Yokoluş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yokoluş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2024 Pazartesi

Yokoluşun Daniskası 2.Bölüm

1.Bölüm
Amasya Kazan Ben Kepçe


An itibariyle güneş olmasa da hava muhteşem; montum hâlâ sırt çantamın askısında. Şehrin merkezine doğru yürüyorum. Dokuda ilk izlenimlerime göre göze gelir bir bozulma yok. İstasyondan çıktıktan sonraki ilk köprüye varıyorum. Yalı boyu evleri sol yanımda. Elbette o sokağa giriyorum. Solumda yalçın kayalar, göz ucumda ve an itibariyle uzağımda, kayalara oyulmuş kral mezarları. Şehrin popülaritesi artıkça eski konakların pek çoğu otele dönmüş, bunun yanı sıra bir efsane olan Turban'ların özelleştirilmesi ile birlikte buradaki bir sivile verilmiş, Turban'ların o güzel havası gitmiş ve yeniden bir Turban olabilme ihtimali ortadan kalkmıştı. Ve şu anki hali, bulunduğu enfes noktaya rağmen heyecan yaratmıyordu. Kral mezarlarına çıkış noktasında olan ve şehre özgü hediyelik eşya tezgâhlarının bulunduğu mini meydan şimdi daha düzenli, ve hoş. Hazeranlar Konağı ise müze işlevini hâlâ başarıyla sürdürüyor.


Saat kulesinden sağa kıvrılıyor köprünün üzerinden geliş yönüme doğru dönüp bir süre, artık çoğu işletme olan evlere bu kez ırmağın karşı kıyısından bakıyorum ve bu duruma üzülmüyorum çünkü asıllarına sadık kalınmış.


Selfi çeken şehzadenin karşısına oturuyorum. Karşıda restore edilmeyi bekleyen bir kaç ev var. Bir yanım endişeli çünkü bize ait bir uyanıklık vardır, bazı yapıların kendi kendine çökmesi beklenir ki arkasından istenen yapı elbette eskiyi taklit ederek -betondan- yeniden yeşersin! Ben içinse an itibariyle öyle olmamasını ummaktan öte yapılabilecek bir şey yok. Ve uzaktan, mevcut iktidar partisinin merkezinden, yerel seçime dönük olarak müzikle birlikte propaganda sözcükleri geliyor.


An itibariyle şehri kim yönetiyor, hangi partiden bilmiyorum ama her kimse onu takdir ediyorum; çünkü ırmağın çevresini güzelleştirerek, şehir mobilyaları ile süsleyerek önemli katkılar yapmış. Şu an şehzadeler yolunun başlangıcındayım. Banklarda gençler... Ve bir tür agora çağrışımı yapan, yola kadar uzayan basamaklar ve üzerlerine yerleştirilmiş bank türevi tahtalar, dinlenme ve sohbet olanağı sağlamanın yanı sıra tüm bu eylemleri ırmak, kaya mezarları ve özünü yitirmemiş muhteşem evlerle birlikte daha keyifli hale getiriyorlar.


Şehrin ara caddelerine de dalıyorum. Sakarya Islama Köftecisi'ni yerinde göremiyorum. Zihnimde bir acaba var, şehrine dönmüş olabilir mi? Sormuyorum diğer esnaflara. Bir sonraki gelişte kurcalarım diyorum çünkü bugün dikkatimi çeken bir başka yer var. Bedestanın önünden geçiyorum, sonra üst ve ana caddeye çıkıyor, dönüş biletimi tren seferleri eskisi gibi aynı gün içinde karşılıklı olmadığı için otobüs firmasından alıyorum. Ve bedestanın sadece minik bir kısmının fotoğrafını bu kez ana cadde tarafından çekiyorum.


Karnım acıkmadı değil, biraz daha acık sen diyorum ona ve orduevinin yokuşuna sarıyorum. Ah ne anılar ne anılar! Taksi durağının önünden geçerken bir göz atıyorum. Acaba abilerden kimse kalmış mıdır, diye düşünüyorum. Ben yıkılan orduevinin başka yere yeniden yapıldığını sanırken aynı yerinde inşa edildiğini öğreniyorum ve şu an ona gidiyorum. Pirler Parkı sağ yanımda, az önce sol yanımdaki Cemevi'nin önünden geçtim. Şehire tepeden bakmak hâlâ güzel.


Bu kardeşle yokuşu çıkarken karşılaşıyor biraz hasbihal ediyoruz. O'na bu yolu senden çok aşındırmış olabilirim diyorum, nezaket gereği. İşin gerçeği ise her gün bu yokuşu jiple inip binbaşımı evden alıyor, her akşam mesai bitiminde ise evine bırakıyordum; sonra direk orduevi. Elbette gecelere aktığımızda da bu kez jip bizim hizmet aracımız oluyordu, diyorum ona. Buna pek inanmıyor ama gerçek o ki onun tavrı üzerine bunun daha daha risklilerinden söz etmiyorum.


Şimdi, ilk turda dikkatimi çeken ve aklıma kaydettiğim Anadolu Mantı Evi'nin önündeyim. Ve içeri süzülüyorum. Dış cephenin yarattığı etki içeriyle birlikte çoğalıyor. Seçtiğim bir masaya oturuyorum. Evin içine girmek, orada yemeğimi yerken ırmağı seyretmek fikri ayartmaya çalışsa da beni, ben küçük ve çok şirin bahçeyi tercih ediyorum. O sırada dış cephenin önünde fotoğraf çektirmek isteyen bir hanımefendiye izin vermiyorlar. Ben çekiyorum ama diyorum. Müşterilere serbestmiş. Sonra laf lafı açıyor. İşletme sahibi genç bir adam, cümlelerinde efendim sözcüğü mutlaka geçiyor ki garsonların hitap şekli de bu. Menü geliyor. Hoş. Sanırım menüde sekiz tür mantı var, seçim zor! Farklı bir tanesi, sitelerindeki ada göre Amasya Mantısı dikkatimi çekiyor ve ondan istiyorum. Bu arada ödül aldıklarının altını çiziyor genç adam ki sonradan sitelerine baktığımda bunun orada da vurgulandığını görüyorum.


Bunlara, içinde mascarpone, parmesan, mozarella olan puf böreği muamelesi yapabilir miyiz? Ben yapıyorum açıkcası. Yanındaki soslara batırarak yiyorum ve onlar çayla birlikte güzel olduğunun altını çiziyorlar ama ben denemeyi düşünmüyorum. İçindeki peynirlerden en azından biri biraz daha yağlı olmalıydı diye düşünüyor ve son tahlilde de sarımsaksız ve yoğurtsuz mantı bizden değildir kararını veriyorum. Kendisini bir kez de -eğer merak ederse- Enn Sevdiğim Kadın'la deneyip son kararımı vermek üzere, çok kibar çocuklara teşekkür ediyor, ödememi yaparken geçtiğim minik, şirin ve ırmak manzaralı bölüme hayran kalıyor, 220 TL. yi de bayıldıktan sonra yeniden düşüyorum yollara.


Şu an valiliğin komşusu sultan kayıklarının önündeyim. Uygulamayı sevimli buluyorum. Coğrafya bizim aksiyon alanlarımıza çok yakın. Bir dile gelseler neler anlatırlar. Irmak boyu yürümeye devam ediyorum. Bimarhaneye girmiyor ama selâm çakmayı da ihmal etmiyorum ki merak edenler yazının altındaki Amasya etiketini tıklayıp, onunla ve daha farklı yerlerle ilgili tüm detayları görebilirler.


İktidar partisinin önünden geçiyorum. Müzik gümbür gümbür fakat katılımcı sayısı az. Bir kaç firmanın otobüsleri şehirde tur atıyorlar, korna çalıyorlar ama sanki tüm bunlar geniş kitlelerin umurunda değil. Bense Amasya'nın köprüler geçtiğim, ırmağa uzanmış balkonlarındaki banklarında oturduğum alanlarını bir bir geride bırakarak, bizim zamanlarımızda olmayan, yakın çağ ürünü AVM'sine doğru yürüyorum. Bir kaç dakikadır güneş bana jestler yapıyor ve bugün çektiğin tüm ırmak fotoğraflarını çöpe at diyor. O'na inancım ve sadakatim sonsuz, gereğini yapıyorum.


Ferhat ile Şirin'in karşılarında oturuyorum. Ferhat kan ter içinde, sürekli kayaları kazmalıyor ve su kanalı açıyor. Şirin de güğümle su taşıyor. Şehzadeler Gezi Yolu üzerinde bir banktayım. Poz poz üstüne fotoğraf çeken, çektiren gençleri izliyorum. Her biri eskinin deyimiyle büyümüş de küçülmüşler. Profesyonellere taş çıkartıyorlar desem yeridir. Elbette sadece gençler değil, milletçe manken olunmuş da sanki bir benim haberim yokmuş. Eleştirdiğim falan da düşünülmesin, aksine hoşuma gidiyor.


Tüm bu süreçte otellere bakıyorum. İnternet üzerinden yer ayırtma fikrimden vazgeçiyorum. Şehire gelmeye karar verirsek bizzat burada görüp, şu otel tamam demeden bir seçimi düşünmüyorum ki güzelleri çok. Ama bir aralıktan gördüğüm, son turda o aralığa girdiğimde kapının arka tarafta olduğunu okuduğum, oraya geçtiğimde iç ışıklarına bayıldığım ve canlı müzik olduğunun altını çizen enstrümanları  görünce de tamamdır dediğim pub'a mutlak gidilecek. Bu rastlaşmanın öncesinde AVM'ye kadar uzamıştım. Tugayımın kokusunu alıyordum ama yine de yaya gidilemeyecek bir mesafedeydim. Ağır adımlarla yine ırmak boyunu kullanma düşüncesiyle "sahile" inmiştim ki bu kurtarma çalışmasına tanık oldum. Bu abi henüz inmemişken ve uzaktan baktığımda bir intihar olduğunu düşünmüştüm. Sonrasında bir kedinin nasıl becerdiyse o dehlizde olduğunu öğrendim ve kendisini gördüm. Lakin bu kurtarma ekibi cılız çıktı ve kediyi oradan alamadan geri döndüler.

Büyük şok ise yürünebilir mesafede olan otogarın, şehrin epey uzağına taşınmış olmasıydı; ben yürüyerek gitmeyi düşünmüş sonra bundan vazgeçmiş, servisin saatini sormuştum. Otogara varıp da güncel durumla karşılaşınca tercihim için şükrettim, çünkü bir geceyi şehirde geçirmem mutlaktı!

20 Ocak 2024 Cumartesi

Yokoluşun Daniskası 1.Bölüm


Ama ben demiştim!



"... Sonra yüzümde enfes bir gülümseme, ruhum havalanmış, ayaklarım yerden kesik, kafamda -onunla paylaştığım- çoklu kaçış planları ile tren saatlerine ve bir kaç otele bakıyor, sonrasında uykuya doğru yol alıyorum."


*
19.01

Cuma


Güne erken uyanıyorum. Yok oluş için her şey hazır. Fakat bu kez kimseye haber vermeden değil! Bütün günlerimi Cuma'ya çeviren Enn Sevdiğim Kadın biliyor. Bu bir kaçış, aynı zamanda da bir ön izleme eylemi; çünkü 10 yıl olmuş; en anı biriktirdiğim, çok aksiyon yaşadığım askerlik şehrime gelmeyeli.

Şaşırıyorum. Sonra içimdeki benlerden biri diyor ki hep istim üzerindeydiniz ve memleketin dört köşesinde fink atıyordunuz, hatta araya bir de Tiflis sokmuştunuz ve elbette pandemi sadece frene bastırmakla kalmamış zaman kavramınızı da bir güzel benzetmişti. Ve algılar şöyle işlemeye başlamıştı, pandeminin öncesine ve sonrası da sonrasına göre. İkincisi asosyal olmak üzere, birbiri ile taban tabana zıt, biri tüm ezberlerden uzak iki farklı dönem.

Bu kaçışsa bir anlamda da büyük planın ve yeni bir başlangıcın ön izlemesiydi. Erkek kardeşim de biliyordu çünkü ona bir gün önce sabah beni istasyona bırakmasını söylemiştim lakin sonraki işsel gelişmeler üzerine istasyona onunla gitmeyip trene atladım; enfes bir sabah karartısının ve bahar tadında, miss gibi tazelik kokan bir havanın eşliğinde.

Ve iki durak sonra ne tesadüf ki bir lise arkadaşım biniyor trene; o bir demiryolcu, sabah mesaisi için istasyona gidiyor. İndiğimizde ofisine davet ediyor lakin, diyorum ki benim yolculuk öncesi ritüellerim var, çok sağol.

X ray'den mini sırt çantam geçerken günaydın diyorum görevli genç adama ve kolay gelsini ekliyorum. Sonra istasyonun minik büfesinden bir su, kadim bir diğer abinin camekan tezgâhından da iki poğaça kapıyorum. Poğaçalarımı götürürken bir yandan da trenin dış fotoğraflarını çekiyor, yeniden istasyonda olmanın muhteşem kokusunu doya doya hisseddiyorum ve o sırada bir abi de karizması ve de günün önemli oyuncularından biri olacağı öngörümle birlikte bu filmin çok şeye gebe olduğunu hissettiriyor bana. En büyük sürpriz ise tren, çünkü internet sayfası iki vagonlu trenbüs gibi gösteriyordu gidecek olanı.

Elbette bayram ediyorum!


İkinci vagondayım ve seçtiğim koltuk iki kişiliğin cam kenarı. Fakat günün sürprizleri bitecek gibi değil. Çünkü seçtiğim koltuk nasıl olmuşsa dört kişilik ve ortada bir masa olanlardan olmuş. Ve tam karşı koltuğumda çok hoş, taze üniversiteli bir genç kız var. Şaşkınlığımı ona da ifade ediyorum ve sol tarafı seçmiş olmama rağmen sağdaki dörtlü ve masalının  sol koltuğuna yerleşiyorum. Tren düdüğünü öttürüyor ve yavaş tıngırtılarla yola çıkıyoruz.


Aramızda çok keyifli bir iletişim başlıyor; zarif, mankenleri çatlacak kadar güzel, sol tandanslı, adı kendine çok yakışan genç kızla. Öncesinde ise bilet kontrolü yapan karizmatik abi, yanlış yere oturduğum düşüncesi ile benim yerimi işaret ediyor. Biliyorum, hanımefendiyi rahatsız etmemek için buraya geçtim diyerek yanıtlıyorum onu. Yerin sahipleri varsa ve binerlerse zaten bomboş vagonda başka bir yere otururum diyorum. Sonra konu Erasmusa geliyor, o yapmayı düşünüyor ama henüz hazırlık sınıfında ve seçtiği bölüm bence ona yakışıyor. Ona Enn Sevdiğim Kadın'ının pozisyonundan bahsediyorum ve senden ona bahsedeceğim diyorum. Yurt dışı ilişkilerle ilgili her şey için ona ulaşabilirsini de konuşmanın içine yerleştiriyorum. Sonra konudan konuya geçiyoruz, derken sohbete biri daha katılıyor.


En sevdiğim anlar, tren yüksek dağlardayken altımızda kalan yolları ve araçları izlemek; sürekli fotoğraf çekiyorum. Zaten trenlerin yol aldığı hangi güzergâh kötü ki?! Her biri özel ve her biri kaçış için muhteşem. O sırada demiryolcu abi bu kez ön kapıdan giriyor. Diyorum ki bir fotoğrafını çekebilir miyim? Çünkü bugüne kadar gördüğüm en karizmatik demiryolcu sensin. Kabul ediyor ve muhteşem bir poz veriyor. İki kare üst üste çekiyorum ve teşekkür ediyor, kanımda trenler dolaşır benim de diyor, dedemin de bir demiryolcu olduğunun altını çiziyorum.


Abi işlerini tamamlayınca bizim vagona dönüyor ve masamın karşı tarafına oturuyor, öncesinde ise biz A. ile Muş'u konuşuyoruz çünkü annesi orada öğretmenlik yapmış; A. henüz yokken dünyada. Diyorum ki Orası Muş'tur, yolu yokuştur diye bir türkü var ya, o doğru. Sonra anlatıyorum: Ben de küçükken gitmiştim çünkü dayım genç bir mühendis olarak orada görevlendirilmişti. Gerçekten de trenle ya da araçla gittiğinde şehrin merkezine ulaşmak için dimdik bir yokuş çıkılırdı ve işte orası Muş'tu. Biz bir kez çıkmıştık, babam saçlarını kestirecek ve sakal traşı olacaktı. Gülümseyerek ve şaşkınlıkla soruyor, gerçekten mi?

Evet, ama şimdi muhtemelen o dağın etekleri aşağıya doğru ev, apartman ve dükkân dolmuştur, ve artık o yokuş olağan bir yokuş olmuştur, diyorum.

Ve aklı çok başında, özgüveni yüksek bu tatlı kıza gülmek o kadar yakışıyor ki.

O sırada işlerini tamamlamış demiryolcu karizmatik abi, otomatik açılan cam kapının ardından gözüküyor ve bize doğru gelip benim oturduğum dörtlü masanın benim tam karşıma gelen koltuğuna oturuyor. Sonrası muhteşem bir sohbet, memleketin gelmişini geçmişini masaya yatırıyoruz. A. gülümseyerek dinliyor, yer yer de sohbete katılıyor. Elbette vagonun tüm boş koltukları da can kulağı dinliyorlar ve sanırım onlar da olan bitenden hoşnut. Artık Amasya İstasyonu'na varmak üzereyiz ki anaons yapılıyor. Ben iniş hazırlıklarına başlıyorum. Kars'a mutlaka kışın gitmelisin demiştim A'ya, konu ülkemize ve trenlere geldiğinde; anlatmıştım yaşadığımız keyfi ve kışın altını çizmiştim. O da telefonundan bloguma girmişti.

Kalkıyor, minik çantamı sırtıma asıyor, montumu da çantamın askısından geçiriyorum. Sonra tokalaşıyorum, seni tanıdığıma çok memnun oldum diyor, Enn Sevdiğim Kadın'a her koşulda ulaşabileceğinin altını bir kez daha çiziyorum. Ve blogdaki mail adresimden de bana ulaşabileceğini, her konuda kendisine yardımcı olabileceğimi söylüyor iyi yolculuklar diliyorum.


Elbette sohbet bunlarla sınırlı değil 80'darbesini ve onun sonuçlarının bizi bugünlere getirdiğini, %10 barajının tüm bu rezaletin müssebibi olduğunu falan konuşurken o dönemde iki savcıya mihmandarlık yaptığımı tüm mahkemelere ve sorgulara girdiğimi falan anlatınca da demiryolcu abi çok kişi gibi, bir kitap olmalı bunlar diyor ve ben de kendimi bir kez daha tekrar ederek diyorum ki: Kitap yazmak benim haddime değil, çünkü tamamlanması yüzyılı bile aşar bu tembelde.

Hep birlikte gülüyoruz... Onlara iyi yolculuklar diliyorum ve 10 yıl sonra ayak bastığım toprağı öpp-müyorum tabii ki.

 2.bölüm için buradan lütfen...

5 Ocak 2024 Cuma

YOKOLUŞ*

*TDK'ya göre kelime ayrı yazılır, lakin yazar yaşadığı günün hissini vermediğini düşünerek ve bu şekil yazarak, bildiğini okudu.


Tavuklar bile uykudayken çıkıyorum evden. Sırt çantam hazır fakat sonradan yaşayacağım bir pişmanlık var ki o ân için bu durumu gözüm görmüyor. Gün ağardı, ilkokul öğrencileri okul bahçesinde, ben ağır adımlarla sahilden Migros'a doğru yürüyorum; kahvaltı etmedim dolayısı ile onların iri ve kısmen sigara böreği sayılacak -ama bence puro- böreklerinden iki tane almaya karar veriyorum ve sabahın ıssız sokaklarında ağır adımlarla yürürken onları götürüyorum. Cep telefonum kapalı, onunla yetinmiyor, evden çıkarken sabit telefonun ahizesini de yuvasından çıkarıyorum.

Komik di mi!

Geride bana dolaylı yollarla olabilecek olsa da ulaşılabilecek hiçbir açık bırakmak istemiyorum.

Bu eylemimden enn sevdiğim kadına ve erkek kardeşime bahsetseydim mi diye düşünüyorum sonra vazgeçiyorum; çünkü meraklanma saatleri geldiğinde bana ulaşamayanlar onlara ulaşırlar! Evden çıkarkenki planımda Amasya'ya gitmek ve orada en az iki gece kalmak da var.  İşte bu nedenle sabit telefonda kayıtlı ad ve numaralardan başka arkadaşlarımın aranma ihtimalini hesap ederek olayı o boyutta alevlendirmemek için o telefonu da sırt çantama atıyorum.

Ortalığı gereksizce germenin ve kalabalıklaştırmanın bir mânâsı da yok!

Ve keyifli bir tren yolculuğu sonucunda ve günün hareketlenmeye başladığı saatlerde Tekkeköy İstasyonu'na varıyorum. Atıştırma için hedef noktam hep ertelediğim ve zorunlu olarak hep önünden geçtiğim ve bu durumdan bir yazımın içinde bahsettiğim, adına bayıldığım Şehrin Kırıntısı...

Ancak şimdi değil.

Ama bu bir fotoğrafını şimdi çekmeme de engel değil.


O ara fikrim diyor ki "Şu karşı bölgeye hiç geçmedin, sonradan gelme, dedin benimseyemedin, hadi gel bugün onun da gönlünü al." Uyuyorum öneriye ve ne kadar da çok oto galerisi varmış diyorum ama ben yine de yeniliğin değil de aynı noktadan görülebilen uzak köy tadının fotoğrafını çekiyorum.


Kasabanın derinlerine doğru yürürken Bi Meyhane enfes ışıklı tabelasıyla yine beni benden alıyor ve o kaldırıma geçiyorum. Gözlerim tabeladan hareketle mekânı hep üst katlarda hayal etmişti; bu kez kaldırımdan içeri doğru uzayan daracık bir koridorun bir kaç metre ilerisinde olduğunu görüyorum kapısının. Gizemli bir mekân hissi içi nasıl acaba dedirtiyor ki an itibariyle ıpıssız. Geniş bir kasaba merkezi turu atıyor, ana arterler dışındaki köy tadına yine bayılıyor, ıssız sokak aralarında yürürken cıvıl cıvıl çocuk kaynayan ilkokulun önünde çocuk kahkahalarına gülümsüyorum. Oradan çarşı içine bağlanıyor, daha önce fotoğraflarını çektiğim- iyi ki çekmişim- ve şu cümleyi kurduğum "Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum," diye tariflediğim evlerin önüne vardığımda bu kez muhteşem bir hüzün tepeden tırnağa giydiriyor beni: Çünkü yoklar, hayallerim yıkılıyor ve yerlerinde bir inşaat başlayacağı kesin. Ama bir yanıyla da bir tesellim var çünkü elimde eski hâlin fotoğrafları var. Öte yandan sevgili blog yazarlarımızdan Nazlı Toaç hanımefendi adına seviniyorum ki kendisi yazımı okurken "metruk" evlerle çok ilgilenmişti ve ben ona iyi ki fotoğraflarını yollamıştım.


Sürekli ağır aksak adımlarla bağ bahçeleri ve yolları uzatarak önce eski gara varıyor, muhteşem parkındaki banklardan birine oturuyorum. Uzun uzun saat kulesini izliyor, daha önce çekmediğim açılardan fotoğraflarını çekiyor, bir ara elimi sırt çantamdaki kitaba atıyor biraz okuyor, çokca zaman geçiriyor ve beslenme planımda olan mekâna doğru yürümeye başlıyorum; elbette yolları uzatarak. Ve bu kez sıra sıra yeme içme noktalarının olduğu, gençlerin takıldığı, bayıldığım geniş bulvarı kullanıyorum. Bazı hamburgerciler fikrimi dürtse de kararımın gereği olarak Şehrin Kırıntısı'nda içeri süzülüyor, verandadaki kalabalığı geçiyor ve ân itibariyle iki hanımefendiden başkasının olmadığı, görüş açısı hoş, dolayısı ile sakin ve hemen geniş camların önündeki bir masaya oturuyorum.


Seçtiğim poğaçalarım ve çayım önümde, görüş alanım iki bulvarın kesiştiği göbek dahil coğrafyaya çok hakim. İnceden bir müzik ânı çoğaltıyor. Bu arada gözaltında olduğumun da farkındayım. Kim bu adam merakı var. Kitabımı çıkarıyorum. Valla yalan yok kendimi ben de beğeniyorum; içten giyilmiş Fenerbahçe yeşili, armalı, kapüşonlu sweetshirt'ümün kapüşonunu lacivert ve pek sevdiğim montumun boyun kısmından çıkarmışım, kotum en sevdiklerimden... ve içerisi okşayıcı bir sıcaklığa sahip. O halde montu çıkaralım ve Fenerbahçeliliğimizi ortalığa serelim. Masa artık buralı olmadığımdan emin. Engellenemez bir merak var ve bu çok hoş. Kitabımda, zaman zaman da dışarının manzarasındayım ama üç uzağımdaki masadan bana ulaşan göz değmelerini de hissediyorum. Ve ayağa kalkıyor, izleyen gözleri görmezden geliyor, içeri geçip trileçe siparişi veriyor, bir de çay istiyor ve masama dönüyorum. Öncesinde kitabımı, sırt çantamı ve montumu özellikle masada bırakıyorum. Masama geçerken ardımdan bakıldığını biliyorum. Siparişlerimi getiren gence teşekkür ediyor, bu çok hoş saklambaça devamla kitabımı açıyor, arada dışarıya uzak bakışlar atıyorum.

O sırada kısa bir müzakerinin ardından iki hanımefendi ayağa kalkıyorlar.

Bir göz atalım bakalım, masalarına döndüklerinde gelen seçimleri neler imiş?



Dolabın başındalar, seçimi birlikte yapıyorlar; lakin kararı tetikleyen beni çaprazımdan gören hanımefendi, ve iki hanım da çok hoş. Şu an trileçelerimiz sayesinde iyice ortaklaşmış durumdayız. Havadaki flörtöz tat muhteşem. Bir yetişkin oyunu bu, ruhlar çok genç ve taze. İki tarafta kesinlikle nitelikli insanlar ve bir sarkma asla yok. Biraz meraklı, biraz afacan ve çok hoş bir oyun bu. Ağırca ve biraz da havalı toparlanıyorum, sırt çantam artık yerinde ama tek omuz askılı, yanlarından geçerken gülümsüyoruz karşılıklı.


Dönüş trenindeyim. Günün ruhları dürtükleyen saatleri. Sanayi sitelerinin sonuncusunun istasyonundan bir hanımefendi biniyor. Yanımda iki güvenlik görevlisi oturuyor; birinin inekleri var ve sütlerini satıyor. Muhtemelen ineği doğum yapacak, çünkü telefonda bir müşterisi var, ona durumu anlatıyor ve yeniden süt evresine geldiğinde piyasanın altında bir fiyatla ona yine süt verebileceğini söylüyor. O ara kafamı çevirdiğimde az önce trene binen hanımefendinin beni izlediğini kısa bir gözgözelik ânında fark ediyorum. Ve gözlerimi hemen geri çağırıyorum. O sırada planım üzerine düşünmeye başlıyorum. Yok oluşa devam yani. Sabahaysa uzun saatler var. Trenler sabaha kadar devam etse işim kolay, sürekli turlarım. Çünkü eylemi en azından ertesi güne sarkıtamadan dönersem bu eylem eylem olmaktan çıkar. Önce Palmiye Kafe'ye geçiyor bir çay söylüyorum. Sonra kağıt helva alıp iskelede yürüyorum. Sonra Afiyet'e geçip kuru pasta çay, kitap yapıyorum. Tekrar sahile dönüp uzun yürüyor. Ağaçların altındaki banka oturup zaman geçiriyor. Tekrar iskeleye doğru yürüyüp kestane alıyor, onları çok hoş masalarda dalgaların sesi eşliğinde yavaşça tüketiyorum.

Gece yarısını geçtim. Artık yeni bir gün ama vakit hâlâ merak ettirici değil.


Üstelik saat itibariyle ben de kimsenin umurunda değilim. Oyuna bir son verme zamanı ve ân itibariyle evin hizasındaki ağaçların altında bacaklarımı denize doğru uzatmış durumdayım. Genç çocuklar gecenin bu saati demeden basketbol oynuyorlar. Eylemi sonlandırmaya karar veriyorum. Çalışma odamdayım, o halde müzik, ve Mariana Montalvo açıyorum. Gürcü birendisi çaçanın şişesi yanımda, bir şatla başlıyorum ki bu kez eşlikçi schwepss mandalina... uyumu sevdim. Gökyüzü muhteşem, deniz dalgalı. Bir şat zaman aralıklı olsa da bir kaç şata ulaşıyor ve saat sabaha iyice yanaşıyor.


Yatağımdayım...

Telefonumda bir mesaj var...

Amasya otellerine bakıyorum,

tren saatlerine göre gün belirliyorum

ve otellerden birinde karar kılıyorum.





İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP