söyleyin. Ve kahvaltınızı Boğazkale'nin meydanında ve anıtın solundaki kahvenin dışarı yayılmış masalarında yapın.


Ellerimizde ketelerimizle fırının köşesinden dönüyor, meydanın öte yakasını dolaşmaya başlıyoruz. Kocaman ve ekili bahçeler içinde çok güzel evler görüyoruz. Biriyle fazlasıyla haşır neşirken, tatlı bir amcanın Almanca sorusunu, Türkçe cevaplıyoruz. "Hayır, Türk'üz." Karşılıklı gülüşme ve kısa ama hoş bir sohbet. Sonra önümüze çıkan rehberimizin bir arkadaşı ile oynaşma, onun katılımıyla geldiğimiz sokakta da bir ülke klasiği olarak, yıkılsa da yenisini yapsak haline terk edilmiş evleri görüp bayılıyoruz. Oysa ki ne de güzel konaklama yeri olurlar, diye konuşuyoruz ama devleti yönetenlerde de bu vizyon ve heves olmalı; ya sübvanse etmeli ya da kendi alıp, kar zarar hesabı gütmeden yaşatmalı bunları diye konuşuyoruz ama konuştuğumuzun gerçekleşme ihtimalinin olmadığını da biliyoruz.

Konuşa konuşa, gördüklerimizin üzerinden geçe geçe kaldığımız yere varıyor, Rehberimizle vedalaşıyor, geldiğimiz yoldan geriye doğru bir miktar gittikten sonra direksiyonu sağa kırıp bir başka güzelliğe doğru yol almaya başlıyoruz.


31.07.2016


* Vahit Abi şu yazının ikinci fotoğrafından sonraki 6 paragrafta, 



Devam yazısı- İstikamet Alacahöyük için buradan lütfen

6 yorum:

  1. Boğazkale'den kete ve taze çıkmış fırın ürünleri alınacak. Not edildi efendim. :)
    Umarım çok uzak olmayan gelecekte, yeniden gezebilir hale geliriz.
    Bu arada rehberinize bayıldım, ne güzel pozlar vermiş öyle!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Efsaneler yöresinin efsane ketesi:) Dilerim fırın hâlâ yerindedir, usta da bura bana artık dar geliyor, deyip de şehire taşınıp dükkanı orada açmamıştır:)

      Rehberimiz aynı zamanda pek espriliydi:)

      Sil
  2. ne güzel gezmiş, ne güzel anlatmışsınız, rehberinize ve arkadaşlarıyla muhabbetine bayıldım.

    YanıtlaSil
  3. Teşekkür ederim:) Bu anlatım biraz da gezilen yerlerlerle alakalı, onların sıcaklığı ile... Hani söyleyene değil söyletene bak derler ya, bu söyleten de fazlasıyla huzurlu ve kucaklayıcıydı:)

    YanıtlaSil
  4. Devamı gelir umarım...🌠

    YanıtlaSil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP