Biterken bir vites yukarı çıkıp hız kazanan, kendine yapıştıran, kendime ait izler bulduğum, soluksuz okuduğum, şiddetle tavsiye edeceğim nadir kitaplardan biriydi Kar Yağacak.
Özellikle kuzey ülkelerine, genelde de küçük ölçekli şehirler ve kasabalara, dolayısıyla "küçük" hayatlara ilgisi yüksek şahsım bu kitabı; caddeleri, sokakları, karı, buzu, soğuğu, sobaları yakılmış odadaki sıcağı, istasyondaki barda yaşanan noel gecesini, Sebastian'ın hafif tatlı kuru üzüm kokusunu hissedecek, "Ben şu an Norveç'teyim ve bir türlü oradan ayrılmak istemiyorum." cümlesini bir mektubunun içine yazacak kadar yaşadı.
Bunda yazarın olağanüstü anlatımının rolü yadsınamaz elbette... Ama kurduğu hikâyenin dinamizmi, insanların gerçeklik halleri, aksiyonu, basit gerçekliklere odaklanan esprili ve duygulu dili, nefes kesen gerilimi, sıcacık ilişkileri kitabı biraz da yılbaşı önlerinde gösterilen filmlerin duygusu ile okumamı sağladı.
Yaşamımda önemli yerleri olan başta Aqua Velva olmak üzere votkalı kahve ve Mona'nın bukalemun benzetmesi dahil pek çok şeyle karşılaşmanın yanı sıra kullanmayı çok sevdiğim bir cümlenin denklik haline de pek gülümsedim; ama bu cümle on numaraydı: "Gece yapmadığın şeyleri düşünüp uykusuz kalmak, yaptığın şeylerden pişmanlık duymaktan daha kötüdür."
En güzeli ise henüz yaşım 14-15 iken, bir film öncesindeki reklamına vurulduğum, yerinde duramaz bir telaşla kepenklerin kapandığı bir saatte dükkân dükkân dolaştığım, hiç açık yer bulamayınca ertesi günü zor ettiğim ilk parfümüm Old Spice'la karşılaşmaktı.
Müziğin okura keyifli anlar yaşatan bir biçimde yer aldığı, çevirmenin dipnotlarla şarkılar ve gruplarla ilgili bilgiler verdiği, pek çok tanıdık sanatçıyla karşılaşılan kitapta "cuk oturmuş tanımlar" kategorisinden değerlendirdiğim "Ne derlerdi Country tarzı müzik için... hımmm... Plağı tersten çalarsan işine geri dönersin, karın boşanmaktan vazgeçmiş, atın da hala yaşıyor olur!" cümlesi de gülümsediğim anlardan biriydi.
Okumak açısından epeyi verimli geçen bu yılın tanıştırdığı ve fanlarından biri olmaya aday olduğum yazar Levi Henriksen'in akıcı, kasılmayan, gözlemci, sıcacık üslubunun yanı sıra mekân ve karakterleri okura, olası bir filmde de senariste ve yönetmene hiç de zorluk çekmeyecekleri bir biçimde tasvir etmesi göz alıcıydı.
Çevirmen Banu Gürsaler Syvertsen'e de hayran oldum; hikâyenin içinde geçen yerel kültüre ait dinsel ritüelleri, tanımlamaları, dildeki nüansları sıkıcı olmayan dipnotlar halinde vermesi; özellikle sokakta görsem işte bu diyecek kadar tanıdığım Müfettiş Rasmussen'in sorgu esnasında kullandığı -Norveç dilinde nasıl olduklarını bilemeyeceğim- ifadelerini "niçünn", "nas'sı yani" ve "amin" şeklinde çevirip uyarlaması, bu uyarlamanın karakterle eşlenmesinin yarattığı duygu ile de sadece Dan'ı değil beni de gıcık edip kanımı dondurması, çevirinin kalitesini ortaya koymak açısından önemli nüanslardı.
Orta soğuk hava, sanki bir perdeymişçesine açılan bulutların altından çıkan yıldızlar, ışıklı deniz ve votkalı kahve eşliğinde büyük bir zevkle okuduğum; karakterlerini ve özellikle bazı karakterlerin (Dan, Amcası, Mona, Sebastian) birbirleriyle ilişkilerini öne çıkardığım kitabın arka kapağını en sevdiğim banklardan birinde kapatırken, en çok "iyi ki" dedim. Şu okuma meselesine yeniden ama daha pürüzsüz bir coşkuyla bulaşmış olmama şükrettim. "İyi ki etrafımda kimse yokmuş" da dedim.
O esnada, zaten zor tuttuğum pervasızlığım nelere sebep olurdu bilmiyorum; memnuniyetimin yarattığı coşkunun dışavurumunu ben bile engelleyemezdim. Üstelik çok soğukkanlı olabilen bir yanım olmasına rağmen.
Kahvenin Tarifi: İstediğimiz kadar kahveyi (bir tatlı kaşığı) küçük bir parça buz ile çözüyoruz, sonra istediğimiz kadar votka (bir kapak) koyup iyice karıştırıyoruz,- tavsiye edilen şekersiz ama istenirse bir şeker ilave edilebilir- ve sıcak su ile tamamlıyoruz.
İZLEDİKLERİM 2024/17
1 saat önce