CHILLIN PUB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CHILLIN PUB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2019 Cuma

Şehrin Fısıltısı

Öncesi

Ertesine dönmüş gün, mavi gecenin tatlı soğuğunda yürümek, günün bıraktığı paha biçilmez izler, gecenin renk ahenk fısıltıları ve mutlanmış insan hallerimizle giriyoruz otelimizin narince okşayan sıcaklığına... Sanki hep burada yaşamışız gibi kuvvetli, güvenilir bir ilişki onunla bizimki. Çıkıyoruz balkona... Tonlarından daha açığına biraz daha vakti var, skalası geniş mavinin...

Fazla değil ama derin bir uyku benimki... Uyandığımda saatlerce uyumuşum sandığım, rüyalarımın tadına bayıldığım ve onlar yüzünden uzun sandığım ama saate bakınca uyandığım ve sevdiğim, derin uykularım. Ömrü uzatan, ömürden ayrı zamanları kısaltan, tok, aydınlık, güzel ve dolgun ama kısa uykular...  Ya sarıldığım eşsiz sıcaklık.

Dışarıdan odaya dolan jeneratörün ahenkli, Ali Farka Toure ile aşık atacak ve aynı ritimde süre giden basları, ve ayrıca onunla ilişki halindeki martıların bir karmaşa ahengiyle ve gülümseten bir acelecilik bürünmüş, afacan soloları... Bir sevinç anını müjdeliyorlar. Bir davet de bu aynı zamanda! Beni balkona çağırıyorlar...


Gün henüz mavi. Sabahın erkeni. Şehir uykuda. Ninni tadında ve susmayan jeneratörü ve şehrin şefkatli soğuğunun eşsiz şarkılarını dinliyorum.

Dönüyorum odanın sıcaklığına, alıyorum elime kitabımı, uzatıyorum bacaklarımı rahat yatağa... Saraybosna Marlborosu. Muhteşem bir savaş romanı! Aslında bir öykü kitabı; ama küçük insanların büyük öyküleriyle örülmüş, hiç canınızı yakmadan bir savaşın dramını, ne olduğunu cilt cilt kitaptan daha detaylı ama hayata dair hikâyelerle ve karakterle anlatırken gülümsetebilen...  Fena halde o coğrafyada olma isteği yaratan, savaşın soğukluğunu insanın sıcaklığı ile bütünleyen, üzerine bir yazıyı ayrıca hak eden enfes bir kitap. Ve henüz minik bir öğrenciyken arkadaşlarla gittiğimiz, şimdi yerinde yeller esen sinemada izlediğim filme adını veren, sonraki yıllarda pek çok romanda önüme çıkan izi daim bir direnişin öyküsü, Neretva Köprüsü... bir kez daha! Sabahın bu hoşluklarına ilaveten, kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor.


Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı Polis* filmindeki ânı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü. O biter bitmez de güne katılmaya hazırlanan esnafın fısıltıları düşüyor sabaha...  jeneratörse aynı ahenkle devam ediyor. Balığa çıkan ya da balıktan dönen küçük teknenin patpatları başlıyor o ara... Atıyorum kendimi balkona. Martılara balık festivaliyse tümünü tıka basa doyurma gayreti ile aralıksız devam ediyor.


Mendireğe park etmiş teknede şenlik var. Bereket var. Ve ganimetin kardeşçe paylaşımı... Denizden güzel ve Allah bereket versin bir nafaka ile dönmüş tekne; ambarları dolu. Meleklerin payına ise meleklerin hücumu... Gülümseten bir şefkatle izliyorum. Bu şehir gerçekten çok güzel be! Martıları çok mutlu... Emeklerini meleklerle paylaşanlar da... Peki jeneratörün hiç düşmeyen, Ali Farka Toure ile aşık atan ritmine ne demeli?! Peki tüm bu güzellikleri uyumlu kılıp güzel bir ahenkle sunan sabaha... ve tüm güzellikleri daha da parlatan, kokulu kılan ve geceden kalmış yağmura... Ne demeli?!!


Enn sevdiğim kadın balkonda. Otelde kahvaltı istememiştik ki bir planımız var. Gün öğlene yaklaşıyor. Şehir pazar uykusunda. Huzurlu bir sessizlik... Sırt çantamı toparlıyorum. Küçüğüne de yağmurluğumu, kitabımı ve fotoğraf makinesini atıyorum. Enn sevdiğim kadının toparlanma süresini de balkonda değerlendiriyorum. Teknedeki brunch tüm hızı ile devam ediyor... Büyük teknedeki jeneratör aynı ritimle güne müzik yapmaya devam ediyor... Hava gri. Fakat bu da bir tatil günü sessizliğine yakışıyor.

Çıkıyoruz odadan, kat görevlisine "Günaydın" ve "kolay gelsin," diyor, asansöre biniyor, resepsiyondaki sahibesi hanımefendiye anahtarı bırakıyor, biraz sohbet ediyor, bazılarının şikayetçi olacağı, çok müşkülpesent olmayınca göze görünmeyen banyodaki yenilenme ihtiyacına rağmen, bizim senaryomuza çok da uygun ve onu güzel ve anlamlı kılan, bizi de memnun eden, çok da sevdiğimiz Mola Otel'den teşekkür ederek, ayrılıyoruz. Çantalarımızı, otoparkta tatlı tatlı uyuyan, illaki mavi, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşuna bırakıp, bir süre caddede yürüyüp, kıyıya geçiyoruz.


Elbette ki CHILLIN PUB'ın önünde kalıyoruz. Bir fotoğrafı olmalı! Öbür köşedeki Liman Başkanlığına zaten bayılıyoruz ki üzerine dün akşam rakı masasında, yaşamın doruğunda ve denizin üzerindeyken ne hikâyeler yazdık. Kıskandık! Ama küçük şehirlerin küçük tren garlarındaki yaşamları da ihmal etmedik. Kendimizi liman başkanı ve gar müdürünün çocukları sandık... Ve hatta az önce Saray'ın ve Barınak'ın önünden geçerken hemen köşedeki mekânı da aklımızın bir köşesine yazdık.


Kalenin içinde bulunduğu park, şehrin ölçeği ile uyumlu ve sevimli binası ile Şehir Kulübü ân itibari ile sessiz olsalar da muhtemelen açan havayla birlikte dolacak buralar. Kalenin burcundaki masadan günün batımını izlemeyi ihmal etmemek gerek. Eşi az bulunur bir güzelliktir ve soğuk biranın ya da demli bir çayın arşa erdiği anlardan biridir; demir korkuluklarının ardında yaşanan zaman!

İskele sabah mahmurluğunda, Zeki Müren Parkı ıslak ve boş, bir kaç genç kız ve erkek ki muhtemelen öğrenci, şakalar yaparak dolaşıyorlar. Martılar sadece kendilerine kalmış iskelenin tadını çıkarıyorlar. Dünden beri kafayı taktığım, önce lüks bir yolcu gemisi sandığım ama en sevdiğim kadın sayesinde yük gemisi olduğunu anladığım gemi açıkta ve günün grisine saklanmış. Kütüphaneye yaklaşmışken kenardaki dürbünü görüyoruz. Atıyoruz bir lirayı. Gemide işler yolunda... Neredeyse de Samsun görünecek.


Bir zamanlar gözdemiz olan Teyze'nin Yeri'nden geçiyoruz. Fazla büyümek, işi fazla büyütmek, biraz da fabrikasyona çevirmek güzel mi acaba? Şu köşedeki, eskiden  Sinop evlerinin bulunduğu, Karakum'un Karakum olduğu ama bu boyutta otellerle, eşsiz güzergahın da sitelerle dolmadığı yıllarda ona doğru giderken keskin bir virajı aldığımız ve ardına bayıldığımız noktadaki  apartmanın altında günün batışına bakan, ruhları dürten saatlerine de pek yakışan bir pub var; üst kat balkonu yıllardır aklımı çelip duruyor. Ama ne demişlerdi filmde, "Bekler her şarap belli bir anı!"

O virajın hemen dibindeki ara sokağa kıvrılıyoruz ve yeni mantıcımızın bir kaç basamaklı merdivenini çıkıyoruz. Melahatın Mutfağı'ndayız. Giriş katı bozularak oluşturulmuş, diye düşünüyorum. Mutfak arka tarafta ve bir koridordan geçiliyor. Samimi, sıcak ve sevimli buluyorum mekânı. Üstelik cam önündeki masadan deniz görülebiliyor. Bir beyefendi geliyor.

"Bir Sinop Mantısı ama yarım porsiyon olsun lütfen."

"Benimki bir porsiyon ve karışık olsun lütfen." 

"İki kola, biri şekersiz lütfen."

Geliyor eve gelmiş misafir titizliğinde hazırlanmış tabak ve bol porsiyonlu mantılar. Görüntü fazlası ile ipucu veriyor: Misss gibi tereyağı kokusu, ev hanımı bonkörlüğündeki miktarı ve özellikle bizim damak zevkimize yakınlığı ile pişme düzeyi... Mesela bir kaç hafta önce yoldaki tabelasıyla aklımızı çelen, Gümenez'deki  pek hoş mekânda yediğimiz mantı bir ân ravioli etkisi yapmıştı bende... bizim mantıya göre bir tık diri olduğunu düşündürtmüştü. Üstelik tam bir Sinop mantısı  olsun diye karışık istememiştim ve üzerindeki yoğun ceviz belki de o dirilik hissini veriyordu. Bu mantı ise tam benlik ki tabağımın yoğurtlu kısmını sonraya bırakıyorum. Ama kesin olan bir şey var; daha iyisi ortaya çıkana kadar, bizce Sinop'da mantı Melahatın Mutfağı'nda yenir.


Bitirince cevizli kısmını biraz nane, biraz sumak eklediğim yoğurtlu tarafına geçiyorum. Hımmmm... muhteşem. Pişme kıvamı mükemmel, akışkan kıvamıyla üzerine eklenmiş yoğurdu lezzetli; tereyağı ve eklediğim baharatlarla ortaya çıkansa kocaman bir mutluluk. Gönlübol porsiyon nefes kesiyor. Allahtan yapılmamış bir kahvaltı var ve bunu iki öğün bir arada kabul edersek, masaya düşmemem normal.

Çay içeriz elbette. Islak bir hava. Sert olmayan bir soğuk. Sıcak bir mekân ve aradan görülen şahane bir deniz. Bir pazar günü sakinliğinde, ev sıcaklığındayız.

Ödemeyi yapıp mutfağa geçiyoruz.

"Teşekkür ederiz, çok güzeldi, ellerinize sağlık."

Virajın öte yanına niye dönmedik ki?! Bir ân yok olmuş evleri düşünerek, acaba içerilere dalsak rastlar mıyız, isteği oluşuyor bende. Muhtemelen biraz önce sahilden gelirken sokak arasından gördüğüm, şehircilikle hiç alakası olmayan ve orada ne alaka dediğim dev hastane binası nedeniyle komuta merkezimdeki kurmaylar, seveceksen eksik sev diyerek sahile atıyorlar beni. Ah bizim bu inşaat... inşaat... inşaat aşkımız. Oysa bir çok şehrimiz gibi bir tane Sinop'umuz var. Bir ta-ne!


Dün aslında, yazarımızın kitapları var mı Sinop'da diye kitapçı ararken özellikle giriş kapısı muhteşem Pervane Medresesine de uğramıştık ve hemen girişin sağındaki bir mekân dikkatimizi çekmişti, hoş bir yeme içme noktası ve belki de bir sabah kahvaltısı için akılda bulunmalı, Sinop Sofrası. Ve aynı mıntıkada, medresenin hemen karşısındaki Alaaddin Cami: hem hacmiyle hem de düzeni ile bayıldığım bir yerdir ki altını çizmeliyim. Türk kahvesi derseniz de bu muhteşem medresenin içindeki Kahveci Baba mutlak. Bir zaman yolculuğudur ki canlı müziğe denk gelirseniz çok âlâ olur.

Kahve demişken... kahvemiz geliyor! Gün usuldan usuldan açıyor. Aşıklar Caddesinin palmiyelerinin altından yürüyoruz. En bayılınası, sadeliği ve hoş mimarisi ile şehre yakışır, devlet burada hissi yaşatmayan, halka bütünleşmiş vali konaklarından biri yol üstünde. Asıl sahiplerinden sonraki hali geçmişi ile tezat ve yıkılmış Melia Kasım'ın yeri ne ola ki?! diye düşünürken bir süre önce yenilenen 117'nin kapısından içeri giriyoruz. Mekân pazar sabahı ve henüz yeni uyanan bir şehir sakinliğinde. Bir biz varız. Bir de bizi görünce kenara çekilen Abbas. Eski haliyle şimdisi arasında dağlar kadar fark olan ama her daim şehrin simgelerinden birindeyiz. Neden 117'yi de anlatmıştım enn sevdiğim kadına. Genç bir çocuk var, bir kaç basamakla çıkılan ve çok hoş düzenlenmiş, mutfak- bar kısmında. Abbas an itibari ile enn sevdiğim kadının kucağında... Hooop oradan benim kucağıma. Erkek erkeğe bir muhabbet gerek anladığım ona. Gözleri denizde... uzaklardan bir hasrete bakar gibi. Yüzünde düşünce. Bense çocukluk yıllarımı anımsatan dekorasyona ve renklere hasta! Çok beğeniyorum, bunun altını tekrar tekrar çiziyorum.


"İki filtre kahve lütfen."

Kaptanı otelin hoş teknesi 117 ile ilgileniyor. Hemen kıyıdaki otele ait şirin masalı ve banklı mini bölüm yazın gelmesini bekliyor. Tam da bu arada kahvelerimiz geliyor. Abbas yolcu!

Neden 117?!

Evvel zaman önce ama çok evvel zaman önce, henüz cep telefonları hayallerde bile yokken, belki de şehrimize TRT televizyonu yeni gelmişken numaralar; Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde beş, bizimki gibi şehirlerde dört rakamlıyken, taşrada, küçük kentlerde manyetolu telefonlar ve üç rakamlı numaralar kullanılırdı. Yazlık niyetine yaptırıp da burayı çok sevdik, şehre dönmeyelim deyip, kaldığımız evdeki telefon da şehre 10 kilometre mesafede olmamıza rağmen üç rakamlıydı. Sonraları, teknoloji geliştikçe, beş olanlar altı, yedi, üç olanlar dörde ulaştı. Şimdi ise malum! Kısacası bu otelin 117 olan adı, telefon numarasıydı. Bana inanmazsanız şu anki  telefonunun son üç rakamını bakın!


Fincanlara bayılıyorum. Mavisinin üzerindeki minicik yaldızlar, yıllar yıllar önceki kira evden ana cadde üzerindeki kendi dairemize gelen sehpaları hatırlatıyor. Duvarlara vurulmuş turkuaza yakın maviyse kıskandırmaya devam ediyor. Masa ve sandalyelere çoktan bayılmışım. Otelin eski halini de bilen biri olarak ki geçmişe sadakat duyan ben, bu otelin yenilenmesini çok ama çok başarılı buluyorum. Konumu zaten muhteşem; ama denize bakan odalar bir başka elbette. Bir sonrakinde burada mı kalsak acaba?! Ne dersin;)

Kaç saattir buradayız bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki yaşadığımız her dakika ve baktığımız manzara film karelik. Bu süre içinde sadece üç kadın arkadaş geldiler ve Türk  kahvesi içiyorlar. Ödememizi yapıp, baristamıza teşekkür edip, elbette Abbas'la vedalaşıp, çıkıyoruz deniz kokusuna... Uğramam-ız gereken bir nokta daha var. Onsuz olmaz. Gerçi kafam karışık. Öncelikli bir isteğim var ama biraz hava, biraz da mevsim etkileri kafa karıştırıyor. Gerçi pek takmam da bu aralar ne yazık ki eklerle de aram iyi. Değişik değişik mekânlarda ekler yiyor, tercihim limonata olmasına rağmen bazıları mevsim nedeniyle menülerinden çıkardıkları için çayla yetiniyorum. Ara sokakların, yat, tekne, kotra ve bilumum deniz araçlarının küçük kopyalarını yapan mekânların, balık tezgahlarının arasından pastanelerin hasına doğru yürüyoruz. Önüne varıyoruz ki bayılınası yan sokakta kazı alanı tabelası! Gitmek mecbur gibi, iki güzel evle kalenin bu yandaki duvarları da çağırıyor. Kazı alanındaysa küçük bir su gölünden başka bir şey yok. Karşısındaki evin kapı önü çiçekleri muhteşem. Pastane biraz daha bekleyebilir...

Ve ne yiyeceğime karar verememiş biçimde giriyorum içeriye... Mantı önümü kesmiş gibi... Kararsız karasız bakınıyorum, dondurma dolabı ıssız duruyor.** O bu derken bir kararsızlık kararı veriyorum.
  
"Bir şekerpare lütfen."

"Bir de revani lütfen."


Sanırım abartıyorum bu kez... Enn sevdiğim kadın ucundan alıyor. Bana biraz fazla tatlı geliyor. Oysa ben ne götürürdüm bunu...  Kahveyi, çayı ve kolayı uzun zamandır şekersiz içiyorum, bu hallerini daha çok seviyorum ve sanırım o nedenle "bayılıyorum." Bir çözümüm var ama! Küçükken ve sonraları da revaninin pandispanyasına bayılır, sünger gibi çektiği şerbetini bastırarak dışına atar, öyle yerdim. O an aklıma gelmiyor bu...  Çile çekiyorum ama bitiriyorum. Eğlendim de üstelik.

Sinop'a veda vakti geldi... arkamızdan su döker mi acaba?! Otoparkta tatlı tatlı uyuyan, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşu uyanmış. Çıkıyoruz yola. Yağmur yağacak ama nerede?! Hoş sohbet gidiyoruz. Alaçam'ı geçiyor, küçük koruluğun içindeki pazara uğruyoruz. Ofis için bir şeyler alacak enn sevdiğim kadın. Dilbaz, cabbar ve halk eğitimde öğretmen abla kapıyor hemen. Bir kaç tezgâh daha nasiplendirip, reçellere falan göz atıp, park ettiğimiz ot, toprak alandan çıkıyoruz tam yola ki arkadaki araba selektör yapıyor. Yanımıza gelince de lastiği işaret ediyor. Muhtemelen bir şey batmış, az önce.

Çıkarıyoruz yedek lastiği, koyuyoruz arabanın altına, bu bir tedbir; düşerse hani krikodan! Oturtuyoruz krikoyu yuvasına destekliyoruz kuşu şimdilik. Bu bijon anahtarlarını niye koyarlar ki arabalara, demiyoruz tabii ki. Garibim bijon anahtarları, makineye karşı! Bana mısın demiyor, doğal olarak bijon. Anahtarın üzerine çıkıyorum, zıplıyorum, nafile. Akıbet belli ama yine de deniyorum, tık yok. Köylülerden yardım, bir lastikçiye telefon ki yarım saat sonra gelebilirmiş. Numarasını alıyorum, arabaya dönüyorum. Usul bir yağmur başlıyor. Arıyorum lastikçiyi, işini bırakıp geliyor. Tank paleti olsa sökecek alet edevatı çıkarıyor bagajından. Çekik gözlünün bijon anahtarına gülüyor. Ah bu otomobil fabrikaları!... Dörtlü istavrozu takıyor bijona, istavrozun ucuna kamyoncu borusunu da geçiriyor; ilk hamle tık yok. Makinenin sıktığı bijonla, kol gücü yarışıyor. İkincide Abi, ilk gırççç sesini alıyor ki önemli olan bu. Sonrası iyilik güzellik ve iyi kalpli ustadan öneriler: İstavroz bijon anahtarı almalıymışız, ama kesinlikle İzeltaş olmalıymış ve bir de boru... ama uzun. Fizik bilgisi süper. İzeltaş'ın altını bir kez daha çiziyor, biliyorum, diyorum. "Neredeyse otomobil dünyasına doğdum, orada büyüdüm ben," demiyorum ama bu durumu kibarca ifade ediyorum. Önümüzdeki ilk benzinlikte mekânı. Lastiklerdeki havayı ölçtü, eksiği olan var ki, biri takılan. Güzel bir adam ama... temiz bir esnaf. Geldi, söktü, taktı, salmadı, lastiklere hava bastı, çay ikram etmek istedi ve borcumuz ne kadar diye sorunca da 30TL dedi.

Yol boyu yağmur yağıyor. Sonuçta ben yolcu, tadını çıkarıyorum. Cumartesi ve pazar yağacaktı aslında; biz Sinop'tayken... Dedim ya, Rabbim ikimizi de çokk seviyor.


Not: Mavi pencereli ve kayıklı fotoğraf yazıda bahsi geçen, şimdiki adı ile Yakakent, benim için her daim Gümenez'deki Nigar Abla'nın Yeri'ndendir.

*Polis filmi üzerine bir yazı

**Pastanenin dondurmasından sonlarına doğru bahsedilen yazı 

16 Aralık 2019 Pazartesi

Sarayda Çarpan Tava

 Öncesi

Günün en güzel battığı, günü devralanına da paha biçilemez bu güzel şehre yolcu gemisi her yanaştığında, zaten şehirle iç içe olan, şehirle yaşayan ve bu birlikteliğin kıymetli olduğu iskele şehrin güzel insanları ile dolar, Tarzan kesin orada olur ve gemi, bando ve alkışlarla karşılanırdı. Bu şehrin olağanı olan bu durum biz "taşralılar" için emsalsiz bir ritüeldi, çünkü bizim limanımız güzeldi ama doğal değildi ve şehrin canlı alanlarından kopuktu. Sonraki yıllarda Karadenizin en ucundan İstanbul'a varan seferler yeniden başladı ki benim için harikaydı. Gerçi 24 saat sürüyordu ama olsundu; iş yolculuklarımı, aciliyeti yoksa gemiyle yapmaya başladım. Ama bu kez gemi şehirdeki yolcu yokluğu nedeni ile uğramıyordu Sinop'a, ya da ben denk gelmiyordum yolculu zamanlarına... İzleyicisi olduğum ritüelin, yaşayanı olamamıştım. Hele bir de arkadaşlarla hem iş hem de maç için yaptığımız yolculukta, bir başka grubun, tam da boğaza girmişken, Beşiktaşlı olduğunu öğrendikleri kaptanın köşk camını boydan boya kapattıkları, sonra da geminin en görülür yerine astıkları Samsunspor bayraklı bir yolculuk var ki çok eğlenceliydi. Ve o yolculukta, bu ülkenin en büyük şirketlerinden birinin patronu ile aynı masada denk gelmiş, İran Irak savaşı üzerinden şahane de sohbet etmiştik. Deniz nedeni ile ancak ikindide açılan lokantasında, bir kadeh rakısının tadını çıkarışına hayran kalmıştım. Çok gençtim, yaşama fazla hızlıydım ve deneyerek öğrenmek için daha zamanım vardı!

Ne garip... üç tarafı deniz olan ülkenin denizlerinde, şimdi yolcu gemileri yok. Onca saçmalığa kaynak bulan, onları sübvanse eden koca devlet, hiç değilse haftanın bir günü denizlerinde gemi yüzdüremiyor! Oysa ne büyük bir keyif!..

Şu iki sevgilinin etrafa kayıtsız ıssızlığı her şeyi yeniden güzelleştiriyor. Öyle güzel bir yerden öyle güzel bir manzaraya bakıyorlar ki... insanın bu hisse ve hayatı böyle yaşayanlara da kadeh kaldırası geliyor!


Sokağa vardık, Barınak'ın önünden geçtik ve iyice yaklaşıyoruz mekâna. Birinci endişem, o donuk garson altını çizmemize rağmen, eğer eleştirilerdeki mantıkla hareket ettiyse ve iki kişiyiz diye bize istediğimiz yerdeki masayı vermediyse noktasında... İkincisi yok, çünkü diğer her şeyi kabullenebilirim. Hoş masa olmasa da ağlayacak halim yok, araziye uymayı becerebilirim. Mekânın dış masalarının olduğu yerde rezervasyonumuzu alan şef garsonla karşılaşıyoruz; gülümsemeyi ara ki bulasın... Ya hayal ettiğim masa değilse?!! 


Bu mudur? 

İşte!.. Evet!.. Budur! Tam da hayal ettiğim yerde tam da hayal ettiğim masa, yaşasın! Rabbim ya, beni sevdiğini biliyorum, enn sevdiğim kadını da... Biliyorum sevdiğini yoksa dinimizin en önemli insanı ile aynı günde doğmama vesile olmazdın, sağanak yağmuru güneşe çevirmezdin, demiyorum o an ama... usul usul ilerlerken bu güzel akşam, şakasını yapıyoruz enn sevdiğim kadınla.

Soğuk görünümlü ama sevimli garsonumuz, bizi yerleştirdikten sonra bir kez daha geliyor. Ben denizin üzerindeki mekâna ve oturduğumuz masanın sunduğu manzaraya çoktan bayılmış vaziyetteyim.

Elbette ki rakı!

Enn sevdiğim kadın 50'liğe yakın, bense sabah içtiğim bir ilaç nedeni ile bu akşamlık iki tekle kalma düşüncesindeyim. O nedenle duruma göre!

"Bir 35'lik rakı lütfen." 

"Yeni Rakı lütfen."

"Bir semizotu lütfen." 

"Bir pilaki lütfen." 

"Bir de beyaz peynir lütfen." 

Dört bir yandaki camlardan manzara doluyor içeriye, etraftaki teknelerden denize açılanlar olursa, usul usul dalgalanıyoruz. Mutluyum... hem de çok mutlu!

Donanıyor masa ki peynir tabağı göz alıcı, hizmet hızlı, eleştirilerin aksi bir hoşluk içindeyim. An itibari ile tüm camlar açık. Bir gemideyiz, güvertede kolumuzu küpeşteye dayamış, uzaklara bakarken yaşam soluyormuş gibi...

"Tek lütfen." 

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen." 


Gün aheste aheste geceye doğru yol alıyor, rezerve masalar yavaş yavaş doluyor, çalan şarkılar kararında bir sessizlikte ve çok güzel. Rakının en güzel akşamlarından birinde olduğumuzu seziyorum. Hemen yakınımızdaki küçük teknede bir kıpırtı var. Ama manzara, ama felekten bir gün çalmış hava, havamıza hava katıyorlar. Yine her şey planlanmış sanki... O halde?! 

Yoğurtlu semizotu diri ve çok hoş, peynir on numara beş yıldız ki hoş bir tabakta hoş da bir dilim. Pilaki pilaki gibi, havucu patatesi içinde, bir tık baygın olmasa tamamdır diyeceğim ama olsun, sonuçta bu akşam Rakının.


Gün batımının, mezelerin hakkını teslim eden bir keyifle usul yudumların ardına eklediğimiz usul kelimelerimize kahkahalar atıyor, bazen derin konulara, bazen ana, bazen şehre, bazen bir kitabın sayfaları arasına gire çıka... ve sapına kadar hissederek yaşadıklarımızın kıymetini, gülümsüyoruz zamana. Ve içimizi fazlası ile ısıtıp sıcak kılan bir şey daha var: hemen dibimizdeki küçük teknede dört insan. Farklı yaşlarda, muhtemelen esnaftan, dört güzel insan. Küçük teknenin kıç tarafında, küçük bir çilingir sofrasının etrafında, hararetli ama tatlı bir sohbetin ortağı, rakının hakkını veren, efendiden ve esnaftan dört insan.

Yarasın!...

Hani şuradan çıktığımızda bir uğrasak, bir kadehi de onlarla parlatsak dediğimiz; bu halktan, bu ülkenin güzel insanlarından, esnaftan... dört, güzel, insan. Şerefinize!...

Hımmmm... sanırım Rakının Akşamında as solistin sırası geliyor! Ama önce şunun altını çizmeliyim, bu akşam nedense rakı zihnimde fazlası ile öne çıkıyor, bu akşamın özelinde farklı ve özel bir anlam kazanıyor. Mesela bu mekânda hiç bir ilk akşamda bir başka içkinin aklımıza gelmeyeceğini hissediyorum; dünyanın en nadide şarabı bile olsa burada elimi sürmem diye düşünüyorum. Bu akşam Rakıya konukluğumuz, çok keyifli.

"Bir Çarpan Tava lütfen." 


Kıyılmış marul, özel bir tarator ve bir parça limonla servis ediliyor Çarpan Tava ki bu mekânla anılan, bilinen adı İskorpit olan, üzerindeki dikenlerin el değince yaşattığı his yüzünden Çarpan adının verildiğini öğrendiğim lezzetle tanışma zamanı. Gelen tabağı çok beğeniyorum. Taratorun altını çiziyor enn sevdiğim kadın ki bunun içinde ceviz yok; ince ince kıyılmış, diri ve lezzetli ve ne olduğunu bilmediğim ve sormadığım bir kaç ot var. Çatalımın ucuna alıyorum çarpan parçasını, dokunduruyorum taratora, atıyorum ağzıma... hımmmmm çıtır çıtır bir lezzet, bir gram yağ çektirmeden enfes tavalanmış, üstelik ilk andaki çıtırlığın ardından gelen, kıvamında ve lezzetli bir balık. Ana yemek balıksa eğer, bu enfes bir ara sıcak ki bizim rakı akşamlarımızda sıklıkla yer bulmaz ana yemek. İki tek niyeti ile oturduğum masayı dörder tekle nihayetlendiriyoruz sonuçta ve kabul ediyorum ki hayatımın en güzel tanışmalarından biriydi bu sevimli tabak. Tatlı zamanı yaklaşıyor, soruyoruz garsonumuza ve veriyoruz kararımızı.

"Bir helva lütfen." 


Balkanlardan gelenlerin yaptıkları sert ve dilimlenerek servis edilen helvaların ki Nurhan yengem harika yapardı, yine kalıp halinde ama o kadar sert olmayan bir benzerinin irmiklisi geliyor masaya. Görüntü, dozunda tatlılığı, muhtemelen vanilya dokunuşu ve miktar final için uygun. Beğeniyoruz ve ikinci için arafta kalıyoruz. Kahvelerimizi sokağa bakan dış masalarda içmeye karar verip, hesabı da istiyoruz. Turuncu ama kırmızı yoğun hoş fincanlarla geliyor kahvelerimiz. Ben geceden ve mekândan hoşnutum, insanlar da hoşnut ki sezon olmamasına rağmen mekân gecenin şu vaktinde, gidenlerin yerine gelenlerle dolu. Eleştirenlerden ve yaşadığımdan anladığım şu: Özellikle sezonda, kesinlikle rezervasyon yapmak gerekiyor ki biz, özellikle hafta sonunu da göz önüne alarak, gün içinde ayırtmıştık masamızı. Çat kapı gidildiğinde verilmeyen masaların nedeni, rezerve edilmiş olmaları kanımca. Saray'ı eleştirip de yandakine geçtiklerini ve çok memnun kaldıklarını söyleyenlerin öne çıkardıkları mekânsa, ilginçtir, bomboş.

Siyah, önünde K.Atatürk imzası olan tişörtü ile geliyor; güleryüzlü, yakışıklı, kahve siparişini verdiğimiz sempatik genç garson; toplama bakıyor ve genel memnuniyetimizin gönlümüzden koparttığı bahşişi de koyuyoruz zarif, deri kaplı cüzdanın arasına. Bir mekân hizmetteki samimiyetiyle ve özeni ile sevdirmeli kendini önce! Aslında bu bahşiş meselesi ile ilgili taa yıllar öncesinden, İstanbul'un en en özel ve en havalı, en zengin insanların gidebildiği mekânında çalışmış bir arkadaşımın anlattığı bir yaşanmışlığı var ki yeri gelmişken bahsetmeliyim!


Evet bu akşam tartışmasız Rakı'nındı... İlk yudumdan itibaren hissim, bu geceyi onun planladığı, onun organize ettiği üzerineydi. Gün henüz batmamışken geldiğimiz masadan kalktığımız gecenin şu vaktine varan öyle güzel bir yolculuktu ki yaptığımız, öyle keyifli kelimelerle dolaştık ki akşamın içinde, ve öyle güzel çizdik ki mutluluğun resmini gecenin paydaşlarına... anlatılır gibi değil! Ya gecenin ruhları kışkırtan şu saatlerinde denizin kokusu, denizin müziği eşliğinde hâlâ dolu mekanların, ışıkları hâlâ yanan  ama boş tekne restoranların, sallanan kayıkların arasında bu sakin şehri hissederek yürümenin tadı!.. Peki şu gelen ve yolumuzu kesen, ruhumuzu kışkırtıp, aklımızı ele geçiren müziğe ne demeli?!!


Oysa biz, kahvelerimizi içerken geceye 117'nin barında devam ederiz diye düşünüyorduk; üst kattan denize bakarken, sıcağın konforuyla bir şeyler içer, yüreğimizin götürdüğü yerlere gider, sonrasına da bakarızdı fikrimiz. Önünden geçerken, gözümüz seyirmişken ve eylemin farkında değilken, meğerse O ve gelen müzik zokayı atmışlar çoktan... 117'nin önüne varıyoruz. Bir adım sonra içerideyiz... Ama?!!

İlk anda gözümüze çarpan küçük mekânı, daracık yaya yolunun deniz tarafındaki brandalarla kapatılarak yağmurdan korunmuş küçücük alanı ile az önce zokayı yutturan pub, kapıdan çeviriyor bizi. İyi de yapıyor. Bu gece oyunu kuran, saptığımızda ne güzel ki bizi hemen oyuna çekiyor.

Hemen giriş kapısının yanındaki, şirin sokağın köşesindeki, korunaklı ve yüksek masalı ve yüksek tabureli bölümünde oturan ve yüzleri mekâna dönük, ağırlığı genç insanlarla temaslı sevimli masaya oturuyoruz. Yine tatlı, efendi, gençten ve üzerini sağlamlaştırmış bir garson geliyor.

"İki bira lütfen."

"Çerez ister misiniz?"

"Evet, lütfen."

"Şal getirebilirim, ister misiniz?"

"Gerek yok, teşekkürler."

Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu. Bir an ödüm kopuyor! Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!..

"İki bira daha lütfen."

Biralar gelmeden, enn sevdiğim kadın kalkıyor ve içeri giriyor. Bir şarkı istiyor. Tam karşısındaki bölümden istenen bir şarkıya bilmiyorum diyen genç adam, gitarının tellerine dokunmaya başlıyor. Enfes bir melodi usul usul akıyor.


Öyle de güzel çalıyor ve söylüyor ki.. Şarkılara katılmayanlar bile eşlik ediyor. Bir grup birbirini tanımayan insan, kolektif bir lezzet ortaya çıkarıp, biz bize söylüyoruz imzasını, atıyorlar geceye. Ama şarkı da şarkı! Üstelik şehrin genel siyasal kimliğine ve çekmişliklerine yandaş. Usulca ve soldan soldan gelip saklı bir dere gibi ve bir mavzer çığlığında akıyor içlerimize ve geçmişimize. Hüzünlü de bir saygı var sanki seslerde.

"Bir bira lütfen." 

Birazını kendi bardağıma aktarıyorum, oysa ki dükkânı kapatmıştım. Biraz daha kalıyoruz. Son yudumların ardından ödeme için içeri geçiyorum. Bir genç adam ve bir genç kadın; "Beğendiniz mi," diye soruyorlar, "evet," diyorum. "Solistiniz muhteşem," diye ekliyorum. "Hem gitarı çalma biçimi hem de şarkıları söyleyişi ve elbette repertuvarı."  "Bozuğum yok, hesabı düzleyin ve öyle çekin lütfen, üzerini de tip box'ınıza atın," diyorum. Kaç kere teşekkür ediyor, ayrıca teşekkür ettiğimiz Güzel Adam. Sevdik burayı ki 117'nin kapısından dönüp de geldik. Güzel Adamla birlikte üç kişiler, güzeller, mutlular ve sözlerimizin yüzlerinde oluşturduğu gülüşleri çok tatlı. Ortaklaştığımız bu güzel gece için içeriye ve de kolektif bir lezzet oluşturduğumuz branda korunaklı bölümdeki paydaşlarımıza da teşekkür edip, iyi geceler dileyerek, kayıkların, teknelerin ve yalı kahvelerinin arasındaki dar sokaktan, sokulgan adımlarla, yeni güne dönmüş manzarası müthiş otelimize doğru yürüyoruz.

"Güzeliz be!.."

"Hem de... çok... güzel!"

"Ama..."

"Şehir de çok güzel be!"



Yazının devamı, Şehrin Fısıltısı için buradan lütfen

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP