Kış ortasında yaz getiren bu şehri seviyorum. Ruhum durgun. Aklımın tüm önermelerine tereddütsüzce ve keskin bir kararlılıkla hayır diyorum ve son noktada dahi tüm çabalarına duyarsız kalıp bulvarı geçiyor, kartımı okutup banklardan birinde gelecek treni gözlüyorum; çünkü kahvaltı planım sokak.
Bulaşların arttığı bu süreçte kapalı alanlarda kesinlikle çift maske takıyorum. Trendeyim. Elimde John Dos Passos'un 1927'de yazdığı Doğu Ekspresi var. Türkiye sınırlarını geçene kadar olan yol ne kadar ve kaç kere tanıdık. Posof'un tepesinden ışıklarını gördüğüm Erivan'sa pandemi mağduru. Bir sonraki durakta gözlerim şaşkın. Dize kadar çizmeli, siyah tül çoraplı, süper mini etekli güzel bir genç kadın biniyor. Elinde cep telefonu. Kafamda fikirler döndürüyorum. Gözlerde ve yüzdeki makyaj abartılı gibi gözükse de bütünlükte yakışmış ama bana ırak. İnançlar meselesi derin. O yüzden sorgulamıyor, meselenin içinde dolaşmıyor, durum ben için eleştirel bir tezatlık içermiyor, sadece ilgimi çekiyor. Yadırgamıyorum, aksine bu özgür düşüncesine ve cesaretine şapka çıkarıyorum. Saçlarını sıkıca saklayan siyahın üzerinde son derece şık ve tabaya çalan kahverengi ve parlak bir kumaştan, bütünlükle çok uyumlu, pek modern ve estetik bağlanmış ve boyunda biten türbanıyla biraz meydan okuyuş tadı da hissettiren kendine güveni ve sınırlarımı ben çizerim edasıyla çok hoş, ve ülkenin çeşitliliğine yönelik sevindirici bir kare.
Kılıçdede'de iniyorum. Eczane'ye uğruyor, yıllardır orada çalışan çocuklarla laflıyor, gülüşüyor, sonrasında tarihi Kılıçdede Fırını'nın önünde "İki dilim su böreği, bir de kıymalı börek lütfen," diyor, 10 TL yanıtını alınca da şaşırıyorum; bir yanlışlık olmasın diye gülerek tekrar soruyorum.
Bir an, onları tarihi epey eski caminin avlusundaki kahveden bir çay söyleyip, ağaç altlarındaki alçak sehpalarının alçak oturaklarında oturup yemeyi düşünsem de bulvar seyirli banklarda ısrarcı oluyorum; çünkü bir yere yetişme telaşlarındaki insanları, bulvarın iki yönlü akan trafiğini, denizin şefkatli esintisini, tren raylarını ve trenleri ve bineceğim trenin hattındaki aksiyonları izlemenin tadını çıkarmak istiyorum. Usulca atıştırırken de çıkarıyorum ve o esnada fikrim bir sonrakinde, kafelerden birinden bir de kahve alalım ve daha uzun kalalım, hatta şu minicik tepeciğin üzerine çıkıp, oradaki banklardan limana girmek için sıra bekleyen gemileri ve hatta Ukrayna'ya kadar olan denizi seyre dalalım, diyor.
Yeniden trendeyim. Kitabımı açıyor, günün saatinin gereği sakin trende pek keyifle kitaba devam ediyor, arada bir de akıp giden manzaralara bakıyorum. Fikrim inişte kahve için dürtmekte olsa da kendi kahvemi kendim yaparım deyip, işimin başında olmak istiyorum.
Bilgisayar açık, bir kaç dakika geç olsa da önümdeki rakamlara şöyle bir göz atıyor, sonra gazeteleri tarıyorum; şu anki çıkarımlardan anladığım ve hissim sakince izlenmesi gereken bir gün olduğu.
O halde müzik, kahve ve kahveyi şımartmak için son dakikada aldığım üzümlü kek.
Blog'u açıyorum. Yorumlarıma yanıtlar yazıyor akabinde blogları okumaya başlıyorum.
Dışarıda yaz var!
Bas bas çağırıyor.
Tam karşımda martılar ve çok eğleniyorlar. Gün öğleyi geçti geçecek. İçimdeki ben "Sen kal ben çıkıyorum," diyor. "Dur tamam ben de," diyor, açık hava diye tek maskeyi takıyorum. Fotoğraf makinesi sırt çantamda, tabii ki Don Passos da...
Ve martıların arasındayım.
Köprüye bakıyorum ki şenlik başlamış. İki karganın fotoğrafını çekiyor, sakin adımlarla kumsala geçiyor, Alanos Deresi'nin deltasında oluşmuş havuzumsu noktada yüzmekte olan genç martıları izliyor, ilerideki cümbüşü zaten çoktan fark ediyor ama acele etmiyorum. Bir kuş kalabalığının ve çığır çığır ve çok neşeli seslerin arasından sıyrılıp köprünün üzerine çıkıyorum yeniden.
Sakin adımlarla, her anı fotoğraflayarak, martıların içine karışarak, ziyafet sofrasına varıyorum. Son derece düzenli ve kesintisiz servis bizzat şef tarafından yapılıyor. Bundan çok zevk aldığı, bugünkü spesiyalinin her günküler kadar beğeniliyor olmasının onu çok sevindirdiği aşikâr. Ortalıktaki coşku, bu anları fotoğraflayan insanlar, tabii ki selficiler tarafından her öğlen bir şenlik tadında yaşanan bu dayanışma anlarıysa şu kara günlere nasıl bir ilaç!
Biraz insanların yüzlerindeki keyfi izliyor sonra tam anlamıyla martıların içine dalıyor ve kendimi sabitliyorum. Öylece dikiliyorken ve şakır şakır fotoğraf çekerken ben; onlar akına çıkmış savaş uçakları gibi dört bir yanımdan vızır vızır geçiyorlar. Tam anlamıyla gözüpek savaş muhabiri modundayım ve nasıl bir keyif ve işe konsantrasyonsa bu, zerre tırsımıyorum; sanki fotoğraf makinesinin arkasında çok korunaklı bir siperdeyim. Gözümle görmeyince ki sol kapalı durumda diğeri de vizörden görüyor, bu nedenle de kendimi bir koruganda asla dokunulamaz ve fark edilmez gibi hissediyorum. Çok şükür ki onlar da emeğe saygılı.
Üzerime tek bir bomba bile bırakmıyorlar...
Şölenden ayrılmak zor olsa da bunu başarınca kahve zihnimi tekrar dövmeye başlıyor; çünkü az sonra Adem Usta'da şu an bilmiyor olsam da enfes bir -az olmak şartıyla- et haşlama ve az pilav söyleyeceğim. Bunun ardından da dönüş yolundayken kendime söz verdiğim kahve dükkânına gideceğim hevesi içindeyken... dönüşte, yine yemeği abarttın sen deyip, tadında bir kahve için bu günkü mekân-kahve keyfinden vazgeçiyorum.
Oysa renkli yastıklı bambu koltukta bir yandan kahve içip, arada bir eşleştirdiğim pastanın tadını çıkarırken dış masalarda oturan gençlerin cıvıltılı konuşmalarını izlemek ne güzel olacaktı...
Önümüzdeki güneşli günlere inşallah.
Pembe Fili Düşünme (Zeynep Selvili) | Kitap Yorumu
17 dakika önce