Gençlik Başımda Duman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gençlik Başımda Duman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2024 Perşembe

İki İnatçı Keçi - Bölüm 2


Sen Aşıksın Arkadaş


Kime göre neye göre bilinmez ama +18 ifadeler içeriyor olabilir!



Sahnede Sezen Aksu vardır, masadaki gençlerle iletişim Sezen için de hoştur. Salonun yaş ortalaması yüksektir ve sanırım bu gençlerle iletişmek bir nefestir. Derken bir an gelir, ülkenin farklı bir deniz şehrinden genç kadın konser salonunun dışına çıkmak ister. Doğal olarak genç adam ona eşlik eder. Duygusal bir kırılma olduğunun farkındadır. Muhtemel ki kendi arkadaş grubu ile şu an masadakiler arasındaki farkı görmüş ya da bilemeyeceğimiz bir nedenle bu akşamdan ayrılmak istemiştir. Belki de aşıktır ve masadaki nişanlı çifte imrenmiştir!

Elbette bu hoş bir durum değildir; ikna etmeye çalışsa da deniz şehrinden genç adam, başarılı olamaz. Süreç devam ederken farklı deniz şehrinden genç kadın genç adama sıklıkla sarılsa, onu tatlı tatlı öpse de içinde bulunulan an anlaşılır gibi değildir.

Geceye kalındığı yerden devam edilme olanağı kalmadığından, genç adam içeri dönüp arkadaşlarına durumu izah eder ve salondan ayrılır. Durum gecenin erkekleri tarafından tebessümle karşılanmış olsa da hoş değildir, saygısızlık içermektedir ama elbette genç adamın arkadaşları nitelikleri itibariyle durumu kavrayıp, bunu anlayışla karşılayacak, hatta sevimli bulacak olgunluğa da sahiptir.

Araba fuar alanının dışındadır. Ve mesafe yakındır. Deniz şehrinden genç adamın kafası karışmıştır. Kendisine sarılmış bedenin o anki duygularını anlamaya çalışmaktadır. Üç harflinin yanına gelinir. Farklı deniz şehrinden kadın arabayı kendisi kullanmak istemektedir. Deniz şehrinden genç adam da arabayla ilgili bir kural koymuştur; çünkü o taze ölmüş baba yadigârıdır ve biri yaşı nedeniyle henüz ehliyetsiz olan erkek ve kız kardeş dışında kimseye kullandırılmamaktadır.

Başka deniz şehrinden genç kadın kullanım olanağının mümkün olmadığını öğrenince yürümeye başlar. Genç adamsa arabayla onu takip etmektedir. Bu karanlık yol kalabalıktır ve ileride bir şarhoşlar grubu vardır. Her ne kadar içlerindeki şehrin popüler insanlarından birkaçını tanıyor olsa da yürüyenler cinsel tercihleri farklı insanlardır ve alkolün şişede durduğu gibi olmadığı da malumdur. Direksiyona O'nun geçmesine zorunlu olarak izin verir. Ana caddeye çıkıp da o yılların efsaneleri Turban Otel'in önüne gelene kadar hiç müdahale etmez. Oraya vardıklarında ve yolun sağında olan arabanın kontağını kapatır ve anahtarları alır.

Şimdi arabanın bagaj kısmındadırlar, genç kadın bagaj kapağının üzerine oturmuştur ve ikna eylemleri pek hoştur. Genç adam bu tür hallerle ikna edilebilecek kadar saf değildir ama genç kadını da anlamaktadır. Mesele araba da değildir. Aslında manzara da hoştur. İki inatçı keçi bir yandan öpüşüyorlar bir yandan da pek tatlı ikna eylemleri devam ediyordur. Artık fazlası ile dikkat çeker bir durum oluşmuştur ve o günün koşullarından ve ahlak anlayışından bakarsak çok sevimli olan sürecin diğer insanların gözlerinde nasıl bir mana içerdiğini ve nasıl dedikodu malzemesi olacağını anlamak da pek zor değildir.

Genç kadın yürümeye başlar, genç adam arabayı uygunca park eder ki otel personeli ve bar efradı tanımaktadırlar genç adamı.

İki keçi artık yürüyorlardır. Genç kadının oturduğu evi baz alırsak işleri zordur, üstelik ciddi bir yokuşu da tırmanacaklardır ve alkol vaziyetleri de yabana atılacak gibi değildir.

Elbette arada mola veriyor, o aralarda sanki hiçbir şey yokmuş gibi sarmaş dolaş oluyor, genç kadın bazen yüksek bir duvarın üzerine oturuyor, genç adamın boynuna sarılıp onu kendine çekiyordur.

Bir çiçekçinin önüne varmışlardır. Genç adam durumu ve beklentiyi çakmıştır ama bir harekette bulunmaz. Genç kadın istediği çiçeği işaret eder. Çiçekçiyi durumdan kaynaklı olarak bir gülme alır ve bu genç hali çok da sevimli bulur. Genç adam ödemeyi yapar. Bulundukları yolu doğru devam ettiklerinde genç kadının evine varacaklardır ki olağanüstü bir manzarası vardır lakin şu an için durum gergin gibi gözükmektedir. Tatlı yokuşu inerler ama önlerinde bayağı dik bir yokuş daha vardır. Genç kadın pes eder ve onun talebi üzerine bir taksiye binerler.

Artık apartmanın kapısının önündedirler ve iki genç de çok şıktır.

Kapıdan içeri süzülürler. Bir veda anıdır. Genç erkek hiç bir temas eylemi yapmadan iyi geceler dileyecektir; çünkü az önce genç kadın tarafından süt çocuğu ifadeleri eşliğinde bayağı cimdiklenmiştir.

Genç adam iyi geceler diler ve kapıdan dışarı çıkar, apartmandan bir ses yankılanır, ses onu çağırmaktadır. Gece kalamayacaktır, ne olursa olsun şehir dışında olan ve artık babasız eve gitmek zorundadır ki bunu her seferinde ifade etmiştir; üstelik sıkıyönetim nedeniyle bir kontrol noktasından da geçmek durumundadır. Sese döner ve hızla apartmandan içeri girer. Olağanüstü bir kucaklaşma ânıdır yaşanan. Asansöre varırlar ve başka deniz şehrinden genç kadının dairesindedirler. Koskoca bir deniz, şehrin enfes gece ışıkları; Titanic sarılması ile bir süre, her saniyesi temaslı bir şekilde balkondan muhteşem manzaranın keyfini çıkarırlar...

Sabaha henüz varamadan gece, bir öpücük uyandırır genç adamı.

Önce bir taksiye biner ve Turban'ın önünde iner. Arabayı alır, yüzünde tüm olan bitenlere dair enfes bir gülümseme vardır.

Evlerine doğru yola çıkar.



17 Mart 2024 Pazar

İki İnatçı Keçi

Açılım


Yıl 1983, 23 yaşlarında bir erkek ve bir genç kadın; erkek olan şehirin yerlisi, genç kadın ise ülkenin sevilesi ama farklı bir deniz şehirinden.

Bir akşam ülkenin farklı bir deniz şehirinden olan genç kadın, nişanlı bir çift, yine erkek olanın ve bahsedilen çiftin en can arkadaşı erkek ile bir eğlence mekânına giderler; hadi gelin ona gazino diyelim.

Aslında bir genç kadın daha katılacaktır geceye; o da ülkenin farklı deniz şehirinden genç kadının hem meslektaşı hem en yakın arkadaşıdır ki erkek olanın en can arkadaşı ile tanışacaktır ama bir engel çıkar ve gelemez.

Gençlerimiz geceyi yakan bir şıklıktadırlar. Sohbetleri dinlenir, keyifle yenir içilir eğlenilir gençlerdir ve arkadaşlıkları farklı deniz şehirinden olan genç kadın hariç lise yıllarındandır.

Bedene yapışan deri pantolon, hoş montu tamamlayan şık beyaz bluzu ile mankenleri çatlatacak güzellikteki genç kadın ise o gece şehirin yerlisi olan 23 yaşlarındaki genç erkek tarafından arkadaşlarına tanıştırılır. Fakat 23 yaşlarındaki genç mutaassıp biri olmamasına rağmen o yılların koşullarından bakan bir manyaklıkla öyle gelmemesini istemesine rağmen, onu evinden almaya gittiğinde, son derece şık ve kuaför görmüş saçları mankenleri çatlatacak farklı deniz şehirinden genç kadını deri pantolon, onu tamamlayan şık beyaz bluz, ince ve yüksek topuklu şık ayakkabılar ve çok hoş montla görmüş ve gerilmiştir ve hatta laf da çakmış olabilir.

Genç kadın yine de öyle gelmiştir ki o dakikadan sonra yapılacak bir şey de yoktur.

Elbette aslında mutaassıp olmayan hıyar onu evinden aldığında farkındadır ki bu ben özgür bir kadınım vurgusudur.


İki İnatçı Keçi - Bölüm 2 için buradan lütfen...

13 Ocak 2024 Cumartesi

Ne Güzeldi Oysa O - 3: Tutkulu Bir Aşkın Kıyısında

Kısa Bir Süre Önce Yaşanan ve Yazılan

Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim; derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim.

"İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 23 yaşlarına doğru yol alan iki genç, kadın olanı Egeli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

Gözüm üst kata çıkan merdivenlerde kalıyor. Ayaklarımsa hevesli. Geçmişten sahneler üşüşüyor, ayaklarım arzulu ama ruhum çıkmıyor basamakları...

*

Farklı bir yazıda söz etmiştim, O'ndan sadece. Oysa heyecanı satırlara sığmayacak kadar hoş, aksiyonlarına doyum olmayacak kadar coşkulu, tutkusu -çatışmaları bile sevimli kılacak kadar- sert, vazgeçebilirim senden tavırları her seferinde mağlup olacak kadar sevimli, ve sezarın hakkı sezara teslimiyetçiliği ile zaferler kazandıracak kadar ateşli bir ilişkiydi yaşanan. Yıllarca bir rüyaydı sanki hissiyatıyla bir kenara itelemiş ve o kenarda öylece bırakmıştım olan biteni. Ta ki yakın bir yılda merak edip adını soyadını arama motoruna yazıp,  O'nun kocaman şehrinde yılın öğretmeni seçildiğini görene kadar.


**

Yıl 1982, aylardan yaz sonu, geleneksel asker arkadaşları Bodrum buluşmasının ilki için Ege'nin büyük bir şehrindeyim. Cemal'le abisinin yedek parça dükkânın önünde oturuyoruz. Akşam kalacağım, ertesi gün ise birlikte Aydın'a gidecek, orada Apo ile buluşup bu kez Aziz'in bir otel işlettiği Bodrum'a geçeceğiz. O sırada Cemal karşıdaki mağazanın önündeki bizden küçük, 18 yaş ya da biraz üzeri ve beni tanıştırdığı çocuğun geçenlerde evlerinden gelirken durakta bekleyenleri aldığını, içlerinden biz yaşlardaki kızın şehrimde öğretmen olduğunu, adını soyadını ve okulunu da söyleyerek onu bulmamı öneriyor. Bunun manasının "kız tam senin kalibrende birisi" olduğunu anlıyorum elbette. "Ama bu çocuk?" diyorum, "O hayal kuruyor, hepsi bu," diyor.

Bodrum dönüşü bir öğle üzeri mağazadan çıkıyor ve söz konusu okula gidiyor, doğrudan öğretmenler odasının kapısını çalıyorum ki bana söylenen Sanat Enstitüsü. İsmi söylüyorum, öyle bir öğretmenlerinin olmadığı aldığım yanıt. O sırada bir hanımefendi, muhtemelen arkadaş, hangi okulda öğretmen olduğunu söylüyor. Şimdi o okulun öğretmenler odasının kapısındayım. Kaderin bize nasıl bir yol çizdiğini bilmiyorum henüz. Kapıyı tıklatıyor ve giriyorum; içerisi kalabalık, ismi söylüyorum ve bir fıstık ayağa kalkıyor ve odanın dışına çıkıyoruz birlikte. Yerden bitmediğimi, nasıl ulaştığımı kısaca anlatıyorum. Telefonumu istiyor, işyeri numaramı veriyorum.

Ertesi gün telefonum çalıyor. O arada bizde çalışan ve yaşıtım Hasan'ın kardeşi Zeki'nin öğretmeni olduğunu da öğreniyorum. Konuşmaya başlıyoruz. Kendimi ağırdan satıyorum. Ve bir başka gün için randevulaşıyoruz. Aslında çıktığım bir kız var ama şu an dondurucuda. Onun hedefinin evlilik olduğunu biliyorum ancak benim kafamda böyle bir düşünce sıfır. Ve bir vaadim de yok. Ve o kız üstelik dönem itibariyle şehrin en popüler kızı: Özel bir yazıyı fazlasıyla hakedenlerden... daha önce bazı ânların satır aralarında bahsetmiş olsam da!

Ertesi gün okul çıkışında ilk buluşma gerçekleşiyor. Arabayla turluyoruz, sohbet çok renkli, ilişkinin gelişip serpileceği kesin, birlikteliğin algoritması heyecan verici. Güzel bir ilk buluşma ve an itibariyle evinin olduğu apartmanın önünde bırakıyorum. Henüz  bu ilişkinin nelere gebe olduğunu bilmediğim gibi bir öngörüm de yok!

Devam ediyor!

13 Aralık 2022 Salı

Fuarın Lozan Kapısında Bir An

1.Bölüm


+18

Rahatsızlık Verebilecek Kelimeler İçerir!



...
Herkes kendi cesaretince birini seçerken, onlar da öylesine bakınıyorlardı. Öylesine bir aşk özlemi çekiyorlardı ki en romantiğinden... Güzel bir akşamdı. Oraları, onlar başka türlü anlamlandırıyorlardı. Ev gibi kutsal, sıcak anlamlar yüklenmiş bir mekânın 'genel' takısıyla tanımlanmış ve çoğaltılmış hali, toplumun çoğunluğunun ahlaki yargılamalarından bakınca aslında insanlara nasıl da iğrenç geliyordu.

Dolayısıyla o mekânların işçileri de...

Evlerden birinin ışığında, kendi ışığını etrafına yayan, sanki bir sosyolog gibi diğer kızlara yaptıkları işin herhangi bir yerde çalışmak kadar onurlu, hayatın bütün orospuluklarından bakınca da yaptıkları işin aleniyetinin "delikanlılığından", lafları, eylemleri oraya buraya çarptırmadan yaşama biçimlerinin dürüstlüğünden söz ediyor sanılırdı. Hiç tarzı olmadığı halde o genç kadın, kaçınılmaz bir şekilde onu çekti. Göz göze geldiklerinde değerler silsilesine çok şeyin katılacağını görmüştü. Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü komidinin üstünde duran, ara verilmiş, kapağı üstte dönük kitaba takıldı: Kitap, o sıralarda okumakta olduğu Judith Guest'in Sıradan İnsanlar'ıydı.*...





1 Yıl Önce

İzmir'e veda yolundayız. Kordon'da bir tur atıyor ardından dün akşam izleyip hâlâ duygusal etkisinden kurtulamadığımız Hisseli Harikalar Kumpanyası'nın bıraktığı izler yüreğimizde, elimizde arkadaştan ödünç alınmış, dönemin en iyi fotoğraf makinelerinden biri olmasına rağmen flaşsızlık yüzünden dün gece çekemediğimiz fotoğraflar için fuara doğru yürüyoruz. Lozan kapısına yaklaşıyoruz ki bir anda bölgedeki tüm yapılar flulaşıyor, siliniyor ve bizim gözlerimiz normalde abla diyeceğimiz, 30'lu yaşlarında iki kadına odaklanıyor.

Bugünün diliyle tanımlamak istersem, tam anlamıyla bir Almodóvar sahnesindeyiz.

Eriyip bittiğimizi, hayal enstantanelerimizin film şeridi gibi aktığını, fena halde heyecanlandığımızı inkâr etmeye hiç gerek yok. İki çok şık, sempatik, fotoroman karakteri gibi -genç- kadın.

Ben ilk etkiden kurtulur kurtulmaz anlıyorum ama arkadaşım ulaşılmaz olduklarını düşünüyor, "orospu" olabileceklerine hiç ihtimal vermiyor; ona göre asla ulaşamayacağımız iki hayalle karşı karşıyayız. Ben ilk çarpılma anının ardından çakıyorum manzarayı; çünkü tıfıl yaşlardan bir birikimim var.

7 yaşımdan itibaren mağazaya gidiyorum; hafta sonlarında, okul tatillerinde, çalışıyorum. O zaman sanayi siteleri yok, yedek parça mağazaları, rulmancılar kozmopolit, son derece canlı Bankalar Caddesi'nde ve Cumhuriyet Meydanı civarında. Amerikan arabalarının her çeşidi trafikte. Mağazaya her cins insan geliyor; doktorundan avukatına, fabrikatöründen çiftlik sahibine, tamircisinden şoförüne kadar; hepsi Amerikan arabaları kullanıyorlar ve bazılarının özel şoförleri var. Müşterilerden kadın olan ve yaşı da epey olan biri, sonra başka biri ve daha başka biri dikkatimi çekiyor. Bir süre sonra bu tatlı teyzenin aslında genelev patroniçesi olduğunu, diğer ikisinin de çalışan kadınlar olduğunu kavrıyorum; birikimleriyle taksi almışlar, şoförleri var ve ikinci bir gelir kapısı; çünkü yaptıkları işin uzun süreli olamayacağının bilincindeler. En ufak bir aşağılama yok ve benim için tatliş, işleri güçleri olan kahramanlarımken büyüdükçe gerçeklerle karşılaştığım, sorguladığım, normal hallerinde, çocuklarıyla ilişkilerinde gerçekten sevimli bulduğum kadınlar. Onlara birer masal kahramanı gözüyle bakıyorum, anlıyorum ve küçümsemiyorum. Ve bu duygum ve bakış açım, aklım pek çok şeye erdiğinde de değişmiyor; çünkü çocukluğumun tanıklıkları güzel insanların yaşadığı, saygının kıymetli, giyimlerin özenli, şık lokantalarda kolalı beyaz peçetelerin olduğu yıllara ait. Ayrıca o zaman genelev de şehrin en merkezi noktasında, hiç de aşağılanan bir yer değil, şehirle içiçe. Komşusu ise ağırlıkla emekçi kadınların vardiyalı çalıştığı sigara fabrikası. Elbette bir iki meyhane de var. Bir kaç yüz metre ilerisinde de şehrin en önemli, trafiğe kapalı, şık mağazaların olduğu alışveriş caddesi. Yıllar sonra bir belediye başkanı tarafından yıkılacak genelev; arsa, taaa kutsal topraklardan getirilmiş zemzem suları ile yıkanacak ve yerine kocaman bir cami ve alışveriş merkezi yapılacak! Ve sektör kontrolsüz, denetlenemez bir biçimde evlere taşınacak.

Çocukluğumuzda bizim evde bir tatlı yapılıyor mesela, ki adı "orospu tatlısı", elbette bu tanım küçültücü halinden bağımsız bir sevimlilik içeriyor bizde; o adı kullanmak sevimli geliyor; asla bir aşağılama vurgusu değil.

Bizim henüz doğmadığımız yıllarda, kapıların altından ve aralıklarından rüzgârların girdiği evde yaşadıkları zamanlarda bizimkilerin tanıdıkları, bizim için bir masal kitabındaki karakter olan o komşu kadını, tatlı evde her yapıldığında anıyoruz ve o  kadını tanımak istiyoruz; çünkü insanların henüz öğütücü olmadığı, insana insan gözüyle bakıp dedikoduyu kapıdan içeri sokmadıkları yıllar... ya da biz çocuklar tatlıdan yola çıkarak bir masal dünya yaratmıştık kendimize, kahramanını görmek istiyorduk.


Arkadaşım çakılıp kalmış ve sahnenin içinde yok olmuş beni sürekli dürtüyor. Ben zaten hayal dünyası geniş, şıp diye senaryolar yazıp, üstelik yazmakla kalmayıp o senaryoyu ânında yaşayan biriyim. Sahne çok hoş: Henüz ergen sayılabilecek genç çocuklar ve ergenlerin en flaş fantazisinin başrolü iki yetişkin ve inanılmaz hoş kadın. Biraz sonra yürüyecek, yüzümde enfes bir gülümseme ile lafa girecek, çok hoş bir sohbetle, üstelik onları da güldürerek ilk adımı atacağımı biliyorum. Ama önce bu çok şık ve çok hoş iki kadını zihnime doya doya kazımak istiyorum. Çünkü uzak gülümsemem bir karşılık buldu ve o karşılığın, o enfes gülüşlerin tadından başım iyice dönsün istiyorum.

İkiz gibiler, aynı saç modeli; kısa kesilmiş, kulak hizasından içe kıvrılmış, gülüşleri kadar pırıl pırıl saçlar. İki aynı elbise ama biri Almodóvar kırmızısı ve minik bahar çiçekleri var üzerinde, diz üstü etekleri rüzgarda uçuşan, üst bedeni ise gögüs çatalını tadımlık gösteren diktörtgen kesim ve geniş askılı, sıkı sıkıya oturmuş, göğüslerin sütyene ihtiyaç duymadıkları kadar hoş bir elbise ve onu tamamlayan mavi renkli kontrast minik küpeler ve mavi ayakkabılar. Diğer kadındaki ise aynı kesim, aynı desenli elbisenin çok hoş, laciverte yakın bir mavisi... Hoş kırmızı, tonu mavinin tonuyla uyumlu kontras küpeler ve ayakkabılar.

 Durum, bir an ikiz olabileceklerini bile düşündürtüyor. Ya da çok iyi arkadaş.

Biz de iki iyi arkadaşız!.

Sohbet çok hoş, konuşmaya bayılıyorum. Elbette bütün hünerlerimi döküyorum ama bir yandan da biliyorum ki onlar kaçın kurası. Arkadaşıma bakıyorum arada ki o yaşayacaklarının mutluluğunu şimdiden hissediyor. Gülümsüyorum ona, bu, bir işler yolunda mesajı. Çok tatlı sohbet devam ediyor; bu hayatta en bayıldığım anlardan biri, çekingenlikten bir sıçramayla oluşmuş  özgüvene yükselme süreci; tadını çıkarıyorum. Bir süre sonra arkadaşıma işaret ediyorum. Gülerek geliyor. O gelirken onların fotoğraflarını çekmek istiyorum çünkü bu ânın bir benzerini, bu niteliklere sahip ve bu işi yapan, son derece seçici kadınlarla insan çok nadir rastlaşabilir ve yaşayabilirse eğer bir kez yaşayabilir bu hoşluğu;  bunu bilecek kadar -çok genç ve henüz taze yirmi olsam da- tecrübem var. Ancak arkadaşım henüz yirmiye varmadı, bir kaç ayı var ve o küçük!

İşaret ediyorum ve yanaşıyor. Tanıştırıyorum.

Sevinçli!

Birlikte dondurma yemeye gidiyoruz, çok hoş iki kadınla flörtöz ama ölçülü bir sohbet ve yaşadığımız süreç, arkadaşımı hayal kırıklığına uğratsam da hayatımızın en güzel ânları hanesine kaydoluyor. Elbette onlara bu hoş arkadaşlıkları için çok şık ama minik iki hediye almak için olduğunu söylemeden, bir kaç dakikalığına ayrılacağımızı ve hemen döneceğimizi, burada beklemelerini söylüyoruz. Hediyelerimiz varlıklarından çok inceliğimiz açısından önem kazanıyorlar. Yaklaşımımızı ve yaşadığımız anı kıymetlendiriyor bu tavır. Sonra bu kısa ama hoş arkadaşlık için teşekkür ediyor, arkadaşça vedalaşıyor, sarılıyor, arkadaşça öpüşüyor, el sallaşıyor ve yola revan oluyoruz.



Anlatıcının notu: Romantik bir yanım olduğu kesin, bazı anları kıvamında bırakmayı erken yaşta öğrendiğim için kendimi hep sevdim. O an ve süreç bir insanın başına tüm hayatında çok nadir gelebilecek türdendi. Onu yatağa taşıdığımızda, işin içine para girecekti, elbette onu bir zarfla yatağın ucuna bırakacaktık ama o zaman tüm hikâyenin sıradanlaşacağını bilecek kadar duygusal birikimim vardı ki sonra yola devam ederken arkadaşıma "Hevesini kursağında bıraktım ama..." diye başlayan açıklamalarıma devam ederken onun da bana hak verdiğini gördüm. Yatağa götürmediğimiz sürecin tadıyla yol alırken, dondurma teklifimi kabul ettirmem ve o şahane sohbetin ardından, bir saygı eksilmesi yaşamadan, ânı ve iki tatlı kadını sıradanlaştırmadan geçirdiğimiz dakikaların tadını çak yaparak ve kutlayarak başarımı, yola devam ettik.



Devam edecek...

*Yukarıdaki alıntı blogdaki bir yazı dizisindendir!

24 Mart 2022 Perşembe

Bir Mavi Aşk

Yakın tarihli şahane bir Sinop akşamını yazarken birden ayakları yerden kesilmiş ruhumdan zapt edilemez kelimeler fırlıyor: "Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu.

Bir an ödüm kopuyor!

Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!.."*


*

Şu an yazmakta olduğumdan önceki yazıda da; yine bir Mavi'de biramın keyfini çıkardığım esnada kulağıma ulaşan ve içinde Bodrum geçen cümleler beni  bir zaman sıçramasıyla çok uzun bir geçmişe götürüyor. Ve şu cümleler dökülüyor tam da bu nedenle günü anlatan yazının son satırlarına: "Elbette Bodrum Mavi, sadece Ortaçgil değildi. O zaman bir Mavi akşamında göz kenarlarımızı ıslatan şarkı bugünlere de aynı hislerle, kopsun gelsin!"

Yazının sonuna elbette o şarkı geliyor ve yazı orada, şarkının gerçek sahibinin sesi ve gitarı ile bitiyor.

Bitiyor ama ben Bodrum'a gittiğim bir başka yılda, o andan sadece iki yıl sonrasında ve bir başka andaki şarkıda tam anlamıyla kalakalıyorum; O'na kilitli gözlerimin kenarlarında birikenleri saklama gayretiyle...

Ve bir önceki yazımın altındaki bir yorum bana şu cümlenin de olduğu bir cevap yazdırıyor: "Ama bu yazının en sondaki italik cümlesi bir yazı için tetikledi, çoookkk yıllar önceki o güne gidip yazarsam, yazarken kesinlikle -masada- Filtresiz-Chivas ortaklığı olacaktır!"**

Bugüne kadar blogda yüzlerce yazıyı belki de yüzbinlerce kelime ile yazdım ama hayatımın en güzel günlerinden birinden ve o günün ortağındansa, anonim bir yazıdaki tek bir cümle dışında hiç söz etmedim:

"Kiminin, bir Bodrum akşamında Aziz'in barında tanışıp, sadece ikimizde öyle hayal ettik diye, sanki bir ömürdür berabermişiz tutkusuyla yaşanan bir günlük heyecandaki gerçekçiliğini..."


Şu an sabahın erkeni, yanımda Filtresiz-Chivas işbirliğiyle oluşmuş bir boilermaker yok. Ama daha güzel şeyler var. Hiç anlatılmamış ama kıymeti hep bilinmiş; akla geldiği anlarda bazen gerçeklikten koptuğum ama gerçek sandığım bir rüya mıydı o diye düşündüğüm 32-33 saatlik o günü, bu yazının tüm kontrolleri bittikten sonra bir okur gibi  okumaya başlayacağım anda kesinlikle,  içine bir shot Chivas salınmış 50'lik bira dolu bardak, yanımda olacak.

**

Çok zor bir süreç ve ben bir abiden öte artık bir "babayım". Hayatla ilgili kararım net: Ben asla evlenmeyeceğim.

Askerlik bitiyor. Her yıl Eylül ayında Bodrum'da buluşmaya karar veriyoruz; grubumuzun üç kişisi, biri Bodrum'da olmak üzere Ege'de yaşıyorlar. Apo nişanlanıyor, onun töreni için önce İzmir'e, oradan da Cemal'le birlikte Aydın'a gidiyoruz. Çok nadir takım elbise giyen ben, Arkadaş için çiğ et bile yerim. Nişan, odalarımızın ayrıltıldığı otelde. Hazırlanıyorum ve törenin olacağı salona geçiyorum. Yüzükler takılıyor ve eğlence başlıyor.  Zeybek oynamak şart! Adlarımız anons ediliyor. Kaytarmaya meylimiz çok. Damadın asker arkadaşları piste. Heybede ilkokulda alınmış folklör eğitimi olsa da artık havamız ağır abi, oysa bugünden bakınca yaş çocuk. Tabii ki kaytaramıyoruz. Bir kız var, esmer ve hoş. Gözlerimiz buluşuyor. Nişan bitiyor ama gece bitmiyor. Apo'nun bir arkadaşı pastanesini açıyor; erkek takımı oradayız, fotoğraftan az sonra anlaşılabileceği üzeri fena içiyoruz ve başım ağrıyor. Sonra otele bizim için ayrılmış odalarımıza dönüyoruz. Sabah Bodrum'a gideceğiz.

Bu benim ikinci Bodrum seferim, ilkini inşallah İzmir'den çıkabilirsem efsane gezi etiketli yazılara ilave edeceğim bir gün.

Sabah kotumla ve spor gömleğimle ve ayakkabılarımla buluşuyorum. Sırt çantama her ihtimale karşı yedek bir şeyler atıyorum.


Öğle üzeri deniz kenarı bir mekânda oturuyoruz. Biraz dolaşıyoruz, ben Aziz'le kalıyorum onlar dönüyorlar. Aziz Bodrum'un en güzel, tam bir Ege köyü tadındaki o yıllarının en popüler restoranlarından Kortan'ın her şeyi. Gittiğimiz hiçbir barda para ödemiyoruz. Böyle de bir ilişki var esnaf arasında. Gece Mavi'nin yanındaki bir yere gidiyoruz ve tabii ki rakı; bize bir yat imalatçısı da katılıyor. Fikret Kızılok o zamanlar köyün bitimi sayılacak Mavi'de. Mavi ile henüz bebe olan Halikarnas arasındaki yol üzerinde hiç bina yok. Kortan'ın karşısındaki otelin bir odasını açıyor Aziz ve oda benim. İyi geceler diliyoruz, sabah kahvaltı saatini söylüyor ve gidiyor. O sıra sırım gibi, ben yaşlarda, yani 21-22'lerde, sırtında gitarı ile bir genç kız kata çıkan basamaklardaki son adımını atıyor. Elinde bir çanta sırtında da kılıfında bir gitar var. Yabancı olduğunu düşünüyorum. Karşı odama geçerken gülümsüyor. Gülümsüyorum. Anahtarı kilide uzatırken yükleri zorluyor, fark ediyorum. Çantayı ve gitarı alıyorum. Teşekkür edip, içeri giriyor.

Nişandaki kızın gelinin kız kardeşi olduğu gülerek kulağıma fısıldanmıştı. Sabah sokağın canlılığına uyanıyorum. Sabah rutinlerini halledip restorana geçiyorum. Aziz restorana yanaşmış balıkçı motorundan balık seçiyor. Kocaman bir taneyi süsleyip, ağzına da bir limon tıkıştırarak soğutucunun vitrinine koyuyorlar. Planları akşam gelecek bir grup için onu pişirmek.

Ben masaya oturmaya yelteniyorum. "Bar'a hazırladım kahvaltıyı tertip," diyor. Aziz askere geç gelenlerden, aynı tertip olsak da biz 20 iken O 30'a yakın olgun bir adamdı; arkamızı toplamayı, gözü kara eylemlerimizi kapatmayı kendine görev addetmiş bir siliciydi.

Manzara enfes. Kahvaltı bar tezgahında. Deniz şlap şlap duvarlara vuruyor. Ne ararsan var bir gün. Ama aynı tezgahta ve bir taburenin üzerinde ne arasam, nerede ararsam arayıp da bulamayacağım bir şey daha var: Akşam yardım ettiğim, aklımı da alan kız. Üçlü bir sohbet başlıyor. Aziz arada günü organize ediyor, elemanlara talimat veriyor, bardan uzaklaşıyor. Sohbet cıvıl cıvıl. Bodrum'a yakın bir yerde yazlıkları olduğunu, kendisinin üniversite son sınıf öğrencisi olduğunu falan öğreniyorum. Hani hiç tanımadığınız birine yolculuk esnasında yan koltuğunuzda olduğu için bir merhaba der ve orada kalırsınız ya... Durum burada ve anda fena; konuştuklarımız yeni şeyler de olsa tadı cıvıl cıvıl. Farkındayım ki bir kor düştü gökten ve biri bana biri O'na. Aziz bir şeye ihtiyaç var mı bahanesiyle yanaştığı anda "Bugün sahnen var mı?" diye soruyor. Ama adıyla seslenerek! Bugün sahnesi yok. Bana da dönüp "Buraneros, benim çıkıp akşam için biraz alışveriş yapmam gerek," diyor. İkimiz de gülüyoruz. Aziz de gülüyor. Sonra çıkıyoruz O'nunla birlikte; sahnesi yok, bana kendi Bodrum'unu gösterecek. Mekânın önünden geçiyoruz. Ben Big Ben'den, Veli'den, hiçbir barın hatırını kırmadan bir gece acaip içtiğimizden ve Han'dan söz ediyorum.

Anlıyorum ki varlıklı bir ailenin kızı. Ekonomik bir gerekçesi yok, seviyor şarkı söylemeyi ve kazandığı parayı harcamayı. O'nunla akşam birlikte orada olmak istediğim bir yer hayalim var. Mavi. İçim içimi yiyor ama teklif boğazımdan öte gitmiyor. Kendi hayallerimi, başıma geleni ve yarım kalmışlığımın beni üzdüğünü ama bir yanıyla da hazır olduğumu, sürpriz olmadığını ama hayallerim konusunda frene bastırdığını anlatırken, ilk kez bir insana bu kadar açıldığımı fark ediyorum.

Yat limanına yanaşırken onu Veli'ye davet ediyorum. Cin tonik'de karar kılıyoruz. Ona iki yıl önce bu barda otururken en can iki arkadaşımdan efsane geziyi birlikte yaptığımızın bardaki, kafayı epey bulmuş bir adamla yat pazarlığı yaparken bir yandan da adama gelen viskileri nasıl götürdüğünü, fakat bunu kendi sarhoş olduğu için mi yoksa adamın fark edemeyeceğini düşünüp parayı ona ödetmek için özellikle mi yaptığını anlayamadığımı söylüyorum. Öyle güzel gülüyor ki yeşile çalan gözleriyle. Bir sarışıncı değilim ama o da sarışın değil ama sarışın, uzun saçlarının rengine erimişim çoktan; kokusunda yok olmaya dünden razıyım. İçim lime lime eriyor olsa da hâlâ "Aşk mı, o ne ki?" yıllarımda ve havalarındayım ama??!!! Bana bir sorsa, kalbimi bir dinlese, bütün foyalarım dökülecek...

Birer cin tonik ne çabuk bitti diyebilecekken ben saat öyle demiyor. Ama diyor ki "Günün ruhları dürtükleyen saatlerindesiniz."

Bodrum'da güneş ne de güzel batar!

Çıkıyoruz. Kalbim Mavi diye basbas çimdikliyor her yanımı. Ona tepki verirken içimde ya herro ya merrocu bir cevval türüyor. "Gidelim mi?" diyorum. "Gidelim," diyor. Artık Mavi'deyiz; hava, Fikret Kızılok'un sahne alma karanlığında. Cırcır böceklerinden ve deniz sesinden öte bir sesin duyulamayacağı kadar sessiz ve binasız yılları Bodrum'un. Fikret Abi, söylüyor. O söyledikçe biz söyleyemiyoruz ama: ikimizin de sığınacak, dökülecek, güvenilecek bir  kuytu aradığı kesin. Sadece elimi değil kalbimi de ter basmış durumda. Bedenlerimiz konuşuyor. Ruhlarımızsa alttan alta gerekeni yapıyorlar ve biz farkında değiliz. Sözlerimizde bir sıkıntı yok da... hani neden saçlarının kokusunda yok olamıyorum; niye cesaret edip de dilime, elime, koluma yol veremiyorum. Üstelik onun hazır olduğunu, üstelik beni sezdiğini de hissediyorum.

İlk kez pervasız değilim ve ilk kez hata yapıyor olmaktan korkuyorum.


Fikret Abi şarkısının sonuna gelirken o yanımdan kalkıyor; Fikret Abi ona gülümsüyor. O bir kaç kelime söylüyor. Fikret Abi bana bakıyor; sonra ona dönüyor, gülümsüyor, sonra bana dönüyor gülümsüyor. O alçak taburenin üzerine sağ bacağını koyuyor. Fikret Abinin bıraktığı gitarı oraya yerleştiriyor. Ayakta, kusursuz bir heykel gibi. "Allahım ben... yoksa benn... yoksa yoksa... ben?" Sol eli akorların üzerinde.... İkimiz de biliyoruz ki bu bir son gece. Gitar susuyor, kendini O'na teslim ediyor. O'nun gözleri bende. Ben zaten hep onun gözlerinde. İlk notayı vuruyor ve sonra sel olup akıyor.






Şarkının finali yaklaşırken çok nadir yaptığım bir şey yapıyorum. Aslında yapan ben değilim. Duygularım. Yürüyorlar. Kendimi O'nun önünde buluyorum. Elimi uzatıyorum. Elini uzatıyor. İkimizin de göz kenarları ıslak. Bütün seslere sağırız. Orada bir saniye daha duramayacağımızı biliyorum. Ödemeyi yapıyorum ve çıkıyoruz. Göz yaşları isyanda, "Bir koyverin bizi bacım abim," diye zorluyorlar. Gülüyoruz. Koyveriyor, o na da gülüyoruz.

Otele yanaşırken Aziz'e uğruyoruz. Hiçbir şey sormuyor ve demiyor. "Bir dakika bekleyin," diyor ve bir şişe iyi soğutulmuş Doluca Moskado ve iki kadehle dönüyor.

Artık buna dayanılmaz. Doluca Moskado bir simge. Hayatımın en zor döneminin en muhteşem gecesinden... Ama bu kez de hayatımın en unutulmaz gününden bir armağan. "Tanrım benim arkadaşlarım niye bu kadar güzel!?"

Elbette dibini buluyoruz. Moskado'nun hikâyesini anlatıyorum. O gözümün ıslaklığını alıyor. O'nun odasında sızıyoruz. Uyandığımda o hâlâ uyuyor. Saçını okşuyorum. Odamdan sırt çantamı alıyor. Aziz'in oraya geçiyorum. Bir çiçekçi soruyorum. Aziz benle geliyor ki kazıklanmayayım. Gül aldığım çok nadirdir, kır çiçeklerini severim. Saat veriyorum. Tam kırçiçekleri şu saatte lütfen diyorum. Güller de şu saatte, şu bara lütfen. Aziz, otobüse kadar benle geliyor. Aydın'a doğru yola çıkıyorum. Kafamı cama yaslıyorum. İki damla yaş düşüyor.

*Sarayda Çarpan Tava, 8.fotoğrafın alt paragrafı.

**Şu yazının yorum kısmında.



Moskado'nun Hikâyesi yazının 7.Paragrafında.

9 Mart 2022 Çarşamba

Ne Güzeldi Oysa O - 2


Uzun zamandır aklımı çelmeye çalışan ve yazsam mı diye düşündüğüm bazı anılar vardı. Vazgeçme ihtimalim yoğundu. Zamanda geri gittiğimde ve o anki hissiyatlarımla baktığımda, bir fotoğraf gibi anılarımda yer bulmalılar, diye düşünüyordum. Kocaman adam halime dönünce de o adam bunu gereksiz buluyordu.


Sonra bu pişmanlıklarımdan bir yazı dizisi yapsam, diyorum. İlk O'nu yazmayı düşünüyorum -ve yazıyorum. Öyle saf ve öylesine sevimli bir aşkla sevmişti ki...


***


Okul başlayalı bir kaç hafta olmuştu. Tek dersten kalmıştım, sonra bakanlık borçlu geçme diye bir şey icat etti ve ben de bir üst sınıfa devam etme hakkını elde etmiş oldum. Okulda üçüncü senemdi. Lise birde sınıfta kalmış, bir seneyi mağazada geçirmiştim ve şimdi bir başka sınıfta 5/Fen-C'de yeni arkadaşlar edinmek durumundaydım. Bir avantajım vardı doğum tarihimden kaynaklı olarak ki o da bana çoğunluğu benimle aynı yaşta kişilerle aynı sınıfta olma fırsatı sağlıyordu.

*

İlk gün. Şık bir takım elbise ve şık bir kravatla, son derece cool, ellerim boş ve dersin ortasında kapıyı çalıp yeni sınıfıma ilk adımlarımı atıyorum. Önce hesap vermem lazım. Ders İngilizce. Çok hoş bir genç kadın. Gülümsüyorum çünkü karizmam açısından dersin İngilizce olması büyük bir avantaj benim için. Orta grubun ikinci sırasındaki kızlardan biri bana dikkat kesilmiş durumda. Gülümseyerek gerekçelerimi açıklıyorum öğretmene ve hemen kapının yanındaki ikinci sıraya oturuyorum. Eski sınıfımdan üç erkek ve ileriki yılda yıllarda birkaç ân'ımın kahramanı olacak, farklı fraksiyondan solcu bir kız arkadaşın da bu sınıfta olduğunu görüyorum; bir de takım arkadaşım var. İlk derste bir kızın ki özgüveni çok yüksek, benimle ilk konuşacak kişi olduğunu seziyorum. Ben her zamanki taktiğimleyim; hep aptal görün ama hiç aptal olma.

Teneffüse çıkmıyorum. Teneffüs dönüşü o kız kendinden emin edasıyla, benle kafa bulmak düşüncesiyle belki, yanıma oturuyor. Bilemem, belki de beni kapmak istiyor. Kısa yanıtlar veriyorum sorularına. O beni okuldan tanımıyor çünkü onlar 1.sınfı okurken sınıfta kalmış ben okula devam etmemiş, yıl sonu sınavları sonucunda ikinci sınıfa geçmiştim ki yukarıda belirttiğim gibi tek dersten borçlu olarak.

Ama ders İngilizce oldumu benim one man show'um başlıyor. Buna edebiyat ve felsefe grubu dersleri de dahil edelim lütfen. Sinema, müzik, güncel hayat, kitap, siyaset, ideoloji, spor gibi ne varsa bende var. Sonraki günlerde, sonraki dedimse bir iki gün sonra erkek kısmının ilk kaşifleri de keşfediyorlar beni ve hâlâ en iyi iki arkadaşım olanları o süreçte ve bu sınıfta tanıyorum.

Enteresan bir an yaşıyorum o gün. Çok hatırlamıyorum ama o hafta sonu ya da bir sonrasında, az önce yanıma oturan kızın doğum günü var. Dördü aynı sınıftan olan arkadaşlarının yanı sıra beni de davet ediyor. İlk andan beri kendine güvenini takdir etmekle birlikte beni hafife aldığını düşünüyorum ama kendine güveni ve beni kendine ayırma hali de güzel oyun tadı hissettirdiği için hoşuma da gidiyor. Kişinin bir konser akşamında* özellikle yamacıma denk getirilen ve onu eve bırakma görevinin bana verildiği kız olduğunun altını da çizmem gerekiyor.


Tam o günlerde bir vitrindeki kazak dikkatimi çekiyor. Almak için birini ayartmam gerek. Ben bu uğraş içindeyken bir kaç gün sonra yeni tanıştığım ve bugün de enn arkadaşım olan iki kişiden ileri ki yıllarda efsane seyahati birlikte yapacak olduğumuzun üzerinde aynı kazağı görüyorum. Hem de benim sevdiğim renktekini. Oysa doğum gününde onu giymeyi hayal etmiştim. Kazağın -mecburen- kırmızısını alıyorum ki tüm ömrümün tek kırmızısı bu; çünkü kazağın modelini sevdim. Hem Finlandiyalı penfriend'ime bir -renkli- fotoğraf göndermem gerek. Onlar poloroid makineye sahipler ve elimde bir fotoğrafı var. Vesikalık ve evlilik fotoğraflarım hariç ilk ve tek kez bir fotoğraf stüdyosundayım. Fotoğrafçının canını çıkardım desem yeri. O tebessüm istedikçe bende tık yok, oysa güzel gülen biriyim. Buna ilaveten konum ayarları ile uğraşıyor, poz yaratmaya çalışıyor ama nafile... Ve sonuç itibariyle tarihimdeki tek portre fotoğrafı olarak bir kaç gün sonra bunları elime tutuşturuyor.

Doğum günü geliyor. Doğum günü hediyesi olarak ortaklaşıp çok hoş, çok zarif bir kolye alıyoruz, tanıdık bir kuyumcudan.

Arkadaşım farklı bir şey giyiyor ve ben altındaki kotumla birlikte partiye bu kazakla katılıyorum. Bir de planımız var. Beş erkeğiz ancak kız sayısının bir kaç katımız olacağı kesin. Plan şu, biraz geç gideceğiz; hepimiz beklentilerin ve planların aksi bir eylemle popüler ve kendinin farkında kızlar yerine daha sakin, hesaba dahil edilmeyen kızlara yöneleceğiz.

Tabii ki pratiği öyle olmuyor. Götürdüğüm plaklar başrolü alıyor. Diğer başrolün de bir plan dahilinde bana verildiği anlaşılıyor. Aslında ben için fena bir durum değil bu. İlk dansımı ilk yabancı grup konserimizde yamacıma oturtulan, doğum günü kızıyla yapıyorum. Koltukta oturan bir kız dikkatimi çekiyor. Bana benzediğini düşünüyorum, biraz da Finlandiyalı mektup arkadaşıma. İçgüdülerim sürekli ona doğru iteliyorlar beni. Önündeyim, öyle güzel gülümsüyorum ki. Dilimde çıt yok ama duruşum dayanılacak gibi değil. Fena bir etkinin altındayım. Elimi uzatıyorum. Çok tatlı gülümsüyor ve elini uzatıyor. Aman Allahım! Sanki bir anda herkes yok oluyor. Bütün sesler sustu ve sadece ikimiz varız. Kelimelerimiz insan ve bıcır bıcır. Sonra balkona çıkıyoruz. Liman ve denize bakıyor, konuştukça konuşuyoruz. O gitar çalıyor ve aynı zamanda resim yapıyor. Bir alt sınıfta ve bizim okulda, ben sabahçıyım o öğleci. Babası hakim. Durmaksızın konuşuyor, içeri geçince yan yana oturuyor, kalabalıktan kopuyor, kelimelerimizde yok oluyor, kristal avizelerin tavana yansıyan pırıltılarından dem vuruyoruz.

Tanrım ne güzel bir romantizm bu!

O ara sınıfın kızlarından bir uyarı geliyor.

Bana!

Nezaketen uyuyorum, üzülüyorum biraz da yaşattığıma, üstelik doğum gününde... Ancak gönlüm de, dilim de, sular seller gibi O'na akıyor ve ferman dinlemiyor. Frekanslarımız o kadar örtüşüyor ki yüzyıl orada ve anda kalsak, bıcır bıcır, susamışçasına konuşsak ve o sırada dünya yansa umurumuzda değil. Öylesine bir bulmuşluk.
 

Ertesi gün uyanıyorum ve rüyadan çıkıyorum. Aynı grupla yaşam devam ediyor. Her yere birlikte gidiyoruz, gün içinde de sınıfta bir aradayız. Dans ettiğim kız öğleci, okulda karşılaşma şansımız olmadığı gibi ben şehir merkezine 20 kilometre uzakta oturuyorum. Ulaşım olanakları saatlere bağlı ve karşıt görüşlü grupların olduğu bölgeden geçmek zorundayım ki çoğu akşam belediye otobüslerini durdurup içinden adam alıyorlar. Elimi sallasam ellisi havalarım bünyeme egemen. Oysa kalbim başka şeyler söylüyor. Ama ah şu erkek dünyası işte, işi gücü sayılar. Ben koşmam, yapışmam, koştururum peşimden. Aşk da neymiş bakim.


Sonraki Yıl

Artık o sınıfta olmasam da  aynı kızın doğum gününe davetliyim. Aynı erkek grubu olarak buluşuyoruz; yine ortak bir hediye alıyoruz. Otobüs bekliyoruz. Tam binecekken, önceki doğum günündeki kızı fark ediyor ve beni uyarıyor arkadaşlarım; binmek istemiyorum çünkü bir yanıtım yok ama mahcubiyetim çok. Sonuçta biniyoruz; arkada kalarak görmezden geliyorum. Varınca durağa adım eksilterek iniyoruz. Çokça oyalanarak yürüyoruz apartman girişine doğru... Ve bingo!  Hayatımın en güzel sohbetlerinden birini yaptığım, dans ettiğim ve kimseleri görmez sohbetler esnasında sürekli ötekiler tarafından dürtüldüğüm kız, asansörü bekliyor. Mecburen ve mahcubiyetle "Merhaba, nasılsın?" diyorum. Aldığım yanıt içimi paramparça ediyor.

"Aslında selamını almamam ve sana selam vermemem lazım. Kaç kez rastlaştık ve selam verdim sana ama sen görmedin bile beni."

Arkadaşlarım durumu kurtarma çabası içindeler...

4 Şubat 2022 Cuma

Ne Güzeldi Oysa O - 1

... Dünden beri aklıma düşen bir mevzu var. Çocukluktan, ağırlıkla lise yıllarından karakterler geliyor aklıma. Güzel duygular bırakmış ama yeni yetme şımarıklıklarım yüzünden öteki yüreklerde yarım kalmış yaşanmışlıklar... O hâlime kızmıyorum elbette. Yüklerini hayatım boyunca taşıdım desem yeridir. Buna ilgi gören bir çocuk şımarıklığı da denebilir. Kötü bir çocuk değil ama...

Sonuçta çocuk işte!

Sonra bu pişmanlıklarımdan bir yazı dizisi yapsam, diyorum. İlk O'nu yazmayı düşünüyorum.

Öyle saf ve öylesine sevimli bir aşkla sevmişti ki... Elbette farkındaydım, elimde O'nun yazmadığı ama onun ilgisini anlatan karta yazılmış ve renkli zarfa koyulmuş bir mektup vardı. Henüz 13 belki de 14 yaşındaydım.

Belki de o yaşlarda bile değildim...

2 Mart 2021


"Anne oraya taşındığımızda da burada giydiklerimizi mi giyeceğiz?" diye soruyorum. Doğduğum mahallede, doğduğum sokağın bir üstündeki bütün kapıların açıldığı aslı hol  ama yemek masamızın da bulunduğu ve döşemelerin kenar tahtalarında mantarlar yetişen;   Babaannem, Dedem, Halam, üç kardeş ve anne babayla 8 nüfüslu küçük ve alt kat kira evden artık bizim diyebileceğimiz, şehrin o yıllarda en popüler semti olmasa da o semte giden cadde üzerindeki, eski ve görkemli ve hepsi bahçeli evler arasında ilk inşa edilen apartmanlardan birinin en üst katına taşınıyoruz. Henüz apartmanlar bir koridor yaratmadığı için de müstakil ev tadı, eski mahallemiz dahil şehrin en tepelerine kadar muhteşem bir manzaramız ve uzun bir balkonumuz var. Yaz akşamları o balkonda tüm aile müthiş keyifler yaşıyoruz ama eksiğimiz eski mahallede, ölümün soğuk yüzünü ilk kez tattığımız Dedemiz. Ama artık bir ranzamız var... Ben üstte, kızkardeşim altta yatıyor. Babaannem ve Halam da aynı odada karşılıklı iki divanda ve küçük kardeşim de yer yatağında...

Bir süre sıklıkla eski mahallemize gidiyoruz, arkadaşlarımız orada.

Sonra ufak ufak bu yeni, sosyetik insanların da yaşadığı mahallemizde önce apartmandan sonra da çevreden arkadaşlar ediniyorum. Birlikte saklambaç oynuyor, okul bahçelerine gidip basketbolun tadını çıkarıyor, yan komşumuz Doktor Selim A. Bey'in sahibi olduğu muhteşem de bir bahçesi olan ve Rumlardan kalma şahane evin arka bahçesindeki potasında, onun oğlu Aydın Abi ile basketbol maçları yapıyoruz; o aynı zamanda bize antreman yaptırıyor ve o sayede de oyunumuz gelişiyor. Evin kızı Burçin ise benim ilkokuldan sınıf arkadaşım. Hatta bir süre sonra beyaz atletlerimize, bu kez apartman görevlimizin çok iyi resim yapan büyük oğlu Şevki Abi Harlem'e atıfla H harfleri olan boyamalar yaparak onları forma haline getiriyor. Kısa bir süre sonra sosyal bir sıçrama yaptığımız bu mahallede bizden önce oturan, biz yaşlarda kızlarla da arkadaş oluyoruz. Akşamları caddenin bir arka sokağında yakan top, akşam ebesi, saklambaç gibi oyunlar oynuyoruz ve gittikçe de kaynaşıyoruz.

Tabii ki havada aşk kokuları var. Şevki Abi'nin kardeşi Ramazan saçları permalı, ince uzun, bahçesi muhteşem konak tipi bir evleri olan şehrin popüler ve güçlü ailelerinden birinin kızı olan, adı da muhtemelen aile büyüklerinden gelen Duriye'ye yangın. Duriye iyi kız, sınıfsal yükseltilerine rağmen kimseyi küçümsemeyen zarif biri, arkadaş olarak Ramazan tamam ama ötesi hayal bile değil.

Love Story'nin patladığı ve dünyayı salladığı yıllar. Henüz eski mahallede ve bu evi satın alıp taşınmamışken Annem, Babam, Halam ve Enn Amcam, artık olmayan, anılarımdaki yeri derin Konak Sineması'nın bir tür gala gecesi olan Cumartesi 18 seansına aboneler ve o yılları yakıp yıkan filmi izlediler. Bense Hürriyet Gazetesi'nde Faruk Geç'in çizimleri ve konuşma balonları ile yayınlanmakta olan çizgi romanını takip ediyorum; ilkokul çocuğuyum ve oradaki Ali MacGraw'in, özellikle de saçlarının hastasıyım. Filmi halam kız kıza sohbetlerinde arkadaşlarına anlatırken, karakter içimde bütünüyle yer ediyor, onun gibi bir sevgili hayal ediyorum.


Yeni mahallemizdeki akşam buluşmaları artık gün içine de yayılıyor. Aynı cadde üzerindeyiz, evlerimiz karşılıklı; en uzağı 30-40 metre uzağımızda. İki kişi var ki onlar akraba ve caddeyi kesen bir başka cadde üzerinde ama 50-60 metre uzağımızdalar. Bu iki kızdan biri bizden bir kaç yaş büyük. Ona Gülşen Abla diyoruz. Ve onun kuzeni, Mihri. Ad başlangıçta garibime gidiyor. Saçları açık kumral, sarıya yakın; ama kesimi Ali MacGraw. Nahif ve elbisesi çok yakışıyor. Dikkatimi çekiyor ama fikrime girmiş değil. Bolluk içine düşmüşlüğün şımarıklığında da olabilirim. Ya da çocukluk; değerleri analiz etme yeteneğinden yoksunluk da denebilir buna, bilmiyorum.

Bir yanım aslında birini deli gibi sevmeyi, delicesine de aşık olmayı istiyor.

Sonra bir gün kızlardan adı Türkân olandan bir anket defteri geliyor. Hepimizin yanıtlaması için. Bunun bir tuzak, bazı sorulara bir yanıt aramak olduğunu anlıyorum. Soruları çok bilmiş, kül yutmaz, çok tecrübeliymiş havalarında bir şımarıklıkla yanıtlıyorum ama sorulardan, istenen tariflerden bunların Mihri'ye yaklaşımımın testi olduğunu da anlıyorum. Diğer arkadaşlar da tamamlayınca defter Türkân'a veriliyor.

Yanıtlarımın yıkıcılığına ve şımarıklığına daha sonra çok üzülüyorum.

Yine akşamları buluşuyor, oyunlara devam ediyor, saklambaça, körebe, hatta futbol falan da ekliyoruz. Mihri her zaman pırıl pırıl. Yüzündeki ufacık çilleri ile çok tatlı. Beni ne kadar sevdiğini hissediyorum. Duygularını anlıyor ve seviyorum. Ama çapkınlık derslerimi aldığım en küçük amcamın koleksiyonlarının da esiriyim. Havalıyım. Çocukça... Aşık olmak bir zayıflık durumu sanki. Karizmayı çizdirmek bize yakışmaz. Oysa iyi kalpli ve romantik bir evin çocuğuyum. Yoksa ilgi ve beden sarhoşu muyum?

Bugünden bakınca bir odun alıp kafamda paralayasım geliyor. Halimi aslında hangi kelime ile anlatabilirim onu da bilmiyorum. Oysa şımarık bir çocuk olmadığım gibi iyi kalpliyim de...

Sonra bayram geliyor. Birbirimizle bayramlaşıyoruz. Mihri ortada yok. Türkan bayram kartları hazırlamış, özenle her birimizin adına yazmış zarfların üzerini ki birini bana veriyor. O an açmıyorum. Hepimiz dağılınca açıp okuyorum. Bir kutlama ve siz hitaplı. Ama içimi yıllardır her aklıma geldikçe yakan bir cümle de var içinde: "Mihri sizi çok seviyor. O başkasını sevse bile ben yine de onu severim diyor."

İçim cızz ediyor elbette, ama yeniyetme şımarıklıklarım bunu başarıyla perdeliyor. Sonraki yıllarda hep aklıma geliyor. Gitsem, arasam bulsam, onu bir pastaneye davet etsem, ellerini avuçlarıma alsam, gözlerine baksam, sözlerimi döksem ve özür dilesem....

Bunu çok kere, aklıma her düştükçe, delicesine istiyorum. Ama sonra... sonra diyor ve vazgeçiyorum. Ve sonraki yılların hiçbirinde, hiçbir yerde karşılaşmadığımız gibi Türkan'lar İzmir'e taşınıyor, biz şehrin dışında yazlık niyetiyle yaptırdığımız sonra sevip kaldığımız bir yere geliyoruz. Ortaokul ve lisede ben çok daha aktif bir hayatla haşır neşir oluyorum ama; aklıma O her geldikçe; onu üzdüğüm için kalbimden bir sızı bana, hep onu hatırlatıyor, merak ediyorum. Bir yanımla da aslında ne kaçırdığımı, biliyor ve o yaşanmamışlık için belki de hayıflanıyorum.

Bilmiyorum.



11 Nisan 2012 Çarşamba

Çok Anlatılmış Ama Yazılamamış Bir Eylül Hikâyesi

Eğer  bir sebep olmasa bu hikâye bir mailde yazıya dönüşemeyecek ve asla akıp da giden zamanda bir not olamayacaktı. 
Çok teşekkürler ve iyi ki !

O gün 12 Eylül 1980'di. Yaşananlar 11 Eylül'de olsa çok rahatlıkla yazabilirdim. Ama bu konuyu ne zaman yazmaya kalksam bir kılçık gelip takılıyor boğazıma... vicdan yapıyorum; tıpkı blogda satır aralarına sıkışmış, "Mussano ailenin yeni kuşağının ilk çocuğu olarak dünyaya geldiğinde bizim odada koca bir aile şakırdarken, yan odadaki doğumun ölü olduğu haberi sus pus etmişti hepimizi... kendi sevincimizi bırakıp oradaki hüznü paylaşmıştık" anındaki gibi .

Ne gariptir ki eğitimini Amerika'da yapma kararı almış ben, üstelik aile de onaylamışken, ama aileye bir çalım atma fikrini de kafama koymuşken; "her babası ticaretle uğraşan çocuğun yazgısı mı desem, ya da hiç tevazu göstermeden yetenekli bir çocuk olmam nedeniyle en amcamın ben üzerindeki hayalleri mi desem" arasında sıkışmış da biri olarak- onlara "ekonomi okuyacağım" dememe rağmen- televizyoncu, özellikle yapımcı/yönetmen eğitimi almak fikrimi kesinleştirmiştim.

Matematik dersleri ile başım belada olmasına rağmen hayatın matematiği konusunda -öngörülerim açısından- epey de başarılıydım. Yani babamın erken ölebileceği aklıma düşmüştü ve bunu değişik sohbetler esnasında arkadaşlarımla paylaşıyordum. İşte bu nedenle askere gidip dönüşte Amerika'ya gitme fikrini doğru bulmuş ve askere gitmeye karar vermiştim. Bu gezi de iki ay sonra gitmem gereken birliğime teslim olmadan önce yaptığım bir geziydi. Askerlik dönüşü de Amerika'ya gitmeden önce yine bu gezide birlikte olduğumuz "en arkadaşımla" bir Avrupa turu planlamıştık.



Ben o gün orada hayatımın en güzel, en anlatılası günlerinden birini yaşarken, benim arkadaşlarım bir bir tutuklanıyordu. Ben onların arasında değildim. Çünkü önemli makamlarda olan yakınlarım tarafından kollanmıştım. Ne garip bir tecellidir ki gittiğim birlik  bölgenin en önemli ve  bölgedeki tüm birliklerin emrinde oldukları koca bir tugaydı. Orada ülke tarihinin en önemli davalarından birinin sanıkları yatmaktaydı, tüm soruşturmalar orada yapılmaktaydı. Tabii ki mahkemelerde... 

Nöbet günlerimden birinde, bir gecenin bir yarısında Harekat Merkezine girdiğimde duvardaki listede -ki bir örgüt şemasıydı bu- arkadaşlarımın adını görmek, bu çocukların daha liseyi henüz bitirmiş, kimi bitirmemiş bile çocuklar olduğunu, üstelik de örgüt adı olarak kullanılan adla bu çocukların uzak yakın ilişkisi olmadığını  ve an itibariyle neler yaşadıklarını bilmek hep acıtmıştır beni... hele bir Semih kısmı vardır ki, en çok yarayı ondan alırım.

10- 11 Eylül geceleri 19-20 yaşlarındaki iki genç Marmaris'tedirler, Kuşadası'ndan çıkarken rastlaştıkları bir doktor çiftin çocukları da onlarla takılmaya başlamıştır oradan beri. Ve aileyle Bodrum'dan beri aynı mekânlarda konaklamaktadırlar ama onlar gecelere aktıkları için o çocuk da onlarla gelmektedir. Çocuk dediğimiz de 17 yaşlarındadır.

Bu ekip 10 Eylül günü her gittikleri yerde yaptıkları gibi barlar sokağının bir başından girip, hiçbir barın hatırı kalmasın diyerek öte baştan çıkmaktadırlar. Ama o gün bir barda takılı kalırlar. Barın arkasındaki kadın çok güzeldir. İsveçlidir ve bir Türkle evlidir. Garip bir şekilde de bu satırların yazarının İsveçli Penfriend'ine benzemektedir. Çok ahbap olurlar, iyi çocuklardır ve kolay iletişim kurabilmektedirler.

11 Eylül

Kadına bir hediye alıp o gece sadece o bara giderler, barda çalışan ODTÜ'lü bir genç de vardır. Onu da ihmal etmezler.  İçmeler mevkinde bir diskotek görmüşlerdir ve oraya gitmeye çoktan karar vermişlerdir. Bir süre sonra bu isteklerini bardaki kadınla paylaşırlar, Christina oraya gittiklerinde kendi adını vermelerini söyler.  Vedalaşıp giderler ve ne tesadüftür ki diskoya girdikleri anda  Another Brick In The Wall çalmaktadır, pistte yukarıdan aşağıya bembeyaz, tek parça pantolon bluz giymiş siyahi bir gay, tek başına dans etmektedir. Şu tepelerdeki mor lambaların yeni çıktığı, buralarda henüz olmadığı zamanlardır. Nefis bir gece yaşamışlardır.

Bu lezzetle Marmaris'e dönerler ve bir işkembeciye girerler. Çıktıklarında arabalarının başında biri epey iri yarı iki genç adam durmaktadır. En arkadaşı Buraneros'a döner der ki: "Olum seni burada buldular". Buraneros da der ki "Yapılacak bir şey yok, soldaki benim". Aslında şakalaşıyorlardır. Ve zaten onlar da oraya çalışmaya gelmiş Termeli çocuklardır. 55 plakalı arabayı görünce hasret gidermek için beklemişlerdir.

Gelinir ve yatılır.

12 Eylül

Sabah askeri bir cip sokağa çıkma yasağı dahil pek çok yasağı bildiren anonslarla geçmektedir, hemen denizin dibindeki toprak yoldan. Buraneros dışarı çıkar arabanın radyosunu açar ve darbe olduğunu, ikinci bir emre kadar bulundukları yeri terk edemeyeceklerini, içki satışının yasak olduğunu öğrenir. Kaldıkları yere döner ve en arkadaşına "ihtilal olmuş," der. "Sizinkiler mi yapmış?"tır gelen cevap.

O gün için planları daha aşağı doğru inmek Mersin'den de Kıbrıs'a geçmektir. Ama anlaşılmıştır ki tatil bitmiştir.

Gün içi dışarı çıkamayan çocuklar kağıt oynamaya karar verirler. Yan tarafta kalan iki kızı fark etmişlerdir aslında; ama zaten onlar erkenden çıkıp gece geç vakitte dönmektedirler, dolayısıyla o kızların bir önemi olmamıştır onlar için.

Bu kez mecburen kızlarla konuşma ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu türden işlerin sorumlusu da Buraneros'tur. Kızlara yanaşır oyun kağıtları olup olmadığını sorar. Olmadığını söylerler ama yandaki bir evi tarif ederler. İhtiyaç duyduklarında oradan almaktadır onlar da...Buraneros gider ve o evden kağıtları rica eder. Kağıtlarla döner. İki kişilerdir ve üçüncü zaten "küçüktür",  kızlar da iki kişidir zaten. Buraneros kızlara "Birlikte oynayalım mı?" teklifini yapmak üzere dışarı çıktığında kız sayısının üç olduğunu görür. Yine teklifini yapar ve kızlar da kabul ederler. Buraneros Berrak'la, en arkadaşı da Leyla ile eş olur ve pişti oynamaya başlarlar. Laflar lafları açar, oyun biter sohbet başlar.

Leyla Berlin Üniversitesi'nde okumakta olan bir  kızdır ve Kürttür. Berrak oraya babasıyla gelmiştir. Orada tanışmışlardır. Maria ki Ria diye kısaltılmıştır adı, Leyla'nın üniversiteden arkadaşıdır. O gün Buraneros'la Berrak arasında İstanbul'da buluşmanın planları da yapılmıştır; özellikle o günlerde popüler olan bir mekâna gitmek için... Ve Berrak'ın dahili numarası 55' dir.  Amerika'dan yeni dönmüştür ve önemli bir şirkette çalışmaktadır.

Kızlar ortak kullanılan dolaptaki şarapları fark etmiş ve kendi aralarında "a aa biri şarap alabilmiş" diye konuşmuşlardır. Hayata zaten antenleri açık olan Buraneros da bunu duymuştur. O şarap aslında dışarı çıkma yasağı olduğu için duvardan duvara atlanarak ulaşılan bir restorandan gidip de alınmıştır.

O günün akşamı

Avlu tabir edebileceğimiz bir yerde, o mekânda kalan sakinler yazlık sinema tadında sıralanmışlardır televizyonun karşısında... Netekim Paşa da konuşmaktadır siyah beyaz camda. Hemen onların sağ tarafında da biri 24 diğer ikisi 22 yaşlarındaki üç genç kız ve 19-20-17 yaşlarında 3 genç erkek oturmaktadır bir masanın etrafında... Şarap içilecektir de nasıl olacaktır bu. Sorun Berrak'ın babasıdır. Ondan çekinilmektedir ve gecenin önemi dolayısıyla diğer insanlara da ayıp olmasın endişesi vardır.

Biraz sonra masaya bir demlik, bir çaydanlık, çay kaşıkları, şeker ve çay bardakları gelir. Çözümü Ria üretmiştir. Acayip gülünür ve şaraplar keyifle içilir. Kızlar denize girmeyi teklif ederler gecenin bir yarısında, denize girmek için yolun ötesine geçmek gerekir, sokağa çıkmak yasaktır ya! Oğlanlar korkarlar, ailelerine ulaşamamışlardır ve karşılıklı endişelerin ne boyutta olabileceğini tahmin etmektedirler.

Gecenin finali duygu doludur.

Çocuklar sabah yola çıkabilmek için gerekli olan izin kağıtlarını alıp Ankara'ya varmak zorundadırlar, çünkü beşten sonra sokağa çıkma yasağı vardır. Aslında o gün, özellikle Leyla ile enfes siyasi tartışmalar yapmış, pek çok ülke üzerinden şahane şeyler konuşmuşlardır. Bugün Buraneros o gün söylediği pek çok şeyin gerçekleşmiş haline tebessüm etmektedir.

Ve o gün, onların geldiği yöne devam etmeyi planlayan kızların yarım kalan tatillerini tamamlamak adına, geliş yönünde topladıkları tüm kartpostal ve hediyelik eşyaları kızlara verirler. Kızlar da onların gidemeyecekleri ama kendilerinin geldikleri yönde topladıklarını. Aslında 1982 yılında yapılacak Avrupa turunu birlikte yapmak üzere anlaşmışlardır. Üstelik Dünya Kupası İspanya'dadır. Ama kader ağlarını örmüştür ve Buraneros da zaten buna hazırdır.


Buraneros bu satırları yazdığı mailin içine şunları da yazar :

Sevgili İyi ki Varsınız,

Size ne kadar teşekkür etsem azdır, evet belki de sizi yordum. Ama inanın bunu çok daha uzatabilirdim. Ve emin olun buraya anlatmasam bu konu üzerinde en ufak bir notum bile olamazdı. Bu hikâye uzantıları ve kesişmeleri ile birlikte bir roman bile olabilir. Mesela Kenan Evren ile yolların  iki farklı kesişmesi vardır. Artık onlar da henüz imalatta olan bira bardaklarının imalatları bitip de ulaşacakları mekâna kalsın.

Görüşmek üzere,
Sevgilerimle

Buraneros



Devam yazısı Netekim Yazmalıydım


20 Ocak 2009 Salı

Aksiyonlu Günler Bomba


O günde her zamanki saatte uyanmıştım. Genelde yola çıkılmasına on dakika kala uyanma tercihimden dolayı kahvaltı masasına oturma hakkımı kullanmaz, buna karşılık annemin yaptığı sandviçi, keki, poğaçayı arabada yol boyu tüketmeyi severdim.

Evimiz şehrin dışında olduğundan köyde yaşayan kentli gibiydik, bu çok hoşumuza giderdi. Her sabah okula giderken ve dönerkenki mesafe yüzünden sohbetler çok keyifli olurdu.

Gerçi akşam dönüşleri genelde birlikte olamıyordu; kız kardeşin çıkış saati onlar tam gün okuduklarından daha farklıydı. Ben sabahçı olduğum dönemlerde, öğlen çıkışlarında ya minibüsle ya da belediye otobüsleri ile dönüyordum. Aslında, benim okulum daha erken başladığı için, genelde bize komşu bir kamu kurumunun sabahki öğrenci servisi ile giderdim. Kız kardeşim de okul saati uygun düştüğünden, babamla giderdi. Özellikle kışın o servisle gitmek çok eğlenceli olurdu. Eski bir Unimogdan bozma servis aracı soğuk yüzünden çalışmaz, şoför motora eter sıkar, o yine çalışmaz ve sonuçta serviste araba kullanmayı bilen tek kişi olarak ben kurumun Dodge pikabının direksiyonuna geçer, onu otobüsle tampon tampona getirip iteklemeye başlardım. Bir süre sonra yeteri hıza gelindiğinde ben Dodge'u durdurur, çakma otobüsü de şoförü yeteri hıza geldiği için vurdurarak çalıştırırdı. Ben, bir kahraman gibi beni bekleyen otobüse, özellikle şamatacı ufaklıkların alkış ve tezahüratlarıyla girer, gururdan havalanmış yüzünde mutlu tebessümle kitap ve defterlerimi bana uzatan kızın yanına otururdum.

Muhtemelen o gün birinci dersi kaynattığım için, ben de baba kız kardeş ikilisine katıldım. Benim okulum daha önde olduğundan, bir de kız kardeşin vakti olduğu için önce benim şanlı liseme geldik. Lisemin önüne bir geldik ki ortalık karışık, kaldırımda toplanmış insan kalabalığı sabit gözlerle, başlar havada, aynı noktaya bakıp birbirlerine olay yerinden canlı yorum halindeler; etraf, polis ve asker kaynıyor.

Aslında, o dönemler için olağan sayılabilecek görüntüler olduğundan, çok da umursamadan okulun kapısının karşısında durdu babam. Ama belli ki çok önemli bir görevde ve anda olduğunun farkındaki asker; telaşlı, sorumlu ve kendini fazlasıyla önemser bir edayla işaretler ediyordu bize, ''devam edin!''

Babamın''nooluyoki, çocuğu bırakıp gideceğim''ine; bu anı ,bu gücü, bu heybeti bir daha yakalayamayacağını bilen asker, kendini donatan yetkilerin zevkiyle bir kez daha ve sert bir ifadeyle karşılık verdi: ''Devam et!'' Tabii o bunu yaparken, hep sonuç aldığını bildiği için bizim de aynı refleksle tırsıyacağımızı düşündü. Oysa, allahın takdiri ilahisi işte, genetik kodlarımızın içine sıkıştırdığı bir özelliğimiz hemen ortaya çıktı: Sana dik yapana sen daha dik ol. Babam bu diklikle iki kelam edince, o heybetli askerin süngüsü düştü, cümleler nazikleşerek durum rapor edildi hemen: ''Beyefendi binaya bombalı pankart asmışlar, lütfen güvenliğiniz için ilerde durun.'' Bu nazik hali tabii ki reddedemezdik, o nazikleşmese biz orada kalır, bombanın vereceği bütün hasara da razı gelebilirdik; zor kullanıp bizi paket etmedikleri sürece...

Kız kardeşin okula geç kalma olasılığı yüzünden babam "senin bu olayla bir ilişkin var" bakışının dışında fazla söz söyleyemese de, bakışlarına yüklenmiş ifade tüm soruları ve duyguları listeleyip arabadan inmekte olan benim elime tutuşturdu zaten.

Aslında babamın bilmediği şey şu idi: Bu, benim için bile yepyeni bir durumdu. Gerçi kafamı kaldırıp baktığımda pankartı tanımıştım, kendisiyle bir kaç gün önce yan yana kucak kucağa sözcük alış verişinde bulunmuştuk. Ama altında bağlı bomba, benim için de çok büyük sürpriz olmuştu. Tarihsel bir olaya tanıklık ettiğimin de farkındaydım; ve bu tarihsel olayda benim de izim vardı. Ne güzel bir duyguydu o ahh!..

Bu, kentimizi şereflendiren ve kentimize asılan ilk bombalı pankarttı. Orada bulunan halkımız, diğer büyük kentler kategorisine yükselmiş olmanın keyfinde, merakında ve kendilerini gerçekten onlar sınıfında hissetmenin mutluluğundaydı. Keyiflenmiştim; gururlu, heyecanlı ve bir an öncenin adımlarıyla sınıfa geldim. Hocanın: ''O,oo hoş geldiniz, gözümüz yollardaydı,'' cümlesine bir günaydın ve tebessüm atarak sırama oturdum. Sıra arkadaşım; o pankartın oluşumunda ve oraya asılmasında payı olan, darbeyle birlikte sadece yerini benim ve dışımdaki iki kişinin bildiği uzun bir firar döneminin ardından yakalanıp ''neşeli'' bir işkenceden sonra hayata yollanmış biridir. Sıraya oturur oturmaz yüzümdeki tebessüme tebessümle karşılık verince, yüzünün ifadelerinden durumun özetini aldım ve sordum: ''Oğlum bomba ne iş?''

''Bomba işte oğlum!'' Yanıtın altındaki her şeyi seziyordum. Bütün olasılıklar aklımın içinde kuyruktaydı ve tek tek gözden geçiriyordum. Elimizde o anlamda bir bomba olmadığını; o güne kadar değil bomba, tabancaya, mermiye bile uzaktan bakan insanlar olduğumuzdan elimizde bomba olsa bile; ona da çok uzaktan bakacağımızı, vereceği zararın hem tarzımız hem de insan olarak aklımızın ucundan bile geçmeyeceğini biliyordum. Hatta ikinci karakterlerimiz ortaya çıksa bile bu na mümkün bir şeydi. Her birimizin her hali mercek altına alınsa, onların her birinden ayrı ayrı yola çıkılsa, gelinecek yer hep aynı cümle olacaktı: ''Bunlar bu haltı yiyemez .''

Gözlerimizle gerekli iletişimi kurup yeteri kadar önsöz oluşturduktan sonra ''Ne iş bu? Nasıl yaptınız?'' diye tekrar sordum. Gelen yanıt çok gevrek bir gülüşe yüklenmiş ''Zor olmadı, çok kolay yaptık.'' olunca, zaten gerekli kodları ayıklamaya ayarlanmış beynim durumu tam göbeğinden yakaladı doğal olarak.

Benim ne anlatırsa yeme pozisyonuna konumlanmış aklım biraz daha sorduktan sonra, o da anlayınca benim de onu sardığımı, başladı anlatmaya: ''Oğlum aslında çok kolay oldu her şey; sadece bombayı elde etmek için bekçiyle biraz cebelleşmek zorunda kaldık ve bir paket sigaraya patladı bu iş. Aslında pankartı sadece pankart olarak asacaktık. Sonra sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün dedi ki: ''Bunu bombalı yapalım, en azından daha dikkat çeker ve daha uzun süre kalır orada...'' Biz:-Bombayı nereden bulacağız, nasıl bağlayacağız, düzenek müzenek anlayanımız yok, bulsak bomba zaten elimizde patlar tarihe salak olarak geçeriz- falan diye konuşurken; o, ''çok kolay'' dedi, sakin yeşil gözleriyle kısık kısık gülerek...

Verince reçeteyi ve düşününce biraz; bir anda başarının kapımızın eşiğinde olduğunu hissederek ve o güzel tadını duyumsayarak; yaşasın, bizimde bombalı pankartımız olacak sevinciyle hemen marşlar söylemeye başladık. Bu kısa kutlamanın ardından hemen inşaata koştuk ve bahsettiğim gibi bekçiden bombayı aldık. Sonra, birimiz eve koşturup büyükçe bir kavanoz getirdi. Bir büyük yassı pil, üç beş farklı renkte kablo ve bir küçük kırmızı ampulle tüm malzemeleri tamamlayıp işe koyulduk.

Önce, inşaatın bekçisinden aldığımız bombayı küçük ve düzgün parçalara ayırarak yaklaşık on santim boyunda ve beş santim eninde üç tane lokum elde ettik, bunların uçlarına her birine farklı renkte telefon ahizesindekiler gibi kıvrım kıvrım yaptığımız kabloları bağladık, sonra onları yassı pile yapıştırdık. Pilin kutuplarından çektiğimiz iki küçük kabloya da kırmızı ışığı takıp bombamızı hazır ve çalışır hale getirdik.

Sonra, okulun karşısındaki bina henüz inşaat halinde olduğundan, kimseye zararı olmayacağını düşünerek bombanın miktarı ve patlamanın şiddeti konusundaki tereddütlerimizi de sildik aklımızdan... Son bir toplantının ardından bütün olumsuz olasılıklar silinmiş bir şekilde gece 11 civarında olay yerine geldik. Aşağıda iki gözcü bırakıp sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün'le yukarı çıkıp pankartı oraya güzelce bağladık. Bombayı da dışarıdan görünecek şekilde sarkıttık.''

Bizim sınıf arka tarafa baktığı için o an olup bitenden haberdar değildik; ama cadde tarafı sınıfların okulun bahçesindeki ağaçları göz önüne aldığımızda, özellikle üst kattakilerin şanslı olduğunu biliyorduk. Teneffüs ziliyle okul bahçeye yığılıp olayı izlemeye başladı.

 Polis bir yandan kalabalıkla uğraşırken, bir yandan başına ilk kez gelen ve eğitimsiz olduğu bu konuda elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Bu günkü gibi bomba uzmanları henüz her ilde ilçe de konuşlanmadığından ve yeterli sayıda olmadıkları için, bombalar konusunda reytingi yüksek bir ilden ya da ilçeden uzman bekleniyordu sanırım. Zilin çalmasının ardından sınıflarımıza döndük.

Öğleden sonra, okul çıkışında, bombanın katında polisleri gördük; pankartımızın iplerini kesiyorlardı. Pankart, polis eline düşmenin gururu ve görevini yapmış olmanın mutluluğu ile ağzında sloganlar, elinde zafer işareti, sesini kısmaya çalışan polislere inatla direnerek ve hepimizin ortak zaferine gülerek aşağı indirildi. Alkışlar eşliğinde bindirildiği polis aracından bir kahraman edasıyla son kez dönüp bize göz kırparak el salladı.

Yüzlerimizde iyi bir iş başarmanın, tüm fraksiyonları kıskandıracak bir eyleme imza atmış olmanın haklı gururuyla ve tebessümle ona bakarken, yanımıza gelen sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün'e gülerek tebriklerimi yollayıp fırsatın ganimetinden yararlanarak ellerini avuçlarıma aldım. Biz üç arkadaş gülerek ve keyifle yürürken, arkamızdan yükselen müzikle birlikte perdeye "son" yazısı yansıdı. Hayatın ışıkları yandı. İzleyiciler usul usul olay mahallini terk ederken, perdeye şu yazılar düşmekteydi:.

Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün: Bu olaydan sonra üniversite için bir büyük kente gitti. Hep karşı durduğu sistemin içinde görev aldı. Kariyerinde doruk yaptı. Önceki yıl doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla bir yemek yediler. Zaman zaman görüşmekteler.
Sıra arkadaşı: Bir süre içerde yatıp çıktı. Doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla yıllar sonra yolları aynı meslekte kesişti. Çocuğun zaten o işi yapacağı alnına yazılmıştı. Ama ötekinin ki büyük bir sürprizdi. Zaman zaman görüşüyorlar.
İnşaatın bekçisi: İlk işini bir sigara karşılığı olarak yaptıktan sonra inşaatın malzemelerini para karşılığı satarak elde ettiği sermaye ile silah işine girdi çok zengin oldu inşaatlar yaptı, şimdi öteki dünyada hesap vermekte.
Bomba: İnşaattan alınıp bölünen kiremidin her parçasının bir eğe yardımı ile düzeltilmesinden elde edilmişti. Yani bomba sanılan şey kiremit parçasıydı efendim:)) Ama bu gerçeği kimse kimseye söylemeyerek; iki tarafta, yani hem polisler hem pankartı asanlar; hem bulundukları camialarda popülaritelerini artırdılar, hem de kahramanlıklarını tarihe yazdırdılar.:))

Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün;Neyleyim Ben;)kimdir için; tıklayabilirsiniz:))

19 Aralık 2008 Cuma

Radara Gir ki Görem...

Önsöz

Uzun yıllar sonra içimizden biri, geçenlerde radara yakalanınca, şu anda ikimizin arasındaki bu durumu bebeler, özellikle sırık bebeler duyduğunda maskaraları olma ihtimali söz konusu olduğundan, şanlı geçmişten bir hikayeyi yazmak elzem oldu. Bir bölümde tamamlanması mümkün olmayan bu konuyu, kalabalık ailenin bebelerinin ilerde gurur duyacakları bir belge olarak tarihin tozlu raflarından alıp günışığına çıkarıp sonsuzluğa bırakıyorum.

Sorun ve üzerini kapatmaya çalıştığımız şey radara yakalanmaktan ziyade yakalanma hızındaki komik değer olduğundan, şanlı tarihten bahsederken, özellikle bu rezalete neden olan kişi ile ilgili olarak, tarih yazmanın ön şartı olduğundan ufak çapta bir abartı kullanılmıştır.

Radarsal tarihe giriş:

Yıllar önce bir akşam sofrasında kız kardeşim kendi harçlığına kıyamadığı için üstünü kapatamayarak cesur bir kararla benim tüm dalga geçmelerimi göze alıp, (ki bu cesaretini yiğidenin hakkını yiğideye ver sözüyle içimden teslim etmiştim) sabah okula giderken radara yakalandım deyince: ''Ne salaksın ya her gün aynı yolu gidiyorsun, o radarın nereye kurulduğunu biliyorsun ve keklik gibi yakalanıyorsun,'' deyip, lafı orada da bırakmıyarak, sofraya oturana kadarki sürede makinada yanlış ayarda yıkanmış yün kazak kıvamına getirmiştim onu...

En küçük kardeş daha emekleme döneminde babanın ve ehliyet yaşına gelmemiş benim yanımda "araba kullanmak nasıl bir şeymiş" gözlemleri yaparken, yürümeye başlamayla birlikte oyuncak arabaları bırakıp normal arabayla bahçe içinde ileri geri yaparak staj aşamasına geçtiği, "Arkadaş siz tosbağa hızında gidiyorsunuz, ben lisansımı dikiz aynasında ve önünde araba görmeye tahammülsüz abimin yanında yapacam" deyip yan koltuğa yapıştığı, kız arkadaşlarımla buluşmaya gideceğim zamanlarda da ancak odaya kitletip tüyebildiğim yıllar yani...

Bütün bir akşam nasıl radara yakalanırsın geyiğinin ertesi sabahı şehire inecek anne, babanne kim varsa arabaya doldurup yola çıktım, ki farkettiğimde işi işten geçmiş, ayağımı frene koyup iniş hızına geçebilmemle- o gün büyük bir sürprizle, ki asla iki gün üst üste kentin aynı noktasında ve aynı saatte durmadığını bildiğim ve manalı bir şekilde gülen yüzlerle "günaydın," diyen polislerin önünde ancak durabilmiştim. "Alma mazlumun ahını ya da gülme komşuna gelir başına"nın doğruluğunun bir kanıtı gibi duran bu anda, bazı yakınlarımızın statülerinden güç alarak polisle dik dik konuşmama rağmen bir faydasını göremeyip, uygun rakamların yazılı olduğu makbuzu elime almıştım.

Tabii o günün akşamında eve benden önce dönen değerli büyüklerim sayesinde haberi benden önce gittiğinden, kapıyı ağzı kulaklarında açan kızkardeşi görmek vücut kimyamı bozsa da, her koşulda suyun yüzünde kalmayı beceren ben; yakaladığı bu anı doya doya yaşasın diye sessiz ama ben sana sorarımcı bir gülümsemeyle içeri geçtim.

O lezzetli sofrayı; "Lan tosbağa hızında gidip radara yakalanıyosun, sonra kullandığı araba yüzden başlayan birine laf söylüyosun, zaten ben radar takıyo olsam aman yakalanmim hızında gider, yakalanırsam da aptallığıma yanardım. Ben otorite tanımıyorum bilmiyo musun, tırsısam anarşist olmazdım." gibi veciz sözlerle tatsız bir hale getirmeye başlamıştım ki, sansür bipine takılmadan masaya düşen "anarşist" sözcüğü yüzünden daha ağır ve kaliteli cümlelere geçemeden, okul bahçesine girmiş dipçik atan jandarmadan, polis copundan bile acıtan anne ve babanne salvolarını karşılamak söz konusu olmuş; çok cephede çatışmaya alışmış, bundan da zevk alan biri olarak, sadece onların yüreklerindeki endişe yüzünden beyaz bayrak çekmek zorunda kalmıştım. Çünkü ülke şartları çetin anne baba yürekleri dağlı yıllardı...

devamı...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP