Birisi size 24 saatten biraz fazla bir süre içinde somut, elle tutulur, bildiğiniz, gördüğünüz, yaşadığınız bu dünyadan bilmediğiniz bambaşka bir boyuta göç edeceğinizi söylese ve bu sizinle doğrudan hiçbir alakası olmayan saçmasapan bir nedenden ötürü gerçekleşecek olsa ne yapardınız?
A) ”Dalga mı geçiyorsun?” “Kafan iyi galiba?” benzeri tepkiler verir, inanmazdınız.
B) Tüm sevdiklerinizi bir araya toplar, bir veda konuşması hazırlar ve duygu seli içinde hepsiyle tek tek vedalaşırdınız.
C) Hayatta yapmayı çok istediğiniz; ancak fırsatınız olmadığı için yapamadığınız bir dizi ekstrem işi yapmaya çalışırdınız.
D) Yapacak hiçbir doğru dürüst iş bulamaz, olayı olduğu gibi kabullenip şehrin ortasındaki bir parkın çimenliğine gündüz vakti uzanıp güneşin tadını çıkarırken birkaç bira fondipleyerek usul usul sizin için “Dünya'nın Sonu”nun gelmesini beklerdiniz.
Daha önce hiç Murakami okumadıysanız, size muhtemelen garip gelecektir; ancak ben tek başına, monoton bir hayat süren ve belki de sevdiği tek şey ironik biçimde başına büyük belalar açacak mesleği olan kahramanımızın D şıkkını tercih etmesini hiç yadırgamadım.
Uzun süredir, okumuş olduğum bu kitapla ilgili değerlendirme yazısı yazmak niyetindeydim. Tembelliğimi gideren kıvılcım, İdefix'te dolaşırken onu Sabit Fikir'in hazırlamış olduğu 2011'in En İyi 100 Kitabı listesinde 8. sırada görmem oldu. Gerçi kitap bu yıl yazılmış değil, orijinal baskısı Japonya'da 1985'te yapılmış. Doğan Kitap'tan Türkçe çevirisi ise ancak bu yıl çıktığı için sıralamaya dahil.
Bu Murakami külliyatının okuduğum 5. kitabı oldu. Esprili deyimle 500 küsür sayfalık bir “tuğla” daha benim için. Diğer romanlarında da olduğu gibi somut ve soyut ögeler yine birbirine karışıyor. Bir sıralama yaparsak
Sahilde Kafka ve
Zemberekkuşu'nun Güncesi'nin ardından benim Murakami TOP 5'imde 3. sıraya girer.
Kahramanımız yine orta yaşlarda bir erkek. Yine hayata dair yüreğinde birşeyleri kaybetmiş, geleceğe dair hırsları ve aşırı istekleri olmayan mütevazi bir Japon. Hatta o kadar mütevazi ki; 24 saat sonunda yolunu tutacağı -bilinçaltında farkında olmadan oluşturduğu- yer sakin, huzurlu ve emeğin yalnızca eylemin kendisinin verdiği haz için harcandığı, ormanından, ırmağına, kütüphanesinden , hayvanlarına hiçbir şeyin eksik ama aşırı da olmadığı, kendi kendine yeterli ütopik bir dünya.
Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir demiş ya birisi, bu roman biraz da onun örneklerini sunuyor. Bilgisayar programcılığıyla uğraşan, bir takım zihin zorlayıcı hesaplar yapmakla hayatını kazanan adamımızın tek isteği emekli olup, Eski Yunanca ve bir enstrüman çalmayı öğrenip sakin bir hayat sürmek. Kendi üzerinde bir takım garip deneyler yapıldığını ve insanlık için çok önemli sonuçlar doğuracak bir projenin en kilit parçası olduğunu nereden bilebilirdi ki? Tıpkı şehrin en büyük stadyumunun altında, kanalizasyonların ve metro tünellerinin içinde dolaşan, bulabildikleri her türlü pislikle ve buralara yaklaşan insanlarla beslenen "karanlık karası" denen mahlukatların kocaman bir yuvası olduğunu önceden bilmediği gibi.
Bu da benim Murakami ve Doğan Kitap'a yaptığım tanıtım sloganı kıyağı olsun. Arka kapaktaki tanıtım yazısını pek beğenmedim çünkü:
“Bazen 24 saat içinde bile tüm hayatınız allak bullak olabilir ve bu koşuşturmacalarla geçen 24 saat içinde bile daha önce farketmediğiniz, bilmediğiniz birçok şeyi tecrübe edebilirsiniz. İnanmazsanız 'Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'nu okuyun.”
Son bir yıldır uslanmaz bir Murakami hayranıyım. Dediğiniz gibi onu okumak günlük, olağan işlerden biri gibi. Haşlanmış Harikalar Diyarı'nı yeni bitirdim. Benim Murakami Top5'imde önce İmkqnsızın Şarkısı ve ikinci olarak da 1Q84 var. Olgun ve sakin, daha 30'unda ama sanki ununu elemiş bir bilge gibi davranan, yalnız ama mutlu kahramanlarını ne çok sevdik onun. Haşlanmış Harikalar'da iki farklı kütüphaneci kıza sadece 'kız'diye hitap etmesi hoşuma gitmedi, onların daha sağlam bir nitelemeyi hak ettiklerini düşündüm.. Şu an elimde Zemberekkuşu var.
YanıtlaSil