31 Aralık 2011 Cumartesi

Dokunmayın Noel Babaya

Noel baba üzerine kapitalizmin bir ürünü olmaktan başlayıp din propagandasının yapıldığına kadar -günümüzde olduğu gibi- bir sürü şey konuşulur. Oysa, onun ve benzer varlıkların ne olduğuna, neyi nereye kadar götürebileceğinize, nasıl algılayacağınıza karar veren sizsinizdir.

Eğer kapitalizmin tüketim yönünde bir oyunu ya da düzeni algısıyla bakacaksak; zaten her gün, Noel Baba gibi bir dayanak olmaksızın da reklamlarla beyinlerimize girilip gerekenler yapılıyor. Ben de istersem bu yazıda yılbaşı ve Noel Baba üzerine, ideolojik alt yapımın birikimiyle çok şeyler yazabilirim.

Birileri Noel Babayı ticari anlamda kullanabilir, birileri bunun bir din propagandası olduğunu söyleyebilir. Ben, tüm bunların dışında kalarak, onda simgelenmiş yardım etme, çocukları sevindirme işlevini yerine getirişi ve kızaklarıyla birlikte bütün çocukların algısındaki halini severim.

Küçük bir çocukken aklımda varlığını hep sürdürmüştür. Süslü çam ağaçlarını sevmiş, imrenmişimdir. Bizim yaşamımıza Noel Baba gerçek anlamı ve işlevi ile Mussano'yla, biraz da kendi özlemlerimizden de yola çıkarak istediği treni Noel Babanın getireceğini söylediğimiz bir yılbaşı gecesinde girdi.

Gece boyu sürekli şömineyi kontrol edişi, her tıkırtı duyduğunda kafasını içine sokup bacadan yukarı bakışı, dile getirdiği sözcükleri çok hoştu. Tabii ki uygun saat geldiğinde tren kutusu şöminenin bacasına sıkıştırıldı. Uygun sesler, tıkırtılar yaratıldı.

Onun beş yaşına bile gelmemiş hali, yüzündeki heyecan, şöminenin içine dalışı, uğraşmalarına rağmen bacaya sıkıştırılışmış paketi oradan alamayışı, yardım istemeyi bile zaman kaybı sayan sevinci görülmeye değerdi.

Bu her yılbaşı tekrarlanan bir ritüel halini almıştı ki bir yılbaşı Noel baba bir türlü gelmiyordu. Mussano çocuk heyecanlarıyla bekliyor, beklemenin merakıyla ne yapacağının şaşkınlığında, ortamdan kopmuş ama ortamdaymış pozlarında ortalıkta dolaşıyordu. ''Noel baba gelmeyecek herhalde! " diye sordu. "Sanırız bu yılki felaketlerden dolayı paraları daha çok, belki de sadece o felaketleri yaşayan çocuklara ve Afrika'daki açlığa harcadığından, onların daha acil ihtiyaçları olduğu için, durumları çok daha iyi olanlardan bu yıl oyuncakları esirgedi" dedik...

Mussano daha bir şey sormadı ve içeri odasına gitti. Biraz sonra, kumbarasından çıkardığı bütün parayla döndü, paraların tümünü şöminenin içine bıraktı.

O içeri geçtikten bir süre sonra, Noel babanın tıkırtısı duyuldu. Mussano sese koştu. Şöminenin içindeki paralar gitmiş, yerinde ona yazılmış İngilizce bir not vardı. ''Bu ne? '' diye sordu. Ne ki diye alıp, şaşkın maskelerimiz yüzümüzde okumaya başladık.

Noel baba Mussano'ya teşekkür ediyordu; ve davranışının güzelliğine vurgu yapıyordu.

Bu olaydan bir kaç yıl sonra, Mussano'nun okumayı yazmayı yeni öğrendiği dönemde, ülkemiz deprem felaketini yaşadı.

Bir akşam, Mussano elindeki kağıtta bir banka hesap numarası ve tüm parasıyla "bunları bu hesaba yatırır mısın?" diye geldi. Bir miktar parayı onun adıyla o yardım hesabına yatırdım. O, belki unuttu ama onun adına yatırılmış makbuz hala bende saklı...

Ben kendi yaşamımda ve çocukların büyüme süreçlerinde şunu gördüm: Katı, reddeden, yok sayan, kendi ideolojik yaklaşımlarımızla ve onlara fark ettirmekten uzak tavırlarla çocuklara bir şey öğretmek zor. Onlarla paralel hareket edip doğru olanı fark etmeleri için kanallar açmak gerek. Mussano, Noel baba diye bir şey olmadığını bir iki yıl sonra fark etti belki... Ama o bekleme anlarının tadını, sevincini, coşkusunu hiç unutmadı.

Ne olur ki büyükler karışmasa, Noel baba çocukların görmek istediği yerde dursa... Ve çocuklar, hikayelerinde, akıllarında, dünyalarında fazlasıyla var olanın, bir çikolatayla da olsa tadını çıkarsalar.

Ne olur!

*ilk yayım tarihi 30-Aralık-2008

27 Aralık 2011 Salı

Sokağın Fısıltısı

Bir bayram arifesiydi ve dışarıda serseri bir bahar vardı. Karşıdaki sigara fabrikasından, makinelerin ahenkli sesleriyle işçi kadınların mahalleli konuşmaları geliyordu.
... Bayram alışverişine çıkmış insanların coşkulu telaşları; sokağa yayılmış satıcıların çağırtkan bağırışlarıyla, arabaların motor seslerine karışıyor, iki taraflı yüksek binaların daracık bir vadi yarattığı küçük caddede, alabildiğine neşe yankılanıyordu.
Havanın keyfiyle martılar, denizin kokusunu yanlarına almış, hastanenin bahçesinden çatısına, oradan karşıdaki Tekel binasına uçan, tütün kokusuna sarhoş güvercinleri ziyarete gelmişlerdi.
....açık kumral, parlak, kulaklarının üstünden içe doğru taranmış, yürüdükçe havalanan, özenle taranmış saçlarıyla sanki birazdan haberleri sunacak spiker makyajındaki sade şıklığını, iyi haberin yüzde yaratığı tebessümle sevdi. Güven dolu adımlarla, göğsünü gere gere yürüyüşünü,  sindire sindire ve kalbine kazıyarak izledi.
Olağanüstü bir kadın kokusuyla aydınlandı ortalık... Zaman akmayı bırakıp, kare kare bu anın fotoğraflarını çekti.


*Bir romanımsının ötesinden berisinden rastgelesinden...

*1 ve 2. resim Samsun'un Fransızlar tarafından kurulmuş eski sigara fabrikası; AVM olmak üzere düzenleniyor.
3. ve 4. resim eski Askeri Hastane; şu an Belediye Konservatuarı ve Kültür Merkezi olarak kullanılıyor.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk

Dışarı çıktığımda içimde derin izler bırakan, dakikalar geçtikçe lezzeti artan, bende hemen ve coşkuyla yazma isteği yaratan bir oyun olmamasına rağmen; tiyatro sanatı adına farklı ve son derece lezzetli bir dil kullanan, başarılı ve beğendiğim bir gösteri olduğunu da inkar edemem.

 Hiç bir kitabını okumadığımdan yazar ve dünyası üzerine bir fikrim yoktu. Cezmi Ersöz adı okumak konusunda içimde bir heves de oluşturmuyordu. Bu da tümüyle bana özgü bir durumdu.

Sahnedeki duruşu anlamında hiç bir sorunu olmayan oyun metinsel ve felsefi anlamda bana yeni şeyler sunmamakla birlikte, yazarın  sevenlerine, özellikle  kadınlara  ip uçları verip, "yuların" neresinden tutmaları gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunabilir!

 Gerilim, coşku ve sıkıntı anlarına önemli renkler katan ışık tasarımı, salona girdiğiniz anda beğenip benimsediğiniz başarılı dekoru, Vedat Sakman tarafından yapılmış müziği ile ritmini asla kaybetmeyen 70 dakikalık bu güzel gösteride, yönetmen Serap Eyüboğlu; farklı desibellerde ve farklı tonlardaki erkek hallerinin fırtınalarını, -endişeli- merakın telaşlarını, kadının hesapsızca verdikleri karşısındaki erkek şımarıklığını, erkeğin hevesleri ve egosuyla hesaplaşmasını modern dansın ögeleriyle yoğurarak  bir oyuncuya yükleyip iç ve dış seslerle beslerken, bedeni de konuşturmayı başarıyor.  Bu nedenle, bir kitaptan bir oyun yaratırken  kullandığı anlatım dili  ve nüanslar noktasında yönetmen Serap Eyüboğlu'nun başarısını fazlasıyla alkışlamak gerekiyor.

Sevgililer Günü'nde kız arkadaşını bekleyen, zaman aktıkça ve sevgili gelmedikçe tüm ilişkilerini sorgulamaya başlayan bir adam özelinde tüm erkek hallerinin renklerini sunmayı başaran oyunu, Kürşat Alnıaçık başarıyla taşıyor. Onu destekleyen dış sesler ve İsmail Kavrakoğlu'nun salondan yaptığı sataşmalar, ışık ve müzik oyunu diri tutuyor.

Kendi kendine Konuşmaktır Aşk: Başlangıçta da vurguladığım gibi kadın izleyicinin ilgisini fazlasıyla çekecek,  dersler çıkarmayı becerebilen erkek izleyiciyi de kendine ayar, ilişkilerine değer verme noktasında düşündürtüp biçimlendirebilecek  başarılı bir oyun. Üstelik klişe gibi duran ama sanırım salonun çoğunluğunun not aldığı “Hayat, kendi kendimize uydurduğumuz yalanlarla oyalanma sanatıdır.” ve “Çok kadın hiç kadındır.” cümlelerinden hareketle  keyifli bir sohbete zemin oluşturup şarapla* devam ettirilebilecek güzel bir akşam için -bence- son derece ideal bir oyun.

İzlenmeli!

Işık Tasarımı: Ayhan Güldağlar
Dekor- Giysi Tasarımı: Serpil Tezcan

* Fiyat kalite açısından son derece ucuz olan girdiği pek çok uluslararası yarışmada segmentinde altın ve gümüş madalyalar almış (Dün dahi -önceki fiyatı düşürülmüş olarak- Migros'ta 12,90 TL den satılan,) Pamukkale Anfora Trio blogun önerisidir. Beğenmezseniz bana küfredebilirsiniz:)

24 Aralık 2011 Cumartesi

Yağmurlu Bir Gündü

SON DURUM* - 24 Aralık Cumartesi, 14:50

Sıcaklık: 7°C  Nem: %81  Basınç: 1012 hPa

Görüş: 10 km  Rüzgar 26 km/sa

 Kaybetmiştik onu ...
Sanmıştık ve üzülmüştük...
Ellerimizi yağmura tutturup...
Koşturduk.
*Pizza yiyemedik
Paçanga Böreği yiyemedik.
Bira içemedik...

Yine de çok sevindik.

23 Aralık 2011 Cuma

Havlayan Köpek Isırmaz

Başlıktaki söz bize mi aittir yoksa başka dillerden bize aktarılmış bir atasözü müdür çıkaramadım şimdi... 

Bazen, kendi yurttaşlarımız ve yakın çevredeki ülke halkalarına hava atacağız diye kantarın topuzunu oldukça kaçıran öngörüsüz çıkışlarımıza bakıyorum; sonra, süreçler içinde yaşanan gerçekliklere göz dikiyorum, onca bağırtı çağırtının arkasından bir süre geçtiğinde, herkesin suspus olduğunu, hiçbir şeyin değişmediğini hatta bir önceki pozisyonumuza göre gerilediğini fark ediyorum. Benzer her olayda bir sürü laf ve infialle asıp kesiyoruz. Sonra da bir bakıyoruz ki asılan kesilen biz oluyoruz.

Evet biz güçlü bir ülkeyiz, evet stratejik önemimiz ve görkemli bir potansiyelimiz var. Ama aklımız yok. Derinliğimiz yok. Günlük siyasetin, popülarizmin peşinden sürüklenip, ondan medet uman bir siyasi üslubumuz var ve bizim dışımızdaki herkes bunun farkında.

Her uluslararası sorunumuzda, gereksizce üst perdeden atıp-tutup sonra da popomuzun üzerine oturmak yerine, olabilecekleri daha sakin kafayla değerlendirerek öngörmemiz ve büyük laflar üretmek yerine popülizme hiç prim tanımayan, daha ayağı yere basan, uzun süreçleri göz önüne alan, öngörülü, kendine güvenen stratejiler ve akıllar üretmemiz gerektiğini artık fark etmemiz gerekmiyor mu?

Öyle bir dış politika zafiyeti ve öylesine bir ekonomik kıskaç içindeyiz ki; hiç bir şekilde sonuç alıcı politikalar üretemiyor, sadece bağırıp çağırarak kendimizi ve halkı kandırıyor, bir süreliğine gündemi başka bir mecraya taşıyıp dikkatleri yapıştığımız olaya çekiyor, içerideki sorunların üzerini örtüyoruz.

Ne yazık ki, ürettiği popülizmin rüzgarıyla beslenen, hamasetle beslenmiş milliyetçi söylemlerin halkın genelini okşadığını bilen bir hükümetimiz var. Türkiyedeki mevcut iktidar hiç bir şekilde batılı bir ülkeye kafa tutmayı, herhangi bir nedenle onlarla karşı karşıya gelmeyi, kapışmayı, bu halin yaratacağı riskleri göze alamaz.

Eğer gerçekten birilerine kafa tutacaksak, Kıbrıs sonrasında ve daha önce başımıza gelenleri göze almamız gerekir. Varsa yoksa ekonomi diye bağıran ve sistemden nemalanmış insanlar, ihracatının ithalatını karşılama oranı % 58'lere gerilemiş, ürettiği ve ihraç ettiği pek çok mal için  ithalat yapmak zorunda olan, sıcak paraya muhtaç bir ülkede, olası bir kafa tutmanın ardından kaybedeceklerini asla göze alamazlar; yakın tarihte yaşanan ve hala devam eden İsrail, Libya, Suriye, Mısır, İran ve füze kalkanı meselelerinde edilen sözlerle yapılanlar arasındaki zıtlıklarda olduğu gibi.

Ha şunu da belirtmeden geçmeyeyim: Fransa'nın aldığı karar hiç umurum bile değil, tıpkı bizdeki iktidarın seçim argümanları, ortaya karışık söylemleri kadar değeri var benim gözümde... Çünkü ne biz gerektiği kadar sertleşebileceğiz ne de onlar olayı daha fazla gerecekler. İzlediğimiz şey;  karakterleri benzer iki liderin iç siyasetlerine malzeme yaptıkları, kendilerince ve keyif aldıkları bir oyun. Derinliksiz, entelektüel düzeyi dipte, insanlıktan, halklarından ve gerçeklikten uzak pespaye bir oyun. İşin garibi halkımız da alıştı buna... misal beni hiç ilgilendirmiyor. Tıpkı benzerlerini çokça seyrettiğim filmlerde, akışı ve sonu tahmin ederek tüm heyecanımı yitirdiğim anlarda olduğu gibi.

Not: Aslında bu yazıyı yaklaşık 5 ay önce İsrail meselesi üzerine yazmıştım. Oldukça sert bir yazı idi; uslubu açısından değil, içerdiği gerçeklikler açısından... Toplumdan, o anki hava dolayısıyla olumsuz tepkiler alacak, İsrail'in ABD, Batı ve bizim için neden vazgeçilmez olduğu, neden bağırıp çağırdıklarımızı yapamayacağımız üzerine bir yazı idi. Açıkçası yapılacak yorumlarla uğraşmak istemediğim için yayımlamamıştım. Bugün o yazıdaki tüm cümlelerimin o olay özelinde gerçekleştiğini görüyorum. Ve bizim süreçlerimizin değişmediğini de... O yazının ana hatlarını olduğu gibi koruyup bir başka hale uyarlayabildiğime göre yazıyı; mevcut iktidarın "istikrarlı" bir dış politika uyguladığını ve bu konuda "tutarlı" olduğunu söylemek mümkün!

21 Aralık 2011 Çarşamba

Soykırım

“1808'de Charlie Savage adlı bir İngiliz gemici tüfeklerle ve eşi görülmemiş bir amaçla donanmış olarak Fiji adalarına geldi. Savage tek kişi olarak Fiji'nin güç dengesini altüst etmeye kalkıştı. Pek çok serüveni arasında kanosuyla bir ırmağı izleyerek bir Fiji köyü olan Kasavu'ya gelip köyü çevreleyen çitin bir tüfek atımlık uzağında durup savunmasız yerlilere ateş etmek vardı. Kurbanlarının sayısı öylesine fazlaydı ki, hayatta kalabilen köylüler cesetleri üst üste yığıp cesetlerin arkasına saklanmışlardı ve köyün kenarından geçen dere kandan kıpkırmızı olmuştu.” (Tüfek, Mikrop ve Çelik)

Biz bugünlerde Fransa'yı yakın geçmişinde başka halklara karşı uyguladığı cani eylemleri sebebiyle rahatlıkla suçlayabiliyoruz. Fransa'nın yaptığı katliamların çoğu belgeli ve tüm dünyaca bilinen şeyler. Eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın Cezayir katliamında bizzat savaştığı biliniyor, hatta ne kadar doğrudur bilemem ama ölü bir Cezayirli'nin kafasına basarken objektiflere poz verdiği söylenmişti bir hocam tarafından. Kendisi görev yaptığı yıllarda Türkiye'nin AB'ye girmesi için Ermeni Soykırımı'nı tanıması gerektiğini şart olarak sunmuştur ayrıca. Tıpkı halefi dünyanın en ahlaklı siyasetçisi Sarkozy gibi!

Bir de buzdağının görünmeyen kısmı var. Avrupalılar Amerika'ya ilk olarak 1500'lerde çıktı. O zamanlar şimdinin “beyaz” Amerikalıları yaşamıyordu o topraklarda. Yaklaşık 3000-4000 yıl önce, Sibirya'yla Alaska arasındaki Bering boğazının donmasını fırsat bilen Mayaların, İnkaların ataları uzun yollar aşıp buralara gelip yerleşmişlerdi. Olayın sonuçları ise bize ortaokulda-lisede ders kitaplarının söylediği gibi Christoph Colombus amcanın Dünya için hayırlı bir iş yapıp “İşte alın yeni bir kıta keşfettim! Gelin buralara da yerleşelim, dostça kardeşçe yaşayalım.” mesajı vermesinden ibaret değil. Keşke öyle olsaydı.

Bugün Amerika kıtasında ana dilini tamamen unutmuş, Avrupa dilleri konuşan “yerliler” yaşıyor. Onlar çağlar önce, dünyanın o dönemki ileri medeniyetlerinden bir haber olmalarına rağmen piramitler yapmış, rasathaneler kurmuş, bugün bile geçerliliği olan bir takvim yapmış, Galilei'den çok önce Güneş ve Venüs yıllarını herhangi bir yardımcı elektronik alete sahip olmadan doğru hesaplayabilmiş insanların torunları. Yani Avrupalılardan daha salak ya da beceriksiz değiller. Dilleri ve kültürleriyle birlikte geçmişleri de ellerinden alındığı için bunun zararı yalnızca onlara değil, insanlık tarihine de oldu. Bugün antik Maya ve İnka kentleri hala çözülememiş birçok sır barındırıyor.

“18. yüzyılın başlarında Paskalya Adası'na ayak basan Avrupalı denizciler adeta
gözlerine inanamamışlardı. Şili kıyılarının 3050 km açığındaki bu küçücük kara parçasının her yanına yüzlerce dev heykel saçılmış duruyordu. Çelik kadar dayanıklı volkanik kayalar, tereyağı keser gibi kesilmiş;10.000 tonluk kayalar dağlardan koparılmıştı. Yükseklikleri 10 ila 20 ton arasında değişen 50 tonluk heykeller, hareket ettirilmeyi bekleyen robotlar gibi durmaktaydı.


Ne yazık ki bu küçük kara parçasına gelen ilk misyonerler adanın geçmişinin karanlık kalmasına sebep olmuşlardır. Ellerine geçen hiyeroglifli tabletleri yakmışlar, eski tapınma biçimlerini yasaklamışlar, her türlü geleneği yok etmişlerdi.” (Tanrıların Arabaları)

Tamamen tesadüf eseri, birbirleriyle bu kadar ilintili ve iyi bir ikili olabileceğini düşünmeden; finaller öncesi edinmem gereken birkaç ders kitabıyla birlikte sipariş ettiğim iki kitap “Tüfek,Mikrop ve Çelik” ile “Tanrıların Arabaları” geçmişi çözümlemeye çalışarak geleceğe ışık tutmaya çalışıyor. En azından iddiaları bu yönde. Metodları ise farklı, Jared Diamond bilimin bilinen kalıpları içinde çözümlemeler yaparken, Erich von Daniken daha “free” takılmış.

Tam bu satırları yazarkense şans eseri Tv'den şöyle bir ses duyuyorum:

"1200'lü yıllarda Moğollar 600 senede nice emeklerle elde edilmiş, hattâ İslâmiyetten önce de yapılmış pekçok mîmârî eserleri, kütüphâneleri, geçmişe ışık tutan târihin kıymetli vesikalarını, mektepleri, rasathâneleri yok ettiler. İnsanları kılıçtan geçirdiler ve şehirleri yakıp yıktılar."... (TRT 1-Batı'ya Doğru Akan Nehir adlı belgesel)

Not:“Tüfek, Mikrop ve Çelik”'i Emre Kongar bir Yorum Farkı sırasında bayağı övmüştü. “Tanrıların Arabaları” ise şanını, evde uzayla ilgili ne zaman bir muhabbet dönse kendisinin adını anan hane halkına borçludur.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Fısıltılar

- Baba!
- Çekmiyorum.
- Çekiyosun:)
- Şu aslanla ve müze ile bir fotoğrafını çeksem.
- İstemiyorum.
- Neden?
- İstemiyorum ya!
- Bak eskiden şurada oturma yerleri vardı; küçük bir havuzun etrafında ve yarım ay şeklinde.
- Şurada da çay bahçesi. Onun arka bölümünde bir lokanta. Bayılırdık orada ızgara köfte yemeye; kızarmış patates, pilav, domates ve biberle süslenmiş tabakta... tabii ki geçen gün Migrostan aldığımız nostaljik şişelerin orjinallerinden içtiğimiz kola ile. 
- Gündüz gelirsek, babannem lahmacun yaptırırdı, bir semaver çayla onları yerdik, halam, annem, halan, amcan hep birlikte. Ama babamla akşam gelmek ızgara köfte demekti ve süperdi.:)
- Kandıramazsın beni :)

- Valilik binasının merdivenlerinde çekseydim.
- İs te mi yor um!:))
- Şuradan sular akardı, altlarından rengarenk ışıklar aydınlatırdı. Hatta hatırlat gösterim; tam şurada mahalle arkadaşları ile çekilmiş bir fotoğrafımız var. Fuar döneminde ve temmuzda çekilmiş. Ama siyah- beyaz.
- Abin burayı hep Kiev'e benzetirdi, biliyor musun? Adamın çizdiği kent planlarına şaşardım. İlkokul bire bile gitmiyordu. 
- Hadi gel bir resmini çekeyim:) Çocuklarına gösterir ve anlatırsın belki, buraların eski halini.
- Ye mez ler:))

- Hayırdır:))
- Profil resmi yapabilirim.
- Bloga koymayacaksın ama.
- İstemediğin hangi resmi koydum ki.
- Koyuyosun tabii.
- Hayır koymuyorum.
- Koyuyosun.
- Söyle bir tane o zaman.
-Var.
- Hangisi  söyle kaldırim.
- .......
- Nooldu sus oldun:))
- Bi tur atalım, hem vakit geçer.
- İstemiyorum.
- Tırsıyosun.
- Hayır:))
- Hadi o zaman
- Hem bişeyler içeriz kafeteryasında.
- İstemiyorum, aç değilim.
- Tırsıksın:))
-:)))
-Yeter ya:))
- Dur bunları çekmem lazım.
- Hatta birazdan birisi için bir şey yapacağız. Tam Kurtuluş Yolu üzerinde.
- Adama bak ya, bir de poz veriyor.
- Anladı bizde biraz köpeklik olduğunu:))
- :)))
- Ekmel Bey (Denizer)Samsunu çok seviyor biliyor musun? Her telefon konuşmasında "Buraneroscuğum; Şöyle gökyüzüne başını kaldırıp, bu kutsal şehrin havasından -benim için- derin derin çeker misin?" diyor. O kadar güzel sözler ediyor ki  ben bile her seferinde yeniden anlamlandırıyorum şehri.
- Burası iyi!
- Ne için?
- Ekmel Bey İçin soluyacağız ya havayı.
- Ulan bi sattir kan kusturuyosun ya bana fotoğraf yüzünden:)))
- Bak karşıdaki heykelin yanındaki adama, sanki iki arkadaş sohbet edip kuğulara bakıyolarmış gibi.  - Çekim şunları iki dakika:))
- Ya adam, yeter yaa!:))
- Oturalım mı biraz?
- Hayır, hayvanat bahçesine gidelim.
- Saat kaç?
- İstersen Yalova Gemisinde bişeyler atıştırabiliriz
Fotoğraf çekmeyeceksin ama :))
-Şunları kesin çekmem lazım.:)))
- Ufff:)))
-Ördekler süper de kafaları dışarıda yakalabilsem.
- Asıl şuradakiler bak:))
- Bigün Birtat'tan çeşit yapıp kolalarla buraya gelelim, şu masalarda otururuz.
- Hatta seni acaip yenim:)) 
- En son ne zaman yendin ki:)))
- Yaa sıkıldım valla:)))
- Tamam bitiyor, ama bunları da boş geçmek olmaz di mi:))
- Şimdi trenleri de çekersin... işimiz var:))
- Yok yok çekmiyeceğim, hayvanat bahçesine giriyoruz. :))

- Nooldu, ben adamımı bilmem mi:))
- Napim olumm, söyle kaçar mı bunlar:))
Başlıcam şimdi:((
- Hadi hayvanat bahçesine..:)))
- Girmicem, istemiyorum.:((
- Deminden beri başımın etini yiyodun:)))
- İstemiyorum; orada da iki saat fotoğraf çekersin şimdi.
- Makinayı bana bırakırsan:))

- Hadi şurada iki poz fotoğrafını çekim. Profillik:))
- İstemiyorum:)))
- Bak yıkılır buralar, sonra çok hayıflanırsın:))
- Amcamı arayalım arabadan Lap-Topumu alim, halama gidelim.
- Nerdesin?
- Köprüdeyiz, 15 dakikaya geliriz.




* fotoğraflar Tırtıl'ın makinası Nikon L 23 ile çekilmiştir 17.Aralık.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Bir Yudum Luz Casal



Güneş dağların ardına doğru çekilmeye başlarken; ağaçların üzerine emanet bıraktığı turuncular, yeşersinler diye dallara astığım cümleleri boyayınca... günün, ruhları en dürtükleyen bu saatinde, bir de şarabın dibine yatırılmış sözcükler göz kırpmaya başlayınca... Birden düşüverdi aklıma!

Tahta masalardan birinin üstüne koyuverdim şişeyi: Pamukkale Anfora Trio.

Onunla tanışmamız bütünüyle rastlantı aslında: Günlerden bir gün, elimdeki gazeteye göz atarken gözüm takılıverdi reklama; girdiği pek çok uluslararası yarışmada, almıştı çeşit çeşit madalya.

İlk markette park edince arabayı, ayaklarım otomatik gitti reyona.

Onu alırken bir de kadeh almıştım. Tek bir kadeh!

Eve gelip kadehe doldurunca şarabı, fark ettim ki, hayatımda ilk kez tek kadeh almıştım. Oysa bugüne kadar kadeh benzeri ne aldıysam sayıları hep çift olmuştu: 2, 4, 6 gibi...

Pamukkale Anfora Shiraz favorilerimdendi. Trio ile hiç tanışmamıştık. Ve gariptir ki ben hiç bir zaman şarabın ritüellerine bulaşmamıştım. O kez kadehe koyduğum şarabı kokladım. Kadehi yerden hiç kaldırmadan tabanından tutarak çevirdim. Kadehin duvarlarına çarptım onu. Çalkaladıkça renklerine ayırdım. Her bir rengini ayrı ayrı kokladım. Kokladıkça şarap izi bırakmış kadınları düşündüm.

Şimdi, bugün, şu saatte yani!

Pamukkale Anfora Trio, uzun bacaklı bir kadeh, ben ve Luz Casal.

Düşlerim kimsesiz.

Tavsiye ederim!

Kimsesiz düşleri değil.

Shiraz, Kalecik Karası, Cabernet Sauvignon kupajı... son derece yumuşak ve içimi keyifli, fiyatı kalitesine göre oldukça uygun Pamukkale Anfora Trio'yu.

Ve tabii ki bir Luz Casal CD'sini.

Gökyüzünün ışıklarını yakmayı unutmayın! Unutmayın ki; her bir cümleniz en halleriyle üzerine düşsün. O, her bir cümleye uzun uzun baksın. Baktıkça cümleleriniz kapansın. Kapandıkça yüzünden anlayın.

Sonra o uykuya dalsın. Siz usulca yatağına taşırken uyansın. Uyandığında bir kahkaha atsın.

Ve "Sen delisin" desin.

Bunu sesle söylemesin;

Kelimeleri, dudaklarınıza değsin.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Ritüel

11.30' da başlayacağı haberi düşmüştü kulaklara... 
Ailenin şehirde olan fertleri bir araya geldi tam 11.30' da. 
Pideler  için gitmişti malzemeler fırına...
Saz arkadaşları, hazır olmalıydı masada...


Pide sofrası kalabalık kaldırmaz!
 Kapalı pidelerin üzerine sürmek için tereyağı, 
iki kenarından tutup içini açarak eklemek için karabiber, 
kırmızı pul biber... 
salatalık, domates, biber 
ve turşu yeterlidir.


Masadaki yerlerini almalarıyla birlikte ortaya saçılan kıyma, tereyağı, pastırma ve kavurma kokuları; 
gözlerde ve burunlarda nağme olur ki 
o esnada göze kestirmek gerekir,  
kapmak için en uygunu...


Açık pidelerle başlamak adettendir. 
Ucundan koparılır bir parça,  önce içindeki yağa batırılır, sonra arasına bir parça pastırma şıkıştırılır, yumurtaya şöyle bir değdirilip,

mest olunur.


Kavurmalı pay edilir tadımlık... 
Solist altı olmak yakışmasa da,
ağır gelir bol çeşitli sofraya...


Turşu olmadan asla!


 Kavrulmalıdır evde
soğan ile  kıyma;
tuz, karabiber 
ve bol tereyağıyla...


Buluşmalıdır mahalleli bir fırında;
odunun kokusuyla. 
 
Akarken usul usul yağ,
harman olmalıdır hamurla... 

Çıtır... çıtır... çıtır  
(yerken pidenin çıkardığı  ses)


Açık pidenin en güzel anı: 

Yarısına kadar kopartarak yedikten sonra, 
 aramoların kolektif bir tada ulaştığı o anda, 
iki yakasını bir araya getirerek 
 dinlemektir ondan,
beraber ve solo şarkılarını...


Sen Kendini Sadece Pide mi Sanmıştın

11 Aralık 2011 Pazar

La Bohéme

Opera Bale; yine muhteşem bir eserle, Giacomo Puccini'nin, metni Giuseppe Giocosa ve Luiga İllicia tarafından yazılmış, dört "bohem" sanatçı arkadaş ve bunlardan birinin hüzünlü aşkı üzerine kurulmuş, içinde sevgi, kıskançlık, bağlılık, fedakarlık, neşe ve hüzün barındıran operasının prömiyeri ile ve tamamı dolu bir salonla sezonu açtı.

Yine -ve çok kere olduğu gibi- olağanüstü coşkulu bir gece idi. Orkestra performansı, müzik, şarkılar, oyunculuklar, seyirci tepkisi, finaldeki kol kopartan alkışlar muhteşemdi. Geçen yılki açılış oyununda bazı karakterleri oyuncularla örtüştürememiştik. Ama bu kez olumsuz anlamda söyleyecek sözümüz, herhangi bir ânı, karakteri eleştirecek tek bir kelimemiz bile yoktu. Dekorlar; yan koltuğumda oturan beyin 3. perde açılırken "Artık dayanamayacağım ve coşkumu haykıracağım." diye ifade ettiği kadar kusursuzdu.

İlk -ve dördüncü- perdesi yokluklarla dolu bir çatı katında geçen eseri izlerken, kalabalık sahnelere bu alan yetecek mi endişeleri taşıyordum. İnsan algısı garip; ânı, ânla değerlendirmek gibi bir açmazı var. Oysa geçen ve önceki yıl pek çok kalabalık sahnenin bütün ihtişamıyla sahnelendiği gösteriler izlemiştik. Yani demem o ki; sahneye o kadar muhteşem bir çatı katı yerleştirilmişti ki, oyuncular o sahnenin her santimetrekaresini sesleri ve hareketleri ile o kadar güzel dolduruyorlardı ki, kaçınılmaz bir biçimde bu çelişkiyi yaşıyordunuz. İkinci perde açıldığında karşılaştığı alanın güzelliği karşısında her izleyici "Budur!" dedi, eminim. Son derece kalabalık ve dinamik bir meydan, bu meydanın uygun bir yerine konuşlandırılmış, öykünün sürdüğü, geliştiği Cafe Momus şahaneydi.

Yaklaşık 30- 40 kişilik figurasyon ve kafede oturan 6 ana karakterle birlikte müthiş, son derece dinamik bir görsellik sunulmuştu. Bu kadar büyüklükteki kalabalığın tek tek planlanmış oyunculuğu olağanüstü estetik, keyifli, anlara yedirilmiş lezzetli bir mizahı da içinde barındıran enfes görüntüler sunuyordu. Kafede oturan ana karakterlerin yanı sıra, en azından kusur aramak maksadıyla bakındığınız her noktada, gerçek hayatın kendisini görüyordunuz. Ana karakterlerin arkasında kalan bar tezgâhındaki barmen, ona yardım eden garsonlar, servis yapanlar, metrdotel, meydanın bir köşesindeki laternacı, bir başka köşedeki müzisyenler, cambazlar, oyuncakçı, onun etrafını sarmış çocuklar, çocuklarıyla cebelleşen anneler, jandarmalar olağanüstüydü. Koca bir alanın tüm dinamikleri kendi mantıkları içinde yaşarken, tüm bu dinamiklerden oluşan görsel bütünlüğe, bu karmaşıklık halinden yaratılmış bütünlükteki uyuma, şapka çıkarıyordunuz. Hele Merve Bengier'in koreografisinde Cansu Bekaroğulları'ndan bir dans seyretti ki izleyici; meydana, meydanın tüm dinamiklerine ekstra bir lezzet ve renk katan bembeyaz bir kelebekti o.

Ana karakterlere fokuslandığı anda öykü; zamanın kalabalık için donması, etraftaki herkesin birer heykel halini alması, bunun yanı sıra ana kahramanların hikâyesinin devam etme anı muhteşemdi: Gözlerim kırpışacak bir gözü, titreyecek bir eli, denge kaybına uğrayacak bir kişiyi nafile aradı.

Hikâye bildikti, üstelik gösterinin başında size anlatılıyordu. Yani bildiğiniz bir öyküyü yine de merak ederek izlediğiniz dinamik ve başarılı bir reji, samimiyetin lezzeti ile soslanmış muhteşem bir oyunculuk hakimdi sahnede. İki saat süresince; girişini, gelişimini ve sonucunu bildiğiniz bir öykü de bile, sizi koltuğunuza çakan ve sanki hiç bilmediğiniz bir öyküyü sıfırdan izliyormuşsunuz duygusu yaratan bu dinamik akış için, elbette Rejisör Vincenzo Grisostomi Travalina'yı ve ortaya koydukları oyunculuklar için sanatçıları defalarca kutluyordunuz .

En az 40 kişiye giydirdiği kostümleri -her gösteride olduğu gibi- renkli, pırıltılı ve kusursuz olan Aydan Çınar; muhteşem kıyafeti ve alımıyla final seremonisine damgasını vururken, hak ettiği alkışı seyirciden fazlasıyla alıyordu.

Bütün bu coşkulu ve "müşteri memnuniyeti içeren" ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin sergilediği La Bohéme: Bu sanata ücralar kadar uzak insanlar için müthiş bir başlangıç eseri olabilir. Hiç değilse bir kez olsun bu sanatla tanışmak, en azından bir kez gidip sahnede, o atmosferi yaşayarak canlı izlemek, çocukları bu sanatla tanıştırmak için önemli bir seçenek.

Diyelim ki bu tarz şarkı dinlemeye tahammülsüzsünüz, diyelim ki klasik müzik sizin canınızı sıkıyor! Öyle bile olsa, inanın sadece dekorları izleseniz, kıyafetlere baksanız, öykünün uygun yerlerine yerleştirilmiş esprileri yakalasanız, tüm bu devinim içinde kulaklarınızı tüm seslere kapatsanız bile; sadece 3. perdedeki soğuk ve karlı gecenin sabaha kavuşma anındaki sokak lambalarının söndürülüşüne, gecenin güzelliği ve sahiciliğine, bir itirafın sevgili tarafından ağaç arkasından dinlendiği âna, gerçeğin ortaya çıkışına ve tüm bu anlara eklenmiş şarkıların
söylenişine, güzelliğine, ve şarkılarla ifade edişin mimiklerine, duygusuna kesinlikle bayılırsınız.

Yani bir kez daha demem o ki; mutlak seveceğiniz bir ân yakalayacaksınız bu gösterinin bütünlüğünde.... ve eminim ki finalde sizde kalacak olan en önemli duygu; ortaya koyulan emeğe duyduğunuz saygı olacak. Ve bir kez daha gerçek sanatçılığın nasıl bir özveri, çalışmak ve beklentisizlikle oluştuğunu göreceksiniz. Ve eminim ki bu yolda emek veren sanatçılara o andan itibaren daha olgun, popüler kültürün gözlerinize soktuğu "sanatçılardan" daha farklı bir gözle bakacaksınız.

La Bohéme'i izleyin! Muhteşem dekorları için övgüyü tüm süreç boyunca alan Adnan Öngün'ü... Tulio Gagliardo Varas yönetimindeki Samsun Opera ve Balesi Orkestrası'nı... her performanslarında "İyi ki bu şehirde, bizim operada ve bizimle birlikteler," dedirten iki şahane soprano Mimi'de Esra Çetiner ve Musetta'da Zerrin Karslı'yı... oyun bütünlüğüne harikulade ışığı ile anlam katan Giovanni Pirandello'yu... Rodolfo'da Murat Karahan'ı, Marcello'da Hasan Çelik'i, Schaunard'da Şahan Gürkan'ı, Colline'de Zafer Erdaş'ı, Alcindoro'da M. Orçun Gün'ü, Benoit'de Cüneyt Erdoğan'ı... Aydan Çınar'ı... Koro Şefi Alexei Vinogradschi'i... oyuna renk katan tüm çocuk sanatçıları... Merve Bengier'i, Cansu Bekaroğulları'nı, rejisör Vincenzo Grisostomi Travalina'yı alkışlarınızla çoğaltmak için, kendinize bir iyilik yapın ve mutlaka orada olun. Çünkü salonu terkederken yüzünüze konmuş güzel bir tebessümle birlikte kendi çoğalışınızın da tadını hissedeceksiniz.

* Yazıdakiler, 1.Ekim.2011 akşamındaki ilk gösterimde görev alan sanatçılardır. İzleyeceğiniz gösterilerde farklı sanatçılar olabilir.

7.Ekim. 2011

10 Aralık 2011 Cumartesi

Üçü Bir Arada: Don Kişot, Amazonlar ve Seslerle Anadolu

Don Kişot

O gece seyirci yeni bir Don Kişot yazdı. Süreç içinde Aleksandr Gorsky tarafından süresi kısaltılmış bu gösteriyi finaldeki alkışlarıyla, sanatçıları sürekli sahnede tutarak, tekrar tekrar selam vermek zorunda bırakarak 4. perdeye taşıdı.

Don Kişot'un oldukça kalabalık kadrosuyla altından kalkılması zor bir gösteri olduğu düşünüldüğünde; seyirci ilgisini iki saat boyunca diri tutarak coşkuyu finale taşıyabilen Samsun Opera ve Balesini kutlamak gerekiyor.

Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi aslında; yan koltuğumda oturan üç teyze her bir dans esnasında kendilerini zor zapt ediyor, hayranlık ifadeleri telaşlarına yansıyor ve her performans sonlandığında duyguları alkış sağanağına dönüyordu.

Onlar böyleydi de salon başka türlü müydü sanki. 2 saat boyunca bir türlü düşmüyordu seyircinin ilgisi..

Ludwig Minkus'un dinlemesi keyifli, oldukça hareketli müziği üzerinde yeni bir destan yazıyordu Bujor Honiç (ve Tolga Taviş*) yönetimindeki Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası.

Gösteri esnasında zaman zaman (Basil) S.Boğaçhan Bozcaada'nın zorluklarını düşündüm, öyle bir balerinle ikiliydi ki.... insan, hayranlıkla onu mu seyretse yoksa işine mi baksa ikilemi arasında kalırdı. Anna Goriashvili hem fiziksel duruşu hem de sahne performansıyla öylesine büyüleyiciydi ki elin ayağın tutulmaması mümkün değildi.

Gülden Sayıl'ın başarılı kostümleri ve dekorları, seyirciyi alıp götüren rüya bölümündekiler başta olmak üzere etkileyiciydi.

Nazmiye Kıratlı seyircinin en çok takdir ettiği sanatçılardan biri olarak, üstlendiği Çingene Kız karakteri ve yaptığı dans ile yine tüm salonu büyülemeyi başarıyordu. Oyunu iki farklı kadroyla izlemiş biri olarak seyirciyi en etkileyen karakterlerden birinin rüya bölümündeki sempatik dansıyla Merve Gürer Bozcaada olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir Marius Petipa koreografisi olması, özellikle son perdede her dansçıcının solo performanslarına tanık olmanızı da sağlıyor. İki farklı kadrodan izlediğim gösterinin prömiyer kadrosunun, karakter-oyuncu uyumu konusunda takıntılı olan bende daha derin izler bıraktığının altını ise çizmem gerekiyor.

*İkinci izlediğimde Orkestra Şefi Tolga Taviş'di

Amazonlar


Dünya prömiyeri Samsun'da yapılan, librettosu ve koreografisi Samsun Opera ve Bale sanatçılarına ait, bu anlamda tarihsel bir önemi de olan; heyecanlı, dinamik ve sert hikayesini romantizmle tatlandırmış son derece lezzetli, önemli ve kaçırılmaması gerekli bir bale gösterisi Amazonlar.

Vakhtang Kakhidze tarafından yapılmış müziği; orkestra tarafından çalınmamış olmasına rağmen olağanüstü... Medeia Magalashvili tarafından yazılmış son derece sağlam bir metin ve Nugzar Magalashvili'nin muhteşem koreografisinin bileşimi, görkemli, akıcı ve son derece dinamik bir gösteri.

İsmail Dede'nin canlı renklerle bezediği kostüm ve dekorlarına, O. Murat Yılmaz'ın başarılı ışığı ve öykünün akışına uygun anlara yerleştirilmiş Murat Turgut'un etkileyici video görüntüleri eklenince; izleyiciye sadece, iki saatlik, içinde aşk, aldatma, savaş olan rüya gibi balenin keyfini çıkarmak kalıyor. Oyunun girişinde salona yayılan sis her ne kadar astımlılar konusunda sorun yaşatabilecek olsa da, son derece etkileyici.

Penthesilea- Nazmiye Kıratlı-Khozaashvili, Hipopolyte- Anna Goriashvili ve Antiope- Elif Ilgaz canlandırdıkları karakterlerin hakkını sonuna kadar veriyorlar. Theseus- Boğaçhan Bozcaada, İason- David Khozaashvili oldukça başarılılar. Fakat sertliği, estetik güzelliği ve erkek vurgusu üst düzeyde olan, son derece dinamik solosundaki başarısından dolayı Herakles- Barış Erhan'ı bir adım öne çıkartmak gerekiyor.

Aslında üzerine daha detaylı ve uzun bir yazıyı fazlasıyla hak eden Amazonlar sezonun en dinamik, en akıcı, hikayesini en doğru ve güzel aktarabilen bale gösterisi. Kesinlikle izlenmeli.

Seslerle Anadolu

Seslerle Anadolu, TRT'nin eski müzik eğlence programlarının formatını hatırlatan, ülkenin değişik yörelerinden türkülerin Opera sanatçıları tarafından yeni bir formla söylendiği, danslarla tadlandırılmış, seyircinin hem katılıp hem de beğendiği bir gösteri. Sevtaç Demirer'in sade dekorları ve kostümleri, O. Murat Yılmaz'ın ışığı formatın ruhuna oldukça uygun.

Sopranosundan basına, tenorundan altosuna tüm sanatçılar  her türküyü başarıyla yorumlarken aynı zamanda fıkır fıkırlar. Türküler ülkenin farklı yörelerinden seçilmiş ve kulaklara en aşina olanlar. Meddah tarzı bir anlatımla her performans öncesinde türkünün hikayesi ile ilgili bilgiler veriliyor;  anlatıcı, aynı zamanda da gösteriyi sahneleyen Mehmet Yılmaz tarafından...

Video görüntüleri hikayeleri destekliyor. Türk Müziği enstrümanları ile zenginleştirilmiş Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası mükemmel. Roman havasındaki danslar kusursuz, son derece lezzetli ve esprili... Özden Aktürk'ün koreografisi hoş... Fakat, tüm öne çıkardığım başarılara rağmen;  okul müsameresi hissiyatı yaratan akış planı, seçilen  türkülerdeki popülizm, araya serpiştirilmiş, izleyiciyi etkileyeceği açıkça belli olan şekerlemelerle seyirciyi tavlama anlayışı, bir türlü içime sinmiyor.

Salonu  eğlenceye zaman zaman katan, çoğunluğun fazlasıyla eğlenip mutlu olduğu, yer yer coştuğu, sanatçı performansları mükemmel olan bu gösteri,  geçişleri ve sunumu anlamında -bende- akıcı ve kalıcı olmayı bir türlü başaramadı. Dekorlar, ışık ve sahne performanslarına baktığımda eski televizyon günlerine hoş bir gönderme diyerek sevindim. Ama sahneleme konusunda, özellikle ritmi düşüren ara anlatımların, ifade edişin lezzetsiz, sıradan ve ilkokul müsameresi hali, altını çizdiğim popülist yaklaşım; çok sevdiğim, her zaman yürekten alkışladığım, her geçen gün üzerine koyan gösterilere, esprilere, hoşluklara zemin oluşturmuş bu sahneye ve SDOB markasına yakışmadı. Sanki bu marka altında değil de başka bir  alanda sahnelenmesi gereken, eğitim amaçlı bir gösteri olmalıydı diye düşündüm hep. Ya da sadece orkestra, danslar ve solistler olmalıydı sahnede. O zaman çok coşkulu, sıkıntısız, yüreğe taş bastırmayan, son derece lezzetli kelimeler dökülecekti klavyeden... adım gibi eminim.

9 Aralık 2011 Cuma

Flaş Haber

Bir süre resim çalışmalarına ara verip piyano ile uğraşan ünlü ressam Naz,  çalışmalarını iki yazdır ön balkona kurduğu açık hava atölyesinde -hobi tadında- sürdürüyordu.

Kısa bir süre önce, ilk eserlerini yarattığı Sanat Evi ile yollarını ayıran sanatçı, çalışmalarına artık yeni bir Sanat Evinde devam ediyor.

Yeni üretimlerini yaptığı Sanat Evindeki ilk tablosunun kısa bir süre sonra kamuoyu ile paylaşılacağının müjdesini verirken, sanatçının ilk tablolarından birini elinde bulunduran değerli koleksiyonere de  bir kasa kiralamasını hatta elinde bulundurduğu tabloyu sigortalatmasını öneriyoruz.

Sanatçının gün ışığına çıkmamış Rüzgar Gülü adlı tablosunu hummalı bir çalışmanın sonunda ele geçiren La Paragas; eseri sanatseverler ve takipçileriyle -yeni resim öncesinde- paylaşmış olmaktan da onur duyuyor.

8 Aralık 2011 Perşembe

Bütün Oğullarım

Sonunda dersimi aldığım, afişine bayıldığım, ikinci perdenin ikinci bölümüne kadar iyi mi- kötü mü olduğu noktasında  net bir fikre varamadığım bir oyundu, Bursa Devlet Tiyatrosunun "Bütün Oğullarım"ı.

Bunun oyunun kurgulanış biçimiyle ilgili olduğunu düşündüm hep. Birinci perdenin içinde ve ikinci perdenin başlangıcında hâlâ; "sıkıldım mı, yoksa merak ettiğim şeyler var mı?" sorusunun yanıtını arıyordum. Ve bulamıyordum.

İçimdeki kişilerden biri  sürekli "Çık," diye dürterken, hayattan birazcık da olsa nasibini almış, biraz da talim terbiye görmüş  diğeri  "Otur oturduğun yerde!" deyip ayar veriyor, her isyanımda paçamdan tutup koltuğuma çakıyor, uyuklamak üzereyken de gözlerimden tuttuğu gibi sahneye fırlatıyordu.

Farklı benler arasında süre giden bu itiş kakış içinde tutunmaya çalışıyordum oyuna. Önce süresini uzun buldum, sonra dizilerde, filmlerde alttan alta müzik duymaya alışmış kulakların boş kalmasına bağladım.

Bir türlü  ritmi tutturamıyordum. Neredeyse oyunculuklara bile dil uzatacaktım. İçimdeki ukalayı sürekli çimdikliyor, yakın ara iki eleştiri  yakışmaz  diyor, bir yandan da pırıltılı cümleler kuruyordum. Arthur Miller gibi  bir büyük usta tarafından yazılmış, sağlam bir  metne sahip oyunun daha çok izleyiciyle buluşmasına  katkı verebilmek için çabalıyordum.

Üstelik oyun Behzatımın abisi (Ege Aydan ) tarafından sahneleniyordu. İşin ilginç yanı salona baktığımda sıkılan kimse de gözüme çarpmıyordu. Hatta tiyatro denince sadece komedi bekleyen  türden izleyiciler dahi yer yer kıkırdayıp, güzel  güzel  gülüyorlardı.  Salonun genelinde olumsuz bir hava yoktu. Belli ki  haddimin bildirileceği vakte daha vardı.

O an; ikinci perdenin ilk yarısında kendini göstermeye başlayıp ikinci yarısında doruğa ulaştı. Nefesler kesildi. İlk perde boyunca sarfedilen tüm cümleler, duygular, olaylar anlam kazandı. Sürekli yükselen bir heyecan, üst üste koyulan tuğlalar, hızla tamamlanan sıvalar, boyalar ortaya öyle bir yapı çıkardı ki;  yerin yedi kat altına saklanmak bile bana az geldi. Utandım.

Para, dolayısıyla kapitalizm eleştirisini son derece insani bir durum üzerinden yapan oyun;  tümüyle ideolojik bakılabilecek bir meseleyi klişelere başvurmadan, mesajlarını sloganlaştırmadan, kolaylıkla suçlu ilan edilebilecek bir kapitalisti çarmıha germeden anlatmayı beceriyor. Paranın amaç olduğu bir halde insanların başına neler getirebileceğini  tümüyle insani bir gerçeklikle ve oyunculukların tavan yaptığı dramatik bir finalle anlatıyor.

Üzerinden iki gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ oyunun damağında bıraktığı lezzetle dolaşan, karakterleri üzerine düşünen, öykünün bütününü fark eden, irdeleyen ve an itibariyle suçlu suçlu dolaşan ben gibileri de utançtan yerin dibine gömmeyi başarıyor. Daha ne olsun!

6 Aralık 2011 Salı

Satranç

New York'tan Buenos Aires'e Atlas Okyanusu boyunca yol almakta olan bir gemi... Bu geminin içinde birbirlerinden çok farklı yaşanmışlıklara sahip insanlar... Hepsini ortak bir noktada buluşturansa dünyanın en eski ve en nev-i şahsına münhasır oyunlarından birisi: “Satranç”.

Bir tarafta bu pratikteki başarısı dünyaca tasdiklenmiş; bu işi yapmaktaki amacı popülaritesinin tadını çıkarmak ve kesesini doldurmaktan başka bir şey olmayan zamanın Dünya Satranç Şampiyonu Mirko Czentovic, diğer tarafta Avusturyalı asil bir aileden gelmesine karşın SS subaylarının hışmına uğrayıp önce işini, sonra da aklını kaybetme noktasına gelmiş Doktor. B. Satranç onun için sadece bir oyun değil. Aylarca hapis hayatı yaşadığı bir otel odasında, hayatının en zor günlerinde onu bunalımdan kurtaran bir arkadaş, bir mucize.

Bir tanesi ahlaki ve kültürel açıdan bomboş, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, defolarını örtmek için insanlardan kaçan “önemli” bir adam. Dünyada iyi bildiği tek şey Satranç. Diğeriyse hayatı büyük mücadelelerle geçmiş, dürüst, çalışkan yani “önemsiz” bir adam. Bildiği şeyler arasında belki de en önemsizi Satranç.

Bu iki adam, şampiyonumuzun büyük lütfu sonucu sıradan insanlarla (tabi ki yüklü bir meblağ karşılığı) geminin sigara odasında birkaç el satranç oynamayı kabul etmesi sonucu tesadüfi bir şekilde karşı karşıya gelir. Dr. B. Czentovic'i kafasında defalarca yener; ancak bu işi tıpkı hapis hayatındayken bir nebze vakit geçirebilmek amacıyla zihninden kendine karşı oynadığı oyunlardaki gibi o kadar abartırki, satranç tahtasının o anki gerçekliğinden uzaklaşır. Sonuçta da Kaybedenler Kulübü'nün üyelerinden biri haline gelir.

Zweig, yalnızca 70 sayfada o kadar çok şey anlatmış ki, hayata dair çıkarılacak o kadar çok şey var ki afallamamanız imkansız. Kıssadan hisseyi Zweig'ın yaşadıkları açısından anlamak isterseniz, 2. Dünya Savaşı'nın yıkıcı atmosferini gözünüzün önüne getirebilir, bir köşeye kazanmakta olan cani, insanlıktan nasibini almamış Nazi terörürünü; diğer tarafa ise bu terörle, hepsinden önemlisi terör ortamı yüzünden kendi değerleriyle bile mücadele etmek zorunda kalmış insanları koyabilirsiniz.

“Yok ben genel bir çıkarım yapacağım” derseniz; benim yaptığım gibi güncelden yola çıkabilir, mavi köşeye bağırıp çağırmaktan başka işlevi olmayan, kendini popüler etme derdindeki adamları(kadınları); kırmızı köşeye ise onlara sayısız ayar vermelerine rağmen, fazla bağırıp çağırmadıkları için halk arasında onlar kadar popüler olamayan vakur, görmüş geçirmiş değerli abilerimizi, ablalarımızı yerleştirebilirsiniz.

Şu da bir çözümdür: Önce bir tanıdığınız Facebook profilini, daha sonra ise gerçek hayattaki profilini gözünüzün önüne getirin. İkisi ne kadar örtüşüyorsa Dr. B odur!

Okan Bayülgen'in hep dediği gibi: “Hayat sokaklarda” aslında. Ve ayrıca Satranç gibi modası hiç geçmeyecek değerli kitaplarda sanırım...

5 Aralık 2011 Pazartesi

Babamın Ağaçları



Uzun yıllar altlarında oturup denizi dinlediğimiz bizim ağaçların bir kısmı, yaşadığımız yerde yapılan imar uygulamasının ardından ortada kalmışlardı. Yaklaşık 5 dönemdir görev yapan iki farklı partiden iki -büyükşehir- belediye başkanı, önceki başkanların unuttuğu ve betona gömdüğü şehiri ne güzel ki yeniden yeşille buluşturdular. Ve ne güzel ki birinin başlattığı projeyi diğeri aynı özenle devam ettiriyor. Yüzölçümüne oranladığınızda ülkenin yürünebilir en uzun sahillerinden birine sahip artık Samsun. Şehrin bir ucundan diğer ucuna - liman dışında- deniz kenarından gidebilmeye olanak yaratan son derece keyifli ve yaklaşık 25.km.lik bir sahil bandı var.

Projenin bu kış başlanan, muhtemelen önümüzdeki yaz sona erecek ikinci bölümü süresince   -yol ortasında kalacak olsalar dahi- çok mecbur kalmadıkça hiç bir ağacı  kesmediler. Var olanları mümkün olduğunca koruyup üzerine fazlaca da ek yaptılar.

Uzun yıllar önce bizimkiler tarafından kendi bahçemizin dip kısmına küçük fidanlar olarak dikilen bu ağaçlar; bir semaverin sıcağında keyif yapacak, bir koşunun arasında soluklanacak, gölgesindeki bir bankta kitaplarını okuyacak insanların artık.

Aslında kızkardeşin parlak bir fikri de var: ağaçların olduğu yere, bankların hemen yanına içinde dergi ve kitapların olduğu bir dolap koymak... Bir "kitap hayratı" yani. "Muslukları çalanlar kitapları da çalarlar mı acaba?"

Yaz ola hayrola!

4 Aralık 2011 Pazar

Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu


Birisi size 24 saatten biraz fazla bir süre içinde somut, elle tutulur, bildiğiniz, gördüğünüz, yaşadığınız bu dünyadan bilmediğiniz bambaşka bir boyuta göç edeceğinizi söylese ve bu sizinle doğrudan hiçbir alakası olmayan saçmasapan bir nedenden ötürü gerçekleşecek olsa ne yapardınız?

A) ”Dalga mı geçiyorsun?” “Kafan iyi galiba?” benzeri tepkiler verir, inanmazdınız.

B) Tüm sevdiklerinizi bir araya toplar, bir veda konuşması hazırlar ve duygu seli içinde hepsiyle tek tek vedalaşırdınız.

C) Hayatta yapmayı çok istediğiniz; ancak fırsatınız olmadığı için yapamadığınız bir dizi ekstrem işi yapmaya çalışırdınız.

D) Yapacak hiçbir doğru dürüst iş bulamaz, olayı olduğu gibi kabullenip şehrin ortasındaki bir parkın çimenliğine gündüz vakti uzanıp güneşin tadını çıkarırken birkaç bira fondipleyerek usul usul sizin için “Dünya'nın Sonu”nun gelmesini beklerdiniz.

Daha önce hiç Murakami okumadıysanız, size muhtemelen garip gelecektir; ancak ben tek başına, monoton bir hayat süren ve belki de sevdiği tek şey ironik biçimde başına büyük belalar açacak mesleği olan kahramanımızın D şıkkını tercih etmesini hiç yadırgamadım.

Uzun süredir, okumuş olduğum bu kitapla ilgili değerlendirme yazısı yazmak niyetindeydim. Tembelliğimi gideren kıvılcım, İdefix'te dolaşırken onu Sabit Fikir'in hazırlamış olduğu 2011'in En İyi 100 Kitabı listesinde 8. sırada görmem oldu. Gerçi kitap bu yıl yazılmış değil, orijinal baskısı Japonya'da 1985'te yapılmış. Doğan Kitap'tan Türkçe çevirisi ise ancak bu yıl çıktığı için sıralamaya dahil.

Bu Murakami külliyatının okuduğum 5. kitabı oldu. Esprili deyimle 500 küsür sayfalık bir “tuğla” daha benim için. Diğer romanlarında da olduğu gibi somut ve soyut ögeler yine birbirine karışıyor. Bir sıralama yaparsak Sahilde Kafka ve Zemberekkuşu'nun Güncesi'nin ardından benim Murakami TOP 5'imde 3. sıraya girer.

Kahramanımız yine orta yaşlarda bir erkek. Yine hayata dair yüreğinde birşeyleri kaybetmiş, geleceğe dair hırsları ve aşırı istekleri olmayan mütevazi bir Japon. Hatta o kadar mütevazi ki; 24 saat sonunda yolunu tutacağı -bilinçaltında farkında olmadan oluşturduğu- yer sakin, huzurlu ve emeğin yalnızca eylemin kendisinin verdiği haz için harcandığı, ormanından, ırmağına, kütüphanesinden , hayvanlarına hiçbir şeyin eksik ama aşırı da olmadığı, kendi kendine yeterli ütopik bir dünya.

Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir demiş ya birisi, bu roman biraz da onun örneklerini sunuyor. Bilgisayar programcılığıyla uğraşan, bir takım zihin zorlayıcı hesaplar yapmakla hayatını kazanan adamımızın tek isteği emekli olup, Eski Yunanca ve bir enstrüman çalmayı öğrenip sakin bir hayat sürmek. Kendi üzerinde bir takım garip deneyler yapıldığını ve insanlık için çok önemli sonuçlar doğuracak bir projenin en kilit parçası olduğunu nereden bilebilirdi ki? Tıpkı şehrin en büyük stadyumunun altında, kanalizasyonların ve metro tünellerinin içinde dolaşan, bulabildikleri her türlü pislikle ve buralara yaklaşan insanlarla beslenen "karanlık karası" denen mahlukatların kocaman bir yuvası olduğunu önceden bilmediği gibi.

Bu da benim Murakami ve Doğan Kitap'a yaptığım tanıtım sloganı kıyağı olsun. Arka kapaktaki tanıtım yazısını pek beğenmedim çünkü: “Bazen 24 saat içinde bile tüm hayatınız allak bullak olabilir ve bu koşuşturmacalarla geçen 24 saat içinde bile daha önce farketmediğiniz, bilmediğiniz birçok şeyi tecrübe edebilirsiniz. İnanmazsanız 'Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'nu okuyun.”

1 Aralık 2011 Perşembe

Samsun Balıkçısı

 *Bu mekân artık yok.

Şehrin pek çok mekânında yemek yediğimiz gibi sıklıkla balıkçılarına da gideriz. Bir çoğu tanıdığımız insanlara ait olan bu mekânların kimi emek verilmiş dekoru, mezelerinin çeşitliliği, bulunduğu konum, denize yakınlığı ile göz alırken; bunların içinden bazılarını da sundukları lezzet açısından öne çıkarırız. Damak tadı yerinde ve mutfağı lezzetli bir aile olduğumuzun altını çizerken bunun büyüklerimizden gelen bir özellik olduğunu da vurgulamak isterim. Gittiğimiz her balık lokantasında çeşit çeşit ürünün tadına bakarken kimini beğenir, kiminde kendimizce eksiklikler buluruz. Konunun buralara geldiği her gecede de şehrin balık lokantası özelliğine en haiz mekânının Samsun Balık Restoran olduğunda karar kılarız.


Balıkla yapılmış içli köfteden pastırmasına, börülcesinden ahtapot salatasına kadar oldukça geniş bir yelpazede mezeler sunan pek çok lokanta vardır şehirde. Ama ana yemek balık olduğunda ve bir balık gecesinde her şey ona odaklanmışken, tam o noktada hayal kırıklığına uğramak hiç hoş olmaz. Çoğu yerde yemeğin ardından likörlerimizi içerken, en küçüğümüzden en büyüğümüze her birimiz birer Vedat Milor olur ve başlarız esprilerle süslenmiş eleştirilere.


Çok paralar harcanarak yapılmış, hem konumları hem de dekorları ile parmak ısırtan, meze listeleri ile göz dolduran mekânlarda bile finaldeki sözümüz: en iyinin burası olduğudur. Bir de adını balık lokantası koyup da bir katını ete, bir katını pideye, bir katını da deniz ürünlerine ayırmış yerlerden pek haz etmeyiz. Bizim için en önemli şey gittiğimiz mekândan aldığımız sıcaklık, lezzet ve mekânın işine duyduğu aşktır.


Buranın kendini kasmayan dekorlarını, meyhane tadındaki havasını, bembeyaz tabaklarını, beyaz örtülerini, çalan müziğini ve tam da bir balık lokantasında olması gerektiği gibi balığı öne çıkarışını severiz. Mezeleri, salataları asla sizi yormayacak, kafanızı ve midenizi karıştırmayacak ve bir balık akşamına yakışacak türden sade bir çeşitliliğe sahiptir.


Lokantaya balık tezgahlarının yanından geçip merdivenlerden çıkarak ulaşırsınız, hatta önce durup tezgahtan balıklarınızı seçebilirsiniz. Farklı renklerle döşenmiş üç bölümlü mekânın leylak renkli bölümünün cam önündeki masasıdır bizim yerimiz. Lokantanın ayrım gözeten genel tavrı olmamasına rağmen - maç yayını olan akşamlarda- leylak renkli bölümü ailelerin, yalnız kadınların, kadınlı erkekli maç izlemeyecek grupların kullanması gibi bir teamülü vardır.


Her türden balığın mevsiminde ve taze olarak bulunabildiği bu mekânda geçen akşam hamside karar kılmıştık. Havaların kış tadında soğuması hamsinin erkenden yağlanmasına olanak sağladığından an itibariyle lezzeti de dorukta! Izgaraya şöyle bir değdirilip de gelen hamsiler hepimizden tam not alırken, tavaları da tam olması gerektiği gibiydi.


Beyaz peynir, salata, kalamar, turşu kavurması ve mısır ekmeği ile donattığımız, karides güveçte kararsız kaldığımız akşamı meyva, kabak tatlısı, kahve ve likör ile sonlandırırken, lezzetli balıklarının yanı sıra en iyi likör kadehine sahip balıkçı ilan ettik burayı.


Temiz masaları, beyaz peçeteleri, pırıl pırıl tabak ve bardaklarıyla eski zamanların lokantalarını anımsatan, meyhane tadındaki Samsun Balık Restoran; eksiksiz bir samimiyetle hizmet veren garsonları, sohbete olanak yaratan sakin ortamı, rakıya pek de yakışan müziği ile göz dolduruyor. Zaman zaman evdeki yemek akşamlarımız için, -pişirmek dışında elimizi vurmadığımız- son derece lezzetli somon tepsileri hazırlattığımız, iyi bir ıstakoz ya da yengeç ele geçirdiğimizde yanımızda götürüp pişirttiğimiz bu mekânı, oy birliği ile en sevdiğimiz balık lokantası seçtik. Olur da yolunuz Samsun'a düşerse, ya da buralarda bir yerde yaşıyorsanız, oradaydım demek gibi bir takıntınız yokta lezzetin peşinden koşan biriyseniz; Cumhuriyet Meydanından Saathane Meydanına giderken, Bankalar Caddesi üzerindeki Finansbank'la komşu olan bu şirin mekanı es geçmeyin. Günün her saatinde bulabileceğiniz balık çorbası da şiddetle tavsiye edilir.



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP