Öncesi
Isınan hava ve iki saatlik dolaşmanın oluşturduğu harareti soğuk içeceklerle dindirme telaşıyla buluşma noktamıza doğru yürürken, bir yandan da, kaldırımların yürüyen bant haline getirilmesi noktasında iflah olmaz bir fantaziye sahip Alp'in, bir gün bu kararları alabilecek makamlardan birinde olduğunda hayata geçirmesi muhtemel projesi üzerinden geyik yapıyorduk. O esnada kardeşin arabası gözüktü. Bu kez klima ile sarmaş dolaş olunup, amca/dayıya şükranlar sunuldu. Hatta alınmış bisküvilerden hangisini tercih ettiği sorulurken, buz gibi kolası da açılıp eline verildi. Ve hatta bisküviler bizzat Alp tarafından anne şefkatli ifadeler eşliğinde tek tek yedirildi. Bu direksiyonu bırakmasın da başımıza bir iş gelmesin diye mi, yoksa yağcılıktan mı yapıldı, bilmiyorum!
Çevre yoluna çıkılması ile birlikte mahalle baskısından kurtulunca tadı çıkarılmaya başlayan soğuk içecekler ve kliması kıvamında trip'e eşlik edenler, ayçiçeği tarlaları oldu. Henüz uyku halinde de olsalar çok güzel fotoğraflar verdiler bize. Uçsuz bucaksız sessizlik ve duruşlarındaki şefkat etkileyiciydi.
Güzergah, güzel manzaralar eşliğinde seyahate olanak tanıyan, hangi noktada dursam da fotoğraf çeksem karmaşaları yaratan, asla tek karede kalamayacağınız, yazıya fotoğraf olarak hangisini koysamın tatlı telaşını yaşayacağınız keyifler katan bir yeşile ve upuzun akan bir nehire sahip.
Başlangıcından denize döküldüğü deltaya kadar bir sürü uygarlığın ayak izlerini sunan eşsiz güzellikteki Kızılırmak boyunca, yüzer otel halinde düzenlenmiş bir nehir gemisiyle turlar düzenlense fantazimizi bolca köpürttük. Sırıklar bu nehrin üzerinde taşımacılık yapılmasına olanak vermediğini söylediler. Biz yine de pek çok alternatif geliştirdik. Sonuçta Hitler'in cetveli çizip iki şehri birleştirerek "yol buradan geçecek, işte bu kadar!" tavrından hareketle düşünceler ürettik. Bugünün dünyasında bu nehir üzerinde hareket edebilecek 40-50 yolcu kapasiteli, lokantalı- barlı yüzer araçlar yapılabileceği üzerinde fikir birliği sağladık. Artık bundan gerisini araştırmak bu fikirle ilgilenecek yatırımcılara, yöneticilere ve özellikle Turizm Bakanlığına kalıyor!
Bilmeyenler için altını çizmeliyim ki güzergah üzerinde, ülkemizin çok çok bilinen popüler ören yerleri kadar tarih ve gezilebilecek alan var. Üstelik, olası seyahat akşamlarına eşlik edecek nehrin sunduğu balıklar, eldeki kadehlerden akarak ruhları katmerleyecek içkiler, ayışığından denize düşen yakamozların yarattığı romantizm, kamaralardaki sarmaş dolaş uykular da cabası.
Kızılırmak boyunca süregiden bu üretkenliğimizi, eski zamanlardan ışınlanmış satıcıdan aldığımız mantar tabancalarımızı sıklıkla ateşleyerek, fotoğraf çekmek için durduğumuz noktalarda tekrar tekrar kutlamayı ihmal etmedik.
Adını aldığı Durak Han görülmeye, Sırık Kebabı da tadılmaya mecbur olunası Durağan ile eski evleri ve kalesi muhteşem Boyabat'ı zaman darlığından es geçtik. "Dranaz'dan gidelim, yeni yolu kullanmayalım" cümlelerimiz tüm gayretlerimize rağmen ağamız tarafından kaale alınmayınca, yeni yoldan giderek vardık Sinop'a. Kardeşi sanayi sitesinde bırakarak arabayı alıp daldık, tersane güzergahına.
Tüm yol boyunca yeme konusunda yaptığımız projeksiyonlarda; "önce Teyze'nin Yeri'nde yarımşar porsiyon mantı yiyelim, sonra da Barınağa gidelim" önerim kabul görmediği için arabayı otoparka bırakıp Barınağa gittik.
Sinop; Diyojen'in aksine "gölge et bana , kurbanım sana" dedirtecek kadar güzel, şirin, sakin ve eğlenceli bir kent. Bizim sırıkların "yaşayacaksan burada yaşayacaksın" diyecek kadar çok sevdikleri, dünyada hiç bir yerle eşleyemedikleri bir yer...
İnsanda yarattığı huzur ve sunduklarıyla açıkcası bende yarattığı duygu da bu... Yazın tatilcilerin gelmesiyle birlikte 24 saat eğlenen ama bu eğlentiyle kimselere rahatsızlık vermeyen, kışınsa başka başka güzellikler sunan bir yer burası. Aslında kent algısı Sinop'taki huzuru ve dinginliği anlatmaya yetmiyor. Birçok kişinin küçük bir sahil kasabası vurgusuyla betimlediği hayale belki de en çok uyan yer burası.
Yol boyunca hayali kurulan mekanda uygun bir masaya konuşlandıktan sonra siparişler verildi: İki büyük- bir küçük pizza, iki bira ve bir kola... Şahane manzara eşliğinde bol esprili bir keyfile yenildi, içildi. Hatta ikinci bira siparişleri geçildi.
Aslında tüm bunlardan önce: Girdikleri her ortamda dikkat çeken bizim sırıkları izlemekte olan kızların bu keyifleri uzun sürsün diye, masanın kızlara dönük kısmını sırıklara bırakma inceliğini gösterdim. Bunları sırıklar kızları kessin diye değil, kızlar mutlu olsun diye yaptım. Bu cümlemin altını çiziyorum! Adamlar harbiden çok yakışıklı... Sipariş kısmında kola vurgusunu da özellikle yaptım. Bira içerek günaha girenin ben olmadığım belgelensin diye!
Barınak Kafe'nin pizzasının kendine özel olduğunu bilerek ve kabul ederek gelmelisiniz buraya. Onun pizzasını, iyi yapılmış İtalyan Pizzalarıyla kıyaslamamalısınız. Tarzı Amerikan Pizzalarına daha yakın olan bu pizzayı özgün ve buraya ait bir tat olarak değerlendirmeniz de yarar var. Mekanın en az 35-40 yıllık olduğunu ve kalitedeki ısrarını sürdürdüğünü de özellikle vurgulamalıyım.
Pizzaların ve kızlara sunduğumuz seyir zevkinin ardından, kısa ve sadece sahili kapsayan bir tura başladık. İlk hedefimiz; benim, konumu itibariyle dünyanın en güzel kütüphanesi diye tanımladığım "Sinop Dr. Rıza Nur Halk Kütüphanesi"ydi.
Bizim çocuklara müthiş bir okuma hevesi geliyor Sinop'a ve buraya geldiklerinde. Burada yaşasalarmış Oxford'u kazanmaları işten bile değilmiş! Hakikaten insanı kıpırdatan ve orada olma arzusu yaratan bir kütüphane bu. Mesela oturduğunuz çalışma masalarından birinden göreceğiniz manzara şu:
Kütüphaneden sonra Aşıklar Caddesi'nin kenarındaki Barış Manço Parkının önünden yürümeye devam ettik. Burada şahane bir espri geldi sırıklardan ama yazmıyacağım.
Bu caddenin üzerinde trip boyu pazarlık konusu yaptığımız süper mantıcı var. Sinop Mantısının hamurun biçiminden öte en belirgin farkı, üzerine yoğurt yerine bolca, dövülmüş ceviz dökülmesi... Olur da bir gün yolunuz düşerse, Vedat Milor'dan not almış bu şirin mekanda size tavsiyem, karışık mantı tercih etmeniz . Yani yarısı yoğurtlu, yarısı cevizli...
Yürümeye aynı cadde üzerinden devamla, Sinop Kalesi içinden geçip Barınak ve diğer kafelerin olduğu sokaktan yalı kahvelerinin olduğu ve onlardan birinde oturduğunuzda size şu manzarayı sunan alana geldik.
Bu kahvelerin en eskilerinden biri olan, hemen caminin dibindeki Yalı Kahvesi'nde kahve içme fikrini hayata geçiremedik. Çünkü hedef noktamız, dünyanın en iyi dondurmalarından birini yapan pastaneydi.
Dondurmalar kilosuna -paraya kıyılarak- 300tl verilen gerçek salepten yapılıyor. Türkiye'nin en güzel salepleri de Sinop'un şahane ilçesi Ayancık'ın yaylalarından elde ediliyor. Şen Pastaneleri 86 yıllık bir gelenek. Yalıdaki kahvelerin bir üst sokağında. Meyveliler sorbe kıvamında ve şahaneler. Benzerlerini ancak Roma'da yiyebilirsiniz. Fiyatları sudan ucuz. Gördüğünüz ölçekteki bir dondurma 2 TL. Sıcak ve keyifli bir gezintinin ardından serin bir mekanda, hepimizden 5 yıldız alan şahane dondurmaları tatmak süper. Sırıklar istemedi ama ben gerçek bir limonatanın tadını bu kez de es geçemedim.
Dönüş yolunun dar ve keyifli virajlarında arabaları bir bir sollarken, arkadan gelen ve genç bir kız tarafından kullanılan aracın cesaretine hayranlığını sıklıkla vurgulayan kardeşin takdir cümlelerine arkadan gelen ifade şu oldu: ""Napabilirim dayı, istersen dur öpeyim kızı."
Sırıklar, eski yolda kalan Mal Gölü çeşmesinde duralım da kafamızı yıkayalım deyince, amca/dayı işlerini tamamladığından ve dolayısıyla randevu verdiği kimse kalmadığından, bu kez kırmadı onları, denizin dibinden giden yeni yoldan ayrılıp eski yola daldı.
Bu arada Mussano, Alp'e sordu: "Buraya niye mal gölü demişler ki? Buna bir yanıtları yoktu. Fırsatı kaçırmak da bana yakışmazdı: "Mallar kafasını yıkasın diye..." Mussano'dan "Yatın!" uyarısı gelse de ardına takdir cümlesini eklemeyi ihmal etmedi: "Hazırlıksız yakalandık."
Sonraki hedef normalde Muşta'da yenecek dünyanın en güzel sütlaçlarından biri olurdu ama akşam sofrada olmak gerekiyordu. Ki iki kez nerede olduğumuz sorulmuş, varma saatimiz hesap edilmişti.
Ters yüz
1 saat önce
Sinop'a gitmiştik 5-6 sene önce. Çok sakin bir ortam. İstanbul'dan çok farklı. Saat 9-10 olmasına rağmen sokaklar bomboştu.
YanıtlaSilMal golune lise yillarinda bir gezi ile Samsundan gitmistik.
YanıtlaSilYorum yazmamin asil sebebi: Dr. Riza Nur Kutuphanesi ismini Ilk meclis de millet vekili olan ve yazdigi hatiralari kitaplari yasaklanan Dr.Riza Nurdan mi almis, acaba?
Gokce
Yolcu; evet sakin bir kenttir. Fakat, özellikle yaz akşamları sahil bandı oldukça hareketli olur.
YanıtlaSilGökçe;
Evet:)
Kütüphane Rıza Nur tarafından 1927'de belediyeye vakfedilmiş. Ayrıca kendine ait bir çiftliği ve gelirlerini de bu kütüphanenin giderleri için kullanılmak kaydıyla bağışlamış. Sanırım bu nedenle adı verilmiş. Buna karşılık yazdığı bir çok eserinin basılmasını ve yayınlanmasını istemiş. Kütüphanenin üst katında bir de çalışma odası var.
Buraya Vezirköprü üzerinden geldim ve "Mal Gölü"nü görünce gülümsedim, oraya bir kaç aile birlikte pikniğe gittiğimizi hatırladım, çok güzel bir gündü. :)
YanıtlaSilVe buranın adı neden Mal Gölü sorusu orada da sorulmuştu, neredeyse aynı cevabı vermişti birileri. :))
Amcamın kayınvalidesi işin aslını söylemişti ben minicikken ve biliyordum. Şimdi açıklıyorum,Sevgili Okul Arkadaşım: Devlet koruması altına alınmadan önce buradaki ağaçlar, ve topraklar vatandaşlara aitmiş, dolayısyla ağaçlar ve topraklar onların malı olduğu için buranın yerel söylemdeki adı Mal Gölü kalmış. Sonra laf kaba geldiği için büyüklerimize, buraya Çam Gölü demeyi uygun bulmuşlar, kibar dillerde hâlâ Çam Gölü'dür ama dile müdahale ve onu gelenekselden uzaklaştırmak zor olduğu için orası Mal Gölü'dür:) Deniz doldurularak yapılan çift şeritli geniş yol yüzünden de gözlerden ırak, kaderine terk edilmiş, hikayesini tüketmekte olan cansız bir yerdir artık!
YanıtlaSil''...ben hüzün sezmedim, kış uykusu dedim çekerken, biraz uzun belki ama uyanacaklar mutlaka:)'' yorumunu yaptığınız yazının linkine dün gece hemen girdim. Ancak, o kadar şaşırdım ki yazacaklarımı toparlayamadığım ve ertesi güne bıraktım.
YanıtlaSilSevgili buraneros, hasat zamanları gelmesine rağmen sizin ayçiçekleri dimdik ayaktalar. Yüzleri de gayet net görünüyor her birinin. Buna ilk kez şahit oluyorum. Ee, dolayısıyla çekerken tabii ki hüzün hissetmezsiniz. Ben de hissetmedim. Çünkü, dedim ya dimdik ayaktalar:) Dik duran canlılar herhangi bir olumsuz duygu yaşatmıyor demek ki insana. Siz olayı bir döngü olarak görmüş ve gayet normal karşılamışsınız. Hani kış boyu kupkuru dallarıyla bekleyen ağaçların bahar çiçekleri açacağını biliriz, aynen onu görmüşsünüz. İyi ki işaret ettiniz bu fotoğrafları. Çok şaşırdığımın altını bir kez daha çizeyim.
Bu arada en son 2013'te gittiğim Sinop'u çok özlediğimi farkettim. Sinop etiketinize de tıklayıp epeyce gezindim harika yazılarınızda. Mantının tadına aynı gün hem yoğurtlu hem cevizli iken baktım. Dondurmayı bilmiyordum yalnız. Sinop baba memleketimdir benim. Sayenizde anılarımı yad ettim. Teşekkür ederim:)
Rica ederim, çok sevindim, bir yanınızın Sinop'lu olmasına. Bir türlü bitki gibi görememiştim onları. O kadar göz alıcıydılar ki, normalde durmadan geçerdik. Bana yansıyan görüntü çok etkilemiş, aklım anında bir hikâye yazmış ki durdurdum arabayı:) Şimdi bir de ne iyi yapmışım, dedim üstelik:)
YanıtlaSil