Amasya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amasya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2024 Pazartesi

Yokoluşun Daniskası 2.Bölüm

1.Bölüm
Amasya Kazan Ben Kepçe


An itibariyle güneş olmasa da hava muhteşem; montum hâlâ sırt çantamın askısında. Şehrin merkezine doğru yürüyorum. Dokuda ilk izlenimlerime göre göze gelir bir bozulma yok. İstasyondan çıktıktan sonraki ilk köprüye varıyorum. Yalı boyu evleri sol yanımda. Elbette o sokağa giriyorum. Solumda yalçın kayalar, göz ucumda ve an itibariyle uzağımda, kayalara oyulmuş kral mezarları. Şehrin popülaritesi artıkça eski konakların pek çoğu otele dönmüş, bunun yanı sıra bir efsane olan Turban'ların özelleştirilmesi ile birlikte buradaki bir sivile verilmiş, Turban'ların o güzel havası gitmiş ve yeniden bir Turban olabilme ihtimali ortadan kalkmıştı. Ve şu anki hali, bulunduğu enfes noktaya rağmen heyecan yaratmıyordu. Kral mezarlarına çıkış noktasında olan ve şehre özgü hediyelik eşya tezgâhlarının bulunduğu mini meydan şimdi daha düzenli, ve hoş. Hazeranlar Konağı ise müze işlevini hâlâ başarıyla sürdürüyor.


Saat kulesinden sağa kıvrılıyor köprünün üzerinden geliş yönüme doğru dönüp bir süre, artık çoğu işletme olan evlere bu kez ırmağın karşı kıyısından bakıyorum ve bu duruma üzülmüyorum çünkü asıllarına sadık kalınmış.


Selfi çeken şehzadenin karşısına oturuyorum. Karşıda restore edilmeyi bekleyen bir kaç ev var. Bir yanım endişeli çünkü bize ait bir uyanıklık vardır, bazı yapıların kendi kendine çökmesi beklenir ki arkasından istenen yapı elbette eskiyi taklit ederek -betondan- yeniden yeşersin! Ben içinse an itibariyle öyle olmamasını ummaktan öte yapılabilecek bir şey yok. Ve uzaktan, mevcut iktidar partisinin merkezinden, yerel seçime dönük olarak müzikle birlikte propaganda sözcükleri geliyor.


An itibariyle şehri kim yönetiyor, hangi partiden bilmiyorum ama her kimse onu takdir ediyorum; çünkü ırmağın çevresini güzelleştirerek, şehir mobilyaları ile süsleyerek önemli katkılar yapmış. Şu an şehzadeler yolunun başlangıcındayım. Banklarda gençler... Ve bir tür agora çağrışımı yapan, yola kadar uzayan basamaklar ve üzerlerine yerleştirilmiş bank türevi tahtalar, dinlenme ve sohbet olanağı sağlamanın yanı sıra tüm bu eylemleri ırmak, kaya mezarları ve özünü yitirmemiş muhteşem evlerle birlikte daha keyifli hale getiriyorlar.


Şehrin ara caddelerine de dalıyorum. Sakarya Islama Köftecisi'ni yerinde göremiyorum. Zihnimde bir acaba var, şehrine dönmüş olabilir mi? Sormuyorum diğer esnaflara. Bir sonraki gelişte kurcalarım diyorum çünkü bugün dikkatimi çeken bir başka yer var. Bedestanın önünden geçiyorum, sonra üst ve ana caddeye çıkıyor, dönüş biletimi tren seferleri eskisi gibi aynı gün içinde karşılıklı olmadığı için otobüs firmasından alıyorum. Ve bedestanın sadece minik bir kısmının fotoğrafını bu kez ana cadde tarafından çekiyorum.


Karnım acıkmadı değil, biraz daha acık sen diyorum ona ve orduevinin yokuşuna sarıyorum. Ah ne anılar ne anılar! Taksi durağının önünden geçerken bir göz atıyorum. Acaba abilerden kimse kalmış mıdır, diye düşünüyorum. Ben yıkılan orduevinin başka yere yeniden yapıldığını sanırken aynı yerinde inşa edildiğini öğreniyorum ve şu an ona gidiyorum. Pirler Parkı sağ yanımda, az önce sol yanımdaki Cemevi'nin önünden geçtim. Şehire tepeden bakmak hâlâ güzel.


Bu kardeşle yokuşu çıkarken karşılaşıyor biraz hasbihal ediyoruz. O'na bu yolu senden çok aşındırmış olabilirim diyorum, nezaket gereği. İşin gerçeği ise her gün bu yokuşu jiple inip binbaşımı evden alıyor, her akşam mesai bitiminde ise evine bırakıyordum; sonra direk orduevi. Elbette gecelere aktığımızda da bu kez jip bizim hizmet aracımız oluyordu, diyorum ona. Buna pek inanmıyor ama gerçek o ki onun tavrı üzerine bunun daha daha risklilerinden söz etmiyorum.


Şimdi, ilk turda dikkatimi çeken ve aklıma kaydettiğim Anadolu Mantı Evi'nin önündeyim. Ve içeri süzülüyorum. Dış cephenin yarattığı etki içeriyle birlikte çoğalıyor. Seçtiğim bir masaya oturuyorum. Evin içine girmek, orada yemeğimi yerken ırmağı seyretmek fikri ayartmaya çalışsa da beni, ben küçük ve çok şirin bahçeyi tercih ediyorum. O sırada dış cephenin önünde fotoğraf çektirmek isteyen bir hanımefendiye izin vermiyorlar. Ben çekiyorum ama diyorum. Müşterilere serbestmiş. Sonra laf lafı açıyor. İşletme sahibi genç bir adam, cümlelerinde efendim sözcüğü mutlaka geçiyor ki garsonların hitap şekli de bu. Menü geliyor. Hoş. Sanırım menüde sekiz tür mantı var, seçim zor! Farklı bir tanesi, sitelerindeki ada göre Amasya Mantısı dikkatimi çekiyor ve ondan istiyorum. Bu arada ödül aldıklarının altını çiziyor genç adam ki sonradan sitelerine baktığımda bunun orada da vurgulandığını görüyorum.


Bunlara, içinde mascarpone, parmesan, mozarella olan puf böreği muamelesi yapabilir miyiz? Ben yapıyorum açıkcası. Yanındaki soslara batırarak yiyorum ve onlar çayla birlikte güzel olduğunun altını çiziyorlar ama ben denemeyi düşünmüyorum. İçindeki peynirlerden en azından biri biraz daha yağlı olmalıydı diye düşünüyor ve son tahlilde de sarımsaksız ve yoğurtsuz mantı bizden değildir kararını veriyorum. Kendisini bir kez de -eğer merak ederse- Enn Sevdiğim Kadın'la deneyip son kararımı vermek üzere, çok kibar çocuklara teşekkür ediyor, ödememi yaparken geçtiğim minik, şirin ve ırmak manzaralı bölüme hayran kalıyor, 220 TL. yi de bayıldıktan sonra yeniden düşüyorum yollara.


Şu an valiliğin komşusu sultan kayıklarının önündeyim. Uygulamayı sevimli buluyorum. Coğrafya bizim aksiyon alanlarımıza çok yakın. Bir dile gelseler neler anlatırlar. Irmak boyu yürümeye devam ediyorum. Bimarhaneye girmiyor ama selâm çakmayı da ihmal etmiyorum ki merak edenler yazının altındaki Amasya etiketini tıklayıp, onunla ve daha farklı yerlerle ilgili tüm detayları görebilirler.


İktidar partisinin önünden geçiyorum. Müzik gümbür gümbür fakat katılımcı sayısı az. Bir kaç firmanın otobüsleri şehirde tur atıyorlar, korna çalıyorlar ama sanki tüm bunlar geniş kitlelerin umurunda değil. Bense Amasya'nın köprüler geçtiğim, ırmağa uzanmış balkonlarındaki banklarında oturduğum alanlarını bir bir geride bırakarak, bizim zamanlarımızda olmayan, yakın çağ ürünü AVM'sine doğru yürüyorum. Bir kaç dakikadır güneş bana jestler yapıyor ve bugün çektiğin tüm ırmak fotoğraflarını çöpe at diyor. O'na inancım ve sadakatim sonsuz, gereğini yapıyorum.


Ferhat ile Şirin'in karşılarında oturuyorum. Ferhat kan ter içinde, sürekli kayaları kazmalıyor ve su kanalı açıyor. Şirin de güğümle su taşıyor. Şehzadeler Gezi Yolu üzerinde bir banktayım. Poz poz üstüne fotoğraf çeken, çektiren gençleri izliyorum. Her biri eskinin deyimiyle büyümüş de küçülmüşler. Profesyonellere taş çıkartıyorlar desem yeridir. Elbette sadece gençler değil, milletçe manken olunmuş da sanki bir benim haberim yokmuş. Eleştirdiğim falan da düşünülmesin, aksine hoşuma gidiyor.


Tüm bu süreçte otellere bakıyorum. İnternet üzerinden yer ayırtma fikrimden vazgeçiyorum. Şehire gelmeye karar verirsek bizzat burada görüp, şu otel tamam demeden bir seçimi düşünmüyorum ki güzelleri çok. Ama bir aralıktan gördüğüm, son turda o aralığa girdiğimde kapının arka tarafta olduğunu okuduğum, oraya geçtiğimde iç ışıklarına bayıldığım ve canlı müzik olduğunun altını çizen enstrümanları  görünce de tamamdır dediğim pub'a mutlak gidilecek. Bu rastlaşmanın öncesinde AVM'ye kadar uzamıştım. Tugayımın kokusunu alıyordum ama yine de yaya gidilemeyecek bir mesafedeydim. Ağır adımlarla yine ırmak boyunu kullanma düşüncesiyle "sahile" inmiştim ki bu kurtarma çalışmasına tanık oldum. Bu abi henüz inmemişken ve uzaktan baktığımda bir intihar olduğunu düşünmüştüm. Sonrasında bir kedinin nasıl becerdiyse o dehlizde olduğunu öğrendim ve kendisini gördüm. Lakin bu kurtarma ekibi cılız çıktı ve kediyi oradan alamadan geri döndüler.

Büyük şok ise yürünebilir mesafede olan otogarın, şehrin epey uzağına taşınmış olmasıydı; ben yürüyerek gitmeyi düşünmüş sonra bundan vazgeçmiş, servisin saatini sormuştum. Otogara varıp da güncel durumla karşılaşınca tercihim için şükrettim, çünkü bir geceyi şehirde geçirmem mutlaktı!

20 Ocak 2024 Cumartesi

Yokoluşun Daniskası 1.Bölüm


Ama ben demiştim!



"... Sonra yüzümde enfes bir gülümseme, ruhum havalanmış, ayaklarım yerden kesik, kafamda -onunla paylaştığım- çoklu kaçış planları ile tren saatlerine ve bir kaç otele bakıyor, sonrasında uykuya doğru yol alıyorum."


*
19.01

Cuma


Güne erken uyanıyorum. Yok oluş için her şey hazır. Fakat bu kez kimseye haber vermeden değil! Bütün günlerimi Cuma'ya çeviren Enn Sevdiğim Kadın biliyor. Bu bir kaçış, aynı zamanda da bir ön izleme eylemi; çünkü 10 yıl olmuş; en anı biriktirdiğim, çok aksiyon yaşadığım askerlik şehrime gelmeyeli.

Şaşırıyorum. Sonra içimdeki benlerden biri diyor ki hep istim üzerindeydiniz ve memleketin dört köşesinde fink atıyordunuz, hatta araya bir de Tiflis sokmuştunuz ve elbette pandemi sadece frene bastırmakla kalmamış zaman kavramınızı da bir güzel benzetmişti. Ve algılar şöyle işlemeye başlamıştı, pandeminin öncesine ve sonrası da sonrasına göre. İkincisi asosyal olmak üzere, birbiri ile taban tabana zıt, biri tüm ezberlerden uzak iki farklı dönem.

Bu kaçışsa bir anlamda da büyük planın ve yeni bir başlangıcın ön izlemesiydi. Erkek kardeşim de biliyordu çünkü ona bir gün önce sabah beni istasyona bırakmasını söylemiştim lakin sonraki işsel gelişmeler üzerine istasyona onunla gitmeyip trene atladım; enfes bir sabah karartısının ve bahar tadında, miss gibi tazelik kokan bir havanın eşliğinde.

Ve iki durak sonra ne tesadüf ki bir lise arkadaşım biniyor trene; o bir demiryolcu, sabah mesaisi için istasyona gidiyor. İndiğimizde ofisine davet ediyor lakin, diyorum ki benim yolculuk öncesi ritüellerim var, çok sağol.

X ray'den mini sırt çantam geçerken günaydın diyorum görevli genç adama ve kolay gelsini ekliyorum. Sonra istasyonun minik büfesinden bir su, kadim bir diğer abinin camekan tezgâhından da iki poğaça kapıyorum. Poğaçalarımı götürürken bir yandan da trenin dış fotoğraflarını çekiyor, yeniden istasyonda olmanın muhteşem kokusunu doya doya hisseddiyorum ve o sırada bir abi de karizması ve de günün önemli oyuncularından biri olacağı öngörümle birlikte bu filmin çok şeye gebe olduğunu hissettiriyor bana. En büyük sürpriz ise tren, çünkü internet sayfası iki vagonlu trenbüs gibi gösteriyordu gidecek olanı.

Elbette bayram ediyorum!


İkinci vagondayım ve seçtiğim koltuk iki kişiliğin cam kenarı. Fakat günün sürprizleri bitecek gibi değil. Çünkü seçtiğim koltuk nasıl olmuşsa dört kişilik ve ortada bir masa olanlardan olmuş. Ve tam karşı koltuğumda çok hoş, taze üniversiteli bir genç kız var. Şaşkınlığımı ona da ifade ediyorum ve sol tarafı seçmiş olmama rağmen sağdaki dörtlü ve masalının  sol koltuğuna yerleşiyorum. Tren düdüğünü öttürüyor ve yavaş tıngırtılarla yola çıkıyoruz.


Aramızda çok keyifli bir iletişim başlıyor; zarif, mankenleri çatlacak kadar güzel, sol tandanslı, adı kendine çok yakışan genç kızla. Öncesinde ise bilet kontrolü yapan karizmatik abi, yanlış yere oturduğum düşüncesi ile benim yerimi işaret ediyor. Biliyorum, hanımefendiyi rahatsız etmemek için buraya geçtim diyerek yanıtlıyorum onu. Yerin sahipleri varsa ve binerlerse zaten bomboş vagonda başka bir yere otururum diyorum. Sonra konu Erasmusa geliyor, o yapmayı düşünüyor ama henüz hazırlık sınıfında ve seçtiği bölüm bence ona yakışıyor. Ona Enn Sevdiğim Kadın'ının pozisyonundan bahsediyorum ve senden ona bahsedeceğim diyorum. Yurt dışı ilişkilerle ilgili her şey için ona ulaşabilirsini de konuşmanın içine yerleştiriyorum. Sonra konudan konuya geçiyoruz, derken sohbete biri daha katılıyor.


En sevdiğim anlar, tren yüksek dağlardayken altımızda kalan yolları ve araçları izlemek; sürekli fotoğraf çekiyorum. Zaten trenlerin yol aldığı hangi güzergâh kötü ki?! Her biri özel ve her biri kaçış için muhteşem. O sırada demiryolcu abi bu kez ön kapıdan giriyor. Diyorum ki bir fotoğrafını çekebilir miyim? Çünkü bugüne kadar gördüğüm en karizmatik demiryolcu sensin. Kabul ediyor ve muhteşem bir poz veriyor. İki kare üst üste çekiyorum ve teşekkür ediyor, kanımda trenler dolaşır benim de diyor, dedemin de bir demiryolcu olduğunun altını çiziyorum.


Abi işlerini tamamlayınca bizim vagona dönüyor ve masamın karşı tarafına oturuyor, öncesinde ise biz A. ile Muş'u konuşuyoruz çünkü annesi orada öğretmenlik yapmış; A. henüz yokken dünyada. Diyorum ki Orası Muş'tur, yolu yokuştur diye bir türkü var ya, o doğru. Sonra anlatıyorum: Ben de küçükken gitmiştim çünkü dayım genç bir mühendis olarak orada görevlendirilmişti. Gerçekten de trenle ya da araçla gittiğinde şehrin merkezine ulaşmak için dimdik bir yokuş çıkılırdı ve işte orası Muş'tu. Biz bir kez çıkmıştık, babam saçlarını kestirecek ve sakal traşı olacaktı. Gülümseyerek ve şaşkınlıkla soruyor, gerçekten mi?

Evet, ama şimdi muhtemelen o dağın etekleri aşağıya doğru ev, apartman ve dükkân dolmuştur, ve artık o yokuş olağan bir yokuş olmuştur, diyorum.

Ve aklı çok başında, özgüveni yüksek bu tatlı kıza gülmek o kadar yakışıyor ki.

O sırada işlerini tamamlamış demiryolcu karizmatik abi, otomatik açılan cam kapının ardından gözüküyor ve bize doğru gelip benim oturduğum dörtlü masanın benim tam karşıma gelen koltuğuna oturuyor. Sonrası muhteşem bir sohbet, memleketin gelmişini geçmişini masaya yatırıyoruz. A. gülümseyerek dinliyor, yer yer de sohbete katılıyor. Elbette vagonun tüm boş koltukları da can kulağı dinliyorlar ve sanırım onlar da olan bitenden hoşnut. Artık Amasya İstasyonu'na varmak üzereyiz ki anaons yapılıyor. Ben iniş hazırlıklarına başlıyorum. Kars'a mutlaka kışın gitmelisin demiştim A'ya, konu ülkemize ve trenlere geldiğinde; anlatmıştım yaşadığımız keyfi ve kışın altını çizmiştim. O da telefonundan bloguma girmişti.

Kalkıyor, minik çantamı sırtıma asıyor, montumu da çantamın askısından geçiriyorum. Sonra tokalaşıyorum, seni tanıdığıma çok memnun oldum diyor, Enn Sevdiğim Kadın'a her koşulda ulaşabileceğinin altını bir kez daha çiziyorum. Ve blogdaki mail adresimden de bana ulaşabileceğini, her konuda kendisine yardımcı olabileceğimi söylüyor iyi yolculuklar diliyorum.


Elbette sohbet bunlarla sınırlı değil 80'darbesini ve onun sonuçlarının bizi bugünlere getirdiğini, %10 barajının tüm bu rezaletin müssebibi olduğunu falan konuşurken o dönemde iki savcıya mihmandarlık yaptığımı tüm mahkemelere ve sorgulara girdiğimi falan anlatınca da demiryolcu abi çok kişi gibi, bir kitap olmalı bunlar diyor ve ben de kendimi bir kez daha tekrar ederek diyorum ki: Kitap yazmak benim haddime değil, çünkü tamamlanması yüzyılı bile aşar bu tembelde.

Hep birlikte gülüyoruz... Onlara iyi yolculuklar diliyorum ve 10 yıl sonra ayak bastığım toprağı öpp-müyorum tabii ki.

 2.bölüm için buradan lütfen...

18 Ekim 2013 Cuma

Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor Haliyle

Uzun bir yazıyı hak ediyor mu bayramda aşık olduğum bir şehirde olmak bilmiyorum. Aslında biliyor ama kıvırtıyorum. Sokaklarındayken hep şunu tekrar ettim oysa: "Amasya, aşkım benim."

Belki de şu cümlenin yansıması idi her şeyi anlatan:"Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı bilen değil de yaşayan ve seven biriyle gezmenin insana ve keyfine kattıklarına da ayrıca paha biçemem."

Esnaf tavrına, lezzetine bayılacağınız, maaile çalışılan, pek de eğlenceli bir yemek keyfi yaşatan Sakarya Islama Köfte Salonu'ndan, Yeşilırmak üstündeki minik balkonda içilen kahveden, İlk Pansiyon'dan, Bimarhane'den, Pirler Parkı'nın en eğlenceli yerinden, Ali Kaya'nın restoranında bayram dolayısı ile yapılmadığından yenilemeyen Germeç'ten, uzun yıllar sonra gidilen ama gündüz kapalı olduğu için geri dönülen Büyük Amasya Oteli'nin Ayışığı Bar'ından, güne muhteşem bir final olan Grand Pasha'daki buz gibi biradan ve en önemlisi bir milim glikoz içermeyen tatlıları ve muhteşem ötesi dondurması ile Gazimihaloğlu'ndan söz edip, mekân mekân yazmak isterken şehrin bu ışıklı gününe dair bir yazı, ve rehber olmak isterken okuyana; sonuçta ortaya çıkan bencil bir kaç cümle olmuş. İsterseniz sadece fotoğraflara bakın!



Bir Mektupta Amasya'da Yaşanmış Bir Bayramdan Bahsetseydim.

 
Şu mübarek bayram sabahında fark ettim ki benim aklım kalakalmış; güne adapte olmak, mekâna dönmek mümkün değil. Üstelik kalakalan aklım sürekli yazıyor; şu otelin şurası, şu mekânın burası falan derken bir yandan da bir gün öncesiyle gelecek arasında gidip geliyor. Zaman ve mekân kavramı ortadan kalkmış, ben sadece kuru bir beden olarak sağa sola bilinçsizce hareket ederken o, "Al gözüm seyreyle" tadında sürekli sunuyor. E doğal olarak benim hayta yanım bundan çoookkkk memnun.


Üstelik dünya, işler, rutinler umurunda bile değil. İşin açıkçası iş peşinde koşan, tüm bunlardan uzak sorumlu bir insan olarak ben de kıskanmıyor değilim kendisini. Köpeği beslemiş, inşaatı sulamış, ekmek almaya gitmiş; yıkanıp kuruyup yatak üstüne atılmış, günlerdir sorumlu bir insan evladı bekleyen bilumum çamaşırlara derin bir sorumluluk duygusuyla "Hadi şunlara bir el atalım da ortadan kalksınlar," diye sarılmış; hepsini tek tek askılara asıp dolaba kaldırmış sorumlu şahsım da aslında; bir yandan televizyona bakan "Ah şu hayatı bir de ben yaşasam." diyen ve kendini tam da orada hisseden, saçlarını İstanbullu Kuaför Müjgan'a* yaptırmış kenar mahalleden Ayşe Abla formunda valla. Ne gün yaşamış be adam, diyor.


Şimdi gelirsek özüme: Tek tek cevap vermektense her mektuptaki konulara toptan girmek üzere, ve aslında sabahtan beri yazı hayal eden ama bir coşkunluk içinde telef olmakta olan, iki lafın ucunu bağlayamayan şu garip bir çözüm üretti ve ne var ne yoku şurada topladı. Kendisi valla fena halde şaşkın, üstelik bunun fena halde de farkında.


Tek mesele bunca çok an içinde kaybolmuş olması. O anlar da çok ama çok afacanlar; sürekli sağdan soldan çakıyorlar, her biri bir diğerinin önüne geçmeye çalışıyor, bense bundan şikayetçi değilim ama onlara uyunca hiç bir şeyi düzgünce ve sırasıyla yapamıyorum. Tek çarem var ki o da her şeyi bir kenara bırakıp şu andan kopmak, dünkü zaman dilimi içinde yaşamak. O yüzden şu mektup bir şeye benzemiyor, bir anlam bütünlüğü yok farkındayım.


Bu arada o fotoya ben bayıldım bir kere. Masaüstü bile yapabilirim onu, hatta bir poster haline dönüştürüp, hayalini kurduğum duvarlardan birine bile asabilirim. Ayrıca eller kocamansa, benim büyüklük algımı değiştirmem şart, kesinlikle doktor müdahalesine ihtiyacım var. Ve ayrıca o fotoğraftaki kolların, bileklerin ve parmakların zarafetini fark etmeyecek öküz henüz dünyaya gelmemiş, rabbime sordum. Ve ayrıca bu fotoğraf makinası öndeki görüntüleri arkadakilere göre bir nebze daha öne çıkarıyor. (Bkz. perspektif: ilkokul birinci sınıf resim dersinde öğretmen tarafından verilen bilgi) Ve ayrıca o günkü resmin ve o kadının benliğinin yansıması açısından, çektiğim en güzel canlı fotoğraf olduğunun altını çiziyorum. Ben milim kusur göremiyorum orada. Sürekli ona bakıyorum zaten.


Ve ayrıca fotoğrafçı duygu yakalama konusunda maharetli tamam, ama olmayanı var etme konusunda sıfır. Hatırlarsan hep tekrar ettiğim bir şey var: Bir yönetmen olarak olanı çekme konusunda dünyanın en iyilerinden biri olabileceğimin altını çizerken; film ve benzeri hallerde sahne hazırlamak, oynatmak konusunda sıfır olduğumun altını da ısrarla çizmişimdir.



Kabul ediyorum ki insan anı yaşarken karşıdan etkileniyor, onunla doğru orantılı olarak çoğalıyor her şey... ama bunun koşulu da o duyguların kişinin bünyesinde var olmuş olması, zaman içinde yaşananlarla doğru orantılı olarak gelişip serpilmesi. O nedenle tam da ayna misali bir alışveriş bu. (Buradaki alışveriş, kapitalist dünyanınkinden tamamıyla dışarıda ve matematiği olmayan bir mana içermektedir!)


Yahu ben hayatımın en güzel günlerinden birini yaşamışım, akşam eve gelince ilk işlerimden biri otellere bakmak olmuş, günün tadı damağımda kalmış, her saniyesini yeniden yaşarken ve bizzat yaşamış olmama rağmen ardından ööle bakarken; sanki biri bana anlatmış da bana inanılmaz gelmiş, "Yok olmaz ya böyle bir gün." diyerek, -içimden- "Sen bunu külâhıma anlat," cümlesini sıklıkla geçirerek ve suratıma sırıtarak "He he," çeken dinleyen modundayken ne desen boş valla.


Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı nefes almanın tadını bilen, tek bir kelime konuşulmayan bir anda bile aynı duyguyu hissettiğini hissettiğin, yanındayken zerre kadar huzursuzluk taşımadığın, kaygısızca konuşabildiğin, çırılçıplak kalabildiğin; bir tek noktasına dokunmadan bile bedenini, kremsi gerginliğe sahip tenini hissedebildiğin, aklından geçenlerin hepsini gözlerinin pek de flörtöz bir hazla yapabildiği ve yaşamayı bilen, şu akustiğin olduğu mekânda anın tadını fark edip zıpzıp zıplayabilen bir kadınla dolaşmanın tadını da ben anlatamam. Bir de o biri böylesine çok sevdiğin biriyse, eşinin benzerinin olabilmesi mümkün değil valla.



 Kısacası: İyi ki seninleyim. Çokkkk ama çokkkkkkkkk teşekkürler gerçekten yaşıyorum dediğim her saniye için.



 *İstanbullu Kuaför Müjgan cümlesi şehirde gerçekten var olan bir dükkânın tabelasındandır.
Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kim bilir belki...

Trenden indikten sonraki güzergâhımız İstasyon Caddesi boyunca yürüyüp yalı boyu evlerinin arka sokağı üzerinden kral mezarlarıydı... Trende arkamızda oturan ve kente ilk kez gelen, trene bindikleri andan itibaren nerede ineceklerinin telaşı kelimelerine yansıyan, bu fark ediş üzerine "merak etmeyin çocuklar biz de orada ineceğiz, ben size yardımcı olacağım," diye rahatlattığım ama yine de yol boyu süren kaygılı hallerinden bir blog yazısı çıkarılabilecek çocuklarla birlikte yürüdük sokağın başına kadar. Onlara nereleri gezmeleri konusunda kısa bir rehberlik hizmeti verdikten sonra biz girdik sokağa...




İki tarafı eski evlerle çevrili, içinde cami ve hamamlar da bulunan, bir çok çıkmaz küçük sokağın birleştiği bu eski sokak; Hazeranlar Konağı mirasçılarının mülklerini müze olarak düzenleyip Kültür Bakanlığı'na devretmesiyle hızla gelişmeye başladı. Butik oteller ve kafeterya şekline bürünen birçok eski ev; hem kendilerini korumuş oldular hem de sahipleri için önemli kazançlar yaratmaya başladılar.






Bu yatırımların artmasıyla, gelen ve kentte konaklayan insan sayısı çoğalınca, kral mezarlarına çıkılan yolun hemen altındaki bu küçük meydan hediyelik eşya satan dükkânlarla dolarak oldukça keyifli ve canlı bir renk kattı sokağa... Bahsettiğim Hazeranlar Konağı da hemen bu meydanın yanında yer almakta... Kral mezarlarına çıktıktan sonra dönüşte ya da henüz mezarlara çıkmadan gezilebilir. Biz mezarlara çıkışın yorgunluğunu da göz önünde tuttuğumuz için dönüşe bıraktık konağı...


İki katlı ve çok odalı Konağı mutlaka gezmek gerekiyor. Altındaki, galeri işlevi de gören bölümünde Piri Reis haritalarının sergisi vardı o gün...


Sokağı ırmağın karşı kıysısındaki yola bağlayan pek çok köprü var. Bunlardan birini kullanarak karşıya geçip Sultan Beyazıt Camisi'ne ulaşabilmek mümkün... Biz yürümeyi sevdiğimiz için Beyazıt Camisi'ni sonraya bırakıp, çok keyifli zamanlarımın mekânlarından eski Orduevi'ne doğru yöneldik. Hedefimizde Pirler Parkı vardı. Pirler Parkının etrafındaki (evliyalarla dolu) camilerden birinin fotoğrafını çektikten sonra, parkın içindeki türbenin önünde bulunan minyatür tiyatro formundaki üç dört basamaklı kısmın tam ortasında durarak seslerimizin bize dönüşünü dinledik.




Pirler Parkı'ndan dönüşte Selağzı diye tanımlanan meydanın alt tarafında bulunan ve Tırtıl'ın fotoğrafını çektiği bu mekân aynı zamanda Şehir Kulübü, hemen yanında da Öğretmen Evi var.


Şehzadeler kenti diye adlandırılan çok katmanlı bir kültüre sahip Amasya'nın en önemli mekânlarından biri de; içinde kocaman bir medrese de barındıran Sultan Beyazıt Cami.








Sultan Beyazıt Camisi'nden çıktıktan sonra hemen müzeye ulaşmak mümkün... Biz, biraz da benim tarihimin izlerinde dolaştığımız için, komutanın "hadi bugün sahilden gidelim" dediği güzergahı izleyerek ve yolu uzatarak gitmeyi tercih ettik, Amasya Müzesine...


Duyarlı bir fotoğrafçı olduğu için Tırtıl ve de flaş kullanmak ihtiyacı hasıl olduğundan, çok az fotoğrafla yetinmek zorunda kaldı müzede... Şu meşhur sosyetik güzellerimizden birinin yargılandığı davadaki el yazması kuran buradan çalınmıştı... Müze kesinlikle gezilmeli, tüm dönemlere ait pek çok sayıda buluntudan uygarlık izlerini takip etmek mümkün... Tüm tarih katmanlarından çok değerli örneklerin sergilendiği müzenin yan tarafındaki bölümde bir kaç tane mumya da var.


O gün hafta sonu tatilinin 23 Nisan bayramıyla birleşmiş olmasının da avantajıyla pek çok farklı şehirden, ağırlıkla İstanbul'dan çok sayıda tur otobüsü gelmişti kentte... Bunun yanı sıra çokca da üniversite öğrencisi vardı, gittiğimiz her tarihi mekânda... Özellikle üniversitelerin tarih ve arkeoloji bölümlerinden meraklılara rastlamak güzeldi.


Burma Minareli Cami'ye müzeden çıktıktan sonra aynı caddeyi yürüyerek ulaşılabilir. Yol üzerindeki Taş Han'ın hemen arkasında cami. Taş Han'ın ön yüzündeki sokaktan yürünürse bakırcılar ve alem ustalarının dükkânları da ziyaret edilebilir.


Dönüşü trenle yapmayı tercih etmediği için Tırtıl, biz ırmak boyu yürüyüşümüzü sürdürerek fotoğrafın sol tarafındaki belediyeye ait, içinde farklı farklı yeme içme mekânlarının olduğu, hemen vilayetin yanındaki parkta mola verdik. Ama size Çakallar mevkindeki Ali Kaya'ya ait lokantada yemenizi öneririz; Germeç ya da özel sebzeli kebabını...


Oradan çıktığımızda karşı taraftaki, bir üst fotoğrafın sağındaki eski zamanlarda ruh hastalıklarının tedavi edildiği Bimarhane'ye geldik.


Oradan devamla ulaştığımız yer: Ulusal bağımsızlığın ilk sinyallerinin verildiği ve bir manifesto olan Amasya Genelgesi'ni Atatürk'ün imzaladığı Saraydüzü Kışlası'ydı.


Amasya tarihin çok eski yıllarında kurulmuş, pek çok farklı medeniyetin üzerinde izler bıraktığı önemli bir yerleşim yeri olmanın yanı sıra; yüksek kayaların çanağında, korunaklı ve saklı bir şehir olduğu için, yapılaşmaya da pek izin vermiyor. Bu nedenle de kendini korumayı başarıyor. Üzerine o kadar çok şey yazılıp çizilebilir ki aslında... Biz, Tırtıl'ın objektifinden tadımlık bir Amasya sunmaya çalıştık. Oysa, bu kentte yaşadıklarım üzerinden o kadar çok şey var ki anlatılacak.

Eğer yolunuz kenarından geçerse bu şehrin, direksiyonu kırın ona doğru... Ankara üzerinden Karadeniz'de herhangi bir yere uzanıyorsanız; Çorum'u geçtikten sonra Mecitözün'den sapın sağa doğru, Amasya'da bir iki saat geçirdikten sonra yol sizi bağlar tekrar ana güzergâhınıza... Kimbilir; belki otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyip şarap içersiniz. Sonra belki; kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içersiniz!

Directed by Tırtıl

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP