Bizim Oralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bizim Oralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2022 Pazartesi

Martı Gölü Bale Suiti



25.Ocak.2022*

Mavi'ye bir selâm ediyorum. Neden gelmediğime bugüne kadar hep şaşıyorum. "Acaba?" diyorum, Bodrum Mavi ile daha tıfılken yaşadığım Ortaçgil'li gece ve sonrasında Bodrum buluşmalarımızın tadı onu ayrı bir yere koydu da bünye bu ad benzerliğini sindiremedi mi acaba? "Hımmmm..." diyor gencin başını okşuyorum ve diyorum ki bir yetişkin olarak: "Burası başka, hem sevmiştim ben de ama neden gelmediğimi de bir türlü izah edemiyorum." Sonra diyorum ki "Bir öğle sonrası şu pencere önündeki dip masaya gelmeli, biraya yakışır bir şeyler isteyip sadece yolu ve denizi seyrederek ve zamana yayarak içmeli..." Hep selamlaştığımız; saçları civciv sarısı boyalı, mekâna çok yakıştırdığım kızla da iki lafın belini kırmalı... Üstelik patron beni tanıyor, bunu bakışlarından anlıyorum. Bir selâm versem dökülecek. Velhasıl geçen yıllar hızlı olsa da bir gün bile gelmemiş olmam ve daha dünmüş gibi, zaman tazeymiş gibi, bir gün gelirim acelesi yok havama da şaşırıyorum. O halde tez zamanda geliyorum...


18.Mart.2022**

Karşıya geçince adımlarımı yavaşlatıyor ve yarın için, yani bugün için yılların özlemini sonlandıracak, bir süredir göz kırpıştığımızla ilgili olarak net bir karar veriyorum.

Mavi'de bira içeceğim ve ardından da şu gençlerin yeni açtıkları mekânda kahve...

Önünden geçerken artık yakınlaştığımın bir nişanesi olarak yakın plan bir fotoğrafını çekiyorum Mavi'nin; "Çaktırma," diye de sesleniyorum.

En arka ve cam kenarı masayı çoktandır gözüme kestirmiş durumdayım.

Masada olmasını istediklerim kafamda.



19.Mart.2022

Adem Usta'ya doğru yürüyorum. Niyetim çorba. Biraz sonraya dair fikirlerim var ancak kafamda da soru işaretleri ve neredeyse gerçekliği de kesin bir öngörü. Eskilerin deyimi ile ne olur ne olmaz diyerekten altlık o halde.

"Bir Ezo Gelin çorbası lütfen."

Damağımda enfes bir keyifle çıkıyorum. Hemen ara sokağa dalıyor ne yazık ki kapanan *Bredblock'un önünden geçerken de enn sevdiğim kadınla bir telefon konuşması yapıyorum. Sonra denize doğru ana caddeden yürürken ışıklara varıyor, bulvarı geçerken de tam önümdeki ilk sokaktan inmeyip sola kıvrılıyor ve ikinci sokaktan iniyorum. Önce arka masadan kapıya gelene kadar mekânı dışarıdan kontrol edeceğim. Malum pandemi!

Gününse en bayıldığım saatleri.

Keyfini çıkarmak boynumun borcu.

Sahile vardım ve sağa kıvrılacağım. Kıvrıldım. Mekâna yanaşıyorum. Önünden ağır adımlarla geçerken içeriyi kolaçan ediyorum ki dip masada iki kişi var. İçimdeki kaypak kıvıracak gibi. Adımlarımsa çok kararlı. Giriyorlar kapıdan içeri. Üçüncü masaya oturuyoruz. Kitap kabanın cebinden dışarı hopluyor ve masanın üzerine yayılıyor. O memnun, "İyiymiş be!" deyip manzaranın tadını çıkarıyor, hatta "canlı müzik olan bir akşam takılalım," diyor. İçerisi sıcak. Ben de...

Sarışınla merhabalaşıyoruz.

Genç adam masama yanaşıyor.

"Bira," diyorum.


O indirim saati olduğunu kastederek Amsterdam falan öneriyor ancak benim kafa net: "Efes Malt lütfen."

Çok keyifli bir andayım. Sıcacık bir ortam ve hoş bir mekânda ve günün hoş bir saatinde kaliteli ve Türkçe sözlü müzik eşliğinde biraz manzara biraz kitap, biraz hayat, uzaktaki martılar falan derken ve öngördüğüm gibi mutfak kapalıyken çerez de istemiyor, biramla zamanı yaşıyorum. Usul yudumlarla ânın tadını iliklerimde hissederken, dumanı üzerinde bir kahve ve ona eşlikçi bir pastanın ve yeni açılan genç kitap kafenin hayalini de kuruyorum. O sırada bir dolu başlıyor. Oysa üst kesimlerde kar yağmaktaymış. Bir süre kar beklentisi ile ikinci bira hevesi içimi fokurdatıyor. Arka masa çoktan boşaldı. Sarışın, benden sonra gelen ve mekân sahibinin eşi, genç adamın da annesi olduğunu düşündüğüm kadın ve genç adam bir masada sohbetteler. Konu ise Bodrum. Sarışın bu sezon orada çalışma fikrinde. Onu Bodrum Mavi'de hayal ediyorum.

Ooooo kaç saat olmuş.

Biramın son yudumlarındayım, kar beklentim boşa düşürüyor, bugün olmuyor ama başka bir gün ihtimal ki ikinciyi de isteyeceğim.


Toparlanıyorum. Ödemeyi sarışın alıyor. Beni mekânda gördüğüne sevindiğini söylüyor. Gülümsüyor, teşekkür ediyorum. Cool yapıyor, sözü uzatmıyor, gülümseyerek iyi günler diliyorum.

Dışarı çıkınca martıların coşkusuna takılıyor gözlerim. Ben de zaten o yöne yürüyeceğim. Yaklaştıkça coşuyorum. Onlara biraz bakıp kitap kafeye döneceğim. Nasıl bir keyif hali, mini makine cepte, çatır çatır çekiyorum. Kulağımda enfes bir müzik. Martı Gölü Bale Suiti.* Yaşama teslimim. İnsanlar kalabalıklaşıyorlar. Yüzlerde mutlu gülümsemeler, tüm gamlar kederler paramparça, parmaklar telaşlı bir sevinçle telefonların deklanşörlerinde. Çocuklar dansa iştirak ediyorlar. Güneş sahne ışıkları görevini üstleniyor. Önümden geçmekte olan abi fotoğrafıma engel olmamak için eğiliyor. Bir anda, evet bir anda, durup dururken, herkes birbiriyle dost oluyor. Nasıl mutlu yüzler topluğu bu ki sanki hayat hep bayram.

O zaman diyorum ki coşkusu tavanda ben: "Hadi canlarım, bütün hücrelerim, heyecanlarım, sevinçlerim: kahveleeerr bendeeeennn!"


Hep birlikte, şen şakrak şarkılarla, dalıyoruz sokağa. Varıyoruz yeni açılan, gençlerin daha çok takıldığı kitap kafeye, ancak görüyoruz ki iğne atsak yere düşmez. Verandası ise soğuk.

Sesleniyorum yeniden:

"Peki millet üzülecek miyiz duruma?"

"Tabiii ki hayırrrr!!!


"O zaman haydi Marketim Deluxe'e... ıvır zıvırlara hücummmm ve partiye evde devam".

Çığlıklar.

"Var mıyııızzz?!"

Daha kuvvetli çığlıklar.


***

Elbette Bodrum Mavi, sadece Ortaçgil değildi.

O zaman bir Mavi akşamında göz kenarlarımızı ıslatan şarkı bugünlere de aynı hislerle, kopsun gelsin!





*Gri De Güzeldir başlıklı yazıdan.

**Dün Neler Neler Oldu Aslında başlıklı yazıdan.

Çay Bredblock ve Hasret Senfonisi

*Bir Mavi Aşk içinse buradan lütfen...


*Martı Gölü Bale Suiti diye bir şey yok, tümüyle yazarın uydurması!

28 Ocak 2022 Cuma

Bütün Kızlar Toplandı

Salı sabah, pencereden ve kalın perdelerin arasından sızmaya çalışan gün "Hadi yine iyisin!" diyor. Bir planım var. Bir yanım kıvırmaya çalışsa da bir yanım baskın. Geçenlerde internet, telefon, tv paketim için aranmıştım ve karşımdaki pazarlama özürlü ses, hızla bir şeyler sıralamıştı. Ekranda çıkan numara şüphe uyandırmıyordu. Tamamdı ama makineli tüfek hızında, dolayısıyla tırmalayıcıydı ses ve anladığım da paketin bitimine daha vardı ve daha önce arandığımda aranmak istemediğimi beyan etmiştim üstelik...

"Şu an meşgulüm ve bir şey anlamıyorum söylediklerinizden," dedikçe ben, o, üzerime üzerime geliyor. Yok bir ay ödeme yapmayacakmışım, bu fiyatlar şu anlıkmış gibi klasik pazarlama cümleleri ablanın son otobüse yetişme telaşındaki sesiyle el birliği içinde ve bu hıza yetişmekte zorlanan kulaklarımı tırmalıyor.

Ablam bu işi yanlış yapıyorsun diye girecem de bir fırsat bulabilsem.

"Şu an hiçbir şey anlamıyorum, dolayısıyla da ben gidip kurumda halledebilirim bu işi," diyorum ama, o da and içmişçesine ekmeğinin peşinde; buna saygım da zaafım da sonsuz ancak kurduğu dil ve baskı yanlış. Sonuçta bütün çabalarına karşın alt edemiyor beni; ritmini hiç düşürmeden, makineli tüfek formundan en ufak taviz vermeden, söze girmeme engel bir ritimle devam ediyorken alıyorum sazı elime: Siz anlamak istemiyorsunuz herhalde, meşgulüm ve bu konu ile ilgilenmiyorum, daha ötesi dinlemek istemiyorum diye girişiyor, iyi akşamlar diyerek de çekiyorum fişini.

İşte ben şimdi bu işi fırsat kabul edip Telekom'a kaytaracağım.


Ha bu arada Pazartesi günü birden Deniz Kızı Kafe'ye gitmek ve kapuçino içmek fikri türüyor içimde. Kimbilir, belki de Karga Trio ve Martı Vokal Grubu en güzel şarkılarını benim için söylerler. Bir de tost; yanına da ince belli. Kızarmış patetes de fır dönüyor fikrimde ama şüpheli.  Öğlen çıkıyorum, vardım kafeye, girdim içeri, bir tost karışık lütfen dedim... Dedim de elektrikler yokmuş ve tost makinesi de soğumuş. Olsun dedim biraz tur atar, vakit geçirir, sonra dönerim. Eve 500 metre yok ama ben iş arası verdim ve kahve takıntı halinde ve işten kaytarmanın tadı çıkarılacak. Mutlak!

Elektrik bir türlü gelemiyor.


Sonra bugün geldi; yani Salı. Öğlene kadar iş, haber okumaları falan derken bir kaç öngörü ve o öngürüler üzerinden yapılan alım tercihlerinin ardından düştüm yola. Trendeyim, okulu asmış öğrenci tadındayım ve keyfim gıcır. İki durak sonra iniyorum. İşyeri yoğun bulvarda ve bir yeme içme coğrafyasındayım. Balıkçıyı ve üst katta oturan ben yaşlarda zarif bir çifti görünce balık fikrim dondurucudan kafa uzatıyor ama aklımı çelemiyor. Enfes de bir dönerci var; hoş, özel ve döneri pek güzel. Hepsini alt ediyorum. Telokom'a giriyorum ki cıvıl cıvıl bir genç kız karşılıyor; hoş geldiniz diyor, ne işim olduğunu pek tatlı bir dil ve edayla soruyor; fişe basıyor ve numaramı verip beklemem gereken yeri gösteriyor. Kurumunu sevdirmeyi başaran bir elaman, takdiri hak ediyor. Onu çıkışta mutlandıracağım. Numaram yanınca fark ediyorum, aynı kız da haberdar ediyor beni, geçiyorum odaya. Mart'ın 12'sindeymiş yenileme zamanım. Şimdi yaparsam kaybım oluyormuş. İşte bu! Kazandı beni... "O gün direk bu odaya gelin ve numara almanıza gerek yok," diyor. Seviyorum tavrını. Diyorum ki evet primi bu kıza kazandırmalıyım.


Çıkınca oradan bu kez diğer kaldırımdaki sıra sıra lokantalar aklımı çelmeye çalışıyorlar. Bense tava gelme ihtimali olan yanıma şahane çalımlar atıp sürekli ekarte ederek devam ederken, Bursa İskender Kepabçısı kendinden pek emin bir edayla önüme çıkıyor. Onu geçersem trendeyim. Bugün iradem güçlü, şık bir çalımla onu da geçiyorum. Trendeyim ve fikir bombaları yağıyor üzerime. Bir İstasyon önce, Ömürevleri'nde iniyorum. Yaz boyu geldiğim, sevdiğim okuma noktam pastaneye takılsam diye aklımdan geçirirken sokak başından dış masaların yerinde olduğunu görüyorum. Meyleder gibi olsa da fikrim, soğuk hava anında el koyup çeliyor fikrimi. Fikrim ısrarcı ve başka bir alternatifi var. Yakışırın Yerinde tombik, yok yok pilav üstü gibi fikri üretimler yapıp etkilemeye çalışıyor beni... "Bi git," diyorum ve komutayı sıkıca elime alıyorum, üstelik elektrik sorunu görüyorum ki çözülmüş. Deniz Kızı Kafe'deyim.


"Bir karışık tost lütfen"

"Bir bardak da çay lütfen."




Açıyorum kitabımı. Sanki yaz biteli yıllar olmuş ve bir daha gelmeyecekmiş gibi bir his yaratıyor iskele ve ucundaki kafe. Her gün konser olan meydan bomboş. Dondurmacı kapalı. Bir üzüntü sebebi değil elbet bu ama sanki hiç yaz olmamış gibi bir his yaratıyor bünyede. Sezonu bitmiş, coşkusu ve kalabalığı yitmiş, cansız, artık yok, eski fuarı dolaşmak gibi. Sonuçta bir hüzün değil; tıpkı eski yıllardaki gibi yazlıkçılar gitmiş de köy bize kalmışlık halinin çıkarılası tadı bu. Hoşuma gidiyor.

Tostum ve çayım geliyor. Kızlar çok keyifle sohbetteler. Bir yandan da atıştırıyorlar. Çok tatlılar; sesleri gelmiyor olsa da el ve beden haraketlerinden senaryolar yazabiliyorum. Ya öğle tatilindeler ya da bunlar iki zamanlı ve sabahçılar. Bence şanslılar da çünkü denize tek bir yoldan ulaşabiliyorlar ve bu da en fazla 10 dakikalık yol. Üstelik birbirinden güzel sıra sıra kahve dükkânları; son derece şık, al içeceğini gel keyine bak masalarının olduğu denize kıyı parklar, falan filan...

Kitabım pek güzel. Tostum bitti. İşi salladım. Mekân sakin. Muhtemelen Suriyeli bir çift ve minik kızları bana yakın bir masada. Hanımefendi Türk kahvesi içiyor. İleriki bir masada hasar almış bir hanımefendi var. Yanında getirdiği bir şeyle uğraşıyor ve çay içiyor. İki de genç kız geldi ve en dip masaya geçtiler. Ve bir iş kadını olduğu kesin abla çay siparişi verdi. Hımmmm bu abla mimar. Ah bir de yazın tavanı açılan, havadar, çok koyu bir kuzeyli bu kafe kış güzelliğinde ısıtılsa, kabanları bir kenara atabilsek, tadından yenmeyecek ama.... Olsun!

"Bir kapuçino lütfen."


Fincanda ummuştum ama değil. Olsun. Kapağını açıyorum ve hayal kırıklığı. Beklentim Müze'deki, üzerinde çikolata izleri olan ve de daha yoğun, keyif aldığım kapuçino idi. Beklentimin ufaktan taca çıkması etkiliyor ama hemen toparlıyorum kendimi. "Bunun da miktarı çok," diyorum; çünkü biraz daha Kuzey'de kalmak istiyorum.

Aslında henüz yukarıdaki ağacın fotoğrafını çekmedim. Ödememi yapıp, teşekkür edip, ellerinize sağlık deyip, tip box'ı besleyip çıktıktan ve biraz yürüdükten sonra önünden geçerken duracak ve hikâyesini çok güzel anlatan bu ağacın fotoğrafını neden hiç çekmiyorum ben diye düşünecek, yatık ve yaşlı gövdesinden enterasan bir biçimde dikine büyüyen diğer yarısı genç ağacı akıp gidene zamana bir not olarak düşeceğim... Çünkü eskiden, yol geçmeden önce Meteoroloji'nin geniş alanında yaşamakta olan o ağaç ve komşuları benim çocukluğumu, ilk gençliğimi ve sırlarımı bilirler.


*Bahsettiğim kafe belediye işletmesi ve tüm belediye işletmelerinde görünen ölçekteki kahve, tüm zamlanmalardan sonra dahi mekânlardakinin 3 de 1 fiyatına..

25 Ocak 2022 Salı

Gri De Güzeldir

Gün Pazar. Planımsa, iki hafta önce kendime söz verdiğim; Balıkçı Barınağı'ndaki Belediye işletmesinde, üstelik balığın en güzel mevsiminde balık yemek. Enn Sevdiğim Kadın'ın katılması gereken bir kutlama var. Eğer müsait olabilirse arayacak. Hava tam Kuzeyli ve kış: sert bir soğuk. Havada kar kokusu, güne yakışır bir renk. Sırt çantamda bitmek üzere olan bir kitapla birlikte bir kışı Polonya'da yaşamış, bir Erasmus öğrencisi ile Avrupa turlamış minik ama kapasiteli fotoğraf makinesi...


Sahilden yürüyüp, ilk fotoğraflarını 2013 yılında ve ne tesadüf ki aynı mevsimde ama karlı bir günde çektiğim,* hep önlerinden geçtiğim ikiliyle biraz laflıyor; yıllardır orada olan, aslında hoşuma da giden ama bir tek akşam bile geçirmediğim, önünden her seferinde geçtiğim Pub'dan sonraki sıra sıra ve yine adım atmamış olduğum, aslında merak da etmediğim marka kahve dükkânlarının başlangıcındaki köşeden kıvrılıyorum. Tez zamanda gelmem gereken kahveciyi geçiyor, daha önce geldiğim ve beğendiğim Holmes'a göz atıyor, trene doğru yürürken yiyeceğim balığı da netleştirmeye çalışıyorum.


Işıkları da geçtikten, istasyon için son düzlüğe girdikten sonra biraz da vakit nedeniyle tereddüt yaşamaya başlıyorum. Gidip de lokantayı kapalı bulursam ya da çok kalabalık olursa halleri fikrimi çelme çabası içinde. Saate baktığımdaysa karanlığa kalma olasılığım var. Oysa ben lambaların yanmadığı, Gri'nin parladığı ve iki öğün arası bir vakitte, kimseler yokken orada olmayı istiyorum ki hem turlayıp, fotoğraflar çekip hem de balığın dibine vurayım.*

Karnım aç. Gözüm masayı kuruyor: Lüfer ızgara, turşu kavurma ve mısır ekmeği... Belki bir kahve, tatlı ve kitabımla ışıklı bir final. İkinci alternatifimse sanki günü ele alacak gibi; kontrollerini yitirmekte olduğum bir ikilem ele geçirmiş durumda beni. Yaklaşmakta olduğum mekân çok hoş. Tam bir Kuzeyli! İç dekorasyonu ve personeli ve de ürünleri çok hoşuma gidiyor ki yeni açılan bu kafe/pastane tarzı yer; benzerleri içinde ve gri günde ilk tercihim.

Atıştırmaya başlayan kar, Barınağa vardığımda iyice koyulaşacak Gri içimdeki tereddütleri çoğaltıyor. Bu anlarda radikal hamleler yapan yanım da sanki makul olan tarafta. Burnumdan kıl aldırmaya niyetim yok gibi! Ama farkındayım ki bu sadece, gibi... Yolu karşıya geçiyorum. Otomatik kapı açılıyor. İç basamakları çıkıyorum ve hoş buldum.

"Bir porsiyon su böreği ve kıymalı kol böreği karışık, lütfen."

"Bir de çay, bardakta lütfen.


Sırtım mekâna dönük. Ana yolu, onu kesen iki sokağı da gören köşe bir masadayım. Hiç bir insanla görsel bir temasım yok; kendi Ada'mı yarattım ve geniş bir görüş alanım var. Enfes bir müzik eşliğinde açıyorum kitabımı. Kuzey Edebiyatı'nın malumu üzere hastasıyım. Roy Jacobsen, sevdiğim yazarlarından. Beyaz Deniz'in son sayfalarındayım. Öykü sağlam, karakterler ilginç fakat bir hata yapmışım ben, kitabın aslında öncesi varmış; önce üzülüyorum buna ama sonra da diyorum ki bu kitaptan sonra evveliyatına gitmek daha ilginç. Böreklerse muhteşem. Zaten beni ötekilerden bu mekâna çeken hoşluklardan biri ürünlerinin lezzeti ve minimalist şıklığı. Kuzeyli Gün'se beni asla terk edemezsin havalarında. Açıkçası niyetim de yok, lakin bu havalı haline de bir ayar veresim gelmiyor değil.

Kalkıyorum, tekrar maskemi takıp ürünlerin olduğu kısma geçiyorum, her birinden ikişer olmak üzere kuru pastalarından seçiyor ve masama dönüyorum; bakışım manalı ve ötekimin karizması düştü. Benimse havam yerinde keyfim âla.


Pastalar enfes. Tecrübeliyim, daha önce denedim. Şu küçük küp şeklinde olanlar incirli. Sormuyorum. Hamuru mu öyle oluşturdular nasıl yaptılar merak da etmiyorum ama Hindistan cevizi ile uyumlarını çok beğeniyorum ki üzerine aldığım demi muhteşem, kokusu âlâ çay da benimle aynı fikirde. Mutluyuz. Şu uzun diktörgen ve ucu çikolatalı olansa helva tadında bir pasta. Hamurunda tahin mi var acaba? Hımmmmm bu ikisini bir başka gün soralım. Daha uzun kalmaya meylimiz yok değil. Manzara güzel, enfes bir kitap bitti, hava hâlâ Kuzeyli... Kalabilirdik ama kararında bırakmakta da fayda var. Ödememizi yapıp çıkıyoruz.


Minik ve dar uzun kahve dükkânının içi gibi dışı da bahçenin derinliğine doğru uzayan dört kişilik masaları ve tavandaki ısıtıcaları ile davetkârca bakıyor. Yine imreniyorum ve hissim çok tez zamanda bulaşacağız sinyalleri gönderiyor. Eğer kahvesi kendisini sevdirirse kanka olma olasılığımız kesin.

Yönüm eve doğru. Hissimse eve sapmayacağız arzusunda ve tıpkı bir çocuk gibi beni çekiştiriyor. Mavi'ye bir selâm ediyorum. Neden gelmediğime bugüne kadar hep şaşıyorum. Acaba diyorum, Bodrum Mavi ile daha tıfılken yaşadığım Ortaçgil'li gece ve sonrasında Bodrum buluşmalarımızın tadı onu ayrı bir yere koydu da bünye bu ad benzerliğini sindiremedi mi acaba? Hımmmm... diyor gencin başını okşuyorum ve diyorum ki bir yetişkin olarak: burası başka, hem sevmiştim ben de ama neden gelmediğimi de bir türlü izah edemiyorum. Sonra diyorum ki  bir öğle sonrası şu pencere önündeki dip masaya gelmeli, biraya yakışır bir şeyler isteyip sadece yolu ve denizi seyrederek ve zamana yayarak içmeli... Hep selamlaştığımız;  saçları civciv sarısı boyalı, mekâna çok yakıştırdığım kızla da iki lafın belini kırmalı... Üstelik patron beni tanıyor, bunu bakışlarından anlıyorum. Bir selâm versem dökülecek. Velhasıl geçen yıllar hızlı olsa da bir gün bile gelmemiş olmam ve daha dünmüş gibi, zaman tazeymiş gibi, bir gün gelirim acelesi yok havama da şaşırıyorum. O halde tez zamanda geliyorum...


Bu düşüncelerle Gri akşamın içinde yürümeye devam ediyor, eve sapmayıp uzuyorum. İskele Kafe tatilde ve sezonu bekliyor. O ara bir fikrim beni dürtüyor. Açığından bir gemi geçiyor. Dönmüyorum İskeleye. Bir başka fikrim daha geliyor ve ona uymak üzere bir kaç metre daha yürüyorum. Ve hoooppp başka ama bu yaz kalabalığından dolayı ihmal ettiğim bir başka kitap okuma noktamdayım. Oysa yaz boyunca sıklıkla bu coğrafyaya geldim. Karşımda en popüler, en marka üç kahve mekânı var, ortam beni dürtse de kahve alıp masaya dönme ve kitabımı açma fikrim bugün için yok.


Ama başka fikrim var! Hep sözünü ettiğim sırt çantam... Tabii ki asıl sırt çantamla pandemi sürecinde uzaklaşan ilişkimiz için üzülüyorum. Uzun seyahatleri özlüyor muyum? Düşüncemde olmadıklarını fark ediyorum. Zihnim bir özet geçiyor hemen. Burada, kendi coğrafyamda güzel anlar ve günler yaşadığımı hissediyorum ve dolu dolu geçmiş şu iki yıllık süreç aslında daha kıymetli; daha kadri bilinir ve hatırlanır günler yaşatmış bana, diye düşünüyorum. Yaşamış ve yazmışım. Blogdaşların varlığı, onlarla iletişim anlıyorum ki müthiş bir dayanışma ve destek olmuş yaşama. Bir boşluk duygusu oluşturmamış; duygusal bir fakirleşmeye yol açmadığı gibi aksine farklı, daha zengin ve coşkulu zamanlar atmış kumbarama... Bu keyifle yeni kitabımın ilk sayfalarında gezinmeye başlıyorum. Kapağı Gri zeminli kitabımın adı pek manidar: Bütün Günlerin Akşamı. İlk satırlardan itibaren seviyorum.

Yazar Jenny Erpenbeck ile ilgili düşüncelerimse şimdilik çok olumlu...



O barınağa gidildi ve sadece balık yenilmekle kalınmadı, günün de canı çıkarıldı!

*Yazıdaki 4.fotoğraf

7 Ocak 2022 Cuma

Şefin Spesiyali

Kış ortasında yaz getiren bu şehri seviyorum. Ruhum durgun. Aklımın tüm önermelerine tereddütsüzce ve keskin bir kararlılıkla hayır diyorum ve son noktada dahi tüm çabalarına duyarsız kalıp bulvarı geçiyor, kartımı okutup banklardan birinde gelecek treni gözlüyorum; çünkü kahvaltı planım sokak.

Bulaşların arttığı bu süreçte  kapalı alanlarda kesinlikle çift maske takıyorum. Trendeyim. Elimde John Dos Passos'un 1927'de yazdığı Doğu Ekspresi var. Türkiye sınırlarını geçene kadar olan yol ne kadar ve kaç kere tanıdık. Posof'un tepesinden ışıklarını gördüğüm Erivan'sa pandemi mağduru. Bir sonraki durakta gözlerim şaşkın. Dize kadar çizmeli, siyah tül çoraplı, süper mini etekli  güzel bir genç kadın biniyor. Elinde cep telefonu. Kafamda fikirler döndürüyorum. Gözlerde ve yüzdeki makyaj abartılı gibi gözükse de bütünlükte yakışmış ama bana ırak. İnançlar meselesi derin. O yüzden sorgulamıyor, meselenin içinde dolaşmıyor, durum ben için eleştirel bir tezatlık içermiyor, sadece ilgimi çekiyor. Yadırgamıyorum, aksine bu özgür düşüncesine ve cesaretine şapka çıkarıyorum. Saçlarını sıkıca saklayan siyahın üzerinde son derece şık ve tabaya çalan kahverengi ve parlak bir kumaştan, bütünlükle çok uyumlu, pek modern ve estetik bağlanmış ve boyunda biten türbanıyla biraz meydan okuyuş tadı da hissettiren kendine güveni ve sınırlarımı ben çizerim edasıyla çok hoş, ve ülkenin çeşitliliğine yönelik sevindirici bir kare.

Kılıçdede'de iniyorum. Eczane'ye uğruyor, yıllardır orada çalışan çocuklarla laflıyor, gülüşüyor, sonrasında tarihi Kılıçdede Fırını'nın önünde "İki dilim su böreği, bir de kıymalı börek lütfen," diyor, 10 TL yanıtını alınca da şaşırıyorum; bir yanlışlık olmasın diye gülerek tekrar soruyorum.

Bir an, onları tarihi epey eski caminin avlusundaki kahveden bir çay söyleyip, ağaç altlarındaki alçak sehpalarının alçak oturaklarında oturup yemeyi düşünsem de bulvar seyirli banklarda ısrarcı oluyorum; çünkü bir yere yetişme telaşlarındaki insanları, bulvarın iki yönlü akan trafiğini, denizin şefkatli esintisini, tren raylarını ve trenleri ve bineceğim trenin hattındaki aksiyonları izlemenin tadını çıkarmak istiyorum. Usulca atıştırırken de çıkarıyorum ve o esnada fikrim bir sonrakinde, kafelerden birinden bir de kahve alalım ve daha uzun kalalım, hatta şu minicik tepeciğin üzerine çıkıp, oradaki banklardan limana girmek için sıra bekleyen gemileri ve hatta Ukrayna'ya kadar olan denizi seyre dalalım, diyor.

Yeniden trendeyim. Kitabımı açıyor, günün saatinin gereği sakin trende pek keyifle kitaba devam ediyor, arada bir de akıp giden manzaralara bakıyorum. Fikrim inişte kahve için dürtmekte olsa da kendi kahvemi kendim yaparım deyip, işimin başında olmak istiyorum.

Bilgisayar açık, bir kaç dakika geç olsa da önümdeki rakamlara şöyle bir göz atıyor, sonra gazeteleri tarıyorum; şu anki çıkarımlardan anladığım ve hissim sakince izlenmesi gereken bir gün olduğu.

O halde müzik, kahve ve kahveyi şımartmak için son dakikada aldığım üzümlü kek.

Blog'u açıyorum. Yorumlarıma yanıtlar yazıyor akabinde blogları okumaya başlıyorum.

Dışarıda yaz var!

Bas bas çağırıyor.

Tam karşımda martılar ve çok eğleniyorlar. Gün öğleyi geçti geçecek. İçimdeki ben "Sen kal ben çıkıyorum," diyor. "Dur tamam ben de," diyor, açık hava diye tek maskeyi takıyorum. Fotoğraf makinesi sırt çantamda, tabii ki Don Passos da...

Ve martıların arasındayım.


Köprüye bakıyorum ki şenlik başlamış. İki karganın fotoğrafını çekiyor, sakin adımlarla kumsala geçiyor, Alanos Deresi'nin deltasında oluşmuş havuzumsu noktada yüzmekte olan genç martıları izliyor, ilerideki cümbüşü zaten çoktan fark ediyor ama acele etmiyorum. Bir kuş kalabalığının ve çığır çığır ve çok neşeli seslerin arasından sıyrılıp köprünün üzerine çıkıyorum yeniden.


Sakin adımlarla, her anı fotoğraflayarak, martıların içine karışarak, ziyafet sofrasına varıyorum. Son derece düzenli ve kesintisiz servis bizzat şef tarafından yapılıyor. Bundan çok zevk aldığı, bugünkü spesiyalinin her günküler kadar beğeniliyor olmasının onu çok sevindirdiği aşikâr. Ortalıktaki coşku, bu anları fotoğraflayan insanlar, tabii ki selficiler tarafından her öğlen bir şenlik tadında yaşanan bu dayanışma anlarıysa şu kara günlere nasıl bir ilaç!


Biraz insanların yüzlerindeki keyfi izliyor sonra tam anlamıyla martıların içine dalıyor ve kendimi sabitliyorum. Öylece dikiliyorken ve şakır şakır fotoğraf çekerken ben; onlar akına çıkmış savaş uçakları gibi dört bir yanımdan vızır vızır geçiyorlar. Tam anlamıyla gözüpek savaş muhabiri modundayım ve nasıl bir keyif ve işe konsantrasyonsa bu, zerre tırsımıyorum; sanki fotoğraf makinesinin arkasında çok korunaklı bir siperdeyim. Gözümle görmeyince ki sol kapalı durumda diğeri de vizörden görüyor, bu nedenle de kendimi bir koruganda asla dokunulamaz ve fark edilmez gibi hissediyorum. Çok şükür ki onlar da emeğe saygılı.

Üzerime tek bir bomba bile bırakmıyorlar...


Şölenden ayrılmak zor olsa da bunu başarınca kahve zihnimi tekrar dövmeye başlıyor; çünkü az sonra Adem Usta'da şu an bilmiyor olsam da enfes bir -az olmak şartıyla- et haşlama ve az pilav söyleyeceğim. Bunun ardından da dönüş yolundayken kendime söz verdiğim kahve dükkânına gideceğim hevesi içindeyken... dönüşte, yine yemeği abarttın sen deyip, tadında bir kahve için bu günkü mekân-kahve keyfinden vazgeçiyorum.

Oysa renkli yastıklı bambu koltukta bir yandan kahve içip, arada bir eşleştirdiğim pastanın tadını çıkarırken dış masalarda oturan gençlerin cıvıltılı konuşmalarını izlemek ne güzel olacaktı...

Önümüzdeki güneşli günlere inşallah.

14 Kasım 2021 Pazar

CumartesiGünlük

Çarşamba günü başlayıp perşembe günü devam eden sağ ayak iç tarafındaki ve dolayısı ile aynı bölgenin tabanında oluşan ağrı pek yabancım olmasa, yere basmadıkça sorun çıkarmasa da hayat akışıma sekte vurdu. Gerçi 10 şiddetinde bir deprem eğer sağ bırakırsa beni, hayatla ilişkimi engellemeye muktedir olamaz, ama kendimi sokaklara atamayacak olmak da sanki bir yoksunluk tokaçı gibi fikrimi döver durur!

Oysa önümüzdeki hafta sonundan sonraki hafta sonu Amasya'dan Bildiriyorum başlığı altında yayınlayacağım günlerin hayali ile meşguldüm. Ya geçmez ve bu hayale engel olursa tedirginliğim vardı ama artık çocuk da değildim. Şu bilgisayarı icat eden dedim bir kez daha. En sosyalsiz hayatta bile insanı sosyal hayatın içinde tutabiliyor. Ona epey epey geç bulaşmış biri olarak esiri olmasam da varlığından mutluydum ve sokakla bağım kopmuş bir anda dünyanın her yanına ulaşabiliyordum. İşim sekteye uğramıyor, hatta ülke ekonomisi fikrime yeni yeni komiklikler katıyordu. İki gün önce TL değeri daha düşük olan bir yatırım dolar olarak daha yukarıdayken, aynı yatırım dünyanın tüm ekonomistlerini ve hatta mezarda olanlarını mezarlarında ters çevirecek bir biçimde iki gün sonra TL olarak yükselmişken dolar bazında iki gün öncenin gerisinde kalabiliyordu. Ve tüm bunlara rağmen memleketin en baba şirketlerinin hisseleri 2 yıl önceye göre yarı fiyatınaydı!

Cuma günü içimdeki cengaver ayaktaki ağrıya açıkça meydan okudu. Bir kez de Gürcistan seyahati öncesi başıma gelmişti ki o yazılarımın girişinde söz etmiştim kendisinden. Bu kez de alt edebilirdim onu: Bir tedavi yazdım kendime ki elimin altında her zaman varlar... Ve ikinci gün başladım. Cuma günü sabah çivi çiviyi söker eylemimi zorlansam da başarıyla yerine getirdim; yürüdüm ve alışverişlerimi yaptım. Cuma akşamüstü pes ettim sesleri gelmeye başlamıştı ayaktan ama kulak asmadım. Bildiğim yolda devam ettim ve cumartesi sabah ayak beyaz bayrak sallıyordu.

Öğleden sonra saat ikiyi geçmişken çıktım evden. Planlarım doğrultusunda önce Adem Usta'ya gittim ve hayalim sulu yemeklerinden olsa da mecburen bir tavuk döner yedim. Bir Tayyip hayranıdır ve o konuşacaksa ya da haberlerin saatiyse televizyon hepimiz duyalım diye açıktır. Çıkarsız inanmışlığın sevinciyle duyurmak ister hepimize...  Enn sevdiğim esnaflardan biridir kendisi; hem yemekleri lezzetli ve temiz hem de fiyatları uygun. Misal estetik açıdan da çok hoş, yanında garnitürü ve mini pilavı olan tavuk döner tabağı 17 TL.

Oradan çıkınca hemen sokağa kıvrıldım ve Bredblok'a uğradım. Nohut mayasından Kumru ekmeği yapıp yapmadıklarını sordum ve bu konuda bir bilgileri olmadığını anladım.

Artık hedef noktam olan küçük kahve dükkânında ve aynı masamdayım.

Bir genç hanım geldi ki geçen gelişteki olmayan kişi olduğunu düşündüm ve "Bir Amerikano, lütfen," dedim.

Kitabımı açtım ve masama vuran güneşin ve pazar gününe göre daha canlı bulvarın keyfi ve çalan müzikler eşliğinde içinde yok oldum.

Sevgili Momentos'un chanson'lardan bir demet çalınsa önerisi aklımdaydı, konuşacaktım ancak geçen gelişte olmayan ve bu mekânın her şeyi olduğu belli oğul yine yoktu ve bir karşılığı olmayacağı için konuşmanın manası da yoktu çünkü içtiğim Amerikano'nun fiyatını bile neredeyse arayıp soracaklardı ki son dakikada buldular.

Amerikano başarılı değildi, usta işi çift espresso hazırlanıp üzerine sıcak su ilave edecek bir düzenekleri yoktu ve şu Nestlé'nin yarı profesyonel cihazları gibi bir cihazla hazırlanıyordu ama olsundu.

Kendine has bir tadı vardı, mekân şirindi: tabii ki dert etmedim, ona dünyanın en güzel ve özel Amerikano'su muammelesi yaptım. Mini kurabiyemi zevkle yedim ve sonra yine parkın içinden geçtim.

Fikrimde parkta kitap okumak vardı; fakat güneş düşmediği için soğuktu ve ben de tren raylarına paralel giden kaldırımda yürümenin keyfini çıkardım.


Bu kedilerle çoğu sabah olduğu gibi bu kez akşam üstü karşılaştım. Komik dostlarım benim. Genelde sabahları ekmek ya da börek, poğaça falan almak için Salih Usta'ya sahilden gelip şu çöp kutusunun önünden devam eden sokaktan ulaşırım. Bu kediler her sabah aynı nizamda orada toplaşmış olur ve hepsinin başları dikilmiş, gözleri apartmanın üst katlarına bakar vaziyettedir ve ben bir gün fotoğraflarını çeksem derim. Bu kez akşam üzeri ve sokağa kıvrıldım. Az önce ekmek almış onu da sırt çantama koymuştum. Bir an dürtüldüm ve sırt çantamdan fotoğraf makinemi çıkarmaya karar verdim; sanırım ekmeğin kokusunu aldılar, ya da onlara bir şey vereceğimi sandılar ve peşime takıldılar.

Oturdum kaldırıma. Eski pozisyonlarını alsınlar diye bekledim ama nafile.

Kısmet olursa bir başka gün ve özellikle sabah, işlem tamam inşallah.


Kedilerden sıyrıldım, daha çok gençlerin ve sosyalist izler taşıyan entelektüel abilerin takıldığı Tabure'nin de yer aldığı kafelerin olduğu sokakta yürümeye devam ederken bir gün kitabımla Tabure'ye gelmeye karar verdim. Hiç gelmediğim ama hep köşesinden kıvrıldığım Mavi Bar'ın önünden karşıya geçtim ve sahildeyim. Sıralı gidersem son fotoğrafın olduğu noktadayım. Sanki deniz güneşin ışığı ile aydınlanmış bir sahne. Bir bankta oturuyorum ve o kısımda ışıklar sönmüş sanki. Usta bir fotoğrafçı için büyük bir fırsat. Sanki iki farklı zaman dilimi aynı anda yaşanıyor. Güneşli bir gün ki tümüyle denizin üzerinde. Öte yanda usul usul geceye karışan bir kumsal. Kaldırımlarsa bütünleştikleri kumsalla birlikte akşamı çoktan etmiş geceye doğru kolkola yol alıyorlar. Bir süre oturuyorum bankta. Ay şu anda bir ağacın üzerinde. Biraz ileride bir grup genç de kumların üzerinde ve tadı buralara uzanan bir sohbetin içinde. Yürümeye devam ediyor bir yandan da ağaçın üzerindeki Ay'ın fotoğraflarını çekiyorum.


Sanki her 15 dakikada bir biz karanlığa gömülürken deniz üzerindeki canlılar gündüzü yaşamaya devam ediyorlar. Ruhum müzik istiyor. Neden mp3'çalarımı yanıma almıyorum bilmiyorum. Hımmmmmmm bunu düşünmeliyim. Üstelik cuma günü sabah hayat önüme iki enfes sanatçıyı attı. İkisinden de zerre kadar haberim yoktu. Yoksa ben pandemide hayattan koptum mu?

Kopmadığımı biliyorum, dert ettiğim de yok ki bukalemun bünye yeni durumu çoktan kabullendi ve bir süreçten sonra onunla bütünleşti. Ancak elimizden alınanlar gerçeğini de görmek lazım. Evet henüz bir canlı konsere gitmedim. Eksik parça bu. O halde ilk hedef bir konser!


Bu sahneyi çok sevdim. Uzun süre izledim. Uzun bir Hint filminin final sahneleri gibi. İki karga ki birinin betonun ardında kaybolmuşken birden bazı savaş uçakları gibi dikine kalkıp kaldırıma konması çok afacan gelmiş ve bu hal içimi ısıtıp bol bol güldürmüştü beni.

Brenna Mac Crimmon. Dünya yansa haberim olmayacaktı. Vikipedi bilgilerine göre Kanadalı, Balkan müzikleri üzerine tez yazmış bir müzisyen. Uzun yıllardır varmış ve söylermiş de ben duymamışım. Üstelik Selim Sesler'le bir albüm yapmış, Baba Zula'nın bir albümünde yer almış, sular seller gibi Türkçe konuşabilen bir kadın.

Bana bir algoritma kıyağı. Caz dinliyor, oradan oraya sıçrıyordum. Önce buyur şuna bir bak diye önüme yine bilmediğim Nim Sofyan'ı* attı. Onu "Vay be!" diye diye dinlerken de Brenna'yı ki Fatih Akın iki şarkısını filmlerinde kullanmış. Bir bakayım diye tıkladım. Cumartesi gecesi saat kaçlarda yatana kadar tüm albümlerini ve içinde olduğu albümleri dinledim. Bayıldım ve iki sanatçıyı iki tadımlıkla kişisel tarihime kaydetmeye, bilmeyenlere bildirmeye karar verdim.









*Nim Sofyan: Balkan ve Asya müziklerini yer yer funk ve caz tınılarıyla yorumlayan müzik grubu. Gitarist ve solist Alp Bora'nın Viyana'da kurduğu Nim Sofyan şimdiye kadar Divane, Agora ve Düm Tek adlı üç albüm çıkarmıştır.[1] Grup adını Anadolu müziğindeki 2/4'lük zamanlama için kullanılan bir terim olan nim sofyandan almıştır. Kaynak Vikipedi.

1 Eylül 2021 Çarşamba

İster İstemez İmreniyor İnsan

Küçük bir sahil kasabasında yaşamak imrendirici bir özlemdir. Bilirim ki bir çok insanın hayalidir.  Hele o bir de tatil beldesi ve saklı bir yerse ve sosyal olanakları, mekânları hoşa giden biçimdeyse; tadından yenmez bir coşkudur, orada olmak. Kısa bir tatil  için orada bulunanlar ne yazık ki hızla geçen günlerin tadı  damaktayken dönmek zorunda kalırlar ve damakta kalan bu buruk tat nedeniyle de zamanın hızına isyan ederler.

1.315.000'lik bir büyükşehirin 215.000 nüfuslu bir ilçesinin kenar şeridinde yaşayan biri olarak imrenirim ben ama!

Uzun yıllar sonra, şu tür bir yere gitsem ve uzun bir tatil yapsam diye bir düşünce oluştu mu bende. İmrendim mi? Açıkçası onu da bilmiyorum. Çünkü hiç üzerine düşünmemişim, yıllardır. Demek ki istememişim. Genellikle kısa ve hayal ettiğimiz konsepte uygun birkaç günlük seyahatlerim var: Bunlar, ya bir kentin akıl çelen bir mekânı için olur ve civar odaklı bir kaç günü içerir ya da seçilmiş şehrin bir semtine yöneliktir ve onun altı üstüne getirilirken, ulaşımı kolay yerlerine de mesafe gözetmeksizin keyifle uzanılır.

Geçtiğimiz perşembe günü birden benim neyim eksik diye düşünürken yatağımın serininde, uyuyuvermişim. Öyle bir sızma ki anlatamam. İçime öyle işleyip, bilincime öyle bir oturmuş ki bu imrenme; derin uyku-rüya işbirliği içinde uçmuş ve konmuşum ben; bir bilmediğim yere. Hayırlara vesile olsun diyerekten, dilim döndüğünce, anlatayım Sizlere de...

***


Sırt çantama attım bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske. Düştüm yola. Hiç ulaşım aracı kullanmadım. Akşamdı ve canım uzun zamandır yemediğim için Kumpir çekmişti. Bir mekân görmüştüm, rüyamda mıydı, yoksa bilinçaltım mı üretti hatırlamıyorum. Çok beğenmiştim. Bir anda önünde buldum kendimi. Süzüldüm içeriye.

Çok kibar bir beyefendi, bilgisayarın başından kalktı ve karşıladı; elinde bir ince karttan form vardı. Doğrudan dolaba yöneldim: Rus salatası, kızarmış soslu sosis dilimleri, çok az dilimlenmiş yeşil zeytin, biraz kırmızı lahana ve çok az da mısır lütfen, dedim. Ben söyledikçe o işaretliyordu.  Caddeden alçakta kalan mekânın çok hoş dış masalarından birine oturdum. Aramızı yeşilliklerle ayıran kuaför salonundan ve bahçesinden kuru gürültü gelmiyor olmasına sevindim. Hatta oradaki yaz sıcağı sohbete kulak kesildim, dinlemedim, yaz serini kadın konuşmalarının varlığı hoşuma gitti. O ara kumpirim geldi. Çok beğendim görüntüyü. İçecek istemedim. Üzerine mayonez ve ketçap eklemedim. Usulca aldım kaşığıma. Gurmecilik oynayarak gönderdim damağıma. Çok hoşlandım.

Kumpirin hayatımıza ilk katıldığı zamanlar geldi gözüme. Ortaköy'deydik. Enteresan bir durum, şu an da Ortaköy'deyim. Halimden de çok memnunum. Usulca, yaz akşamı tadıyla ve keyifle götürüyorum bu zarif patates, tereyağı, kaşar peyniri ve diğerleri işbirliğini. Hımmm... Tarihi Ortaköy Kumpircisi? Bu ânı Enn Sevdiğim Kadın'a anlattıyorum, sanırım rüyamdaki telefondan. Biz de bizim buradakinde yemiştik, dedi O. Anladım ki mekân franchising'di. Ödememi yaptım, çay ikramına teşekkür etmiş, istememiştim. Ellerinize sağlık, çok güzeldi dedim ve basamakları çıkarak kaldırıma ulaştım.

Sonra... bir kaç adım sonra, ışıklarda bekledim; yan yolu ve bulvarı dikkatlice geçtim. Dikkatimi çeken dar bir sokaktan sahiline indim. Çok sevdim fakat sokağı; denize bir kaç adımda ulaşıyordu ve önünden geçtiğim ve sokağın ucundaki mekânlar çok güzel şeyler vadediyordu. Hah, dedim, şu mekân güzel, orada bir dondurma yesem. Gerçi sürpriz olmayacaktı çünkü dondurmasını biliyor ve seviyordum. Bu kez şöyle dedim genç kadına: "Kaymaklı, çilekli ve bitter çikolatalı lütfen." Sanırım çocukluk halim nüksetti ve çilek, bitter çikolata eşleşmesini merak ettim. Çok eğlendim yerken. Ancak bir daha denememeye karar verdim.

Yürüyordum bilmediğim diyarın kıskandıran sahil bandında ki bir müzik sesi geldi. Anlar benim kulaklarım iyi müziği. Hani kusur bulsalar da severler; çünkü, o gayretkeş sıcaklığı sempatik bulurlar.   Bir iskelenin girişindeydi meydan. Önce uca kadar bir yürüsem mi dedim, ama müzik ve meydandaki coşku ısrarla çağırıyordu. Girdim alana. İnsanlar coşmuştu. İki genç kadın hemen önümde pek de güzel, oynayarak eşlik ediyorlardı sahneye. Küçük iki kız çocuğu, anne anne diyerek sarılıyordu arada bir eteklerine. Genç solistin kitleyle iletişimi çok güzeldi. Ellerimi arkada bağladım, yüzümde bir keyif gülümsemesi, sırtımda sırt çantam... Ancak yoktu o akşam fotoğraf makinesi. Uzun süre dinledim. Bir süre sonra son şarkı dedi solist; ön gruptan anında bir itiraz yükseldi. Gençleri çok iyi anladım. Ben ki yüzümde aptal bir gülümsemeyle kapılmıştım; enerjisi yüksek gençler bu noktada bırakamazlardı. Sonra anlaşıldı ki genç solist espri yapmıştı. Bir sevindim. Bir alkış... Sonra, Güneye Giderken adlı bir şarkı söylemeye başladılar. Fakat solistin ağzı oynamıyordu ve tını biraz farklıydı ve bence duruydu. Gözlerim aradı ve buldu; gitar çalan gençlerden biri söylüyordu. Bayıldım. Sonra ona davulcu katıldı ki o da doğal ve sıcaktı. O ara yüzüme döndüm. Baktım. Benden kopmuştu ve çok eğleniyordu.


Sonra bir baktım sabah olmuş. Bir anda bir yol üstünde buldum kendimi. Bisiklet ve şu Binbin'ler gelip geçiyor ama saat erken olduğu için trafik az.  Yabancısı olduğum için beldenin çektim bol bol fotoğrafını. Sonra bir tık daha yürüdüm ve bir yaya geçidine vardım. O ara ağaçların arasından görünen bir mekâna takıldı gözüm. Hiç yabancı gelmedi. "Allah Allah," dedim, ne iş? En sevdiğimiz, orada rakı içmeye bayıldığımız, mezeleri âlâ mekâna ne kadar da benziyor! İnsanlar gibi, mekânlar da ikiz yaratılmış demek, dedim. Belki de demedim, pek hatırlamıyorum.


Aynı yoldan devam ettim, merakla etrafa bakıyorum. Devam eden rüyamın dün gecesiydi  ama dondurma yediğim yeri, hemen hatırladım. Sonra onun komşularının sıra sıra şu marka kahveciler olduğunu gördüm bu kez. Gördüklerimi sevdim, çünkü hem yeşil ve şirin bir tatil beldesiydi, hem de yapılaşma göz yormuyordu. Ne güzel ki yaşamak istediğim tatili sunuyordu rüyam bana ve bilmediğim bir yerdeydim. Çok enteresan.


Biraz daha yürüdüm, yürüdükçe şaşkınlığım artıyordu. Düşünüyordum... düşünüyordum... ama bulamıyordum. Çünkü birden bir balık lokantası çıktı önüme. Sevdiğim iki insana bir vaadde bulunduğumu hatırlattı bu bana. Taaa Kiev görünüyor gibi bir laf da etmiş olabilirim diye de düşündüm ki bu tür yerler için sıklıkla kullanırım. Tabii ki görünmez. Ancak ufuk çizgisinin ardını hayal etmek keyiftir. Mesela ben askerde ve acemi birliğimdeyken, bir akşamüstü Ankara Etimesgut'tan ufka doğru bakarken, deniz görmüştüm.

Çekerken balıkçının fotoğrafını şöyle şeyler geçti ruhumdan:  Denizden yeni çıkmış balıkları beklerken mesela; illaki beyaz peynir, bir kaç deniz ürünü meze ve buzz gibi rakı eşlik ederken şırıl şırıl bir sohbete... İşte tam o zaman fena kıskandım bu tatil beldesinde yaşayanları. Oraya yürürken bir başka balık mekânı da ilişmedi değil gözüme. Eski yeri ve küçük hali olsaydı ki ne güzeldi gibi bir söz geçti aklımdan ancak ne alaka şimdi dedim, sen nereden bileceksin ki. Bir  yanılsamaydı sanırım, zihnim karıştırmıştı, nereden rüyaya attı, bilemedim. Not aldım ama, uyanınca nasıl bir ilişkilendirme olduğunu düşüneceğim.


Sonra bir an yoksa ben Rio'da falan mıyım dedim. Gözüm alabildiğince plaj çünkü. Şemsiyeli ve şezlonglu olanlar küçük bir ücret karşılığı ama diğer tüm alanlar ücretsiz. Tüm sahil boyunca cankurtaran kuleleri var. Plajlar ve İskele'deki kafeler belediye işletmesi. Ve ucuz. Sahil boyu yol kenarlarında tertemiz duşlar ve tuvaletler, estetik tasarımları ile şıklık sunuyorlar. Yalnız iyi ve özenle yönetilen buranın bazı vatandaşlarının bizim bazı vatandaşlar gibi olduğunu görünce inanın temizlik görevlilerine acıdım.


Biraz daha yürüdüm. İskelenin öte tarafına. Bir kafeterya, plaj daha... yalnız ihmal etmişim ki bu iki plaj arasında ağaçlar altında, halka açık çok hoş masaları ve oturakları olan bir bölüm var. Tıpkı benim bazı yazılarımda sözünü ettiğim; Türkân'dan poğaçalar ve marketten kola alarak kitap okumak için geldiğim yere benziyor. Hatta tıpatıp aynısı. Bu biraz içime su serpti, bu kez kıskanmadım.



Biraz daha ilerlemiştim ki bir şirin bina dikkatimi çekti bu kez. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Çok hoş bir restoranı vardı yan tarafında, akşamları canlı müzik oluyordu. İmrendim. Şu üst odalarda kalmak ne güzel olur, diye düşünmeden edemedim; çünkü anladım ki bu bir butik otel.  Orada karşıya geçmeye karar verdim, basamakları indim ki fark etmemişim, bir binbin ve bir kaç bisiklet gelmekteymiş. Şortlu kadınlar ve iki beyefendi. Durdum ben. Onlar da durdu. Şaşırdım. Bir beyefendi yol sizin, dedi. O zaman fark ettim ki önümdeki, üç metre genişliği var yok bisiklet yolunda bir yaya geçidi. Eyvallah, dedim. Sonra niye kibarca teşekkür etmediğime pişman oldum. O kadarlık İngilizcem var sonuçta. Geçtim karşıya, sonra da tek şeritli ve parke taşlı şirin araç yolunu... Henüz yoğun bir trafik yok şükür ki.


Önüme bu kez iki dondurma mekânı çıktı. Özellikle bir tanesi çok şıktı. Anladım ki bu yöreye özgü bir dondurma üretiyorlar. Balkaymak. Çok erken dedim ama önüne vardığım kahve dükkânına bayıldım. Bir an beynim bir şeyler demeye başladı bana. Önce pek anlamadım. Sonra dur bakalım ne diyor diye dinlemeye başladım: Bana buraya hep bayıldığımı, ama konsept mekânlar açıldığından beri farklı şehirlerde farklı markaların mekânlarına gitmiş olmama rağmen bir kez bile bir Gloria Jean's Coffees dükkânına girmemiş dolayısıyla kahvelerini içmemiş olduğumu söylüyordu. Hımmmm, dedim. İstedim. Düşünmekteyim.


İskeleye tekrar vardığımda aklım bana dedi ki şuradan sola dön ve biraz da mahalle içlerine gir. Işıklarda bekledim. Sonra geçtim bulvarı. Güzel kafeler vardı burada da. O ara kumpir yediğim yerin önünden geçmekte olduğumu fark ettim. "Allah Allah?!" dedim tabii ki. Hava biraz daha ısınmışdı, yürümenin etkisiyle de terliyordum. Bir market gördüm ve girdim. Dili bilmediğim için anlamadım ama anladım ki bunlardan çok var. BİM yazıyordu. Adı şundan yazdım: Bu ülke neresi bilmiyorum ama hani bu ülkeden okuyan genç insanlar olur, ya da böyle şeylere meraklı memleketlim büyükler; bilsinler istedim. Islak mendili alıp kasaya döndüğümde karşı rafta ki burası çikolata rafıymış, bir gofret paketi dikkatimi çekti. Şam fıstıklı ve ezmeli imiş. Aldım. Sonra yerim, dedim ancak bu marka hiç yabancı gelmedi bana. Ampülüm benden atak, bir anda yandı ve enfes dondurmasından hatırladım markayı: Kahve Dünyası.


Çıkınca oradan biraz daha yürüdüm; içlere doğru, içgüdülerimle. O ara tek yönlü bir dar cadde sessizce çağırdı beni. Bayıldım. Bir baktım hemen girişte verandalı, sıcak bir pastane. Hiç yabancı gibi durmuyor. Dedim seviyorsun ya sen mahalleye aitmiş hissi veren abartısız dekorlu mekânları, ondandır. Oysa gurbette, vatan özleminden kaynaklı bir aidiyet duygusundandır diye düşünmüştüm. Karnım acıkmış, fark ettim. Niyetimde su böreği var ama... Memleket hasreti işte. Buram buram. Bunlar bilirler mi ki acaba? O ara şekli bizim gül ve kol böreklerine benzeyen şeylerden birer tane istedim. Bir de fincanda çay. Bir genç kız getirdi; caddeye boylu boyunca bakan masama. Dedim ki kusura bakmayın, takdir edersiniz ki bir rüyadayım ve nerede olduğumun farkında değilim ama öyle hissetsem de yanılıyor da olabilirim: "Ben daha önceleri de buraya akşamları gelmiş olabilirim; fakat siz dahil olmak üzere içerideki herkes bu sabah farklı." O, ben öğrenciyim ve gündüz çalışıyorum dedi. Bölümünü sordum. Yanıtı Hukuk 3 oldu. Takdirlerimi esirgemedim. Bu aralar ince, hemen bitecek, yormayacak, üzmeyecek ve eğlendirecek kitaplar okumayı tercih ettiğimden sırt çantamda Wilhelm Genaziano'nun, O Gün İçin Bir Şemsiye'si var. Seviyorum bu adamı.


Epeyice kalmışım bu sevimli pastanede. O ara içime doğmuş olmalı. Şansımı denedim ve bir Triliçe ile bir limonata istedim. Muhtemelen kitap burada bitecek diye düşündüm. Mekâna olan sevgimin, ve caddenin bir geçmişi olmalı bende diye zorladım kendimi ama rüya gaddar, ser verip sır vermiyor. Sonra bir ilk bu diyor. Bir yanılsama seninki, uyanınca geçer, diyor. Ona inanmıyorum. Lozan Caddesi? diyorum. Sizin tekelinizde mi diyor rüya.



İki saatten fazla zaman geçmiş. Ödeme için kasaya gidiyor, sonra ne kadar ucuz bu ülke diyorum. Sonra üç top dondurma için ödediğim para aklıma geliyor ve keşke bizde de hep mahallenin hava atmayan, lezzetli pastaneleri olsa diyorum. O arada da fırından yeni çıkmış su böreklerini görüyorum ama kader diyorum. Bir an tereddüt yaşıyor sonra geri yürüyorum çünkü korkuyorum kapılıp gidersem caddeye, kaybolurum diye. Belli ki ince ve çok uzun bir cadde. Kimbilir ne sürprizleri vardır. Bu kez direk İskele'ye dalıyorum. Çok sakin. Şu sahilin batı yakasının bir fotoğrafını alsam diyorum. Merak da ediyorum aslında ama ipler benim elimde değil. Bir bakıyorum uyanmışım ve evdeyim. Gün de pazar olmuş. Nasıl bir boşluk duygusu ama. Ve içimde nasıl bir rüyaya dönme isteği. Bugün diyorum, kahve içmeliyim ve gittiğim mekân da ilk olmalı. O ara bloglara göz atıyor, yorumlar yazıyorum. Bunlardan biri şu oluyor: "Sevgili Momentos, az sonra kahve içmek için dışarı çıkacak Buraneros'un henüz içilmemiş, hayaldeki kahvesine çoookkk keyif kattı. Peşin teşekkürlerimle."*

Sonra yine zaman çekip alıyor beni. Dizlerinde sallıyor.

Yeniden rüyadayım.



Çekiyorum kotumu, atıyorum çantama kitabımı, gözlüğümü, maskelerimi ve fotoğraf makinemi. Bu kez diğer kaldırımı tercih ediyorum nedense... Bir kaç adım sonra bunun nedeni belli oluyor. Dün karşıdan fark ettiğim ve çatısından Ukrayna'nın göründüğünü düşünebileceğim, yiyecekleri, müzikleri güzel mekânın önünden geçmeyi, ona yakından bakmayı, hem de güneşte kalmayarak bir taşla çok kuş vurmayı düşünüyorum. Sonra bu kararıma pek anlamı olmayan bir şekilde seviniyorum; çünkü artık iradenin bende olduğunu sanıyorum. Burası bir bira mekânı anladığım. İçeri girmedim ancak bakınca anlıyorum. Ama mesela bir rakı balık akşamının ardından, hani gönüller isterse mesela, orada bira içmek nasıl olabilir? Çüşşş diyorum kendime. Rakı balık üstüne bira ha! Bir kere daha çüşşş!

Sonra rüya içinde hayal kuruyorum. En üst kat. Ön masa rezerve. Bir bira tabağı. Tatlı bir esinti. Kelimelerin dans ettiği bir sohbet. Alabildiğine deniz. Gelsin biralar, gitsin boşlar. Atılsın kahkahalar.



İşte rüya bu ya ben tam kendimin farkında bunları düşünürken bir masada, enfes bir verendada, deniz karşımda, önünden insanların geçtiği; üzerinde Amerikano, bir kitap, gözlük ve frambuazlı cheesecake olan bir masada buluyorum kendimi. Müzik enfes. Ortam çok sakin, çok beğeniyorum dekoru ve yerleştirmeleri. Başlangıçta sesi biraz yüksek bulsam da sonrasında itirazsızca dinlediğim şahane bir müzik eşliğinde keyifle kitabımı okuyorum. Siparişimi alan ve bana servis yapan genç kıza ise bayılıyorum. Siyah bir pantolon bluz, uzun ve at kuyruğu ve sıkı sıkıya tutturulmuş siyah saçlar... Sanki bir Hint-Avrupa ten rengi. Ve müthiş bir zarafet. Hint vurgusunu güçlendiren küpeler...



Elimdeki kitap yine bir günde bitirileceklerden. Ernerd Loe'nun üçlemesinin ilk kitabı Doppler. Bu kadar mı olur? Bir rüyanın böylesi ânına bir kitap bu kadar mı yakışır? Mekânın sakin bir vakti. Bir çift var ki görmüyorum. Konuşmaları yüksek de olsa umursamıyorum. Bir hanımefendi geliyor o ara. Kumral, zarif, ben yaşlarda, kot şortlu ve şık bir bluzla tamamlanmış görünümü ve saçlarında bekleyen gözlüğü ile âna katkısı şahane. Ben kitabım, kahvem ve pastamın tadındayım. Ne mutlu bir rüyanın, huzur veren bir sabahın öğleye yakın saatleri... Hiç uyanmasam. İki saati geçiyorum. Çok nadir kararlarımdan birini veriyorum. Şu güzel Hint-Avrupalı'ya kibarca sesleniyorum.

"Yarım kupa Amerikano lütfen."

Sonra usul usul bitirince kahvemi; kitabımı, gözlüğümü atıyorum sırt çantama. Ödeme için kasaya geliyorum. Ödememi yaparken, her şey çok güzeldi, ancak şu camları bölen kayıt hiç olmasaydı ya da biraz aşağıda olsaydı... denizi kesiyor çünkü, diyorum. Tatlıca gülümsüyor ve herkes aynı şeyi söylüyor diyor. Tip-Box'ı boş geçmiyorum. O sıra Muzaffer'in anlattığı bir an geliyor aklıma. O'nu bir gün -mutlaka- yazmalıyım diyorum. Laf aramızda ben o yaşlarda olsaydım mesela, kesinlikle asılırdım bu kıza. Pimi çekilmiş bir el bombası bırakırdım iki satırlık; bir cümle ederdim; bir hafta düşünmezse de kafamı keserdim. Sonra bir yanıt gelmezse, kesik kafam elimde gider, gülümser, bir Amerikano, bir de frambuazlı cheesecake lütfen, derdim. Masaya geldiğinde gülümsemezse kafamı bir kez daha keserdim.

Bunları düşündüm tamam, inanın onu anlatabilmek için ne söylesem, başka türlü nasıl ifade etsem, azdı. Kendimi feda ettim!

Teşekkür ediyorum bu iki tatlı genç kıza ve çıkıyorum, keyifli keyifli yürüyorum. Enn sevdiğim kadını özlüyorum. Onu düşünürken eve dönülecek noktaya geldiğimi fark ediyorum; bir fotoğraf çekip, bir gün de rüyama buradan ötesi, bulunduğum noktanın batısı nasip olur inşallah diyorum. Sonra bir uyanıyorum ki evden denize bakıyorum. Hiç yabancı gelmiyor. Akşam da Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum, olan biten her şeyi.



*Momentos

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP