23 Ağustos 2018 Perşembe

Bambis Rigi ve Eski Tiflis'de Bir Bohem Akşam

 Öncesi

Günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz. Vaktin rengi şapşahane. İştahımızda en ufak bir yorgunluk, en ufak bir güç kaybı yok; aksine, tazelenmiş bir heyecanla ikinci perde başlıyor sanki. Şimdi bu ılık şehrin Old Tbilisi denen bölgesinin kutsal olanlarla yeme içme noktalarının iç içe olduğu kısmındayız. Çok davetkâr mekânlarla dolu, farklı ülkelere ait olmalarına rağmen yaşamla ilişkileri benzer, pek çok ortak paydaları olan insanlarla kalabalıklaşmış, zenginleşmiş ve farklı kültürlerin bilmediğimiz renkleri ile boyanmış bu kadim sokakların olağanüstü müziğinin tadını çıkarma vakti.

Gördüğüm anda heyecanın dibine vurduğum mimarinin kan akışı yüksek damarlarında, bayıla bayıla yürüyoruz. Kâh durup ilginç bir mesajla çağıran barların fotoğrafını çekiyor. Kâh bir objenin cin fikirlerine göz atıp yorumlar yapıyoruz. Sanki yoğun bir günü ve izlerini bölgeye girdiğimiz anda bir askıya asmışız gibi taze ve yepyeniyiz.


Yukarıdan gördüğüm dış ve iç bükey iki güzel binanın arasındaki Bambis Rigi Sokağı oldukça kozmopolit; çok keyifli hikâyeler anlatıyor ve çok eğlenceli. Sanat galerileri, barları, kafeleri, her yerden gelen farklı müzik sesleri, mağazaları, takı tasarımları ve seyahat acentaları ile başka; biraz pavyon havasında oldukları izlenimi yaratan, biraz da avcı olabilecekleri fikrini hakim kılan davetkâr bir kırmızı ve siyahın hakim renk olduğu -cazibeli- mekânları ve o mekânların  kapısında gördüğümüz çok renkli, kıvamında bir abartıyla ama hoş boyanmış, bir Fellini filminin oyuncuları tadındaki sevimli genç kadınlarla da başka bir hikâyenin içinde gezdiriyor sokak bizi. Hani yemek sonrasında, tatlı bir çakırlık içindeyken tekrar buraya dönsek, bunlardan birinin sokaktaki rüküş koltuklarına otursak, bir bira ya da kahve içsek hiç fena olmazdı gibi geliyor şimdi.


Erekle Caddesine gelmeden ulaştığımız minik meydandan sola dönüyoruz, sonra bildiğimiz bir şarap mekânını buluyoruz. Dışarıdaki masası bir an olur dedirtiyorsa da mekânda bir hayat belirtisi yok. Masanın üzerindeki menüsünü inceliyoruz bir süre, sonra bir genç geliyor dışarı... ya mekânda yeni ya konuya uzak, içeriyi dolaşıyoruz ki kimse yok. Yaz değil de bir kış ya da sonbahar akşamı için güzel sanki mekân. Şarap skalası epey geniş ki aynı zamanda satıyorlar da. Sorularımıza pek yanıt veremiyor genç ve yardım istediği yerden de ses gelmiyor.

Çıkınca dışarı bir eski, Hugo romanlarındakine benzer, sanki yetimhanesi de varmış hissi veren,  ziyaret eden insanlarla canlı kilisenin önünden, Sinagog'a doğru yürüyoruz. Yürürken geniş bir tarihsel sürecin içindeyiz; bugün, dün, 100 yıl önce, bugün, bin yıl önce, bugün, orta çağ, şimdi şeklinde bir zaman yolculuğu. Heyecanımız Sinagog ama! İhtişamlı, sakin ve vakur... Mimarisini ve bize söylediklerini çok seviyoruz. Kapıdayız. Güvenlik üst düzeyde. Bir görevli yanaşıyor, 

"Neredensiniz?"

"Türkiyedeniz."

Şabat nedeniyle gezemeyeceğimizi söylüyor. Üzülüyoruz, hem İsrailli dostlarımız vardı sabah tanıştığımız. Umuyoruz ki karşılaşırız. 


Old Tbilisi denen bölgenin meydanına bakan, işlek caddenin kenarındaki bir büfeden en sevdiğim yol arkadaşım sigara takviyesi yapıyor. Sanki bu şehirde hep kadınlar çalışıyor.

Sinagoğun alt tarafından kıvrılıp arka caddeye doğru yürürken önünde kalakaldığımız; Dickens zamanlarında, daha çok  bir deniz şehrinde, hemen limanın dibindeki, ıslak bir gecede sığınılmış görkemli ama ıssız bir han lezzeti yaratan, akşamın o saatinin ışıklarına pek yakışan, kendinden emin, tatlı bir iddiası olan fakat asla kasılmayan bilge binaya bayılıyoruz. Belki de Sinagoğa bağlı bir yetimhaneydi, kim bilir? Ya da geliri ona bırakılmış bir iş hanı.


Tekrar Bambis Rigi'den giriyoruz. Bu akşamın mekânına karar vereceğiz. Buradaki mekânlar sanki bize hitap etmiyor pek, bir akşam yemeği için ama!..  Erekle Caddesindekiler daha hoş ve bir akşam yemeği için kuvvetli menüleri varmış hissi yaratıyorlar. İki tur atıyoruz. Aklımızı çelen çok mekân var. Bulunduğu nokta ve bize verdiği hissiyat nedeniyle -aklımızda kalan başka mekânlar olsa da- Friends House'da karar kılıyoruz. Sevimli, kıpırtılı, içimize sinen ve bizi ısıtan bir mekân oluyor hemen. Çünkü bize bakan genç kızla iletişim güzel. Her sorumuza ilgiyle cevap veriyor, menüye hakim ve açıklamaları doyurucu. Ayrıca lavaboların olduğu ve kışın daha çok kullanıldığını düşündüğümüz şömineli, şık ama hoş ve abartısız döşenmiş kapalı bölümleri hayal kurdurmayı başarıyor. Bir sonbahar ya da kış akşamı, şarap ve eşlikçileri ve de piyano güzel olur.


Üzüm konusunda kararlıyız, coğrafya konusunda da... Üzümler, kıymetli şaraplar için kıymetli üzümlerin yetiştirildiği Teliani Valley'deki Kakhati bölgesinden. Ünlü bir cins, Saperavi. Glekhuri'ler aynı bölgedeki Kisiskhevi adlı köyde, yıllanmış küplerde fermente ediliyorlarmış. Kanlarımız kaynaşıyor sanki. İç güdülerimize güveniyoruz. 

" O halde bir şişe Glekhuri lütfen."

"Bir Jonjuli. "

"Bir Sulguni "

"Bir de Chakapuli lütfen"


Şarap kendine özel kadehleri ile geliyor, diğer masadakilere benzemiyor. Firmanın promosyonu olduğunu düşünüyoruz. Elimizin alıştıklarından farklı olması bir an garip gelse de hemen kaynaşıyor, yakıştırıyor ve bu şarabı başka bir kadehle hayal edemez hale gelip, onunla özdeşleştiriyoruz, Galekhuri'yi..

Yiyecekler gelene kadar biraz havalandırıyoruz şarabı. Damaklarımız meraklı. Bizse sabırlıyız. Köyü hayal ediyoruz. Hımmmmmm... küpte oluşturulmuş şaraplar! Hititleri şükranla anıyor, kadim zamanlara gidiyoruz.

"Ne keteydi ama, di mi?" ;))*

Jonjoli ki kendisi soğanla harmanlanmış ıhlamur turşusu, masadaki yerini alıyor. Hemen ardından bir tür saganaki ya da kuymak sayabileceğimiz Sulguni geliyor ki bir peynir türünün adı bu. Haçapuri'de de kullanılıyor. Kesinlikle sıkı bir peynir ve lezzetli.

"Sana bana, Hititlere, bağ bozumlarına, Kisiskhevi'ye ve bizi seven Tbilisi'ye."

Rengi ve duruluğu ile genç ama tadıyla olgun bir şarap Galekhuri. Tatlıya daha yakın ama baskın ve rahatsız edici bir tatlılığı olmayan yumuşak içimli, dolgun ve keyif veren, tutarlı bir şarap bu. Lezzetli. Sevdik kendisini, tanıştık, memnun olduk ve kaynaştık.


Ihlamur turşusu nasıl ola ki dememiştik, tasavvurumuz ıhlamur kokulu bir lezzet akşamında bizi mutlu edeceği noktasındaydı. Hani belki biraz ukalalık yapsak, yumuşak içimli bir şarap ile eşleyemeyebilirdik kendisini. Ama bu şarap orta damaktan genize giden yolculuğunda "O kadar da hafife almayın beni," diyor kesinlikle. Saygı duyduk. Sevdik, cümbüşümüz renklendi.


Kıpır kıpır tereyağı, peynir, mısır unu muh-te-şem. Şarapla bayıldılar birbirlerine, siz ne alem dercesine bakıyorlar bize.  

"Ölelim mi yani?"

"......................."

"Ölelim o halde."

Birer yudum... iyice kaynaştığımız şaraptan. Gözlerimizi ve diğer duyularımızı dünyaya kapatıyoruz. Sadece buruna gelen sulguninin kokusunu hissediyoruz. Bir yudum şarabı, tüm renklerine ayırıp, her bir rengini yudum yudum hissediyor ve dilde, damakta ve genizde kalmış muhteşem izleriyle sulginiyi birleştiriyoruz. Öldük. Hem de kaç kere. Birlikte, tek tek, şarapta peynir izi, izde şarap tadını arayıp bularak, her bir nüansa bayım bayım bayılarak ölüyoruz.


Adını doğru yazdığımdan şüpheli olduğum, taze kişnişlerin, kaburga parçalarıyla birlikte suyunu lezzetlendirdiği, karabiber tadının hissedildiği, mayhoş ve meyvemsi suyuna ekmek banılası ve yudum yudum içilesi, küçük ve derin güveçlerde pişirilip öyle servis edilen lezzetli bir haşlama Chakapuli. Lakin bir hata yaptık biz; baştan söyledik ve daha meze sınıfından saydıklarımızı tüketmemişken ve bizim bir yemek süremiz en az 3 saat sürdüğünden, kaçınılmaz olarak soğuttuk. Oysaki meze saydıklarımızın sonuna yaklaşmışken sipariş etmeliydik ve hatta bir final çorbası muamelesi bile yapabilirdik kendisine. Malum... kuzu etinin soğumuş halinin yarattığı kısmen donmuş yağ efekti, pek hoş olmuyor.


Tam karşımızda enfes caz parçaları çalan iki kişi ve bir ritim box'dan oluşan bir grup var. Takılınası bir mekan KGB.  Çok kendine münhasır, tabelasındaki harflerdeki kırmızısı bayılınılası..

Güzel çalıyor abiler ve repertuvarları geceye ve mekâna çok yakışıyor. Sevdik kendilerini, teşekkür ettik gecemize kattıkları renk için. Ama tarihsel binanın penceresinden sokağa bilmem kaçıncı kere bakan abla olağanüstü. Seviyoruz kendisini...

Bir de sosis siparişi veriyoruz o ara. Bir süre sonra geliyor. İlk gün akşam evde yediğimiz sosislerin tadı hâlâ damağımızda.


Aman tanrım!.. El yapımı bunlar ve çok enteresanlar; çünkü içlerinde kokoreç var. E baharatlar da kıvamında, üstelik çok güzel kızartılmışlar, şarapla da eşleştirdik kendilerini ki bu keyifli akşamda ukalalığa hiç gerek yok. Ama bu geceye anlam katan, bir akşam yemeğinin keyfi nasıl çıkarılır konusunda ders veren bir çift vardı yakın masalardan birinde; bizden yaşça büyük, muhtemelen Avrupalı. Öyle tadını çıkara çıkara yiyip içtiler ki, kendi "fine dining"lerini adeta kendileri oluşturdular. Helal olsun.

Ödememizi kredi kartı ile yapıyoruz, işini iyi yapan tatlı garsonumuza da bahşişini zevkle bırakıp kendisine teşekkür edip salıyoruz kendimizi geceye. Aklımızın kaldığı, gerçekten keyifli mekânların arasından geçerek bir kez daha ama bu kez kablosuz ledleri ile aydınlanmış Always'den geçiyoruz.

Bitmesin istenen gecelerden biri daha, hava olağanüstü güzel, kafamızı çevirdiğimiz her noktada güzel aydınlatılmış, her biri birer simge olabilecek binalar ve tarih, öte yanda durun daha bitmedi diyen bir şehir, gecesi başka güzel Kura Nehri, arkamızda Kartlis Deda.

O ara yolumuzu değiştiren bir ses geliyor, Rike Park'ın içinden. Güzel müzik. Gitarın sesi hoş geliyor. Önlerinden geçip bir banka oturuyoruz. Güzel parçalar çalıyorlar ama yakından o kadar da başarılı gelmiyor. Bu hali de seviyoruz. Her şarkıda alkışlıyoruz. Göz teması da kurduk. O şimdi daha mutlu ve daha coşkulu. Bir süre daha kalıp, teşekkür edip, kasasını da besleyerek parktan çıkıp Kura'nın kıyısından, gecenin sessizliğinde kadim ağaçların altından, birbirimizin sıcağına sokularak, serin geceden eve doğru yürüyoruz. Bir minik katamaran yanaşıyor iskeleye, içinde, gecenin tadına son kadehlerini kaldıran insanlar. Karşımızdan koşuya çıkmış bir genç adam geliyor. Sağ yanımızda ve tepede, gözüm üzerinizde dercesine şehrin her noktasını gören, ve şehrin her noktasından görülebilen ışıl ışıl başkanlık sarayı. Arkamızdan hızlı adımlarla gelen tokyo sesleri. Genç bir çocuk, su kokulu.

"Boat trip ister misiniz?"

"Hayır."

Aslında, özellikle falezlerin olduğu coğrafyada, bir kanyondan geçermişçesine bir keyifle kadeh kadeh şarabı yuvarlamak geçmedi değil aklımızdan. Lakin tercihler yapmaya da-bazen- mecbur kalıyor insan.  Velhasıl-ı kelam bu şehir -en az- iki kere gelmelik şehirlerden... Önce tanışmak gerek kendisiyle, diğer şehirlere benzemeden.


Artık mahallemiz sınırları içindeyiz. Leo Tolstoy Caddesi alaca karanlık kuşağı gibi. Zifir. Girdiğimiz anda arkamızdaki ışıltılı alandan tümüyle soyutlanıyoruz. Evlerden dışarı sarkan neredeyse hiç bir ışık yok. Sokak lambaları konik bir hüzme ile diplerini aydınlatıyor sadece. Bir kaç yüzyıl gerideyiz şu an. Ardımızdan gelen bir çift ayağın ritmi vallahi yakışıyor geceye. Dar bir girişten üst kattaki ışığa çıkılan merdivene konsantreyiz. Sanatsal bir fotoğraf işten bile değil. O an, ayak sesleri ensemizde duruyor. Alaca karanlık kuşağında güzel bir kız. Gülümsüyor. Gülümsüyor ve çekiliyoruz kenara.


"Hadi çekin uyku tulumlarınızı, kapın ikişer birayı meydandaki marketten, kıvrılın merdivenin dibine, yakın sigaraları ve geçirin geceyi benimle," diyor Leo Tolstoy.  

"Yapmazsak namerdiz."

"Sen kimlerle aşık attığının farkında mısın ağam?"


Neşeyle kadehler kaldırmış, şehrin bin bir güzelliğini seyrederken  mutluluk şarkıları söylemiş, tadımlıklar ve her renkten şarapla felekten çaldıkları gün için hayata şükretmiş mutlu insan izleri sinmiş, yeni gün ve yeni insanlar için dinlenmekte olan minibüs çok ama çok hoş, yakışıyor caddeye ve alaca karanlığa. 


Ama şu dükkân, boynuna sarılınası şu dükkân, önünde dakikalarca kalınası şu dükkân çok kıymetli. Kapıların henüz açıldığı yılların simgesi, tarihe ışık tutan bir yedek parça dükkânı... mı? Arkeolojik bir eser, öyleyse!? Zamanı yaşamış ve bu meslekten insanlar için çok manalı.  Mesleğin içinde uzun yıllar yer almış, ona dokunmuş, çocuk gözlerle başlayarak ondan biriktirmiş, ve üzerine bir şeyler yazabilecek, bunu düşünen insanlar için  paha biçilmez bir nimet.

Ama durun, sadece onlar, bu mesleği yaşamış olanlar için mi manalı? Hayır. O meslek sahiplerinin çoğundan, çok ama çok daha sahiplenen, çok daha bayılan, an itibariyle balonlar uçurup havai fişekler patlatan birisi daha var. Aslında yüreği güzel atan, tüm bu caddenin ruhuyla eşleşebilen, geceyi seven, okuyan ve hisseden herkesin içinde uçuracağı balonları var sanki, bu caddede bu dükkânın önündeyken. Yoksa her şey alaca karanlık kuşağın da mı?


Günün finaline öyle yakışıyor ki LeoTolstoy. Ayaklarımızı yerden kesiyor. Caddenin bizim ev yönündeki bitimi Saarbrücken Meydanı. Işıltılı bir coğrafyadayız artık. Şu marketten bir şeyler alalım.

Hemingway'e selam çakıyoruz. Son kadehler, baygın gözler ve tamamlanamamış sohbetler var daha.. Boru dansı grafitili mekânın önünde bodygard görünümlü iki adam. Selamlaşmamıza az kaldı. Aynı mahalledeyiz. Karşısındaki kafede gecenin son kahvelerini içen genç bir çift. Hımmmmmm gece!

"Dondurma yemeliyiz!"

Aslında bir çocukluk anısı olarak kalmış bir pastane ve vals yapılan görkemli salonlardan bir hanımefendi var aklımda; Rus olarak  nakşettiğim, topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle.

İki ortaokul çocuğu çekingen adınlarla girmiştik pastaneye, öncesinde para hesabımızı da yapmıştık. İki salep söylemiştik; olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında avizeleri olan, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı, ışığı peri masalı Şato Pastanesi'nde.  Evlerin vitrinlerinde kıymetli misafirleri bekleyen fincanlarla gelmişti saleplerimiz. O günden beri bilirim ki Gürcüler pastaneci. Bir pastane istiyorum aslında, Tiflis'te bir pastane.

Evin az ilerisindeki dondurmacı da olur, şimdilik. Vakit geç. Dışarıdaki masalardan birini kapıyoruz. Cadde usul usul akıyor artık. Arka masada buraya çalışmaya gelmiş başka ülke işçileri, muhabbetleri çok konuşkan... İçeri girip dondurmalarımızı seçiyoruz. Sevimli bir genç kız. Önerilerini dinliyoruz.


Hımmmmmmmm... çok güzel, süt kokulu ve lezzetliler. Keyifli bir tüketim eylemi... fakat yine de endüstriyel bir dondurma, her ne kadar Algidalardan çok ama çok ama çok dondurma olsa da.

Ben gerçek bir Gürcü pastanesi istiyorum ya.

"Teşekkür ederiz."

"İyi geceler."

Demir kapıyı aralayıp sessizce avlumuza sızıyoruz. Güzellik ve Masaj Merkezi hala açık. Gıybet yapasım var ama seviyoruz kendisini. Bizim avluyu onsuz düşünemem. Işıkları yanan dairelerden sesler düşüyor geceye.

Yaşıyoruz!

Rustaveli Avenue, Cafe Linville ve Bir Derin Ukde

*Hattuşa-Boğazkale'de bir fırının

16 Ağustos 2018 Perşembe

Yoksa Tiflis de mi Bizi Çok Sevdi?

Öncesi

Keyiften dönünce başı insanın, salonun köşesindeki dar ve dönerek çıkılan merdivenin inip çıkmakta sorun yaratabileceği ihtimalini gözetmesi gerekiyor! Özellikle inişteki ilk basamağın ölçü farkı, muhtemel bir kazaya sebep olabilir! Banyonun alt katta olduğunu değerlendirirsek herkes için kullanışlı olmayabilir bu ev. Ama biz bunları toplamın tadını kaçıracak unsurlardan saymadığımız için -elbette- tadını çıkarıyoruz çatıdaki, depodan evrilerek yapılmış yatak odasının.



1 Haziran Cuma

Çatıya vuran yağmurun müziği, oraya buraya konan güvercinlerin soloları, gecenin serini, kuvvetli bir sevginin kuvvetli sıcağı, avlunun karşısındaki dairelerin çatı katlarının hâlâ depo olması pek de mahremiyet ihtiyacı duyurmadığından, çok güzel objelerle desteklenmiş bu güzel ve geniş odayı daha cazibeli ve sevimli kılıyorlar.


Yeni güne enerjik, mutlu ve zinde bir başlangıç için süresinden ziyade kaliteli bir uyku gerekli olduğunu göz önüne alınca, bu oda, sadece sabah sunduğu manzara ile bile bunu sağlamayı başarıyor. O tadına doyulmaz kıpırtılı heyecanı ve bakalım bugünün sürprizleri ne? merakını taçlandırmak da her anın tadını çıkarmasını bilen insanlara düşüyor.

Güzel bir duş, güzel bir başlangıç.

Bunu kahve ile katmerleyelim o halde.

Mtatsminda Amusement Park'a ait kart televizyonun üzerinde olduğu sehpadan bize bakıyor. Ev sahiplerimiz her detayı düşünmüşler. Gerçek bir müşteri mutluluğu hali bizimkisi. Tevekkeli değil Booking com'daki kalan değerlendirmelerinde silme 10 puan almış olması.

Çıkalım o halde.

Akşam yorgunluğu sessizlik olarak caddeye hakim. Avlulu bir binada yaşamanın ne olduğunu anlatıyor ev. Gece yoğun bir canlılığa sahip bu cadde hiç de rahatsızlık vermiyor eve dönülen saatlerde. Gerçi saat 23 itibari ile bitiyor caddenin eğlencesi, kısılıyor sesler, tüketiliyor son kadehler.


Sürekli önünden geçtiğimiz şarap mekanı -adıyla- çağırıyor  her seferinde. Hemingway. Yakışır da bir mekan. Sanki oturduğumuzda, o da bir köşe masada kelimelerin arasında gezinirken, yudum yudum geçecek hayatımızın içinden. Göz göze geleceğiz sanki ve kadeh kaldıracağız gülümseyen gözlere... Bizim evin az ilerisinde...


O halde bu sabah, vuralım Kura'ya doğru. Dalalım şu caddeden aşağı ve sahilinden* soluyalım Tiflis'i. Ahhh şu avlulu evler!.. Yıkık dökük de olsa bazıları, tıpkı  Paris'te Gece Yarısı filminde bir arabaya binmekle zaman tüneline dalan kahramanımız gibi geçmişe daldırıp günceli flulaştırarak; zaman izlerinde, adlarını gün içlerinde sokak tabelalarında okuduğumuz, hayatımızın değişik evrelerinde satırlarında yok olduğumuz yazarlar ve şairler dünyasına sokup, onların mekanlarında dolaştırıyorlar insanı. Puşkin Caddesinde onunla, Leo Tolstoy Caddesinde, gecenin en güzel saatinde, park etmiş o güzel minibüsün arka kısmına monte edilmiş masanın etrafında, bir yandan çeşit çeşit şarabın tadımını yaparken geçmişin ve günün tadı üzerine pek bilmiş cümleler kurduruyorlar. O, karanlığı bile güzel caddede, farklı yüzyıllara ait kırık dökük evlerin arasında bu anları yaşayan insanlar zevkten ölmez de ne yaparlar?


Hemen meydanın solundan el sallayan renk-ahenk binaların ve içlerindeki kalınası hostellerin toplu fotoğrafını çekip Kuru Köprü'den karşıya geçiyoruz. Huzuru ve yoğun yeşili ile cezbediyor park. Bir süre oturuyor, gördüğümüz ilginç noktalarına gidip fotoğraflıyor, güzergah kontrolü yapıyor ve tadını çıkara çıkara havanın ve yeşilin, yürüyoruz parkın içinden yukarı doğru. Her bir heykel "Hele bir dur yolcu, ve bak, bir de benden dinle hikayeyi," diyor. Ne kadar çok sanatçı için yapılmış heykel ve ne kadar yazar adı caddelerde diye düşünmeden edemiyor insan. Burası, yani Tiflis insanı şefkatle sarmalayan ılık bir şehir.


Parktan çıkıp yürümeye devam ederken bir hanımefendiye soruyoruz yolu, o da biz gibi yabancısı şehrin. İzleri bulup, mantık yürütüp, havayı koklayıp doğru yolu bulma gibi bir becerimiz de var bizim. Yoksa çok gezen gerçekten çok mu biliyor? Köprülerden geçerken alttaki yolları izlemeye bayılan ben için bu manzara kaçmaz. Şu benim  en bayıldığım mantar binam olmalı ve gördüğüm yolun nereden başladığını da biliyorum sanki. Hımmmm hemen köprünün çıkışındaki restorasyon bitince, sevimli dükkanları olacak caddenin.


Önümüzde bir park daha var. Yürüdüğümüz cadde ile kesişen caddenin köşesinden yukarı çıkmamız gerek. Hedefimiz bir dağın tepesi ve görünüşe göre epey yokuş yürüyeceğiz. Bir taksiye mi binsek acaba? Köşede bir taksi bekliyoruz. Allahtan dolu geçiyor bir kaçı. Kader duruma müdahil. Bir durum değerlendirmesi. İkimizin iç sesi de aynı şeyi söylüyor muhtemelen: "Ya bir şeyler kaçırırsak!.."  Ortak kararımız "Yürüyelim."


Bugün  karne günü Tbilisi'de. Ya da benim izlenimim böyle. Biraz sonra bir başka okulda, dışarıdan bakınca görülebilen sınıftaki öğrencilerin coşkusu, sınıftaki kıpırtı, bu kanıyı tesciller nitelikte... Parktaki eğlence de... Tam da içinde buluyoruz kendimizi. Müzikler coşkulu. Yüzler gülüyor. Anne babalar, kardeşler gururlu. Şu pembe eteğinin ucu görünen kız sahanın starı. Fotoğraf taleplerini geri çevirmiyor. Havalı. Yakışıyor mu bu hafif burnu büyüklük, yakışıyor. Donuk, ilginin farkında ve bunun tadını çıkarır, poz yorgunu, "istemem yan cebime koyun"cu edası ve bunu dışa vurumu muhteşem. Kesinlikle star ışığı var.


İçinde bulunduğumuz 9 Nisan Parkı önemli bir tarihsel dönemecin simgesi. 1989 yılında bağımsızlık için tavır koyan Gürcüler önemli ve geniş katılımlı bir miting yapıyorlar. Kanla sonuçlanan ama bağımsızlık yolunda önemli bir adım olan, sonuçta da bir süre sonra Sovyetlerden ayrılıp bağımsız bir ülkeye varmış olmalarının ilk adımı anısına ve muhtemelen eski adını değiştirip  koyuyorlar bu adı.


Kader güzel taşlar döşemeseydi yolumuza ve biz taksi seçeneğini kullansaydık; adını en önemli caddelerine verdikleri Shota Rustaveli'den, onun en kıymetli şiirlerinden birine illüstrasyonlar çizen Mihail Zichy'den, o illüstrasyonlardan birinin heykelinden haberimiz olmayacağı gibi Rustaveli Caddesinin göbeğine de düşmeyecek, Tiflis'de karne günü etkinliklerinde kendi çocuk heyecanlarımıza gidememiş olacak, tüm Tiflis sürecinin en tatlı ama en tatlı, ennnnnnnnnnn bayıldığımız mekanı ile karşılaşamayacaktık.


İllüstrasyonun hemen arkasında bir kilise, bize göre sağında da Sanat Müzesi var, üstelik müzede Italian Art in Georgia, adlı bir sergi. Bir tereddüt yaşıyoruz; sergiyi gezsek mi? İç sesimiz ortak, vakit yeter mi?  Genelde Tiflis'e gelenler demişler ve yazmışlar ki "üç gün fazla iki gün yeter."??!!  Müzeden vazgeçip yola devam ederek kilisenin ön tarafına ulaşıyoruz. Rustaveli Caddesi önümüzde uzayıp gidiyor.


"Elhamdülillah müslümanız," lakin diğer dinlerin ibadethanelerini de seviyoruz. Kilise hareketli, mumları aldığımız abla çok tatlı, güleryüzlü, örtünmek için gerekli örtüler renk ahenk. Hanımlar saçlarını kapatmalı. İstenense sessizlik. Huşu içindeyiz. Mumlarımızı dikiyor, dileklerimizi diliyor  ve kendi  dualarımızı ediyoruz.


Kilisenin, yolun öte yanında yer alan binadaki yansıması muhteşem, kaçmaz. Kaçırmıyorum. Caddenin genişliği neredeyse yüz metre var. Karşıdaki eylemci kalabalığı göze çarpıyor. Karşıya geçmeliyiz. Caddenin belli yerlerinde alt geçitler var ki bayılıyoruz her birine.  Henüz katil ve medeniyet yoksunu şoförlerle karşılaşmadık. Gördüklerimiz, yaya geçidine adım attığınızda duran cinsten. Belki de vize serbestisi ve Avrupa Birliği yolunda ilerleme kaydetmiş olmaları nedeni ile topyekun bir seferberlik hali hakim toplumda. Lakin bir medeniyet kokusu da alıyoruz.


Merdivenlerde gençler. Kurulmuş çadırlarda olası sağlık sorunlarına müdahil olacak görevliler. Bir yetişkin kalabalığı ve televizyon kameraları... Jimmy jib dahi var! Muhtemeldir ki bu gençler geceyi de burada geçiriyorlar ve çadırların bazıları nöbetleşe uyumaları için. Garip olan çevik kuvvet benzeri polislerin ve panzer benzeri savaş hali araçların ortalıkta görülmemesi. Bir kaç polis var etrafta ki benzerlerine başka alanlarda da rastladığımız türden; insanların güvenliği için var olanlardan. Bir başka şaşırtıcı nokta ise buranın eski parlamento binası olması.

Olayın içine dalıyoruz tabii ki. Konuşuyoruz insanlarla. İlk gün polislerin eyleminde tanık olduğumuz mevzu; mafya polis ilişkisi, iki 16 yaş civarı çocuk tarafından bıçaklanan aynı yaşta iki çocuk, buna duyarsız kalmayan her yaştan insan, her kesimin kendini ifade etmesine olanak tanıyan yöneticiler ve konuyu sıcak tutan medya.


Şimdilik Rustaveli Caddesini bir kenara bırakıyor ve bu okul ile parlamento binasının arasındaki sokaktan yukarı doğru vuruyoruz. Mahalle denen şey kıymetli ve o kıymetin içinden yürümek, onun sürprizlerine tanık olmak,  meyve ağaçlarını dokunmak, onun parkında oturup kendini oraya ait hissetmek şu dünyadaki en keyifli işlerden biri kuşkusuz.

Çıktığımız sokağa bayılıyoruz. İki yana ve yolun çıkışı yönünde park etmiş arabaların intizamı kaçınılmaz olarak bir kıyasa neden oluyor. Gıybet yapıyoruz; şimdi bizim ülkede olsaydı, bu arabaların en az yarısı yukarıdan girmiş ve öyle park etmiş olurdu demekten kendimizi alamıyoruz.


Sokağın üstüne varınca sağa kıvrılıyoruz. Sonra tuğlalı, biraz İngiliz havası olan evin önünde uzun süre kalıyoruz. Şimdi bir yön seçmemiz gerek. Bir zirveye doğru yol aldığımıza göre ve ara sokakları sevdiğimizden soldaki yokuştan yürümeye karar veriyoruz.  Tam bir öğle sıcağı, şahane bir  mahalle sessizliği. Henüz çocuklar okuldan dönmedi! Günün bonusuyla, en ama en çok istediğimiz, mutlak tercihimiz olan bir yerle birazdan karşılacağımızdansa henüz haberimiz yok.  Ahhhh bizim tadına doyulmaz çocuk sevinçlerimiz!.. Bir kaç adımımız varmış meğerse.


İşte... yaşasın... bu mudur aradığımız?.. budur!!! Çak. Burada, şu kaldırımın gölge yerinde, kaldırıma oturup, fırından yeni çıkmış, mahalle kokan haçapurimizin keyfini çıkarma hayali. Şu bakkaldan kaparız, buzz gibi iki de armutlu gazoz. Ekleriz haçapurimizin yanına. Çok sevinçliyiz.

Önünde uzun  bir süre kalıyoruz. Bir hayal anı. Sessizlik muhteşem. Sonra içeriye göz atıyoruz. Çok tatlı, ak saçlı, çok zarif bir hanımefendi bildiğimiz kuyu fırının iç kenarlarına pide formunda ekmekler yapıştırıyor. Ses etmeden onu izliyoruz. İçerisi olağanüstü sevimli. Günün sessizliği ile uyumlu muhteşem bir loşluk. Tıpkı, evet tıpkı anneannemin, ağaç merdivenden indiğimiz toprak tabanlı mutfağı gibi. Mahallemizin fırını yahu! Pazar günlerini fırın içinde, pide yaptırmakla geçirmiş, o zamanların tadını bilen bir çocuk için ne kıymetli bir an. Damaklarımız bizden heyecanlı, üstelik kahvaltı etmeden çıkmışız evden.


Sesleniyoruz içeriye. Zarifçe dönüyor hanımefendi. Güleryüzlü. Eğer bir hikayenin içindeysek şu an, bundan daha güzel bir kahramanı olamazdı. İngilizce bilmiyor, ama sanki aynı dili konuşan insanlar gibi iletişebiliyoruz. Güzel, kısa ama iz bırakıcı bir sohbet.

"Haçapuri istiyoruz, iki tane"

Haçapuri vakti geçmiş, ne yazık ki. Bunu öyle şefkatle, öyle halimizi ve coşkumuzu hisseder vaziyette, öyle tatlı gülümseyerek söylüyor ki, şu an düşünüyoruz da yiyememiş olmamız sanki o anı daha lezzetli kılıyor.

Vedalaşıyoruz bu tatlı kadınla. Yürürken bir plan kuruyoruz. Nasılsa bu şehre daha uzun kalmalı geleceğiz bir kez daha. O zaman, eğer yine rast gelemezsek haçapuriye, ekmeklerden sıcak sıcak alalım. Sonra bakkaldan bir kaç çeşit peynir, biraz şarküteri ürünü, tereyağı... Açalım ekmeklerin arasını, sürelim erisin diye tereyağını, sonra dilim dilim yerleştirelim peynir ve şarküteri ürünlerini, oturalım yine mahallenin parkında, etrafımızda çocuklar oynaşsın, anneler peşlerinde olsun, gülümseyelim onlara, bir güzel afiyetle yiyelim sandviçlerimizi.

Şu an o parktayız. Mahallenin parkında. Her parkta olduğu gibi ağaçlar heybetli ve kadim. Soluklanıyoruz. Az önce yolun kenarındaki kocaman dut ağacını yağmaladık. Parkın duvarının hemen kenarından daha da dikleşen yolu çıkmakta olan bir beyefendi ve hanımefendi gözümüze takılıyorlar, yabancı oldukları ve bizimle aynı yere gittikleri belli.

Son yokuşu çıkıyoruz. Bir bakkal. Bayılmalık. Ürün alacağımız yer cepte. Hele şu köşedeki ev. Yokuşun başıysa Finüküler. Odadan aldığımız kartlara para yükletmemiz gerek. Biz iniş çıkışlık yükletiyoruz. Biraz önce gördüğümüz çift yardım istiyorlar. Sonra finükülerle çıkarken dostluk kaynaşıyor. Bizden yaşça büyük iki sevimli insan: Hanımefendi çok zarif, sıcak, Beyefendi de aynı oranda tatlı ve esprili. İsrail vatandaşları. İlginç de bir nokta var; Beyefendinin annesi Tiflis doğumlu.


Yeşillikler arasında, gerimizde ve yükseldikçe daha kuşca baktığımız Tiflis görüntüleri eşliğinde, bir ara istasyonda durarak, bir kaç dakika süren keyfili bir yolculukla varıyoruz zirveye. Güzel ve eskinin izlerini taşıyan, görkemli bir alan. İki yanımızda iki farklı yeme içme mekanı var. Biz solumuzda kalanı tercih ediyoruz. Hımmmm yemekler ve pastalar göz alıcı. Manzara ise muhteşem. Tiflis'in her  noktasını görmek mümkün. Bir masa kapıyoruz; biraz kalabalığın dışında, görüş alanı geniş olanlardan bir tane. O ara İsrailli çift gülümseyerek geliyorlar ki onlar diğer taraftaki restoranı tercih ediyorlar. Bir delikanlı bizimle ilgilenen; tatlı bir çocuk. Belki de buraya okumaya gelmiş, başka bir coğrafyanın insanı. Menü zengin, bizse netiz.

"Bir haçapuri lütfen."

"İki şu pastadan."

"İki de Americano lütfen."


Bir pide şehrinden gelmiş insanlar için pek bir anlamı olmamalı dersiniz, haçapuriyi görünce. Bizim yumurtalı-peynirli pidenin, yuvarlak halinin ucu uzun  pide gibi burulmuşu. Peyniri bol ve içine bırakılmış koca bir parça tereyağı usul usul eriyor. Görüntü muhteşem. Koku da... Kenarları bizim pidelerden farklı; kıvrılmış kenarı bir karton inceliğinde ve kırılmış bir dalganın havada kalmış hali gibi tabanla teması yok. Bu muhteşem bir çıtırlığın müjdesi gibi. Çok davetkar bir havuz bu.



O halde başlasın ritüel!


Kenardan bir parça koparmaca. Ahh o çıtır ses!.. Sonra onu, kokusu missss tereyağına batırmaca. Sonra tabandaki şahane ve erimiş Gürcü peynirine ve kıvamında pişirilmiş yumurtaya dokunmaca. Ve gözleri kapatıp, tüm duyuların elbirliği, tertemiz havanın kokusu, içinde bulunduğumuz balkonun ve kafenin keyif veren hali ve muhteşem manzara eşliğinde zevkten bayılmaca.

Tüm pideyi bitirene kadar o tabanın fazlaca gevşeyip yumuşamamış olması şaştırtıcı ve önemli bir başarı. An itibari ile şu cümle dahi kaçınılmaz bir biçimde çıkıveriyor ağzımdan: "Haçapuri:1 Samsun Pidesi'nin bu formu:0"


Teras'tan biraz daha Tiflis çekip. Üzeri pudra şekerli, baymayan, lezzetli pastalarımızı yiyip, kahvelerimizin keyfini çıkardıktan sonra Mtatsminda Dağını ve Parkını solumak için merdivenleri adımlamaya başlıyoruz. Hareketli ve yüksek sesli müzik çekim alanına aldı bizi çoktan. Kontrol onda. Ve yine, yeniden, okul çocuklarının, öğretmenlerinin ve ebeveynlerin ennnnnnnn şenlikli hali ile karşılaşıyoruz. Pek eğlenceli ve mutlu bir alan. Biraz kalıp, çeşit çeşit kafelerle dolu, içinde alkolde satılabilen, bu güzel ve yemyeşil parkın tadını çıkarıyoruz. Yeşillikler arasına serpiştirilmiş lunapark, pek eğlenceli ve atraksiyonlu.


Şu ikisi, salonun bir köşesinde her baktığımızda gözümüzün içine bakıyorlar bizim. Uzaylı tüm görkemi ile önümüzde şu an. Bu, şehrin televizyon vericisi. Dönme dolapsa ne yazık ki bakımda. Kuş bakışı gördüğümüz Tiflis'i daha kuş bakışı görme fırsatını kaçırdık şimdilik. Ama park her santimetre karesi ile mutlu ediyor zaten insanı. Hamaklı ama o an kapalı bir açık hava kafesinde konuşlanıyoruz. Hamakların keyfini çıkaran biri var elbette içimizde. Ve bir Azerbaycanlı çift; sevimli minik kızları ile fotoğraflar çekip dibine vuruyorlar mutluluğun. Belkim bir başka seferde biz de burada piknik yaparız kim bilir? Belkim iki de soğuk bira kaparız şuradan.


Terk etmenin pek de kolay olmadığı bu alandan ayrılma vakti. Daha yapacak o kadar çok şeyimiz var ki. Aslında okuduğumuz yazılardan not aldığımız pek çok yeme içme yeri ve gezilecek alan da var aklımızda. Ama yüreğimizin götürdüğü yerlerdeki, önerilenlerin dışına taşan sürprizlere de bayılıyoruz elbette.

İniş, çıkışa oranla panoramik manzara açısından keyifli. Ama çıkışın yeniye ve bilinmeze doğru yolculuğuna da paha biçilmez elbet. Bu kez ara istasyonda inip bir iki fotoğraf çekip, kalkmadan finüküler, biniyorum yeniden. Aslında burada bir mezarlık ve kilise var. Kahramanlara ait. İstenirse hani, çıkarken ya da inerken. Bir uğranıp gezilebilir. Nasılsa sıklıkla inip çıkıyorlar ve gelenlerden biriyle devam edilebilir varış noktasına.


İnince dağdan, bu kez geldiğimiz yönden farklı bir yolu tercih ediyoruz. Önümüze çıkan bir kaç kiliseye bakıp, gördüğümüz Türk şirketlerinin, mesela Beko gibi, araçlarına ya da mağazalarına selam çakıp, esprili bir lezzetle ama şımarık bir vurguyla "Gurur duyduk," diye sesleniyorum her seferinde. Bu şehir şımartıyor mu insanı; kışkırtıyor ve özgürleştirip prangalardan mı kurtarıyor yoksa?


Yeşil sokaklardan inerek, istihbarat merkezlerinin önünden geçip, Rustaveli'ye ulaşıyoruz yeniden. Parlamento binasının önü yetişkinlerin de katılımıyla iyice kalabalıklaşmış bu arada. Sağa kıvrılıp Eski adı Lenin olan Özgürlük Meydanına doğru yürüyoruz. Şehir turu attıran üstü açık otobüslerin broşürlerini dağıtan çocuktan bir yol tarifi alıp karşıya geçiyor, vuruyoruz kendimizi Puşkin Caddesine. Turizm Danışma görünce uğramakta yarar var, di mi ama! Güleryüzlü ve tatlı bir genç kız, bir harita alıyoruz, bir iki şey sorup, biraz kitap inceleyip ayrılıyoruz. Haritanın üzerindeki fotoğraflardan biri dikkatimi çekiyor. Mimarisi epey hikaye anlatıyor bana. İyi kokular alıyorum. Fazlasıyla cezbetti ama nerede olduğunu henüz bilmiyoruz.


Caddelere bayım bayım bayılırım ki adıyla müsemma Puşkin hakikaten çekici. Geçtiğimiz alt geçide ve rastladığımız binalara bayılıyoruz. Hava muhteşem. Keyfimiz gıcır. Sanki meydandan sol yerine sağa dönsek meşhur sülfür banyolarına gidecekmişiz gibi bir his var içimde. Belki de yanılıyorumdur. Yüreğimizin götürdüğü yoldayız ve mutluyuz. Binalar, Rus klasiklerinin içine dahil etti çoktan. Öte yandan güncelin tam ortasındayız. Çok lezzetli bir yolculuk bu. Coşkunuz ve fena halde eğleniyoruz.


İçinde kavşakları olan bir alt geçitten, canlı ve kendine has dünyasının tadını çıkararak karşıya geçiyoruz. İçindeki fırından gelen pişmiş hamur kokuları da çağırmadı değil hani! Bu yeraltı dünyasından günışığına çıkınca bir kaç binanın fotoğrafını çekiyor, ara sokağa dalıyor, sonra o sokaktan geri çıkıyor ve sur benzeri bir duvarın kuytusundaki -ünlü-şarap mekanına selam çakıyor, yürürken görüp bayıldığımız bir başka mekana çöküveriyoruz. Girişindeki metal parçalardan yapılmış eser çağırdı bizi. Şövalyeyi kıramadık. Çok bayılıyoruz, Gallery Gate adlı bu mekana. Sonradan, anlıyoruz ki içeride bir sanat merkezi var ve binanın üstünde de bir hostel.

Çok tatlı bir genç kız geliyor. İngilizce güzel.

"Bir bira ve bir maden suyu lütfen."

"Hımmm âlâ!. Buzzzzzzz gibi bira."

 "Lezzetli yahu Gürcülerin biraları, kıvamlarına bayılıyorum, yoksa ben de mi bira içseydim."


Yeni olanları hafızada temizleyip ayrıştırınca anlıyor ki insan bulunduğumuz yer geçmişin soylularının ve burjuva yaşamın hakim olduğu bir bölge. Otele evrilmiş olsa da bazı binalar, geçmiş hallerini olduğu gibi korumuşlar. Bir kaç hoş ve insanı çağıran restoranın önünden geçip, eski kitaplar satan bir tezgahta takılıp, magnetlere göz atıp, şarap bölgelerine tur yapan bir ofisin camında bir süre kalıp; bayılacağımız ama finalinde içimize koca bir ukde bırakacak Kukla Tiyatrosuna doğru yürümeye devam ediyoruz.


Mavilerin hastasıyız! Bir hostel burası. Balkonunda bir akşam keyfi pek güzel olur kuşkusuz. Üstelik ben gibi, akan caddeleri izlemeye bayılan biriyseniz!.. Gençlik başımda duman an itibari ile.

Veee en heyecan verecek yere varmak üzereyiz; şu köşeden sokağa girdik mi işlem tamam. Üstelik tam da saatin uygun olduğu zamanda. Önünden geçtiğimiz bina bir sendika. İki emekçinin yana yana oturmuş heykelleri muhteşem. İfadeler eğlenceli. Saat kulesi görüş alanımıza girdi çoktan. Kafe çok davetkar. Dilimlenmiş karpuzları doldurduğu plastik bardaklara birer de çatal saplamış abla tebessümsüz ama tatlı. Uzaktan gelen piyanonun tınıları sanki yolumuza ekmek parçaları bırakıyor. Ağına düşüreceğinden pek emin. Hımmmm Gabriadze Cafe! Keyifli bir mekan. Çağırıyor.


Ağa düşüyoruz. Dar sokağın iki yanındaki masalarda ağırlıkla şarap içen insanlar. Piyano muhteşem. Ama piyanistimiz başka, bambaşka. Bütün sokağa çalıyor kendisi. Sokakta, sokak ama! Çok ama çok davetkar. Başka bir planınız olsa da kaçınılmaz bir karmaşa, direnen beyninizi alt etmek için elinden geleni yapıyor. Allahtan son günümüz değil. Hayalini kurduk bile!


Müzik eşliğinde sokağın sonuna gidip dönüyoruz. Bazıları restore edilen kutsal mekanlar zarif. Kuklalara az kaldı. Şahane bir görüş alanına, bir bahçenin duvarına oturuyoruz. Bir kaç dakika var ve usul usul yerleşiyorlar insanlar. Fotoğraf makineleri hazır, eller deklanşörlerde. Kameralar kayıtta. Sağımız solumuz sağdıçlarla doluyor bir anda. Kızlı erkekli ve hepsi de birbirinden şık. Bir kaç yerde daha karşılaşacağımız üzere gelin-damatla birlikte geziyorlar. Fotoğrafçının doğru mekan seçimi ve şık bir pozla konuşlandırdığı çiftin fotoğrafını ise kaçırmıyoruz.


Yaşasın saat başı geldi!.. Kuklalar sırayla çıkıyorlar. Çooooooooooooookkkkkkkkk güzeller ama! Bir melek çanı çalıyor. Bir hikaye anlatıyorlar kesin. Yaşamla alakalı olmalı. Hımmmm bunu düşünmeliyim. Yaşanan, bir kaç dakikalık bir an. Pek çok farklı ülkeden farklı insan ortak bir sevincin içindeler. Ne güzel! Çocuk duyguların yarattığı hava ne kadar da barışçıl bir lezzet saçıyor etrafa. Hele müzik... İçeri girmeye başlamadan önce kuklalar neden hüzünlendik ki, ya onların ifadelerindeki acı. Doğum ve ölüm müydü ki anlatılan? Kısa ve öz bir yaşam döngüsü müydü bu? Kesinlikle düşünmeliyim!

En sevdiğim kadın, beklerken kuklaları, gişeye gidip oradaki hanımefendi ile konuşmuştu az önce. Elimizde program kitapçığı var şu an. Bir de o an oluşturduğumuz planlarımız.


Tiflis kadınlarının şeklinden dolayı adını -şu bildiğimiz-  Always olarak değiştirdikleri, camların içine yerleştirilmiş led lambacıklarının kablosuz olmasıyla ilginç  Barış Köprüsünün ortasında durup, uzun uzun nehri seyredip, parka geçtikten sonra ilginç mimarisi ile dikkat çeken yeni kültür merkezine bir göz atıp teleferiğe geliyoruz.  Ambasador'un önünden geçerken, otelin Bentley'lerine bakıp ne  geyikler yapıyoruz aslında. Hemen bir kumarhane fantezisi geliştirtip, bir de hikaye yaratmaktan alıkoyamıyorum kendimi.


Gişelerden ulaşım kartlarımıza para yükletip, turnikeden geçerek konuşlanıyoruz teleferiğe. Bu kez yine salondan görüp günaydınlaştığımız Kartlis Deda'yla tanışacağız. İnerken ve çıkarkenki Tiflis manzaraları ise günün bir başka bonusu. Enteresan bir yerleşim aslında şehir; hangi yükseltisinden bakarsa baksın insan tüm bölgelerini görebiliyor. Bir kaleye çıkıyoruz şu an, Narikala Kalesine.


Hava sıcak, kalenin surlarında, bir yandan şehre bakıp, bir yandan sokak çalgıcılarının müziklerini dinleyip, sıra sıra büfelerden birinden su alıp Gürcü Ana'ya doğru yürüyoruz. Şehrin panoramik fotoğraflarını çekmek için çok elverişli bir alan burası. Yoldan biraz daha kalenin eteklerine indiğimizde oturduğumuz bank, küçük ve çok güzel, gölge bir seyir terası. Bir abi var ki fotoğraf makinelerine bayılmamak elde değil. Bu işi ya profesyonelce yapıyor ya da kendisinin en kıymetli hobilerinden biri bu. Onu ve eşinin sabrını izlemekse keyif veriyor.


Bir elinde kılıç var Kartlis Deda'nın ki o düşmana... ve bir elinde şarap var ki o da dosta. Aslında bir şarap şehri diyebiliriz Tiflis'e. Her yerde rastlanabildiği için neredeyse sudan daha çok görüyoruz kendisini. Fakat, yine üzüm türevi bir içki olan, bir tür brandy diyebileceğimiz, alkol oranı %45 ve üstü, şişeleri neredeyse koleksiyonluk Cacha'yı da anmadan geçersem tam şurada; fazlasıyla ayıp etmiş olurum.


Aslında geri dönerken ilk rastladığımız genç müzisyenleri dinleyip, kasalarına katkı yapmaktı fikrim. Beyoğlu'ndan sonra bir kez daha kadim abiler aklımı çelmeyi başarıyorlar. Olmaz ki ama, burada da, tıpkı Beyoğlundaki gibi, Corazan ile rast gelince bu garip, ve kendi yorumları daha caz olunca abilerin, önünde kalmamamız mümkün olamıyor.

Abilerin arkalarındaki alan şehrin Botanik Parkı, bir sandalye şeklindeki teleferikle - heyecan verici bir şekilde- vadiye inilebildiği gibi, yamaçtaki yollardan döne döne ve keyfini çıkararak doğanın, inmek de mümkün.


Kaleden mahalle içlerini gezerek inmekle teleferik arasında kalıyoruz bir süre. Sonrasında teleferik daha işimize geliyor nedense. Bir nedeni varmış ama! Kader yine ağlarını örmüş meğerse... İnerken aşağı şehri izlemek daha keyifli, odaklandığı yer farklı oluyor insanın kaçınılmaz olarak. Teleferik istasyonunu ve henüz açılmamış kültür merkezinin ilginç mimarisini buradan izlemek hoş. Fakat gözüm daha önemli bir noktaya konsantre oluyor. Turizm Danışmadan aldığımız haritaya baktığımda gördüğüm fotoğrafın iç ve dış bükey tasarımları ilgimi çekmişti, binalarını sevmiştim. Bayılmıştım o an, sadece tasavvur edebildiğim sokağa. Ve o,  şu an altımızda. Hani bıraksalar, içine düşeceğim. Öylesine takip ediyor gözlerim. Ahhhh benim çocuk sevinçlerim! Paylaştım çoktan ennnnnnnnnnnnnnnnn sevdiğim, ennnn bayıldığım, en en ennnnnnnnnnnnn şahane kadınla. Şimdi beraberce bayılıyoruz.


Akşam yemeği için aklımızdaki, tüm önerilmiş, şöhretli, first class restoranlar an itibari ile iptal. Geceye, yüreğimizin götürdüğü biçimde koşmak boynumuzun borcu artık.  Ağlarını bizim için ören kadere hiç karşı durmadık ki...

O halde... bakalım neler olacak?


Bambis Rigi ve Eski Tiflis'de Bir Bohem Akşam

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP