Küçük bir sahil kasabasında yaşamak imrendirici bir özlemdir. Bilirim ki bir çok insanın hayalidir. Hele o bir de tatil beldesi ve saklı bir yerse ve sosyal olanakları, mekânları hoşa giden biçimdeyse; tadından yenmez bir coşkudur, orada olmak. Kısa bir tatil için orada bulunanlar ne yazık ki hızla geçen günlerin tadı damaktayken dönmek zorunda kalırlar ve damakta kalan bu buruk tat nedeniyle de zamanın hızına isyan ederler.
1.315.000'lik bir büyükşehirin 215.000 nüfuslu bir ilçesinin kenar şeridinde yaşayan biri olarak imrenirim ben ama!Uzun yıllar sonra, şu tür bir yere gitsem ve uzun bir tatil yapsam diye bir düşünce oluştu mu bende.
İmrendim mi? Açıkçası onu da bilmiyorum. Çünkü hiç üzerine düşünmemişim, yıllardır.
Demek ki istememişim. Genellikle kısa ve hayal ettiğimiz konsepte uygun birkaç günlük seyahatlerim var: Bunlar, ya bir kentin akıl çelen bir mekânı için olur ve civar odaklı bir kaç günü içerir ya da seçilmiş şehrin bir semtine yöneliktir ve onun altı üstüne getirilirken, ulaşımı kolay yerlerine de mesafe gözetmeksizin keyifle uzanılır.
Geçtiğimiz perşembe günü birden benim neyim eksik diye düşünürken yatağımın serininde, uyuyuvermişim. Öyle bir sızma ki anlatamam. İçime öyle işleyip, bilincime öyle bir oturmuş ki bu imrenme; derin uyku-rüya işbirliği içinde uçmuş ve konmuşum ben; bir bilmediğim yere. Hayırlara vesile olsun diyerekten, dilim döndüğünce, anlatayım Sizlere de...
***
Sırt çantama attım bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske. Düştüm yola. Hiç ulaşım aracı kullanmadım. Akşamdı ve canım uzun zamandır yemediğim için Kumpir çekmişti. Bir mekân görmüştüm, rüyamda mıydı, yoksa bilinçaltım mı üretti hatırlamıyorum. Çok beğenmiştim. Bir anda önünde buldum kendimi. Süzüldüm içeriye.
Çok kibar bir beyefendi, bilgisayarın başından kalktı ve karşıladı; elinde bir ince karttan form vardı. Doğrudan dolaba yöneldim: Rus salatası, kızarmış soslu sosis dilimleri, çok az dilimlenmiş yeşil zeytin, biraz kırmızı lahana ve çok az da mısır lütfen, dedim. Ben söyledikçe o işaretliyordu. Caddeden alçakta kalan mekânın çok hoş dış masalarından birine oturdum. Aramızı yeşilliklerle ayıran kuaför salonundan ve bahçesinden kuru gürültü gelmiyor olmasına sevindim. Hatta oradaki yaz sıcağı sohbete kulak kesildim, dinlemedim, yaz serini kadın konuşmalarının varlığı hoşuma gitti. O ara kumpirim geldi. Çok beğendim görüntüyü. İçecek istemedim. Üzerine mayonez ve ketçap eklemedim. Usulca aldım kaşığıma. Gurmecilik oynayarak gönderdim damağıma. Çok hoşlandım.
Kumpirin hayatımıza ilk katıldığı zamanlar geldi gözüme. Ortaköy'deydik. Enteresan bir durum, şu an da Ortaköy'deyim. Halimden de çok memnunum. Usulca, yaz akşamı tadıyla ve keyifle götürüyorum bu zarif patates, tereyağı, kaşar peyniri ve diğerleri işbirliğini.
Hımmm... Tarihi Ortaköy Kumpircisi? Bu ânı Enn Sevdiğim Kadın'a anlattıyorum, sanırım rüyamdaki telefondan. Biz de bizim buradakinde yemiştik, dedi O. Anladım ki mekân franchising'di. Ödememi yaptım, çay ikramına teşekkür etmiş, istememiştim. Ellerinize sağlık, çok güzeldi dedim ve basamakları çıkarak kaldırıma ulaştım.
Sonra... bir kaç adım sonra, ışıklarda bekledim; yan yolu ve bulvarı dikkatlice geçtim. Dikkatimi çeken dar bir sokaktan sahiline indim. Çok sevdim fakat sokağı; denize bir kaç adımda ulaşıyordu ve önünden geçtiğim ve sokağın ucundaki mekânlar çok güzel şeyler vadediyordu. Hah, dedim, şu mekân güzel, orada bir dondurma yesem. Gerçi sürpriz olmayacaktı çünkü dondurmasını biliyor ve seviyordum. Bu kez şöyle dedim genç kadına:
"Kaymaklı, çilekli ve bitter çikolatalı lütfen." Sanırım çocukluk halim nüksetti ve çilek, bitter çikolata eşleşmesini merak ettim. Çok eğlendim yerken. Ancak bir daha denememeye karar verdim.
Yürüyordum bilmediğim diyarın kıskandıran sahil bandında ki bir müzik sesi geldi. Anlar benim kulaklarım iyi müziği. Hani kusur bulsalar da severler; çünkü, o gayretkeş sıcaklığı sempatik bulurlar. Bir iskelenin girişindeydi meydan. Önce uca kadar bir yürüsem mi dedim, ama müzik ve meydandaki coşku ısrarla çağırıyordu. Girdim alana. İnsanlar coşmuştu. İki genç kadın hemen önümde pek de güzel, oynayarak eşlik ediyorlardı sahneye. Küçük iki kız çocuğu, anne anne diyerek sarılıyordu arada bir eteklerine. Genç solistin kitleyle iletişimi çok güzeldi. Ellerimi arkada bağladım, yüzümde bir keyif gülümsemesi, sırtımda sırt çantam...
Ancak yoktu o akşam fotoğraf makinesi. Uzun süre dinledim. Bir süre sonra son şarkı dedi solist; ön gruptan anında bir itiraz yükseldi. Gençleri çok iyi anladım. Ben ki yüzümde aptal bir gülümsemeyle kapılmıştım; enerjisi yüksek gençler bu noktada bırakamazlardı. Sonra anlaşıldı ki genç solist espri yapmıştı. Bir sevindim. Bir alkış... Sonra, Güneye Giderken adlı bir şarkı söylemeye başladılar. Fakat solistin ağzı oynamıyordu ve tını biraz farklıydı ve bence duruydu. Gözlerim aradı ve buldu; gitar çalan gençlerden biri söylüyordu. Bayıldım. Sonra ona davulcu katıldı ki o da doğal ve sıcaktı. O ara yüzüme döndüm. Baktım. Benden kopmuştu ve çok eğleniyordu.
Sonra bir baktım sabah olmuş. Bir anda bir yol üstünde buldum kendimi. Bisiklet ve şu Binbin'ler gelip geçiyor ama saat erken olduğu için trafik az. Yabancısı olduğum için beldenin çektim bol bol fotoğrafını. Sonra bir tık daha yürüdüm ve bir yaya geçidine vardım. O ara ağaçların arasından görünen bir mekâna takıldı gözüm. Hiç yabancı gelmedi. "Allah Allah," dedim, ne iş? En sevdiğimiz, orada rakı içmeye bayıldığımız, mezeleri âlâ mekâna ne kadar da benziyor! İnsanlar gibi, mekânlar da ikiz yaratılmış demek, dedim. Belki de demedim, pek hatırlamıyorum.
Aynı yoldan devam ettim, merakla etrafa bakıyorum. Devam eden rüyamın dün gecesiydi ama dondurma yediğim yeri, hemen hatırladım. Sonra onun komşularının sıra sıra şu marka kahveciler olduğunu gördüm bu kez. Gördüklerimi sevdim, çünkü hem yeşil ve şirin bir tatil beldesiydi, hem de yapılaşma göz yormuyordu. Ne güzel ki yaşamak istediğim tatili sunuyordu rüyam bana ve bilmediğim bir yerdeydim.
Çok enteresan.Biraz daha yürüdüm, yürüdükçe şaşkınlığım artıyordu.
Düşünüyordum... düşünüyordum... ama bulamıyordum. Çünkü birden bir balık lokantası çıktı önüme. Sevdiğim iki insana bir vaadde bulunduğumu hatırlattı bu bana. Taaa Kiev görünüyor gibi bir laf da etmiş olabilirim diye de düşündüm ki bu tür yerler için sıklıkla kullanırım. Tabii ki görünmez. Ancak ufuk çizgisinin ardını hayal etmek keyiftir. Mesela ben askerde ve acemi birliğimdeyken, bir akşamüstü Ankara Etimesgut'tan ufka doğru bakarken, deniz görmüştüm.
Çekerken balıkçının fotoğrafını şöyle şeyler geçti ruhumdan: Denizden yeni çıkmış balıkları beklerken mesela; illaki beyaz peynir, bir kaç deniz ürünü meze ve buzz gibi rakı eşlik ederken şırıl şırıl bir sohbete...
İşte tam o zaman fena kıskandım bu tatil beldesinde yaşayanları. Oraya yürürken bir başka balık mekânı da ilişmedi değil gözüme. Eski yeri ve küçük hali olsaydı ki ne güzeldi gibi bir söz geçti aklımdan ancak ne alaka şimdi dedim, sen nereden bileceksin ki. Bir yanılsamaydı sanırım, zihnim karıştırmıştı, nereden rüyaya attı, bilemedim. Not aldım ama, uyanınca nasıl bir ilişkilendirme olduğunu düşüneceğim.
Sonra bir an yoksa ben Rio'da falan mıyım dedim. Gözüm alabildiğince plaj çünkü. Şemsiyeli ve şezlonglu olanlar küçük bir ücret karşılığı ama diğer tüm alanlar ücretsiz. Tüm sahil boyunca cankurtaran kuleleri var. Plajlar ve İskele'deki kafeler belediye işletmesi. Ve ucuz. Sahil boyu yol kenarlarında tertemiz duşlar ve tuvaletler, estetik tasarımları ile şıklık sunuyorlar. Yalnız iyi ve özenle yönetilen buranın bazı vatandaşlarının bizim bazı vatandaşlar gibi olduğunu görünce inanın temizlik görevlilerine acıdım.
Biraz daha yürüdüm. İskelenin öte tarafına. Bir kafeterya, plaj daha... yalnız ihmal etmişim ki bu iki plaj arasında ağaçlar altında, halka açık çok hoş masaları ve oturakları olan bir bölüm var. Tıpkı benim bazı yazılarımda sözünü ettiğim; Türkân'dan poğaçalar ve marketten kola alarak kitap okumak için geldiğim yere benziyor. Hatta tıpatıp aynısı. Bu biraz içime su serpti,
bu kez kıskanmadım.
Biraz daha ilerlemiştim ki bir şirin bina dikkatimi çekti bu kez. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Çok hoş bir restoranı vardı yan tarafında, akşamları canlı müzik oluyordu. İmrendim. Şu üst odalarda kalmak ne güzel olur, diye düşünmeden edemedim; çünkü anladım ki bu bir butik otel. Orada karşıya geçmeye karar verdim, basamakları indim ki fark etmemişim, bir binbin ve bir kaç bisiklet gelmekteymiş. Şortlu kadınlar ve iki beyefendi. Durdum ben. Onlar da durdu. Şaşırdım. Bir beyefendi yol sizin, dedi. O zaman fark ettim ki önümdeki, üç metre genişliği var yok bisiklet yolunda bir yaya geçidi. Eyvallah, dedim. Sonra niye kibarca teşekkür etmediğime pişman oldum. O kadarlık İngilizcem var sonuçta. Geçtim karşıya, sonra da tek şeritli ve parke taşlı şirin araç yolunu...
Henüz yoğun bir trafik yok şükür ki.Önüme bu kez iki dondurma mekânı çıktı. Özellikle bir tanesi çok şıktı. Anladım ki bu yöreye özgü bir dondurma üretiyorlar. Balkaymak. Çok erken dedim ama önüne vardığım kahve dükkânına bayıldım. Bir an beynim bir şeyler demeye başladı bana. Önce pek anlamadım. Sonra dur bakalım ne diyor diye dinlemeye başladım: Bana buraya hep bayıldığımı, ama konsept mekânlar açıldığından beri farklı şehirlerde farklı markaların mekânlarına gitmiş olmama rağmen bir kez bile bir Gloria Jean's Coffees dükkânına girmemiş dolayısıyla kahvelerini içmemiş olduğumu söylüyordu.
Hımmmm, dedim. İstedim. Düşünmekteyim.
İskeleye tekrar vardığımda aklım bana dedi ki şuradan sola dön ve biraz da mahalle içlerine gir. Işıklarda bekledim. Sonra geçtim bulvarı. Güzel kafeler vardı burada da. O ara kumpir yediğim yerin önünden geçmekte olduğumu fark ettim.
"Allah Allah?!" dedim tabii ki. Hava biraz daha ısınmışdı, yürümenin etkisiyle de terliyordum. Bir market gördüm ve girdim. Dili bilmediğim için anlamadım ama anladım ki bunlardan çok var. BİM yazıyordu. Adı şundan yazdım: Bu ülke neresi bilmiyorum ama hani bu ülkeden okuyan genç insanlar olur, ya da böyle şeylere meraklı memleketlim büyükler; bilsinler istedim. Islak mendili alıp kasaya döndüğümde karşı rafta ki burası çikolata rafıymış, bir gofret paketi dikkatimi çekti. Şam fıstıklı ve ezmeli imiş. Aldım. Sonra yerim, dedim ancak bu marka hiç yabancı gelmedi bana. Ampülüm benden atak, bir anda yandı ve enfes dondurmasından hatırladım markayı: Kahve Dünyası.
Çıkınca oradan biraz daha yürüdüm; içlere doğru, içgüdülerimle. O ara tek yönlü bir dar cadde sessizce çağırdı beni. Bayıldım. Bir baktım hemen girişte verandalı, sıcak bir pastane. Hiç yabancı gibi durmuyor. Dedim seviyorsun ya sen mahalleye aitmiş hissi veren abartısız dekorlu mekânları, ondandır.
Oysa gurbette, vatan özleminden kaynaklı bir aidiyet duygusundandır diye düşünmüştüm. Karnım acıkmış, fark ettim. Niyetimde su böreği var ama...
Memleket hasreti işte. Buram buram.
Bunlar bilirler mi ki acaba? O ara şekli bizim gül ve kol böreklerine benzeyen şeylerden birer tane istedim. Bir de fincanda çay. Bir genç kız getirdi; caddeye boylu boyunca bakan masama. Dedim ki kusura bakmayın, takdir edersiniz ki bir rüyadayım ve nerede olduğumun farkında değilim ama öyle hissetsem de yanılıyor da olabilirim: "Ben daha önceleri de buraya akşamları gelmiş olabilirim; fakat siz dahil olmak üzere içerideki herkes bu sabah farklı." O, ben öğrenciyim ve gündüz çalışıyorum dedi. Bölümünü sordum. Yanıtı Hukuk 3 oldu. Takdirlerimi esirgemedim. Bu aralar ince, hemen bitecek, yormayacak, üzmeyecek ve eğlendirecek kitaplar okumayı tercih ettiğimden sırt çantamda Wilhelm Genaziano'nun, O Gün İçin Bir Şemsiye'si var. Seviyorum bu adamı.
Epeyice kalmışım bu sevimli pastanede. O ara içime doğmuş olmalı. Şansımı denedim ve bir Triliçe ile bir limonata istedim. Muhtemelen kitap burada bitecek diye düşündüm. Mekâna olan sevgimin, ve caddenin bir geçmişi olmalı bende diye zorladım kendimi ama rüya gaddar, ser verip sır vermiyor. Sonra bir ilk bu diyor. Bir yanılsama seninki, uyanınca geçer, diyor. Ona inanmıyorum. Lozan Caddesi? diyorum. Sizin tekelinizde mi diyor rüya.
İki saatten fazla zaman geçmiş. Ödeme için kasaya gidiyor, sonra ne kadar ucuz bu ülke diyorum. Sonra üç top dondurma için ödediğim para aklıma geliyor ve keşke bizde de hep mahallenin hava atmayan, lezzetli pastaneleri olsa diyorum.
O arada da fırından yeni çıkmış su böreklerini görüyorum ama kader diyorum. Bir an tereddüt yaşıyor sonra geri yürüyorum çünkü korkuyorum kapılıp gidersem caddeye, kaybolurum diye. Belli ki ince ve çok uzun bir cadde. Kimbilir ne sürprizleri vardır. Bu kez direk İskele'ye dalıyorum. Çok sakin. Şu sahilin batı yakasının bir fotoğrafını alsam diyorum. Merak da ediyorum aslında ama ipler benim elimde değil. Bir bakıyorum uyanmışım ve evdeyim. Gün de pazar olmuş.
Nasıl bir boşluk duygusu ama. Ve içimde nasıl bir rüyaya dönme isteği. Bugün diyorum, kahve içmeliyim ve gittiğim mekân da ilk olmalı. O ara bloglara göz atıyor, yorumlar yazıyorum. Bunlardan biri şu oluyor:
"Sevgili Momentos, az sonra kahve içmek için dışarı çıkacak Buraneros'un henüz içilmemiş, hayaldeki kahvesine çoookkk keyif kattı. Peşin teşekkürlerimle."* Sonra yine zaman çekip alıyor beni. Dizlerinde sallıyor.
Yeniden rüyadayım.
Çekiyorum kotumu, atıyorum çantama kitabımı, gözlüğümü, maskelerimi ve fotoğraf makinemi. Bu kez diğer kaldırımı tercih ediyorum nedense... Bir kaç adım sonra bunun nedeni belli oluyor. Dün karşıdan fark ettiğim ve çatısından Ukrayna'nın göründüğünü düşünebileceğim, yiyecekleri, müzikleri güzel mekânın önünden geçmeyi, ona yakından bakmayı, hem de güneşte kalmayarak bir taşla çok kuş vurmayı düşünüyorum. Sonra bu kararıma pek anlamı olmayan bir şekilde seviniyorum; çünkü artık iradenin bende olduğunu sanıyorum. Burası bir bira mekânı anladığım. İçeri girmedim ancak bakınca anlıyorum. Ama mesela bir rakı balık akşamının ardından, hani gönüller isterse mesela, orada bira içmek nasıl olabilir? Çüşşş diyorum kendime. Rakı balık üstüne bira ha! Bir kere daha çüşşş!
Sonra rüya içinde hayal kuruyorum. En üst kat. Ön masa rezerve. Bir bira tabağı. Tatlı bir esinti. Kelimelerin dans ettiği bir sohbet. Alabildiğine deniz. Gelsin biralar, gitsin boşlar. Atılsın kahkahalar.
İşte rüya bu ya ben tam kendimin farkında bunları düşünürken bir masada, enfes bir verendada, deniz karşımda, önünden insanların geçtiği; üzerinde Amerikano, bir kitap, gözlük ve frambuazlı cheesecake olan bir masada buluyorum kendimi. Müzik enfes. Ortam çok sakin, çok beğeniyorum dekoru ve yerleştirmeleri. Başlangıçta sesi biraz yüksek bulsam da sonrasında itirazsızca dinlediğim şahane bir müzik eşliğinde keyifle kitabımı okuyorum. Siparişimi alan ve bana servis yapan genç kıza ise bayılıyorum. Siyah bir pantolon bluz, uzun ve at kuyruğu ve sıkı sıkıya tutturulmuş siyah saçlar... Sanki bir Hint-Avrupa ten rengi. Ve müthiş bir zarafet. Hint vurgusunu güçlendiren küpeler...
Elimdeki kitap yine bir günde bitirileceklerden. Ernerd Loe'nun üçlemesinin ilk kitabı Doppler. Bu kadar mı olur? Bir rüyanın böylesi ânına bir kitap bu kadar mı yakışır? Mekânın sakin bir vakti. Bir çift var ki görmüyorum. Konuşmaları yüksek de olsa umursamıyorum. Bir hanımefendi geliyor o ara. Kumral, zarif, ben yaşlarda, kot şortlu ve şık bir bluzla tamamlanmış görünümü ve saçlarında bekleyen gözlüğü ile âna katkısı şahane. Ben kitabım, kahvem ve pastamın tadındayım. Ne mutlu bir rüyanın, huzur veren bir sabahın öğleye yakın saatleri...
Hiç uyanmasam. İki saati geçiyorum. Çok nadir kararlarımdan birini veriyorum. Şu güzel Hint-Avrupalı'ya kibarca sesleniyorum.
"Yarım kupa Amerikano lütfen."Sonra usul usul bitirince kahvemi; kitabımı, gözlüğümü atıyorum sırt çantama. Ödeme için kasaya geliyorum. Ödememi yaparken, her şey çok güzeldi, ancak şu camları bölen kayıt hiç olmasaydı ya da biraz aşağıda olsaydı... denizi kesiyor çünkü, diyorum. Tatlıca gülümsüyor ve herkes aynı şeyi söylüyor diyor. Tip-Box'ı boş geçmiyorum. O sıra Muzaffer'in anlattığı bir an geliyor aklıma. O'nu bir gün -mutlaka- yazmalıyım diyorum. Laf aramızda ben o yaşlarda olsaydım mesela, kesinlikle asılırdım bu kıza. Pimi çekilmiş bir el bombası bırakırdım iki satırlık; bir cümle ederdim; bir hafta düşünmezse de kafamı keserdim. Sonra bir yanıt gelmezse, kesik kafam elimde gider, gülümser, bir Amerikano, bir de frambuazlı cheesecake lütfen, derdim. Masaya geldiğinde gülümsemezse kafamı bir kez daha keserdim.
Bunları düşündüm tamam, inanın onu anlatabilmek için ne söylesem, başka türlü nasıl ifade etsem, azdı.
Kendimi feda ettim! Teşekkür ediyorum bu iki tatlı genç kıza ve çıkıyorum, keyifli keyifli yürüyorum. Enn sevdiğim kadını özlüyorum. Onu düşünürken eve dönülecek noktaya geldiğimi fark ediyorum; bir fotoğraf çekip, bir gün de rüyama buradan ötesi, bulunduğum noktanın batısı nasip olur inşallah diyorum. Sonra bir uyanıyorum ki evden denize bakıyorum. Hiç yabancı gelmiyor. Akşam da Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum, olan biten her şeyi.
*Momentos