Müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2022 Pazartesi

Canım Ne İstediyse O

1.Kısım


Erken kalkıyorum. Bilgisayarın başındayım. Şehire inmek istiyorum ama bir yanım kararında net ve keskin olsa da diğer bir yanım tembel. Temel ve ortak istekleri ise bu Pazar sabahında geleneksel takılmak, dolayısıyla pide yemek. Kıymalı yumurtalı mı olsa, yoksa kapalı kavurmalı mı; hani şu Görele Pidesi denenden? Asıl arzumsa blog yazılarımın henüz fotokopilerini aldırmadığım kısmı. Önce Hakan'ı arasam, bugün açıklar mı diye sorsam diyorum. Saati erken buluyor, uyandırmayalım şimdi, diyor ince tarafım. Pide fikrim şimdilik tek netimiz. Bu arada dün akşam attığım, önemli bir projeye ait bir mektup var. Ancak e-posta servisinde bir sorun var ve mektubun ulaşmadığını düşünmekteyim dünden beri; çünkü bir yanıt gelmedi. Kıymetli biri ve endişe ediyorum, yanıt gelmeyince. Kötü zamanlardan geçiyoruz... O halde ilk olarak o mektubu bu kez başka adresine yeniden göndermeliyim. E-posta ise sürekli taslağa atıyor, sonuçta bilgisayarı kapatıp yeniden açıyorum. Biraz mektubun açıklama bölümünü düzenliyor, göndere basıyorum ki bu kez çifte kavrulmuş gidiyor. Sonra hazırlanıyorum; artık dışarıda olacağım net. Bu belli oldu.

Pideye uzağım an itibariyle. O zaman alışveriş yaptığım ama içinde hiç oturmadığım şu yeni açılan börekçiye. Hımmmmmm kıymalı kol börekleri kıyır kıyır. Taze çıkmışlar fırından.

"Bir porsiyon kol böreği ve su böreği karışık lütfen."

"Bir de çay!"


Çok hoş mekânın çok hoş bir masasında güne keyifli bir başlangıç. Şimdi istasyondayım. Maskeyi çiftliyorum çünkü bilindiği üzere bu yeni varyant nedeniyle kapalı alanlarda iki maske üst üste takıyorum.

Tren sakin, oturacak yer var. Yanıma kitap almadım, yanımda blogumun 6.cilti var. Bu diğerlerinden ince ve yeni yazıların bir kısmını buna ilave ettirme, artanlarını da 7.ciltin ilk sayfaları yapma fikrindeyim. Keyifli bir yolculuk. O ara Denizevleri İstasyonu'ndan bir hanımefendi ve iki aynı renk montlu minik kızı biniyorlar. Bir genç kız kalkıp yerini onlara veriyor. İki minik kız oturuyorlar, anneleri ayakta. O tatlı minikler yer veren kıza öyle tatlı teşekkür ediyorlar ki önce anneyi alkışlıyorum. Maskemin altında sıcacık bir gülümsemem var. İlginç bir andan geçiyorum bir süre sonra... Opera İstasyonu'nda durmuşken tren, Saathane Meydanı'ndaki düzenlemelere şöylesine bakınırken istemim dışı olarak gözüm Büyük Cami'ye takılıyor. O an bunun bir kaç saat sonraki bir anıma yönelik bir işaret olduğu aklımın ucundan bile geçmiyor, çünkü şu an tek bir planım var; o da Hakan'a gitmek, fotokopilerim çekilirken çay içip lak lak yapmak.

Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Kartımı okutup iademi yüklüyorum. Tam karşıya geçecekken bir teyze Samkart'a HES kodu yüklenecekmiş diyerek yardım istiyor, onu görevli ofise bizzat götürüyorum, teşekkür ediyor. Önünden geçerken kadim parkın bir fotoğrafını çeksem diyorum, sonra vazgeçiyorum. Aynı şekilde çok hoş ve çocukluktan beri bayıldığım, o zamanlar TEKEL Müdürlüğü'nün idari binası olan, şimdilerde Mc Donald's'ı da es geçiyorum. Ama eski sigara fabrikalarından şahane bir açık hava AVM'sine evrilen ve uluslararası ödüllü alanını boş geçmiyorum*


Bu binaların fabrika halini de çok iyi biliyorum çünkü ilkokuldayken sınıfın en güzel kızı Filiz'in babası Tekel müdürüydü ve karşıdaki boşluklardan geçip arkaya ulaşıldığında onların lojmanlarına varılıyordu. Filiz'le ilgili ilginç bir detay var aslında, küçük bir detay olsa da ilginç: Biz ilkokulu bitirdiğimiz yılın akabinde benim erkek kardeşim ilkokula başlıyordu; tabii ki annem beni okutan şahane kadına emanet etti onu da. Onun sınıftaki en yakın arkadaşları ise Filiz'in ikiz erkek kardeşleri oldu. Bir kaç yıl evvel, öğretmenimiz ölmeden önceki koca koca adamlar va kadınlar olarak yaptığımız son ziyaretimizde haberdar oldum ki Filiz artık İzmir'de kedileri ile birlikte yaşamaktaymış.


İşte ben tüm bunları düşünürken ve o geçişin fotoğraflarını çekerken hemen geçidin arkasındaki güvenlik görevlisi de beni izlemekteymiş. İşim bitip oraya yönelince ve şimdilerde kafeler ve oyun alanları olan lojmanlar mıntıkasına varınca; benim kim için fotoğraf çektiğimi soruyor. "Kendim için," diyorum. Sonra anlıyorum ki o bir kurum için sanıyor. Caddeye bakan iki tarafının biri şu an sağımdaki binanın öteki yüzüyle onun karşısındak binanın olduğu şirin caddeyi önce çeksem diyor, sonra vazgeçiyorum ve daha çok AVM fotoğraflı yazımın linkini eklerim yazıya diyorum sonra da Sanat Sokağı'ndan yukarı vuruyor, onu da aynı gerekçe ile fotoğrafsız geçiyorum.


Şimdi lise olan ilkokuluma selam çakıyor, Şehir Kulübü'nden sağa kıvrılmadan önce çok farklı yaşlarda çok anılarım olan caddenin başlangıç noktasından fotoğrafını çekiyorum. Önceki belediye başkanımız burayı trafiğe kapatmış ve Cadde AVM olarak düzenlemişti. Tüm binalar aynı cephe ile yeniden elden geçirilmiş, yol yayalar için düzenlenmiş, iki yanı da başta banklar olmak üzere şık sokak mobilyalarıyla süslenmişti. Üç dönemdir her kesimle ilişkileri sağlıklı ve sevilen başkanı istedikleri gibi yönlendiremedikleri için bir anlamda; kızağa çekip milletvekili yaptılar. Yeni gelen de hiç gereği yokken ve bir kaç esnafın çığırtkanlığına alet olarak ve çok az  katılımın olduğu gizli kapaklı refarandumla yeniden trafiğe açtı ama  işlerin sebebinin trafiğe kapalı olduğu için değil başta  bu AVM olmak üzere, yakın çevredeki ve diğer AVM'ler olduğu kısa sürede anlaşılmış oldu.

Çocukluğumun ikinci yarısı ve tıfıl gençliğim şu sol sırada o zaman tek olan apartmanda geçmişti ki caddenin epey uzaktaki çıkışına kadar, biri bizim karşımızda olmak üzere toplamda 7-8 apartman vardı ve diğerleri masal diyarlardan gelmiş, hepsi bahçeli, şu an caddenin bu kısmında ve tamamında tek kalan Burger King gibi Rum evleri ve varlıklı Türk'lerin eski konaklarıydı.


Hakan bugün açmamış, dolayısıyla ana plan iptal. Bir karar veremiyorum. Önce eve dönmek geliyor aklıma sonra caddeyi yürümek. Bir kaç metre sonra oturduğumuz apartmanın önünden geçerken kapının açık olduğunu görüyorum. Bir an o alanın bizim için öneminden söz ettiğim yazım aklıma geliyor ve fotoğrafını çekip yazıya koymak geçiyor aklımdan. Anında vazgeçiriyor tembel tenekem beni. Eve dönme fikrimden gittikçe uzaklaşıyorum. Caddenin tadıyla birlikte anıların dibine vuruyorum ve son anda şahane bir şey yapıyorum: Çünkü tıfıl devrimci için muhteşem bir an yaşandı orada.


80 yılına daha var, M.C. hükümeti ortağı, üç hilâlli partinin genel başkanı şehrimize geliyor. Yeni havaalanımızın henüz hayali bile yok. Eski havaalanına inecek uçağı, onun konvoyu yukarı mahallelerden geçerek Bahçelievler Mahallesi'ne ulaşacak, 56'lar üzerinden devamla da bizim caddeye, trafik o yıllarda çift yönlü olduğu için,  tam da bu noktadan girecek. Bu haber gelirgelmez okul boşalıyor. Bütün fraksiyonlar kendi kitlelerini örgütlüyor. Artık caddenin girişindeyiz. Konvoy gözüküyor ve herkes yüzüstü yere yapışıyor.  Ya polis dalacak ve bizi asfalttan kazıyacak ya da bizi ezip geçecekler. Yalnız ortalıkta tüm o kitleyi kaldırabilecek polis yok. Onlar konvoyla geliyorlar ki muhtemelen bu tarz bir eylem olabileceği düşünülmemiş. En önde içinde olduğu otobüs olmak üzere duruyorlar. Bir kaç polis sözle ikaz ediyor, el atıyor, sürüklüyor ama tık yok bizde. Metrelerce insanız. Artık insafa mı geliniyor, saygı mı duyuluyor bilmiyorum. Konvoy konuşma yapacağı  Cumhuriyet Meydanı'na gitmek için sağa kıvrılıyor ve devam ediyorlar.

Bu fotoğrafı çektikten sonra fikrim geliyor. Geçenlerde İstanbul Börekçisi'nin izin sürdüğüm gün yine buralardayken yapmadığım bir eylemi şimdi kesin hayata geçirmeliyim! Lisemizin önündeyim. Onun fotoğrafını Sevgili Okul Arkadaşım için çekmeliyim demiştim o gün de, ama çekmemiştim; çünkü çok araç vardı içeride. Bu kez sakin, ben de çekiyorum. Hayatımın en güzel yıllarını bu okulda yaşadım, en güzel arkadaşlarım bu okul sayesinde. Enn tıfıl ve kıymetli aşklarım da...




Bir fotoğraf daha çekmem lazım, bunda tereddütüm var ama kapının karşısındaki binanın o zaman inşaat olduğunu biliyorum; çünkü şehrin -çakma- bombalı ilk pankartını asmıştık ona. Onun solundaki binanın o zaman var olduğundan çok emin değilim ama şu bina vardı; ondan eminim çünkü yengemin abisi ve eşi o binada oturuyorlardı ve çok kere gitmiştik. Eğer yanlış binaysa Sevgili Okul Arkadaşım, düzeltir nasılsa diye düşünüyorum. Çekince o fotoğrafı yine kararsızca yürümeye başlıyorum. Önce Kılıçdede'den trene atlayıp eve dönmeyi düşünüyorum ama içimdeki öteki benin buna itirazi var, oysa ben şu an durağa doğru yürüyorum. Sonra bundan vazgeçiyorum ve ara sokaklardan bir önceki noktama dönüyorum. O an bir şimşek çakıyor bende. Hava çok güzel, muhtemelen Müze'nin Kafeteryası'nın bahçesinde masalar vardır bugün, diye aklımdan geçirirken heyecanım fena diriliyor. Dönüyorum o yöne. Bingo! Açık ki en önemli kitap okuma noktalarımdan biridir benim. Yaz akşamları hiç üşenmeden trene atlayıp geldiğim kitap okuma bahçem...


Kendimi eminim ki çok şımartacağım bundan sonrasında; çünkü ruhum kanatlanmış durumda.

"Bir kapuçino lütfen"

Müze binasına bakan en uç masaya oturuyorum. İki binanın arasında eski ve kocaman büyütülmüş bir fotoğraf var. Caddeyi hemen tanıyorum. Tümüyle eski binalar ama resimde tamamı gözükmeyen bir bina var ki o beni yakın zamanda yazdığım bir yazıdaki anlardan birine sürüklüyor. Kahvemi o resmin içinde dakikalarca dolaşırken bitiriyorum. Belli ki bugün beni bu güzel havalar mahvedecek. Kalkıp mutfağın olduğu kapalı bölüme yürüyorum.

"Bir kapuçino daha lütfen."



2.Kısım- Hayalim Kırıldı Ama Canım Pek Takmadı


*Daha Fazla Bulvar AVM fotoğrafı ve bilgi için buradan lütfen.

*Sanat Sokağı içinse buradan lütfen.


5 Ekim 2018 Cuma

Rustavelli Avenue, Cafe Linville ve Bir Derin Ukde

 Öncesi

"Bugün, dün bir anda biraz da esprisine kurduğumuz sonra da benimsediğimiz iki aşamalı planımızı gerçeğe dönüştürme günü. İçimiz kıpır kıpır. Önce Marjanishvili'den metroya binip Rustaveli Avenue'nun başlangıç noktasındaki Rustaveli Durağına gideceğiz. İkisi, belki de daha üst segmentte ve daha popüler, daha çok övülen ve önerilen, biri ise  yaşamla bağı daha kuvvetli olanların hemen ve sıcak bir ilişki kurabilecekleri duygusu yaratan, daha sakin, daha romantik, daha baş başa bir gün ve tadına doyulmaz bir öğleden sonra vadeden, bunu hissettiren üç kıymetli restorandan birinde bir öğle yemeği eşliğinde şarap içmek; diğeri ise Gabriadze Theatre'da akşam seansında bir oyun izleyip, belki Cafe Gabriadze'de, belki de onun bir kaç  adım ötesindeki piyanonun yanı başı bir mekanda akşam yemeğini bir  parodi tadına getirip, belki de bir kaç farklı noktada -kadeh- şaraplar eşliğinde "gurmece" takılıp, oyun ve tadılan şaraplar üzerine "entelce" konuşmak. 

Ve bu iki sürecin önü, arası ve arkasını da seçilen bir müze ve günün sunacakları ile doldurmak.

Gözüme kestirdiğim ise Konstantin Simanov'un en beğendiğim romanlar kategorisindeki yeri daim, iki ana karakterin yanı sıra farklı insan hikayeleri ile muhteşem savaş tasvirleri yaptığı, okuyana o anları gerçekmişçesine yaşattığı savaş destanı Yaşayanlar ve Ölüler'den ilhamla Stalingrad" 




2 Haziran Cumartesi


Erken uyanıyorum, Mtatsminda Dağının, Uzaylının ve dönme dolabın üzerindeki bulutlar, henüz görünmeyen güneş, geceden kalan serin, günün rengi konusunda uyarı veriyorlar... avlumuz ve daireler henüz uykuda... salondaki kanepeye uzanıp yeni tanıdığım yazarın fena halde akıcı, bir film görselliği ile aklıma nakşettiği kitabını elime alıyorum, muhteşem dünün tadı damağımda, bugünse bir mutlu yürek çarpıntısı, şahane bir heyecan. Yüreğime ve bedenime geceden sinmiş sıcaklığa ise bayılıyorum. Muzır bir gülümseme göz kırpıyor nedense.

Avluya bakarak kahvelerimizi bitiriyoruz.

Yağmurluklar sırt çantasına atılıyor ve henüz sabah mahmurluğundaki avlumuzdan usulca Davit Aghmashenebeli'ye çıkıyoruz. Gecenin yorgunluğundan çıkamamış mekanların önünden yürürken vitrinindeki sıcaklıkla çağıran, beni çoktan ele geçirmiş, mahallemizin küçük çörekçi- börekçi-  pastacısına dalıyoruz. Her şey 1-1,5 Lari civarında. Yemek planı olmasa dükkanı kaldırmamak elde değil. Haçapurinin peyniri hamuruna yedirilmiş türünün  benzeri bir ürün alıyorum. Ne güzel gülen bir satıcı; yine genç bir kadın. Ağaçlıklarla güzelleşmiş caddemizin orta çağdaki halleri korunarak yenilenmiş, pastele yakın renkleri doğru seçilmiş, önlerindeki sıra sıra ağaçlarla uyumlu binalarının arasında, elimdekinin tadını çıkara çıkara İstasyona doğru yürüyoruz.

Marjanishvili'ye yaklaşıyoruz ki bize doğru şakacı bir çocuk afacanlığıyla  hamle yapan Beyefendiyi görüyorum. En Sevdiğim Kadın fark etmedi. Hamle de ona doğru zaten; İsrailli dostlarımız... Kısa bir sohbet, bir kaç espri, gülen yüzler ve farklı yönlere doğru yeniden hareket. Hâlâ gülüyoruz. Tatlı Adam. Zarif, her daim sıcak ifadesi bizimki işte! diyen, şefkatli gülüşün sahibi Bilge Kadın. İlginç ve sevimli bir uyum, seviyoruz kendilerini. Güneş meydanı parlatıyor. İstasyonun içinde olduğu bina zaten şahane


Metroyu çok merak ediyordum. Yılların ötesinden ne hikayeler anlatacaktı bana? Sovyet izleri arıyordum. Aslında tanesi 2 Lari olan toplu taşım kartlarımızı aldığımız gün, yürüyen merdivenin dişlileri ve halatları bazı ip uçları veriyordu.

Yürüyen merdivenlerin başındaki abla; mimiksiz yüzündeki sert hava, hacimli bedeni, çalı süpürgesi siyah saçları, net ve kısa konuşmasındaki sertlik ile hikayenin muhteşem  figürü. Sovyetler Birliğinin 4. projesi olan Tiflis Metro'sunun yürüyen merdivenlerinin dikliği ve ucunun görünmezliği meçhule giden yolcu tadı veriyor. Belki de soğuk savaş döneminin nükleer tehdididir bu derinliğin sebebi, kim bilir? Sanki iş kaybı olmasın diye planlanmış makine düzeni bir mantığın vardiya değişimlerindeki senkronizasyonu sağlaması için düşünüldüğü hissi veren bir hızla iniyor ve çıkıyor merdivenler. Alışkın olmayan için ve dikliği göz önüne alınca -en azından alışana kadar- tutunmadan ayakta durmak zor. Sıkı durun! Ama dipten gelen ve  boyut değiştiriyormuşuz duygusu veren nemli serinlik heyecan verici. Metronun her yerine sinmiş Sovyet izlerineyse bayılıyorum.


Birinci gelen bizim hattımız değil. Acelesi varmış bir hızla gelip, yine aceleyle kalkması arasındaki kapıların açılıp kapanma süresine dikkat! Bir anda boşalan durağın ardından gelense bizimki, aman kuyruğu kaptırmayalım! 0,5 Lari ücret ve aynı parayla 1,5 saat içinde istediğiniz kadar binebiliyorsunuz toplu taşım araçlarına.

Yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuğun ardından vardığımız Rustaveli İstasyonunun aynı diklikteki merdivenlerini çıktıktan sonra bir banka oturup çevre tayini yapıyoruz; sakin, serin, güneşsiz ama güzel bir Cumartesi. Bulunduğumuz yer Rustaveli Caddesinin Özgürlük Meydanı yönündeki başlangıç noktası. Bizim bölgemizde konaklayan biri için muhteşem bir şey bu: Şehrin en önemli noktalarını gezen bir ring yapıp eve ulaşmak mümkün. Üstelik kolaylıkla çözülebilen bir şehir yürüyerek gezince Tiflis. Oturduğumuz yerden gördüğümüz pek çok uzak- yakın yeri kolaylıkla anlamlandırabiliyoruz. Bugün itibari ile yolda çevirip biri adres sorsa kolaylıkla tarif edebiliriz.


Bugünle geçmişin kaynaştığı, bugünün geçmişi rahatsız etmediği bu uyumlu caddenin daha önce görmediğimiz bölümündeyiz şimdi. Muhteşem binaları var. Önünde güzel bir havuzu ve fıskiyeleri olan Shota Rustaveli heykeli ve onun tam karşısındaki bina ve onun karşısındaki, bir an eski Alman şehirlerini çağırıyor ki daha sonra tanık olduğumuz ve gördüğümüz pek çok şey, bu ülkenin sanki bir batı ülkesi, ya da ona yakın olduğu hissini veriyor. 

Günün matlığına şahane bir parlaklık sağlayan usulcacık yağmurun altında, kâh küçük şarap, kâh sevimli kahve dükkanlarına, ilginç hostellere, şık giyim mağazalarına bakarak yürüyoruz.

 "Hımmmmm şurası İnstagramdaki Fabrika fotoğrafıma mesaj yazan mekan."

Bir şarap dükkanı, anladığımız kadarıyla iki genç kadının işlettiği. Hani gün için dün ani bir tetiklenmeyle bazı planlar oluşturmamış olsaydık, bugünün tamamını kesinlikle bu cadde üzerinde geçirebilirdik.

1839 Petersburg doğumlu mimar Victor Schröter tarafından projelendirilip 1851 yılında açılan Georgian National Opera Theater'ın binası muhteşem; bir ampul yakıp, bir hevesi harekete geçirip bir hevese eklemliyor hemen kendisini. Yine görkemli bir barok mimarinin üzerinde asılı renkli  afiş dikkatimizi çekiyor uzaktan. 1887'de hayata geçirilmiş Rustaveli Theatre burası. Tam karşısındaki kaldırımdayız ve uzun süre kalıyoruz orada. Yolun kenarındaki banklar, caddenin genel havası ile ne kadar da uyumlu. Görkemli, akustiği muhteşem bir salondaki Rock Festivali, hayal kurduruyor elbette.


Cadde üzerindeki pek çok bina içimdeki çocuğu sürekli didikliyor. Ben ki akan caddeleri, özellikle ortalık çekildikten sonra balkonda oturup izlemeye bayılan bir çocuğum hâlâ, o zaman bu muhteşem, uzun ve düz caddeyi geçmişin izleri sinmiş binalarının birinin balkonundan izlemeliyim kesinlikle. Festivalin tarihi üzerinden bir hayal şekillendiriyoruz keyifle. Bu kez Rustaveli üzerinde bir yerde kalmalıyız sanki. Bu caddede bir günü her anlamda dolu dolu yaşamak için her şey var çünkü.


Eylem alanında bu kez aileler var,  üç gündür eylemin tüm unsurları hem yazılı basında hem de televizyonlarda. Oysaki daha ilk gün, polisleri protesto eden yürüyüş sırasında yılanların başı ezilmeliydi! Üç gündür söz hakkı tanımak, üstelik sürekli alanda doktor bulundurmak, televizyonların ve yazılı basının sürekli takibine izin vermek, dinlenmek için kurulmuş çadırlara göz yummak da neyin nesi ki?!

Bu arada yağmur hızını artırıyor, yağmurluklar görev başına. Hızlı adımlarla alt geçide varıp karşıya geçiyoruz. Sevimli bir yağmur aslında, arada bir gaza bassa da genellikle yağmurun tadını çıkar dostum hızında.  Müze için güzel bir saat ve güzel bir hava. Kişi başı 7 Lariyi kredi kartı ile ödeyip, kafesinden iki de su kapıp dalıyoruz tarihin derinliklerine. O coğrafyada yaşamış tüm medeniyetlerden izler var, güzel düzenlenmiş bu müzede. Hititler ile burada da karşılaşmak heyecan verici.


İlk katta kafa tasları ve hayvan fosilleri ile dolu bir bölüm var. Kafatasçı insanlar olmasak da tarihsel süreçler için izler bırakan alan, bir çok taşı yerli yerine oturtmamıza da olanak sağlıyor. Eğer müzelere ve insanlık gelişimine meraklı biriyseniz epey zamanınızı alabilir Gürcistan Ulusal Müzesi. Sevimli kafesi ve özellikle dış alanı, arasında kaldığı binalar ile birlikte huzur ve sakinlik vadediyor. Şu hayattaki en keyifli kahvelerimizden birini içiyoruz; havanın rengi, ıslaklık ve tarihle yoğrulmuş bu romansal avluda. Yine karşılaşıyoruz İsrailli Çiftle. Müzenin Satış Mağazasında yine yapıyor muzipliğini Abi.

Üst katlardan birinde, bir büyük taş dikkatimizi çekiyor, bir tür tuvalet taşı olabileceği üzerine yoğunlaşıyoruz. Muhtemel ki benzer sahne ile çok kere karşılaşmış, az önce bir sandalyede oturmakta olan zarif hanımefendi bitiveriyor ensemizde. Anlıyoruz ki bir "set üstü ocak" bu. Daha küçüğü ise alt parçası ile yekpare bir biçimde camekanın içinde. Tam anlamı ile bir "piknik tüp" bu da! Tombul gövdesinin alt kısmındaki delikleri ile birlikte tıpkı basım sanki. Tek fark bunun yekpare ve topraktan olması. Gülümsetiyor bizi. Her katta bilgi vermeye hazır, anında omuz dibinizde biten görevli insanların olması ne hoş.


Kıyafetler, takılar, dokumalar olan bölümlerden nispeten hızlı geçiyoruz. Bazı tablolar kesinlikle fren yaptırıp önlerinde bırakarak, uzun uzun düşündürtmeyi ve küçük ip uçları bulup, onları hikayenin bütününe ekleyerek bu küçük ülkeye sempatimizi artırmayı başarıyorlar. Bir çok müze ile ki bizim ülkedekileri de dahil kıyasladığında insan, küçümsemek gibi bir eyleme maruz kalabiliyor; ama burası bağımsızlığını yeni kazanmış bir ülke, yoğun bir biçimlendirmenin etkisinde kaldığı dönemden hızla sıyrılmaya çalışılırken kendi olmayı da istiyor ve bunu başarma yolunda hızlı adımlar attığını hissettiriyor insana.


Ve sanki tüm katlardan bağımsızcasına düzenlenmiş, siyah, kırmızı ve yeşilin hakim olduğu, geçmişten bugüne verilen bağımsızlık mücadelesinin sergilendiği, yoğun Sovyet egemenliğinin izleri ve ülkeyi biçimlendirme baskısının hissedildiği, tüm o süreçlerin insan aklına çok güzel özetlenip nakşedildiği kata geliyoruz. Girişte, hemen soldaki kırmızı ışığın ve karanlığın hakim olduğu bölümdeki ahşap yük vagonunu görünce, bir cızzzz sesi geliyor kalbinizden.  Koca bir treni canlandırmamak mümkün olamıyor. Stalin tümüyle var bu salonda. Çalışma masası kaçmaz. Ama Gürcüler, bu müzeyi düzenleyenler öyle arafta bırakmışlar ki; simgelerle ve ona ait olanlarla Stalin'i. Gürcü olduğu için onunla gurur mu duyuyorlar yoksa yeriyorlar mı... kızgınlar mı yoksa? Yanıtı, size sordukları sorularla birlikte tarihe bırakmış gibiler. Duygularının aslını anlamak açısından meraklı bir ikilemin tam ortasındayız şimdi.


Şu an ülke genelinde fark edilen şeylerden biri de Almanya'nın bu ülkeye en çok destek veren ülke olduğu hissi. Bir tür hamilik yaptığı. Bunun derinliklerini ve tarihsel sürecini de bu müzede görmek mümkün. Özellikle Alman  Sosyal Demokratlarının geçmişten beri bağımsızlık mücadelesine verdiği desteğinin izleri, bağımsızlık önderlerini sahiplenişi, sürgünlere ya da kaçanlara kucak açışı bu müzede açık seçik gözler önüne seriliyor.

Çocukluktan beri meteoroloji ile komşu olmanın kazandırdıklarının faydalarını burada da yaşıyoruz. Bunun çok kere altını çiziyorum yaşam boyu elbette, havamı da atıyorum. Bulutlara bakıp, havanın renklerini koklayarak 30 dakikalık kesin tahminler yapabiliyorum. Dışarı çıktığımızda kısa süreli ve daha hızlı bir yağmurla karşılaşacağımızın bilincindeyiz. Oysaki avluda kahvelerimizi içerken bir damla bile yağmıyordu. Çıkmasak mı? diye düşünüyoruz ama kısa süreli olacağını da biliyoruz, o halde gerektiğinde saçak altlarından yürüyerek tadını çıkaralım yağmurun.

Puşkin'e kıvrıldığımızda yağmur bitiyor. Eksik bıraktığımız bir şey var mı? diyen gözlerle yürüyoruz Puşkin'den Gabriadze'ye doğru. Bir an öncenin sessiz telaşındayız artık. Ya bilet kalmazsa aceleciliğinin hakim olduğu adımlarla yürüyoruz. Heyecanımız adımlarımızdan hızlı. O çoktan gişenin önünde sanki. 

Sokağa giriyoruz. Sendika binasının önündeki bankta birlikte oturan biri işçi biri memur iki emekçi heykeline selam çakıyoruz. Kesinlikle çok sevimliler. Ohhh! Gişenin önünde kimse yok. Kapalı mı yoksa? Bir kaygı. Planların bozulacağı korkusu. Güne dair heveslerin şahane heyecanı...  güne iştah. Çocuk sevinçler... ve kaygılar elbette. Karşıtlıkları ile iç içe bir sürü soru ve geçişleri ile birlikte muhteşem bir duygu yoğunluğu. Hahh, işte dün tatlı tatlı sohbet ettiğimiz abla. Onu kuleyle uyumlu küçük ofisinde görmek lazım kesinlikle; bir masal odada bir masal abla. Elinde kahve fincanı ile ofise doğru geliyor. Stalingrad bugün gösterimde değil. Olsun!

 "Merhaba."

"İki bilet almak istiyoruz."


Düşünebilmeliydik aslında! Derin bir hayıflanma. Mutsuz değiliz ama. İki çocuğun hevesinin, heyecanının, bir an önce telaşlarının, hayallerinin yıkılışı anındaki hislerinin başını okşayan yetişkin iki kişiyiz biz şimdi. Paha biçilmez bir ruh hali, aynı bedenlerde iki çocuk ve durumu olgunlukla karşılayan iki yetişkin. Gülümsüyoruz. Evet, biletlerin kalmamış olacağını düşünmeliydik. Bir oyun izleriz diye düşünmemiştik demek ki buraya gelirken. Belki de bu şehrin bizi bu kadar içine alacağını hesap etmemiştik. Oysa ki etmeliydik. Bir kültür şehri gerçeğini kabul eden gözlerle baksaydık, en az bir haftalık biletlerin satılmış olabileceğini öngörür ve çok önceden internet sitelerinden alırdık biletlerimizi... kesinlikle alırdık, almalıydık. Alın!


Enfes bir hava. Sanki kış renginde bir sonbahar, lakin biliyoruz ki ilk yaz. Bir sebebi olmalı! Bir durum değerlendirmesi yapıp vuruyoruz kendimizi çatıdaki eski tip televizyon antenlerine bayıldığım iki eski evin arasından eski izleri taşıyan sokağa. Üç restorandan Pur Pur ve Barberestan'ı eliyoruz; sanki bu güzel, romansı havayı, bu güzel günü renklendireceklermiş gibi hissetmiyoruz. Ona doğru... aslında en çok merak ettiğimize doğru... bugünün hikayesinin ana karakterlerinden birisi olacağı hissini verene doğru ara sokakların tadını çıkara çıkara, başka bölgelerde gördüğümüz, neredeyse birbirinin aynı noktalara, üç yol ağızlarına kurulmuş İngiliz evlerini çağrıştıran tuğla binalara hayran kalarak, gördüğümüz her sokağa, eskide kalmışlığa, küçük küçük bakkallara, kafelere, antikacılara  ve sakinliğe bayılarak yürüyoruz.

Sonunda bir caddeye ulaşıyor, biraz yürüdükten sonra bir başkasına sapıyoruz. O burada, hemen sokağın başında olmalı. Neden bulamıyoruz o halde? Numara mı yanlış? Ya da değişti mi acaba?

Sokağın neredeyse sonundan geri dönüyoruz. Sokakla caddenin kesiştiği noktada bir içki dükkanı var. Eğer çift numaralar bu tarafsa burası olmalı, ki öyle. O ara, üzeri renkli ve desen boyanmış kapı dikkatimizi çekiyor. Süper. Huzurlarımızda Cafe Linville. Kapıdan girip eski merdivenlerini çıkmaya başlıyoruz. Küçük avludaki ağaçlar, çiçekler sevimli bir cangıl. Çıktığımız verandadaki eskilik şahane. Mutfak, lavabo, müdüriyet gibi kapıların önünden geçip salonların ana kapısının önünde kalıyoruz. Üstelik mavi yahu. Bir genç kız karşılıyor bizi. İçeride gelin- damat ve bir Gürcistan klasiği olarak kızlı erkekli sağdıçlar var. Şıklık yine doruklarda. Muhtemel ki saatlik kiraya veriliyor çekim için. Bir süre sonra müdüre hanım, biraz da serzenişle ve kesinlik içeren bir ifade ile uyarıyor içeriyi. Biz içeri geçip, beğendiğimiz bölümde, pencerenin önündeki masaya oturuyoruz. Günün en güzel saatleri.  Mekan bayılmalık. Hemen sağ yanımdaki duvara gömülü, ısısını duvar içlerinden özel bir sistemle odalara gönderen şömine ihtişamlı. Bir eski evden evrilmiş, geçmişin salonlarına ışınlandığımız şahane bir mekan burası. İçeriğinden bağımsız olarak, gördüğümüz en güzel menülerden biri geliyor. Yine İngilizce konuşabilen tatlı bir genç kız. 

Mutluyuz!


Film Tadında Bir Öğle Yemeği ve Bir Bonus Olarak Betlemi Street

6 Mart 2018 Salı

Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü

Öncesi

Senfoni

Yağmur öyle güzel bir kıvamdaki... boş tramvayla beraber tadını çıkarıyoruz ıslanmanın. Gecenin yalnızlığına yaslanmış Antalya'yı, caddelerden geçen bir kaç arabayı, eskinin güzelliğini muhteşem hikâyelere işleyerek zarif dillerle anlatan apartmanların pencerelerinden taşan mutluluklarla katmerleyerek; alabildiğine tadını çıkarıyoruz Akdeniz'in. Gecenin müziğine ritim katan tıkırtılarıyla eski zamanları yad edip, yan camdan  salına salına inen izlerinde kayboluyoruz yağmurun.




26 Kasım 2017, sabah 

İçgüdülerim mi kuvvetli yoksa ilahi güç mü şu hayata verdiğimiz emeklerin hak edişlerini ödüyor bilmiyorum. Ama her seferinde kompakt bir uyumun rast gelişini başka nasıl açıklayabilirim ki... Gün içlerinde yaşanmış mutluluk anlarını tamamlasın, yeni güne mutlulukla yollasın diye mi hep renkleri sakin, mobilyaları uyumlu, karyolaları romantik sevimli odalara... her biri "Evet, biz sizin bu kezki masalınız için buradayız," diyen otellere rast geliyoruz?* Odadan her çıktığımızda, mevsim yağmurları içeri girmesin diye cephesi şu an şeffaf brandalarla kapatılmış kat koridorumuzdan  avlunun ve havuzun mevsimi geldiğindeki halini görüyoruz. Hiç göze sokulmaksızın, her yere zarifçe yerleştirilmiş kadim objelere bayılıyoruz.


Daha basamaklara ilk adımı atmadan karşılıyor melodik çıtırtı ve odunun muhteşem kokusu... İndikçe merdivenleri, o şefkatli sıcağı şöminenin, sarıp sarmalıyor ruhumuzu. Masa mükellef, hatta bazılarını tüketemeyeceğimizden... daha dokunmadan azalttırıyoruz. Omletimiz âlâ. Müzik uyarıcı. Portakal sularımız az önce sıkılıp da geliyor. Kahve kabulümüz. Akşama görüşürüz.


Şu tarihi hamam yaratıcı insan aklıyla ne de sevimli bir hale getirilmiş. Kaleiçindeki bu hamamın ince bir dokunuşla elde ettiği görüntü, çeşit çeşit masalı ve kahramanlarını akla getiriyor kesinlikle. Sevimli bir işçilik, takdire şayan.

Tchibo'ya uğramalıyız; gerçi yanlış yorumlamamızdan kaynaklı bir şikayetmiş bizimkisi, aydınlanıyoruz. Bense aradığımı deniyorum ama denediklerimin üzerimdeki hallerini sevemiyorum. O halde kahve. Hava sabah serinliğinde ama berrak. Yağmur parlak bir gün sunuyor. Dışarıdaki masalarsa çağırıyor.

"İki Amerikano, karton bardakta olsun lütfen."

"Bir dilim de ballı cevizli kek lütfen" 

Hımmm... lezzetli... kendisini medovik sanıyor olabilir mi? Gerçek bir medovik asla olamaz, hatta bizim PastaHane'nin sahibesi Türkan'ın elinden çıkanların yanına bile yanaşamaz, lakin bu da tatlı yahu! Karamelimsi bal-ceviz tadı iyi geliyor sabaha. Kadim bir Rus lokantasında yemek sonrası yenilecek olan medovikin keyfi nasıldır acaba?

Bir süre daha hayal kurmalıyım!


Kahvelerimizle atlıyoruz tramvaya.  Üç Kapılar hatırası olmadan asla. Şahane bir pazar gezintisi bu. Dün akşam gidip gece döndüğümüz yolun gündüzü de çok eğlenceli. İstikamet son durak, dolayısıyla Antalya Müzesi. Önce Konyaaltına ve Beydağlarına bir selam çakalım ama. Şimdi karşıya geçip müzeye girebiliriz. Karton "fincanlarımız" geri dönüşüm kutusuna.


Çapkın delikanlı, düğmeleri orta yerine kadar çözülmüş, sportmen vücuduna yapışık kocaman yakalı beyaz gömleği, siyah İspanyol paça pantolonu, belindeki kocaman tokalı geniş kemeriyle esmer coğrafyalarından Akdeniz'in. Hanımefendi pek asil bir aileden belli. Kumral. Mürebbiyelerle büyümüş. Zarif,  bakımlı ve eğitimli. Delikanlı ne kadar ataksa, hanımefendi o oranda çekingen. Delikanlının bir planı var sabah için, hissiyatımız öyle. Bu kez her ne kadar zapt etmekte güçlük çekiyorsa da tavrını, belli ki saygısı büyük. Pervasız değil, bir özgüven kaybı var. Hanımefendi bir bahane ile çıkmış evden belli. Belki de ilk  buluşması... ama sanki tanıyorlar da birbirlerini. An itibari ile orta refüjün oralardalar. Aşk beklemez eyvallah da... aman arabalara dikkat! Varlığımızı mümkün olduğunca hissettirmeden, usulca geçiyoruz yanlarından.



Müze 

Dışarıdan görünce bulunduğu alanı, ısınıveriyor içim. Bir derin ruh var burada, tıpkı sahil boyunca uzanan 50'li 60'lı yıllar mimarisini onurla taşıyan apartmanlar gibi. Bir sigara içimlik dikiliyoruz kapısında. Yağmur, havanın çok da üşütmeyen soğuğu, banklarda oturan Japonlar, ağaçlık park alanındaki ihtiyar ama gençliklerini de pek yitirmemiş tur otobüsleri müthiş bir uyum içindeler. Yakışıyorlar sabaha.


Koynumda seviyorum müzeyi. En çok da hikâyesi etkiliyor beni. Bir kahramanım daha oluyor: Süleyman Fikri Bey. O, bizim öğretmenimiz. İşgal altındaki bir şehirde, işgalciler tarafından sahiplenilen eserlerin bir kısmını kurtarıp küçük bir mescidi düzenleyerek bu müzenin nüvesini oluşturan arkeoloji tutkunu, Cumhuriyet'e harç taşıyan insan.

Kapıdaki güvenlik görevlisi genç kadın güler yüzle, incelikli bir zarafetle karşılıyor. Çantalar için nazikçe uyarıp kasaların olduğu yere gönderiyor misafirleri.

Müzeyi dolaştıkça Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün değerini, yurt denen şeyin ne kadar kıymetli olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Prof. jale İnan şahsında cumhuriyetle birlikte alanda gördüğümüz kadınlara açılan yolun değerini, ve bu yolda yürümüş, yürüyen tüm kadınları  minnetle anıyorum.

Heykellere, belki de ilk kez, bu kadar derin bakarken bir tanım düşüyor aklıma, daha doğrusu bir eşleme. İlk kez geçmişin heykeltıraşlarının birer romancı olduğunu düşünüyor, bir taş parçasını işlerken aslında satır satır bir roman yazdıklarını görüyorum. İfadelerdeki derinliğe baktıkça, aklıma yazdıkları cümleleri bu kez okuyorum.


Dansçı Kadın, heykeltıraşların birer romancı olduğu benzeşmesini ilk aklıma getiren  oluyor. Muhteşem bir meydan okuyuş var duruşunda... elbisesinin uçuşma hali onu öyle kanlı canlı kılıyor ki... tutkusu yakıcı, vakarı dans adımlarında saklı, ulaşılması cesaret isteyen, belki de bunun yalnızlığında bir kadın. Hani saatlerce önünde kalıp, tüm anlamları hikâyelendirmeye çalışsanız, her seferinde bir eksik kalacak sanki.  Zeus'un kulaklarını çınlatıyoruz elbette. Hınzırca gıybet yapıyoruz. Hermes güzel adam. Kime yakıştırdığımı yazsam mı acaba?


Lahitler bölümü ise başka bir hikâye anlatıcısı. Herakles Lahiti şu an için star konumunda. Kaçırıldıktan sonra bir şekilde ve büyük çabalarla geri kazanılmış olması onu bir adım öne çıkarıp popüler kılıyor.  Bu özellik dışında ondan daha etkileyici olanlar var elbette.

Bunca tanrı ve tanrıçanın arasındayken bir kez daha, aslında tek tanrılı dinlerle çok tanrılı/tanrıçalı dinler arasında çok da farklı bir anlayış olmadığını düşünüyorum. Birinde doğal afetler başta olmak üzere, her olayı adları ile müsemma farklı tanrılara atfederken, diğerinde tüm bu olayları bir tanrıya yüklemekten öte ne fark var ki? Sonuçta iman ve inanç, öğretilen ve insanlara nizam vermek için kullanılan bir şey haline getirilmiyor mu egemenler tarafından. Oysa oku diyor kitabın en başında. Oku.


Tanrıçalar arasından ayırdığım, ayrı baktığım, adı benim hayatımda fazlası ile yer tutan biri var.  Artemis.

Bir gün en amcam, Ankara bürokrasisinin kıymetli insanlarından, ölümü taze bir arkadaşının eşi, oğlu ve kızını misafir olarak getirdi evimize.

Kültürel değil de sınıfsal ve sosyal fark tartışmasızdı aramızda.

Bunu hiç hissettirmediler.

Beğendiğim bir kız vardı; aykırılığını seviyordum.

Ama bu da çok tatlıydı, değişikti, Ankara'lıydı.

Kalbim attı.

O da ilkokul 3.sınıftaydı.

Oyunlar oynadık. Çok sohbetler ettik. Okuduğumuz kitaplardan konuştuk. Her gece uyurken tavanlara bakıp boynumdaki kolyeyi iki parmağımın arasında çevirdim.

Sonra gittiler.

Yanağımda bir öpücük, hafızamda kısa kesilmiş içe kıvrık saçlar, siyah gözler, esmer bir ten, ve yere dizlerimiz üzerinde yan yana oturup üzerinde bir şeyler çiziktirdiğimiz orta sehpa ve bir ad kaldı.

Sonra  mektuplar geldi... gitti.

Son yazan oydu.

Ben bu tür konularda hassas değildim, yazmadım.

Sonra, anladım ki kadınlar hassas.

Niyetinizi doğru okusalar da...

Artemis'ti adı.



Müzenin kahvesini içmeden asla


Müzeye ana kapıdan girip, sağa dönerek salonlara yöneldiğimizde dikkatimi çekmişti müzenin iç bahçesi. Hem kitaplara hem de magnetlere göz atıyoruz. O ara kahveler hazır. Müzenin Kahvesi. Bardakların üzerindeki iki kelime ne kadar anlam katıyor, onu sempatik ve farklı kılıyor Antakya'dan beri... Müzenin tavus kuşu, havalı havalı gelip hemen yanımızdaki camdan içeri bakarak denetliyor durumu. Elleri belinin arkasında bağlı, göremediği noktalar için eğip bakıyor başını...  Müzenin kedisi ise iç denetim sorumlusu, dolaşıyor Müzenin mağazasını.


Sergi salonunda Faruk Manici'nin Boyalı Kuş adlı seramik sergisi var. Beyaz ve mavi tonları hakim. Akdeniz kokulu. O halde kıyısına. Çekelim bir kez daha Akdeniz ve dönsün başımız. Önce bir tarif almalıyız. Müzenin kapısındaki taksiciye soruyoruz. O da bir arkadaşına soruyor telefonla. Sonuçta bulunduğumuz noktadan gidemeyeceğimize karar veriyor. Anca taksi ile gidebiliriz aşılaması aslında yaptığı. Oysa deniz kentlerinde yaşayan insanlar bilir ki deniz şehirlerinde kolaydır bir yeri bulmak.


İniyoruz, çıkıyoruz, yürüyoruz, duruyoruz, içimize çekiyoruz kokusunu. Kaleiçine selam yolluyoruz. Kuytular bulup çıkartıyoruz. Tam uca koyulmuş boş iki koltuğa hikâyeler yazıyoruz. Ufacık bir kayayı zemin yapıp adeta mini bir balkon gibi denizin üzerine uzanan saklı kulübeye bayılıyoruz. Şurada iki bira çaksak mı, diyoruz. Doyamıyoruz.

Öğleni çoktan geçtik. Tramvay geldi. O, raylarla oluşturdukları şarkıyı terennüm ederken biz camdan aşağı doğru kayan hüzün yaşlarının arkasından bakıyoruz eskinin güzelliğini yansıtan, ve ne yazık ki sırasını bekleyen "Yeni Türkiye" kurbanı apartmanlara. Biliyoruz ki bu bir veda.

Kaleiçinde iniyoruz. Tanıdığım en kedi sever yol arkadaşım kediler için magnetler alıyor. Şimdi kendi beslenmemiz için Kaleiçine sırtımızı verip yukarı doğru, çarşı içinden yürümemiz gerek.


Şişçi Ramazan

Son kez bir simitçiye soruyoruz çıktığımız yokuşun başında. Biraz ilerde solda, diyor. Gördük. Fenerbahçe de Antalya'da.  Formalarını giymiş aileler stad yolunda. Camla çevrilmiş bölümün kaldırıma sıfır, bulvarı bir ucundan diğerine gören bölümüne oturuyoruz.


 "İki köfte ve bir piyaz lütfen."

Acar garson siparişleri alıyor. Masa önce garnitürlerle donatılıyor. Piyaz Antalya usulü, tahinli, domatesli... kendine özel sosuyla  farklı bir lezzet. Ben köftenin yanında bildiğimiz klasik; taze yapılan, soğanlı, sirkeli, zeytinyağlı piyazdan yanayım normalde, lakin burası Antalya.


Şiş köfte tabağı güzel, kızarmış biberler ve közde terletilmiş soğanlar yeterli. Bıçak kıyması olduğu belli. Köz tadı üzerinde. Olması gerektiği kadar yağlı ve tuz baharat oranı kararında. Yağlanmış pideler harika. Seviyoruz kendisini. Benim garnitürüm daha çok şeklinde bir yarış var artık piyasada. Oysaki önden gelenler bir şekilde bastırıyor ana yemeği, doyuruyor gözleri.  Karar verdik ki bundan öte, aşırı bulduğumuzda koydurmayacağız masaya. Mesela burada biz için bir tek roka yeterliydi. Beklerken ana yemeği, rahat duramıyor insan değil mi?  Karın doyurmak için belki âlâ ama yemeği hissetmek isteyen için eziyetli bir hâl kanımca. Kabak tatlısı güzel; tahin, ceviz ve kabakların dişe gelir hâli uyumlu. İki kişiye bir porsiyonsa yeterli.


Çaylarımızı da içip çıkıyoruz mekândan. Geldiğimiz yoldan geri şimdi. Ağırlıkla gençlerin takıldığı bir kahve dükkânı dikkat çekici. Piyango satıcılarını görünce bir kez daha yanılıyoruz. Yılbaşı biletleri henüz çıkmamış. Yağmur hiç de rahatsız etmeyecek bir ritimle yağıyor. Çarşı kalabalık. Şuradan para çeksem.

Banka kartımı takıyorum matiğe. İstediğim miktarı giriyorum. Makine verdikçe veriyor. Panikliyorum. Tasarladığımla gelen arasındaki süre ise sanki asır. Algı işte. İlk kez başıma gelen bir durum, şaşkınlığım ondan. Gün pazar, banka kapalı. Telaş. Vurdu piyango! Hiç sevmediğim bir iş para taşımak. En sevdiğim kadın çözüyor olayı sayınca ben paraları. Bir sıfır fazla basmışım. Geri yatırıyorum. Lakin geyiği Kaleiçine varana kadar sürüyor.


Kaleiçi. Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar


*White Garden Hotel-Kaleiçi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP