31 Temmuz 2023 Pazartesi

Hayat Artık Kendi Senaryosunu Dayatan Bir Film

Tren istasyonda ve görüş alanımda lâkin karşıya geçemiyorum; bana kırmızı yanıyor. Oysa geçebilirim çünkü kavşağın öte yanındaki ışıklar da araçlara kırmızı. İnsanlar geçiyorlar ama bazı insanlar da küçüklere kötü örnek olmamak için bekliyorlar. Bazılarının sabır taşını çatlatan trafik ışığı yeşile dönüyor. Şimdi geçebilirim ancak tren kaçtı. Bunun az önce ışıkta kurala uygunca bekleyen kişiye bir maliyeti var. Hayal ettiklerinde büyük bir ihtimalle revizyon yapacak.

Biraz önce ışıklardan karşıya geçtiği noktanın birkaç metre ötesinde, ışıklarda yeşili beklerken yukarıdan gelerek sola kıvrılan ve önünden geçen gri, steyşın vagon BMW rengiyle dikkatini çekmişti. İstasyonda beklerken fark ediyor ki iki motosikletli polis tarafından durdurulmuş. Önce arabayı kendisi gibi ilginç bulduklarını ya da bir tanışıklıkları olduğunu düşünüyor. Zaman aktıkça polislerin ciddi bir arama içinde olduklarını fark ediyor: İki genç polis arabanın akla gelebilecek her yerinde bir şey arıyorlar. İzleyici coğrafyadan ve sahildeki mekânlardan kaynaklı olarak bunun uyuşturucu olduğunu düşünüyor. Polisler aradıkları her noktayı tekrar tekrar arıyorlar. İzleyici artık bir ihbar olduğu konusunda ısrarcı ve bu üç harflileri çok iyi tanıdığı için eğer varsa -malın- nereye saklanmış olabileceğini tahmin ediyor; ve ısrarla aracın bagajı ve içini ve aynı yerleri tekrar tekrar, taban paspaslarının altları dahil ve didik didik arayan polislerin çabasının nafile olduğunu anlıyor ve rapor verdiklerinde ustalarının da onlara "Tecrübe işte," diyerek caka satacaklarını da öngörüyor.

Şimdi trende ve maskesi kolunda; tren kalabalık ama oturacak bir boş yer var. Oturunca maskeye gerek görmüyor. Aslında oyalanmalarından kaynaklı olarak tam turnikeye yaklaşmışken bazı film öncesi ritüellerini gerçekleştiremeyeceğini düşünerek sinemadan vazgeçmişti; çünkü markete uğrayıp su bile alamamıştı. O tereddütlerle turnikeye yanaştı, samkartı okuttu, geçti, ama o an dahi pişmanlığı geçmedi; geri dönmeyi bile düşündü lâkin paraya da yazık, dedi. İzlemekte olduğu polisiye durumdaki aksiyon bir kaç saniye içinde onu da revize edip sinema candır noktasına getirdi.

An itibariyle eksik olan sadece su.

Yolculuk keyifli, yaz kıvamında, günün ruhları dürtükleyen saatleri; pişmanlıklar istasyonda kaldı ama saat de geleneksel sinema alışverişinin olamayacağını söylüyor. Fakat tren sürücüsü genç hanım, hakkını teslim etmek gerekir ki, hızlı.

AVM'ye girdiğimde hesabıma göre 23 dakikam var. Klasik alışveriş için Migros'a bakıyorum. Durum elverişli değil ve geçen haftaki -sayıca az olsa da- bilet kuyruğundan kaynaklı olarak endişeliyim. Yürüyen merdivenleri de adımlayarak hızla sinema katına ulaşmaya çalışıyorum ve sürpriz. Gişe önünde Allah'ın kulu yok.

Gişedeki genç adam sıkıntıdan patlıyor.

Oysa saat henüz 19'a varmadı.

Biletimi alıyorum, üst kata çıkıp bir tur atıyorum, bazı salonlarda film oynuyor, yani bugün bomboş değil ama toplasam 100 kişiyi bulamam yine de...

Bu arada 19:05'de sandığım filmin 19:15'de olduğunu fark ediyorum ve hızla Migros'a, yani en alt kata dönmeye karar veriyorum. Hızlıyım lâkin Migros yine kalabalık, kuyruklar bana filme yetişemeyeceğimi söylüyorlar.

Ve bir suyum bile yok.

O arada ilk kez merak ediyorum ve sinemanın büfesindeki fiyat listesine bakıyorum. Usturuplu bir oha çıkıyor içimden:

Kola 60 TL!

Maden suyu ondan aşağı kalır mı, o da 40 TL.

Canım Migros'um!

Bu akşam süreden kaynaklı olarak gerçekleşmese de film öncesi alışveriş; güncel kola fiyatları ile Migros, yine de insanın kendini zengin hissetmesini sağlıyor.

Salonda üç kişiyiz. Türkiyeli biri hariç diğer iki kişi işçi, gurbetçi ve "zengin"; paraları pul değil. Öyle olmadıklarını da antrakta gösteriyorlar; dışarı çıkan bir tanesi iki kola, bir kaç gofret türü şey ve iki kova mısırla dönünce...

Basit bir hesapla sadece kolalara toplamda 4 euro verdi abi, mısırlara da diyelim ki o kadar, hadi diyelim bir o kadar da ıvır zıvıra...

Sakin olalım dostlar, bizim de hiç değilse marketlerimiz var! Hem kola ve diğer türevleri sağlığa zararlı!

Çok şükür ki finansal yöntemlerle bizi engelleyip dolayısı ile sağlığımızı kollayan, üstelik kişiye özel yazlık kışlık saraylar yaptırıp, uçaklar alan bir devletimiz var.

Acırım ABD başkanına, hani onlar nispeten daha zengin diye... Garibim Avrupalılardan söz etmeye bile gerek yok, tarifeli uçakla seyahat nelerine yetmiyor. Üstelik rastgeldiklerinde bizim bakanlarımız kıyak atıp kendi uçaklarına alıyor, önce onları gidecekleri ülkeye bırakıyor, sonra da kendi işlerinin olduğu yere uçabiliyorlar.

Varsın onların paraları pulları değerli olsun, biz Lozan'daki gizli maddeden bir kurtulalım, gösteririz günlerini... Diye düşünürken bir aydınlanma yaşıyorum. Evet ya bir bakanımız ve diğerleri önce duymazdan gelmiş, hiç ses etmemiş, Lozan'lı cümleye ihtiyaç bitince de yok öyle bir şey demişlerdi.

Şimdi ben buralara nereden geldim diye düşünebilirsiniz! Hiç mevzum değildi ama o gözü kör olasıca PTT, az önce pasaportumu teslim etti. Yatırdığım harcı ve cüzdan parasını hatırladım! Eskiden o paraya neler neler alırdım diye düşünemedim bile...


Film ilginç, yurt Kolombiya. Çocuklar ve ormanlar içinde bir merkez. Suça bulaşmış çocuklar başrolde. Sonuçta el mahkum; burası Kolombiya! Balta girmemiş ormanlar. İlk kez bir filmini izlediğim yönetmen Andrés Ramírez Pulido'nun tarzına bayılıyorum.

Oyuncu yönetimi ve aksiyon sahneleri muhteşem.

Elbette filmin müzikleri; ahh Latinler, dedirtiyor bir kez daha...

Kapanış jeneriği akarken kendimden geçmişim, müzik olağanüstü keyif veriyor, temizlik için abla salona girmiş, üst sıraları halletmiş ve yerde kova içinde "sopa" ile benim dünyaya dönüp salonu terk etmemi bekliyormuş ki müzik bitip son isim geçip de kalkınca fark ediyorum ve duruma gülüp kendisinden özür diliyorum.

Filmde ve başrollerden birinde kendince bir yöntemle grup terapisi yapan, ilginç tezleri olan bir abi var; o da güvenlik görevlisi. Film 2022 Cannes Film Festivali Eleştirmenler Haftası’nın en önemli iki ödülü olan En İyi Film ve En İyi Senaryo ödülünü kazanmış. Güçlü bir sinemasever filmi lâkin filmseverler ne düşünür emin değilim. O nedenle tavsiyeci de değilim?! Her ne kadar şahsım çok keyif almış, alamadığı kolayı ve havuçlu kekleri bile unutmuş, son jenerik esnasında müziği ile beni koltuğuma çakmış olsa da Sürü!

Keyifle iniyorum yürüyen merdivenleri. Saat 21'i geçmiş. Migros'da yemek yemeyi düşünüyorum lâkin restoranın ışıkları sönük, yemekler bitmiş. Greyfurtlu ve gazlı bir içecek ve havuçlu keklerimi alıyorum. Tren istasyona girmemle görünüyor. Eve yürürken sahili tercih ediyorum.

Alabildiğine kalabalık.

Enfes bir yaz gecesi, insanlar zorlu bir ülkede, akşamın geç bir vaktinde, evden getirdikleri yiyecekleri, sandalyeleri ve masalarıyla bu zor günlerde keyiflerine elden geldiğince keyif katıyorlar.

Midye dolmalarının tanesi, boyutlarına göre 4 lira ile 6 lira arasında değişiyor. Bense torpilliyim, kendisi bir kaç metre ilerimde ve günde en az iki kere selamlaşıyoruz!

Bir top dondurma -ama enfes- belediyenin kafelerinde dahi 10 TL, tek top alırsanız ise 12 TL!

Topunun 25 kuruş olduğu, dondurmaya hiçbir çocuğun uzaktan bakmadığı o güzel yılları, sevgiyle anıyorum.


27 Temmuz 2023 Perşembe

Sert, Duygulu ve Düşündürücü

Geçen cumartesi.

Trendeyim.

Çarpıcı bir film olduğu hissiyatı ile pencereden akıp giden zamana bakıyor, anılarda dolaşıyor, güzel arkadaşlarımı, arkadaşlıklarımı, ilginç karakterleri, uçarılıklarımızı anıyor ve  hatta yarım bıraktığım Şafak Sayarken etiketli yazı serime daha sık yazarak devam etmeliyim diye düşünüyorum.

Zamanlamam müthiş.

Müthiş çünkü Migros'daki kasa önü kuyruklarına ve filme kalan süreye baktığımda klasik sinema alışverişini yapamayacağım.

Bunu çok dert etmiyorum; geçen haftaki sinema günüm için Paribu Cineverse tarafından gönderilen anketi yanıtlamamın bir ödülü olarak orta boy mısır hakkım var, ve kod telefonumda.

Göz yaşartıcı bir gün!

17.05 seansı ve iki gişe açık, ikisinin önünde de kuyruk var.

Boş gişelere alışmış ukalam bu durumdan memnun değil. Beklemek sıktı, boş salonlara alışmış beyimizi.

Oysa, öyle aman aman bir kalabalık da değil. İki kuyruğu toplasam, 40 kişi yok.

10 salon ve kırk kişi!

Biraz Barbie etkisi, biraz Nolan, biraz da gurbetçi vatandaşlarımız...

Ama şaşırtıcı olan salona girip D-3'üme oturduğumdaki sayı. Tam iki çift ile birlikte 6 kişiyiz.

Başka Sinema filmi ve 6 kişi!

Alkış...

Promosyon mısırımı çıkarıyorum sırt çantamdan.

Boru değil, mısır bu. Altın değerinde.

Misal gişe bölümünde ve salonun değişik yerlerinde festival afişleri var;  bilet ücretlerinin 50 TL olduğu ve vizyondan çıkmış ama yakın tarihli sıkı filmlerin gösterileceği, bence bu yoklukta son derece mantıklı,  bir yaratıcılıkla düzenlenmiş bir festival bu. Üstelik bu gösterimler için orta boy mısır da iskontolu ve 30 TL.

Hemen bir hesap yapıyorum ve "Yaşasın Başka Sinema!" diyorum. Hem güzel filmler izle, üstelik mısırı bedavaya al.

Muhasebem görev başında:

Bilet Başka Sinema için 70 TL.

Mısır'ı parayla satın aldığını düşün: izleyeceğin sinemaya özel festivalin filmi olmadığı için normal fiyat muhtemelen 40 TL. Düş sinema biletinden promosyonu; sinema bileti gelir 30 TL'ye.

E bundan iyisi de Şam'da kayısı...

Bu arada diğer filmlerde bilet fiyatlarının şimdilik 135. TL olduğunu da hatırlayalım!

Bu filmlere yönelik olarak "Bir de mısır alsam mı acaba?!" denebilir mi?


Film sert, bir o kadar da duygu yüklü. Ve bu duygular seç beğen al... Sonuçta askerlik. Eğitim şart.

Yönetmen Elegance Bratton bu dokunaklı filmi, kendi hayatından yola çıkarak yazmış. Bence çok da iyi yapmış. Sanılmasın ki filmde yaşananlar sadece o ülkede. Aksine dünyanın tüm ordularında var olan bir gerçeklik. Özellikle anne ve asker olmaya karar veren "evlat" arasındaki ilişki fazlası ile can yakıcı. Elbette istisnalar var ve azımsanmayacak kadar da çoklar; o anneleri yüreklerinden öperim. Ama bu anneyi de anlamak çok güç değil.

Ve bir taraf için çok ama çok zor bir durum bu ve film gerçeği hiç saklamadan, sansürlemeden tüm çıplaklığı ile sorguya açıyor ve her olasılığı örnekleyerek ortaya döküyor.

Ama altını çizdiği şahane bir nüans da var. Engellenmesi mümkün olmayan güdüler ve tercihler, yaşamın bir gerçeği.

Aslında kendi tanıklıklarımdan haraketle, çok somut benzerlikler içeren olayları bu yazıda yazmak istedim. Bir sürü şaklabanlığımızı da!! Vazgeçtim....

çünkü bu filmin duygusunu ve herkesin bildiği gerçeklikleri açık yüreklilikle ve radikal bir tutumla ortaya döküşünü, sertlikle duygusallığı bir araya getirişindeki nahifliği sulandırmak istemedim.

Kim bilir belki bir gün Şafak Sayarken'lerden birinin içinde, mesela telsizin antenini açıp onu kişiye yönelterek ve telsizin ayarıyla oynayarak ona bir dedektör işlevi yüklediğimizi,  hışırdattığımızı ve o sesin bir adlandırma için sonuç ürettiğini... ve -bazı- herkese, biz dahil komik geldiğini, ama hayat olgunlaştırınca da bunun aslında hiç komik olmadığını; olgun yaşımın etiği ile ve tüm çıplaklığıyla yazarım.


*
Yönetmen: Elegance Bratton.

Oyuncular: Jeremy Pope, Gabrielle Union, Bokeem Woodbine.

Ülke: A.B.D.

Dağıtım: Başka Sinema .

İthalat: Bir Film.

25 Temmuz 2023 Salı

Sıradan Ve Makul Olmadığın İçin...*

O yılların küçük çocukları da teşekkür eder!



*Lou Doillon'un törende kullandığı cümleden.


*Şarkının bir Murathan Mungan uyarlaması olan albümde, Müslüm Baba tarafından seslendirilmiş versiyonu ise linkten ulaşılacak yazının sonunda!

23 Temmuz 2023 Pazar

Müzik Ruhun Gıdasıdır... Peki RCA?!

Sevgili Momentos'un geleneksel ve hoş yayını Pazar Günü Müziği'nde bugün yayınladığı yazısında altını çizdiği bir şey var ki o özellikle plaklar çağına yetişmiş bir kuşak için önemli ve çok kıymetli; çünkü O -özellikle o yıllarda- sektörün en güçlü firması, bir dünya markası!

Ve çocuk heyecanlarımla, elbette havamı da atarak Momentos'un yazısının altına şu cümleleri de içeren yorumu yazıyorum:

"Yazındaki üç harfli vurgu tetikledi ve gün dahilinde konuyla ilgili kısa bir bilgi ile birlikte bazı fotoğraflar yayınlayabilirim Sevgili Momentos..."



*
İçimdeki minik gencin durması olanaksız; komuta onda ve sürekli dürtüklüyor yetişkin beni! Heyecanlarımız aynı yaşta, yıl 1973. Artık kiracı değil kendi evimizdeyiz. Yeni evde yepyeni, stereo bir de pikap var, Fransa'da çalışan bir yakınımız getirdi, parası peşin ödenmişti. Dual, güçlü bir marka. Ve 13 yaşımdaki ben bu kez finansmanı babadan sağlıyorum ve vitrinde görüp kafaya taktığım plağı koşa koşa alıyorum. Elbette ki Momentos'un altını özenle çizdiği RCA tarafından yayınlanmış, o yılların popüler, muhtemelen şimdilerde hatırlayan insan sayısını çok az olduğu İspanyol rock grubu Barrabas'ın bir albümü. Elbette kıpır kıpır yanım başka şarkılarıyla coşarken; ısrarla birini sevmeye, hatta aşık olmaya meyilli yanım romantik bir parçayı üst üste dinliyor ki yaş 16-17'yi bulunca, bir doğum gününde sekiz şarkılık o L.P'deki o şarkı, gün boyu, özellikle dans edilen kız için ve genel istekler üzerine üst üste çalınıyor.




Ve yıl 1977. Militan gençlik ayakta. Yaş 17! Büyüme duruyor, fikirler, tavırlar sürekli büyüyüp gelişse de 17'nin coşkusu hiç bitmiyor. Rakamlar durmuyor, fiziksel değişimler oluyor ama kalbe kazınmış hiçbir an 17'nin üzerine çıkamıyor. Rock daha seviliyor, metale sessiz kalınıyor, sol şarkılar revaç buluyor, klasik müziğe meyil var süreçleri içindeyken 1977 çıkışlı Sweet albümü -kendi paramla- alınıyor. Çünkü ilk 7 yaşımda gittiğim mağazamızda öğrenci vasfımla haftalık alırken, liseye başladığım yıldan itibaren artık bir çalışan, üstelik mali konularda sorumluluk verilmiş bir çocuk genç olarak haftalıklar halinde maaş alıyorum.

Ve babamın baş tacıyım, projelerimiz muhteşem. İstanbul bizi bekliyor sanki...


Hey Dergisi'nin sıkı takipçisiyim. İngiliz rock grubu Sweet'le orada rastlaşıyorum ve 1973'de çıkan 45'lik plakları Hell Raiser'ı 30 Mayıs 1974'de alıyorum. Çok hoşuma gidiyor ve arkadaşlığımızın başlangıcı oluyor, RCA çıkışlı bu 45'lik.


Lakin gönlümün unutulmazı ise 1977 RCA çıkışlı ve grupla aynı adı taşıyan albümlerindeki She Gimme Lovin' oluyor. Olağanüstü bir gün yaşıyorum O'nunla. Kelimeler şırıl şırıl... Lakin çok yakın tarihte blogda o güne ve O'na yönelik yazımın içinde aşağıdaki cümleleri de kullanıyorum ancak:

Erkek milleti işte?!!!

"İçgüdülerim sürekli ona doğru iteliyorlar beni. Önündeyim, öyle güzel gülümsüyorum ki. Dilimde çıt yok ama duruşum dayanılacak gibi değil. Fena bir etkinin altındayım. Elimi uzatıyorum. Çok tatlı gülümsüyor ve elini uzatıyor. Aman Allahım! Sanki bir anda herkes yok oluyor. Bütün sesler sustu ve sadece ikimiz varız. Kelimelerimiz insan ve bıcır bıcır. Sonra balkona çıkıyoruz. Liman ve denize bakıyor, konuştukça konuşuyoruz. O gitar çalıyor ve aynı zamanda resim yapıyor. Bir alt sınıfta ve bizim okulda, ben sabahçıyım o öğleci. Babası hakim. Durmaksızın konuşuyor, içeri geçince yan yana oturuyor, kalabalıktan kopuyor, kelimelerimizde yok oluyor, kristal avizelerin tavana yansıyan pırıltılarından dem vuruyoruz."

Ve popülaritemin sağladığı şımarıklığımla, sonrasında bir çuval inciri berbat ediyorum.






Bu yazıyı, dolayısı ile anılarımı bugünkü paylaşımı ile tetikleyen Sevgili Dostum Momentos'a...*

ve hayatıma kattıkları için RCA'ya teşekkürlerimle....



*Sevgili Momentos'un Pazar Günü Müziği

22 Temmuz 2023 Cumartesi

Leyla Beyaz Ve Saz Arkadaşları

Önceki gün Midye Dolmaları Saz Grubu ve bir kadeh eşliğinde kişiye özel bir konser veren Leyla Beyaz, bu kez dolabın nadide bir köşesinde sahne için soğurken; Baş Kemancı Bay Kadeh de dolabın dondurucusunda bir iki dakikalığına serinliyor.

Heyetin diğer üyeleri son hazırlıklarında...

Ve sahne!


Leyla Beyaz bir nihavent taksimin ardından saz heyetini, bir hoşluk yaparak, lakapları ile takdim ediyor:

"Ülker; Susamlı ve Çörek Otlu Kraker,"

"Ülker Çizi Çıtır Atıştırmalık; Tulum Peyniri ve Köz Biber Aromalı,"

"Eti Crax; Daha Peynirli,"

"Doritos Shots Taco; Baharatlı,"

"Veee Pınar Aç Bitir; Hindi Salam!"



İki kadehle bu şahane akşamı salonun Fransızlarını açarak deniz esintisi ve manzarası eşliğinde zamana yayıp ve keyifle sonlandıran Leyla Beyaz Hayranı kişiyi sürekli takip eden meçhul paparazzi, çöpten topladıkları ile geceyi tarihe kayıt düşmek maksatlı bir fotoğrafı -neye işaretse ya da ne hikmetse- yatak odasında mizansen oluşturup gizlice çekiyor...

Ve bununla kalmayıp fotoğrafın bir kopyasını da odanın görünür bir yerine bırakıyor!!!???


"Bu ne iş AJ-2261,

neyin mesajı?!"


20 Temmuz 2023 Perşembe

Tanrı Unutabilir Ama Hayat Bizim

Uzun zamandır, balık halinin de içinde bulunduğu güzel ve sakin parkın ıssız ve hoş bir yerine konuşlanmış, özellikle kareli mavi masa örtüleri ve mimari yapısı ile dikkatimi çeken Balık Evi'ne gitmeye karar veriyorum; ve ne var bizim Paribu Cineverse Piazza'da diyerek de internet sitesine giriyorum. Mutluluk tavan çünkü bana göre uzun bir aradan sonra, aslında bir kaç ay, bingo! Pırıl pırıl bir Başka Sinema filmi vizyonda; salon 6 ve koltuğum D-3 ile hasrete son. Lakin fiyat da 70'TL'ye gelmiş. Kaçınılmaz olarak bir tereddüt yaratıyor önce, sonra nelere alışmadık, alıştırılmadık ki diyerek ve ona hayat da bir tane mottosunu ekleyerek ve "Filmi sinemada izlemek, salonun kokusunu hissetmek de pek hoş be!" çığırtkanlığı ile kendimi trende buluyorum. Bu arada Başka Sinema, filmlerindeki fiyatı artırsa da sektörün diğer paydaşlarının fiyatlarının 135. TL olduğunu görüyor, daha bir kaç ay önce, Eylül 2022'de izlediğim film sonrası yazdığım yazıdaki 44. TL'ye varan fiyata çüşş demişken, aynı kategoride  fiyatın 135. TL'ye varması ile 44 TL'nin zaman aşımıyla nasıl da masumlaştığını fark edip, bir yandan da zorunlu olarak yaptığı artışa rağmen hâlâ seyirci dostu konumunu koruyan Başka Sinema'ya şefkatlerimi gönderiyor ve ülkemizin -diplomasız- baş ekonomistine de ne desem bilmiyorum.


12.05 seansı için an itibariyle Piazza'dayım. Önce klasik sinema alışverişi için Migros'a giriyorum. Bir tur atıyorum ve kafeterya kısmında çorbaların hazır olduğunu görüyorum; kışkırtıcı oldukları kesin. O halde önce sinema katına.

Nerede o kuyruklar?!

Tek bir gişe açık ve tatlı kızı göremiyor, uykuya mı daldı diye düşünüyorum ve sessizce yanaşıyorum; enn sevdiğim iki gişecimden biri.

Filmin adını önce toparlayamıyorum sonra arka ekranda görünce mutabakata varıyoruz.

"D-3 lütfen."

D&R'ın önünde fren yapıyorum, camlara asılmış kartonlarda yazılı olana göre çocuk kitaplarında %60 indirim var... mış! Kuzenin iki farklı yaş grubundaki çocukları için, küçük olana Pal Sokağı Çocukları'nı, üniversite öğrencisi için de içerde karar vereceğim bir kitabı almak üzere giriyorum; o sırada minicik, ilk anda dikkatimi çekmeyen ve zaten çekmemesi istenen punto ile yazılmış kısmı fark ediyor ve indirimin ikinci için olduğunu anlıyorum. Elbette vazgeçiyorum ve sağolasın internet kitapçım diyorum.

Yeniden Migros'un kafeteryası, enfes bir mercimek çorbası... ve kahve reyonu. Bingo, Etyopya filtre kahve gülümsüyor; bizim mahalledeki tüm marketleri alt üst etmiş ve bulamamıştım. Artık sırt çantamda. Mutluyum ve sinema katı, Enn Sevdiğim Kadın'a müjdeliyorum kahveyi.


Şok... şok... şok!

Bir Allah'ın Kulu lütfen...

Yok.

Tamam bir süredir anne babalar fuayede bekliyor, bebeler de içeri girip film izliyordu; buna alışmıştım, alıştırılmıştık.

Ama bu ne?!

Bu, ülkemizin geldiği noktanın altını kalınca çizen bir gösterge. Katta bir tek ben ve sinemanın iki görevlisi var! Tüm salonların ki toplamda 10 tane, kapısı açık.


Filme bayılıyorum. Daha çok da görüntü yönetmeni Maria von Hausswolff'a. İlginç bir rahip ana karakterlerden biri. Bir kilise inşası için yollarda...

Ama ne yollar!

Ve muhteşem manzaralar, şiddetli bir kış; at sırtında, çoğu zaman sularla boğuşarak gidilen hedef. Oyuncular arasında bir ayrım yapamıyorum. Özellikle teknedeykenki görüntü yönetimini içimden kopup gelen duygu fırtınalarını zor tutarak, elbette sessizce alkışlıyorum.

Çok ama çok tatlı bir nüans ve vurgu var orada, onu sır olarak saklıyor ve burada altını çizmiyorum. Rahibimiz fotoğraf meraklısı ve bildiğim kadarıyla gerçek bir hikâye... Dolayısıyla fotoğrafların ve tripodun etkin bir rolü var. Film sinemaskop değil ki bu şahane bir tercih, çünkü bu zeki tercihin fotoğraflarla da bir ilişkisi var. Elbette coğrafya! Beni zevkten delirtmesin de ne yapsın?! Mümkünatı yok.

Film boyunca sıklıkla gidip görüntü yönetmeni Maria'ya sarılasım geliyor. Zaten bir kuzey aşığı olduğumu artık bilmeyen kimse yok sanırım. Ama yine de kendimi alamıyor ve "Ablam be," diyorum, "muhteşemsin."

Bir zaman ve bir coğrafya ancak... evet ancak bu kadar güzel, son derece estetik, kartpostal tadına ve izleyiciyi filme dahil eden görsel bir şölene, bir gerçekliğe dönüşebilirdi. Elbette oyunculuklar güçlü. Ve olağanüstü sahici. İsim isim yazmayacağım, hiç bir ismi de öne çıkarmayacağım. Ama son yıllarda izlediğim en etkileyici oyunculuklara tanık olduğum, anlatım diline bayıldığım, kendimi doğada sandığım ve perdede akan görsel bir şölenden aynı zamanda tiyatro tadı da aldığım nadir filmlerden biri olduğunun altını kalınca çizeceğim ki etkimle izlendiğinde bu muydu şimdi denilerek bana sayılabileceği ve saldırılabileceği olasılığını da filmi bu kadar överken dibine kadar eleştirilmeyi de göze alıyorum.

Elbette yönetmen Hlynur Pálmason'u takdir ediyorum, daha çok da görüntü yönetmeninin önünü açtığı için ve onun özgürlük alanını alabildiğince geniş tuttuğu için.

Ve müzikler!

Kuzeye özgü keyifli bir eğlence,

son derece çarpıcı bir son perde.


Yeniden trendeyim.

İstikamet Balık Evi yazlık!

Yazlık çünkü ben orayı bağımsız bir işletmecinin sanıyordum, oysa belediyemizinmiş ve yaz sezonunda balık halinin içindeki kapanıyor, tüm ekip bu mekâna geliyormuş.

Yalnız bugün örtüler pembe!

Olsun onlar da güzel. Ama daha güzeli balık sezonu açıldığında halin içindeki restoranda masama bakan ve bayıldığım, takdirlerimi içtenlikle ifade ettiğim garson siparişi almak için masa başımda; önce hâlini hatırını soruyorum, son derece ölçülü ve sıcak yanıtlarını alıyorum. Lakin hale geçip balığımı seçmem gerek. İki üç tezgâh geçiyor, daha önce oturduğum masamdan görüp aklıma yazdığım balıkçının önünde kalıyorum ve güzel bir deniz levreği seçiyorum. O temizlenecek ve Balık Evi'nin mutfağına gelecek.

Ben masamı donatabilirim.


Standart üçlü masadaki yerlerini alıyorlar. Turşu kavurmam ve mısır ekmeğim sıcacık. Salatamın yağını, sirkesini, azıcık limonunu da ben ayarlıyorum. Seçtiğim masam güzel, sessiz manzaram şahane. Biraz sonra da kadın eli değmiş levreğim masamda... Bir süre seyrediyorum onu; çünkü kadın elinden çıkmış bir sanat eseri bu. İlk lokmada gittim ben, yine... Ablam be diyorum, o kadar şahanesin ki... Normalde derisine dokunmam ben ama bu ne güzel bir gevreklik; çıtır çıtır bir keyif. Ellerin dert görmesin. Beyaz etin yüzeyinde hafif bir kızarıklık ve onun altındaki kendini salmamış pamuk helvası, yağını sarkıtmadan oluşturulmuş lokum bir pişirme düzeyi.

Muhteşemsin!

Hayalimde kabak tatlısı var. Üzeri bol cevizli, kıyısında kaymak olan.

Tatlı ne var diye soruyorum ve sormamla kalıyorum çünkü yok. İşte o zaman tüm bu alanları şehre kazandıran CHP'li başkan Muzaffer Önder'i anıyor, ardına da ilk seçiminde Anap'ın başkanı olan, sonraki seçimde AKP'den ısrarla aday gösterilen ve yine taş taş üstüne koyan, tüm dayatmalara karşın istasyonun* adını Opera yapan, istediklerini yaptıramayacaklarını anladıklarında da son döneminde milletvekili yaparak kızağa çektikleri Yusuf Başkan'ı da yaşam alanlarımızı geliştirip güzelleştirdikleri için ve biraz da şimdiki hâle bakarak şükranla anıyorum.


Elbette tatlı olmadan asla! Yeniden, ve güzel düzenlenmiş, eski başkanların başlattığı, içinde Yıldıray Çınar'ın sazıyla birlikte çok güzel bir heykelinin olduğu parkı ve Saathane Meydanı'nı geçerek Birtat'a varıyorum.

"Bir keşkül lütfen," diyorum, pek tatlı genç kıza.

Onu yavaşça yiyor, aklım ikinciyi çağırsa da hişşşt diyerek elime vuruyor, sonrasında istasyona yürüyorum,

ve trendeyim.


*İstasyonun adı Yusuf başkandan sonra Büyük Cami olarak değiştirildi ki aradaki mesafeye bakınca anlamsızdı ve zaten rayların komşusu otobüs ve minübüs durağının adı ezelden beri Büyük Cami idi.

18 Temmuz 2023 Salı

Şahane Mekân Hammur Ve Tesadüfün Böylesi

Öncesi...

Ayın 17'si sabah erken uyanıyorum. Mini mini birler heyecanım yerli yerinde. Saat 13 netleşmiş durumda ve sınıf başkanımız günü başarıyla koordine ediyor. Kendisi bir doktor olduğu için hatırlatma dozunu da süreç boyunca vakti saati geldiği her anda bünyelerimize zerk ediyor. Mesafeleri de gözeterek hazırlanıyorum ve saat 11'i biraz geçe çıkacağım; sırt çantam tamam, dış kapıyı açıyorum ve telefon çalıyor. Koşuyorum ama yetişemediğimi düşünürken elime alıp geri tuşladığımda sınıf başkanımın sesini alıyorum. Hazır ve yola çıkmak üzere olduğumun beyanı ile birlikte kendimi önce asansörde sonra da istasyonda buluyorum.

Çok keyifli bir gün olacağından eminim.

Günü yazma planım baki.

Ancak bir huyum da var benim, değil arkadaşlarım, en enn yakınım ve asla kıyamacağım insan da olsa bildiğimi söylemekten ve yazmaktan çekinmeyen bir ben daha var; şu merhametli benim içimde. Ve traşını olmuş hazır ben sevdiği renk kotunu ve polo yaka tişörtünü giymiş ve üstelik spor ayakkabısını da hafif ıslak bezle silmiş durumda. Bir avantajı var ki gideceği mekânı iyi biliyor, yazdı. Ama mekânın arkadaşlarının olduğunu, sınıf başkanı arayana kadar bilmiyordu ve normal bir müşteri gibi gitmiş, her seferinde Dilek Hanım'la karşılaşmış, o güne dair yazıların içindeki övgü kelimelerini de günün doğal akışını ve aldığı keyfi yansıtır biçimde yazıya dökmüştü. O bakımdan arkadaşlarla yaşanan günü yazma konusunda rahat ki mekânla aralarındaki ilişki sıcak kurulmasa ve tersi bir durum olsaydı; yine davete icabet eder ama mekâna dair olumlu ya da olumsuz tek kelime bile etmezdi.

Zamanlamam muhteşem. Hammur'un komşusu sigorta şirketinin sahibi benim can arkadaşlarımın en küçük kardeşleri; önce ona uğruyorum; tam 13'de de yan tarafa geçiyorum. İlk gören ve şaşıran Dilek oluyor çünkü ne zaman gelsem onunla karşılaştım. Ben mekânın arkadaşlarımın olduğunu bilmiyorken o da benim onların arkadaşı olduğumu bilmiyordu.


İçeri girdiğimde kimseyi görmüyorum. Doğrudan bahçeye yürüyorum ve başkanımız orada, Uğur arkadaşımız ve Sevgili Eşi Aysun Hanım da...

Hoşbulduk, lafa girdik, mevzular akarken de Deniz geliyor.

Gelemeyen arkadaşlarımızla, şehir dışındakilere Hüseyin başkanımız whatsapp üzerinden canlı yayın yapıyor. Çok keyifli bir gün olduğunun altını çizerim ki siyasetten akla gelebilecek her konuya kadar uzayan bir sohbet. Okul anıları elbette... Bizi yetiştiren Gülseren Kaya öğretmenimizi anmadan geçmemiz mümkün değil. Solculuğumuz da depreşiyor. Avusturalya'da yaşayan bir arkadaşımızın, genel istek üzerine whatsapp'dan uzaklaştırıldığını, sisteme dahil olmayan ve kullanmayan biri olarak o gün öğreniyorum ki, bizim çocuklara hak veriyorum. Çünkü yurt dışında yaşayıp, dolar, euro ile maaş alıp, ama çok çok methettikleri liderin yönettiği muhteşem ve cennet ülkeye neden dönmediklerini de biliyorum elbette... ve iki yüzlü tavıra tavır koyulmasını da o nedenle yadırgamıyorum. Ve bu cepheyi açan kız arkadaşlarımız Filiz ve Burçin'e... ve Serdar'a sevgilerimi yolluyorum.

Elbette Mümin kardeşimi de sevmekten vazgeçmiş değilim.


Masa ufaktan ufaktan donatılmaya başlıyor, laf lafı açarken. Ben avantajlıyım şimdi; çünkü lezzeti tatmış ve yazmış biriyim ancak şu an daha önce tatmadığım ama menülerinde olduğunu bildiğim yiyecekler de masada yerlerini alıyorlar. Sunuma bayıldığımın altını özellikle çiziyorum. Bu noktada en ufak bir kaygım da yoktu çünkü önceki gelmelerimde tabaklar, ve fincanlar ve çatal bıçaklar gereken tüyoları vermişlerdi bana. Tattıklarımdan öte mekânın genel dekoru, yaklaşım, arkadaki şirin bahçe ve girişteki mobilya yerleştirmeleri ile aydınlatmada kullanılanlar zaten bana bir şeyler söylemişti ki bahçedeki kumrularla arkadaşlığımız da bu hoş hali katmerlemişti.

Kitap okumanın keyfini bile çıkarmıştım, lezzetli yiyecekleri tüketirken.

Mantıyla başlıyorum ki kendisi tam tekmil hazırlanmış. Genelde mantıcılar -özellikle- sorarlar yoğurt konusunu, ben sarımsaklı tercih edenlerdenim ve bütün baharatları kullanırım. Şu an önümde duran kâsedeki görünüm muhteşem, bir yanıyla da yürek işi ki sordum; doğrudan böyle mi getiriyorsunuz diye masaya.

İlk kaşık ve ayaklarım yerden kesiliyor. Aklıma kazınmış ve çok takdir ettiğim iki farklı mekândaki mantılardan biri bu. Hatta birincisinin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ki söylüyorum da... Şeflerin tarz olanlarına ve tarzlarından vazgeçmeyenlerine bayılırım. Elbetteki yediğimin bana söyledikleri önemli, beğenmesem bir daha yemem ama tutarlılığı takdir ederim. Önümdeki mantının bir iddiası var ki farklı damak zevklerini göz önüne aldığımızda ticari anlamda büyük bir risk bu. O nedenle de takdire şayan ki şiir gibi bir keyifti dersem, sanırım sunulanın hem estetik açıdan hem de damağa bıraktığı çok sesli ama kakofonik olmayan uyum açısından neler bırakıp neler söylettiğini de anlatmış olurum.


Su böreği ile ahbaplığımız vardı, çünkü önceki gelmelerimde tatmıştım; gül böreklerinin altını çizmiş, ıspanaklısını da ıspanağı seven biri olarak öne çıkartmış ve o günkü yazımda şehirdeki en iyi gül ve su böreklerinin burada olduğunun altını çizmiştim. O sırada yaprak sarma bir flüt sesi gibi uzaktan uzaktan notalarını yolluyor ve kulaklarıma yansıyan müzik midemi de heyecanlandırıyor ve dayanılmaz bir coşku ele geçirince de beni, alıyorum bir tane... Ve gittim. Hiçbir şey ölmemiş, baygın bir dolma değil, diri ama tam da kalması gereken noktada kalmış bir dirilik bu, yağ varlığını duyuruyor ancak dolmayı sulandırmıyor, damakta bıraktığı iz Vivaldi'nin mevsimlerinden ilkbahar gibi. Üstelik damaktaki bale adımları tülden ince tüyden hafif.

Muhteşem!


Kızartma tabağı fazlasıyla şiirsel, ilk anda ne olduğunu anlamıyorum çünkü tabak farklı. İçindekilerin doğranma ölçüleri şiirsel, görsel bir kabalık içermiyor ki daha kızartmaya başlamadan belli ki biçimlendirilmişler... Şefin estetik kaygısı hissediliyor ve sonuç şahsım açısından görsel olarak 10 numara. Tadın yanıltmayacağından eminim. İlk lokma, tüy gibi, esprili, coşkulu, yorgun değil diri ve kıpır kıpır. Sanki... evet sanki... haydi dansa diyor. Ve o dansı gönüllüce yaptırıyor insana. Hakeza salata... O da ben özelim, benzemem başka salatalara çünkü estetik açıdan da çok güzelim diye bağırıyor. Şirin ve sempatik, yorgun değil, aksine genç ve diri.


Elbette sadece yemeklere yumulmuş değiliz, zamana yayılmış usul usul lokmaları enfes sözcüklerle, her konu üzerine konuşarak renklendiriyoruz zamanı; miss gibi taze, çıtır, damakta derin izler bırakan, şeker miktarı kararında içi zengin tatlı lokmalarımızla.

Bu çok keyifli bahçede çok keyifli süreç boyunca ne anılar gelip gereğini yapıp sırasını bir başkasına bırakıyor, bir bilseniz... Anlatmaya bir girişsem sonuçta bir romana ulaşması kesin bu yazının. Ama içimde bir de iyi var işte; O müdahil duruma ve dozunda bıraksan iyi olacak diyor. Katılmak istemesem de pek, içimdeki iyilerden biri daha ayağa kalkıp okuyanın ki de can diyor.

O halde,

kalın sağlıcakla Sevgili Dostlar.


Mekânın bayıldığım noktalarından biri; her seferinde burası aynı zamanda bar hizmeti de veren bir yer olsaydı... Nasıl olurdu acaba dedirtiyor bana.

14 Temmuz 2023 Cuma

Her Kitap Da Beklermiş Bir Ânı

9.11.2020'de yazar adı hoş şeyler çağrıştırmış, Evler, Cinler, Perdeler kapak tasarımı ve renkleri ile gözümü almış, toplu alımdaki kitaplar arasından usulca, "Ben hoş bir kapalı kutuyum," diye de ruhuma göz kırpmıştı.

Yani aramızdaki ilk etkileşim pek hoştu, heyecan vericiydi.

Lyudmila Petruşevskaya'dan isim olarak etkilenmedim diyemem. Kendisini o âna kadar tanımıyordum ama özgür bir ruh olduğunu sezmiştim, tüm veriler şahsım için kışkırtıcı idi ki hanımefendinin benim dikkatimden kaçması da olanaksızdı.


İlk onu elime almıştım. Sonra okumaya başlamıştım ancak patinaj yapıyordum. İlk öykünün yarısına gelmeden bıraktım. Bu durum benim için yabancı değildi. Oysa bir şıpsevdi de değildim. Onu inzivasına terk ettim.

Çok üzgünüm ki kendisini bir hayal kırıklığı olarak da yorumladım.

Dün baktım ki işler yolunda, içim ayakta, tüm duygularım paçalarımı çekiştiriyor. Karşılıksız kalamadım bu coşkuya ve Adem Usta'da bir sandviç döner yiyip, Migros'tan da bir su kapıp, kendimi istasyonda buldum.

Sonra da trende...

Kalabalıktı ama oturacak boş bir koltuk vardı, sonra onu bir hanımefendi için terk ettim. Gar'da inmeyi düşünürken küçük bir plan değişikliği ile Cumhuriyet Meydanı'nda indim. Güneş ve hava pek keyiflilerdi ve enfes bir kışkırtıcılık içindeydiler....

Uydum onlara. Tam heykele yanaşmışken, bir geleneğin hâlâ devam ediyor olmasına sevindim. Gerçi abiler yaşlanmışlardı ki gençlerin de uğraşacağı, hatta keyif alacağı, hatta tatmadıkları için bilebilecekleri bir hoşluk da değildi bu. Bir an -bir kez daha- onların fotoğrafını çeksem mi diye düşündüm ve yanıma iyi makine almadığım için üzüldüm. Atatürk heykelimiz müthiştir bizim. Yakın zamanda iki meczubun saldırısına uğrasa da bir zarar görmemiştir. Ve onun önünde bir Samsun Hatırası çektirmek farzdır lakin eskiden sıra beklenirken şimdilerde dört abi bir umut, ekmeğin peşindeler.

Aslında bu iş onlar için ekmek parasının ötesinde bir şey sanki... Çünkü onlar da biliyorlar ki an itibariyle herkes fotoğrafçı; üstelik çoklu çekimleri içinden istediklerini, sıfır maliyetle anında alan şipşakçı...

Selamlaştım, hayırlı işler diledim abilerime...

Zaman tünelinden çıkmaya niyetim yoktu ve beni Birtat paklardı. Girdim kapıdan içeri ki bebeliğini bildiğim genç adam yoktu. Olsundu, genç kızımız da pek hoştu.

İki pasta seçtim ve paketi sırt çantama attım ve telaşsız adımlarla Müze'nin bahçesine vardım. Kalabalıktı ve pek hoştu. Kadim ağaçlar gerekli gölgeyi yapıyordu. Dedim yazın tadı da başka... Çok tatlı genç masama yanaştı, bir kapiçino lütfen dedim ve kitabımı açtım. Biraz okumuştum ki geldi kahvem. Cevizli pastamı çıkardım ki artık ben bir çınarın altında ceviz ağacıydım.

Uzun kaldım, etrafımdaki insanların benden önce de orada olduklarını düşünürsek aslında uzun sandığım zamanın kısa olduğunu da anladım. Keyiflerimi ve kitabımı sırt çantama koyup asıl amacım için Gar'a yürüdüm. Amasya treni kalkmak üzereydi ve gişe önünde ufak bir kalabalık vardı.

Bense saatlerde bir değişiklik var mı diye uğramıştım.

Golü başka köşeden yedim.

Üstelik buna çoookkkk ama çokkkk sevdindim.

Sivas yolu tamamlanmıştı ve haftanın üç günü, günde iki adet olmak koşuluyla karşılıklı seferler başlamıştı. Ancak ilk hedefim Amasya'da enn sevdiğim kadınla bir rakı masasıydı.

İlk Pansiyon'u gerçekten ilk ve ben henüz askerken, hanımefendi hamileyken ve eşiyle İsveç'i bırakıp kente dönerek eski ve aile konaklarını şehrin ilk pansiyonu olarak ve tüm özelliklerini koruyarak kullanıma açmışlardı.

Ve hanımefendinin büyüdüğü beşik hazırlanmış, onun doğuracağı bebeği bekliyordu.

Elbette hanımefendinin rehberliği eşliğinde uzun bir video çekimi yapmıştım konakta.

Ama bugüne kadar da bir tek gün kalmamıştım İlk Pansiyon'da...

Büyükler, yani o hanımefendi yaşıyor mu bilmiyorum ama artık olgun bir genç kadın olduğunu düşündüğüm ve o zaman henüz anne karnındaki bebeğe geçmişse işletme...

Onun açısından da çok enterasan bir sohbet olacağından eminim.

Ancak ne yazık ki yıllar öncesinin, henüz annesinin karnında olduğu anların videolarını izleyemeyecek çünkü kamera için özel kasetteki şehire dair ve uzun yıllar önceki kayıtları, şu ihmâlkar bir cd'ye aktarmayı...

Hep ihmal etti.

Ve günün epeyi geç vakitteki büyük sürprizi; benim için çifte kavrulmuş, mutluluk verici bir an. Sevgili Leylak Dalı öğretmenimizin enfes yazısı ve tesadüfün böylesi...



12 Temmuz 2023 Çarşamba

Kalbimdeki Deniz

Telefonda ilkokul arkadaşımın mesajını görüyorum, bir mekân adı da var. Kısa! 17 Temmuz sonrasında ve saat 13'den sonra bizlerin belirleyeceği bir gün ve saatte bizi ağırlamak istiyor. Tüm grup davetliyiz...

Gülüyorum ve hemen geri arıyorum.

Yaa... diyorum, ben o pastaneyi bir kaç ay önce keşfettim. Önünden geçerken dikkatimi çekmişti; sonra günlerden bir gün daldım, çok hoşlandım ve hatta üzerine iki yazı yazdım ve orada bir sepetin içinde yumurtayken tanıdığım, sonrasında aynı minik, şirin sepete doğan iki yavru kumrunun adını da ben koydum: Engüç ile Mengüç.

Nasıl gülüyor doktorların bir tanesi...

Can arkadaşım.

Üstelik o sadece sınıf arkadaşım değil, ay farkı ile benden büyük olsa da aynı mahallede, bizim kiracı onların ev sahibi olduğu karşılıklı evlerde büyümüş, okul yolunu yıllarca aynı sokaktan bir kaç arkadaş ile birlikte arşınladığımız, Kuran derslerimizi yaz tatillerinde eli öpülesi Mümin Dayı'dan aldığımız bebeklik arkadaşım.

Diyorum ben hep çok tatlı bir hanımefendiyle, çalışanları ile karşılaştım. Bir keresinde bir hanımefendi daha vardı, onun da mekân sahibi olduğunu düşündüm. Demek arkadaşımızın eşiymiş.


Hoş bir buluşma olacağı kesin. En son öğretmenimizin evinde ve akabinde cenazesinde buluşmuştuk. Bu kez günü fazlasıyla eğlenerek ve coşkuyla yakıp yıkacağımızsa daha da kesin!


Durumla ilgisi olmayan alttaki  fotoğraf köprüden geçerken anında bir hikâye yazmıştı, bir kaç hafta önce. Kalplerimiz -onların haberi olmasa da- ortaklaşmıştı bu iki gençle... Sel sonrası denize akan derenin denizle buluştuğu noktada oluşmuştu bu adacık. Hallerine bayılmış, sanırım duygularını da en iyi ben anlamıştım.

Önceki gün gördüm ki yağan yağmurlarla yoğun bir akış olunca denize doğru; ömrü kısa ada da yok olmuş.

Fotoğraftan gençlerin haberi yok.

Bilseydim keşke, ada yok olacak...

Keşke bilebilseydim!





9 Temmuz 2023 Pazar

Bazı Filmler Vardır...

Kadın eli değmiştir!



Yönetmen:

Naomi Kawese.


Elinin hamuruyla ne film yapmışsın ablam be!

O ne güzel, ne şiirsel bir senaryo:

Durian Suke Sukegava ve Naomi Kawese.

Alın terlerinize sağlık.


Takue:

Kirin Kiki,

ellerinden öperim teyzem.


Ve Sentarô:

Masatoshi Nagase.

Adamsın!


Ve Wakana:

Kyra Uchida.

Kanaryam güzel kuşum.


İzleyin!

Ve sonra...

Lütfen!

Aldığınız ya da alamadığınız tadı,

duygularınızı...

İki kelime de olsa,

yorum kısmına yazın.


Ve şimdi,

dinleyin,

David Hadjadj:


7 Temmuz 2023 Cuma

15. Yıl Özel Sayı-10




 Beylerbeyi'nde Bir İnciraltı

Haziran 2017
 

Yol seçenekleri için Google'a sorduğumuzda telefonun ekranına  gelen mesafe yaklaşık 3,5 km. Çoğu yürüyüşteki mesafelerimizin %20'si bile değil. Araç kullansak mı yürüsek mi ikilemi içerisindeyiz, bir yemek gecesine gidiyoruz sonuçta.

Yürümek ağır basıyor, çünkü yolun sürprizlerini seviyoruz. Yaz serini hoş bir akşamüstü. Hem ne demişti Patrick Süskind bir tek insandan, bir banka güvenlik görevlisinden yola çıkarak insanın kocaman iç dünyasına dair her birimize çok tanıdık gelecek pek çok şey anlattığı şahane romanı Güvercin'in 63. sayfasında; Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Olmadı atlarız bir taksiye seçeneği nasılsa cepte... Sonra Mevlüt var! Bu kez konağın bahçe kapısından sola dönüyoruz. Biraz yürüyoruz ki yolun ilk sürprizi... üstelik dantel gibi işlenmiş cazibeli balkonu, asılı çamaşırlar, kule şeklindeki köşe odasıyla hayal kurduran hoş bir konak. Komşu. Kalıyoruz önünde.


Güzel sokaklar geçiyoruz sonra, güzel manzaraları tepeden seyrediyor, tatlı, güleryüzlü ablanın, evin bir odasından vazgeçilerek yapılmış küçük bakkal dükkânından diş macunu ve iki su alıyor, L23 için pil bakıyor ama menşei dolayısıyla tercih etmiyor, gerçek bir mahalle bakkalında ve çok ama çok tatlı bir bakkal abla ile tanışmış olmanın keyfini çıkarıyor, bu sıcak, emekçi ve gönlü zengin mahallenin nihayetinde yeşil bahçeler geçerek çevre yoluna varıyoruz.

Şahane bir koruluğun içinde ve İngiliz çimi gibi bir tümseğin üzerindeki iki güzel bina ve iki bayrak dikkatimi çekiyor. Ne yazık ki çevre yolunun öteki tarafındayız. Önce bayraktan ve kapı önündeki arabalardan yola çıkarak buranın evleri olabileceğini düşünüyorum. Sonra, buranın Koç Topluluğu Spor Kulübü'ne ait olduğunu öğreniyorum, daha sonra da kullanımıyla ilgili detayları. İstanbul'da yaşasak mesela, bir hafta sonu kesin gelirdik diye düşünüyorum şimdi; piknik alanı bile varmış ama mangala izin yokmuş, restoranı falan da varmış sanki. Üstelik de spor yapabilme imkanları!

Bazen çevre yolundan ayrılıyoruz, sonra bir şekilde yolumuz yine onunla kesişiyor, yine hoş yeşil alandan çıktığımız ve hazırlıksız olduğumuz  bir anda, aniden, kocaman görkemi ile Boğaziçi Köprüsü çıkıyor önümüze. Akşamın sakin saatleri... günün rengi koyu, köprü sanki terk edilmiş bir alacakaranlık boşluğu içinde... gerçekte olmayan devasa bir hayal köprü sanki. Ürperiyorum. Issızlık fena halde ürkütücü. Kendimi o an ve birden keşfedilmiş, gizemli bir anın içinde sanıyorum. Boş mu, trafiğe kapatılmış mı, yoksa bana mı öyle geliyor? Bir rüyadayım ve beklemediğim, kimsesiz bir anın içindeyim. Devasa boşluk korkutuyor.

O ise, sanki, benim suçum yok, ben istemedim ve ben masumdum der bir yalnızlığın kabuğuna çekilmiş gibi; ülke tarihinin en çirkin anlarına tanık olmanın acısı ve utancıyla bir inziva yaşıyor sanki.

Sonra...  İki ortak arasında çıkan güç kavgasına kurban giden, emir almaktan ve o emri uygulamaktan başka çaresi olmayan ve kan izleri orada kalmış Mehmetçiklerle, yine başkalarının, eski ortakların paylaşım kavgasında bu memleket için canını veren, bu ülkeyi çıkarsız bir inanmışlıkla seven, savunan masum insanlarımıza dua ediyor; ne istediler de vermedik diyen, ama hiç de kendilerini sorumlu hissetmeyen ve bu acının kaymağını yiyenlere de lanetler yağdırıyorum. Sonra usulca... köprünün üzerinden karşıya geçiyor, ayağından aşağı kıvrılıyor, karanlıktan çıkıyoruz.

Biz akşamı yavaş yaşarken, günlük telaşları ile otobüslere koşan, otobüslerden inip ikinci bir vasıta, minibüs arayan, bir an önce varacaklarının telaşında olan insanların kalabalığı ile yeniden hayata dönüyor, o telaşların aksi bir rahatlıkla nefes alıyor, yeşilin ve mavinin tadını çıkarıyoruz. Hâlâ Beylerbeyi'ne inen çevre yolundayız. Karşıya geçmemiz gerek! Sakince bir kavşakta bu işi de hallediyor, bir süre sonra bir alt geçidi kullanarak bir başka karşıya geçiyor, çevre yolundan çıkıp Yalıboyu Caddesi'ne varıyoruz. Rezervasyon saatimiz 19 olduğu için biraz daha yavaşlıyor, yükseklerin aksine neme karışıyor, ter emareleri hissedince bir banka oturup dinlenirken akan hayatı izliyor, sonra da Arabacılar Sokağı'na giriyoruz. O, orada; gözlerimizi kaçırarak saklanıyor ve karşı kaldırımından, tanışıklık vermeden, çekingen adımlarla ama hızlıca geçiyoruz. 


Sokağın küçük, sevimli dükkânlarına gire çıka, takılara, çantalara, elbiselere, tatlıcılara, kebapçılara baka göre iskeleye ve onun hoş binasına doğru yürüyoruz. Küçük, sakin, öte yandan hoş bir canlılığı olan, tarihle yoğrulmuş, insanı eskiye götüren, şık ama eski yalı evlerinden oteller barındıran, kirli hayattan tecrit, hâlâ ev olarak kullanılan yalılarıyla imrendiren, yeme içme mekânları mutlu insan kaynayan, huzur veren bir bölge.  Köprünün üzerindeki, usul usul çekilmeye başlayan güneşin denizde yarattığı yakamozlar göz alıcı. Çini desenli iskele binası sempatik. Efil efil boğaz, en az iskele kadar  hoş. Boğaziçi Köprüsü, inci gerdanlık, canımız.


Sonra iskelenin doğu yönüne doğru, Hamid-i Evvel Cami Sokağı'nı yürüyor, küçük teknelere bakıyor, hemen caminin yanındaki boğaza nazır mekânlardaki neşeyi seviyor, akıl çelmelerine izin veriyor, sonra tam da denizin kıyısından Kuleli Askeri Lisesi'nin piyano sesleri gelen salonlarında dans edenleri görebildiğim, aklıma geçmişten sahneler çizen binasına selam yolluyoruz. Bu selam kıymetli!  Bu güzel, gördüğüm ve hissettiğim sahneleri aklıma çizdiren de.


Sonra bir dikkatten kaçmayan, biraz da akrobasi ihtiyacı duyuran bir fotoğraf çekim çabası içinde görünce en tatlı fotoğrafçıyı, önce pek anlam veremiyorum; sanıyorum sanatsal bir foto için benim göremediğim bir şeyi gördü. Oysaki birisi için... ona gönderilecek anlık bir fotoğraf bu, aileden bir Karakartal için...  Şampiyonluk yılı. Tur yarın üstelik.   





Bir rüya mı desem...
Kıymetli yıllara bir ışınlanma mı desem bilemediğim...
Mutlu mu Mutlu Gece


Pencere önleri sempatik eski bir Rum evinin elden geçirilmesi ise şekillenmiş, pek sevimli... asırlar öncesinden aranıp bulunan, İstanbul'un kadim halklarının tarifleriyle zenginleşmiş mutfağının, aslına sadakatle yapılmış mezeleri ile  aklımızda yer etmiş mekânın kapısından içeri süzülüyoruz. Her yazıda bıkmadan tekrar ettiğim üzere rezervasyonları O'nun yapmasına... son gün o şehirdeyken, bazen havaalanından yeni şehre girerken telefonunun çalıp da O'nun "Evet benim, şimdi indik ve akşam geliyoruz," demesine bayıldığım kadın merhabalaşıyor, adını söylüyor ve bir garson bizi masamıza götürüyor. Bahçedeyiz. Tabii ki mekâna yakışır, eskiden ve güzel şarkılar çalınıyor. Ve tabii ki bir münasip sessizlikle... Ne yazık ki zaman içinde çürüyüp yok olan değilse de, ondan fidelenmiş incir ağaçlarının arasında ve nedense çocukluk yıllarımın yazlık sinemaları ve de o yılların lokantaları tadındaki masamıza oturuyoruz. Bu ne kadar güzel bir bahçe ve an! O'nun güzel gözlerinin gülüşünden de anlıyorum, yine bir zaman yolculuğunda olduğumuzu...


Ne içermişiz?

"Hımmmm!.."

"Beylerbeyi'nde Beylerbeyi içilir, bir 35'lik göbek rakısı lütfen."

Meze tepsisinin zenginliği ile akıl karıştıracağını tahmin ediyorduk, merak ettiklerimiz arasından seçimlerimizi  netleştirdiğimiz ve hazırlıklı olduğumuz için işimiz zor değil; hazırlıksızsanız çok zor!

"Beyaz peynir lütfen."

"Balık Turşusu lütfen."

"Dövme hıyar salatası lütfen."

"Ermeni pilakisi lütfen."

 "Ve Topik lütfen." 

"Bir de midye dolması lütfen." 


Donanıyor masa, topik, çakmaları saymazsak denemediğim bir meze, bir mihenk noktası olacak ve bundan sonra yediklerimin düzeyini anlamam için de bir referans. Bu açıdan önemli. 14 farklı malzeme ile bir çömleğin içinde 10 gün bekletilerek yapılan balık turşusu en çok merak ettiğimiz. Üstelik safran, bal, sirke gibi düşünüldüğünde bazı damaklar için kakofoni düşüncesi yaratacak müzisyenleri var. Görüntüsü ve kokusu ipuçları veriyor ki seçim yaparken Çelebi pilaki ile arasında kalınma ihtimali kuvvetle muhtemel! İçerikleri noktasından bakınca iki kişilik bir masa için sanki biri tercih edilmeli. İki balıklı  meze olur denirse de mesele yok. Edinilmiş bilgilere göre bu balık pilaki, yöresindeki adlandırmadan bağımsız olarak, adını Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinden bir tarife dayandığı için ondan alıyor. Dövme hıyar salatası da biz için bir ilk... tanışmayı sabırla bekliyoruz.

Tığ işi zarfları ile zarif bir görüntü sunan rakı kadehleri standart dışı; şu bade denen bardaklardan, hakeza su kadehleri de çok hoş. Gerçi Burgaz Rakı sayesinde, onun promosyon ehlikeyifleri ile birlikte bir dönem bade kullanmışlığımız  var lakin gözümüzün gönlümüzün alıştığı Yeni Rakı ile özdeş olanlar. Bu akşam 16. ve 18.yüzyıl mezeleri ile birlikte başka bir ambiyans! Rolümüzün hakkını vereceğimizden ve keyiften öleceğimizden; masayı gördükten, gözlerimiz kokuyu aldıktan sonra, en ufak ama en ufak bir şüphemiz yok.


"O halde dününe, bugününü, yarınına... 

İstanbul'a!"

Bazı anlarda hiç de acelesi olmayan bir halim var; bazen bunu nasıl başardığıma, bir an öncenin merakından nasıl sıyrıldığıma şaşırırım. Mesela bir pasta grubunun içinden en sevdiğimi en sona saklamayı, onun tadını uzun uzun, hissede hissede çıkarmak için sabretmeyi becerebilirim. Elbette ki bir masanın ahenginin belirleyicisi olmak zor; özellikle çok canlar sınıfından olmayan, bir türlü üslup birlikteliği sağlanayamayan, çok insanlı bir  masadayken...  Ama bu şehirde, bu mekânda ve bu masadayken gecenin ardında bir segment yukarı taşıyamadıysa damağını ve yaşamla ilişkisini insan, kendini bence bir gözden geçirmeli ve biraz daha fazla emek vermeli hayata.


Çiçeklerin arasına saklanmış lambalar, onların açığa çıkardığı her renk, bu güzel akşamın finaline hazırlık yapan, nüansları olan, geçmişten ama bugüne dair hoş ve ruha atılan birer fırça darbesi gibi. Arkamızdaki masa kalabalık bir grup: Konuşkanlar ve de üslup birliği içinde keyifle, yükselen seslerle ve coşkuyla paylaşıyorlar geceyi. Bir tiyatronun oyuncuları ve teknik kadrosu efekti veriyorlar ki anlaşıldığı üzere de öyleler. Etraftan soyutlanmış her masadan gelen keyif seslerinin zenginleştirdiği kakofoniye, onlar da farklı ve lezzetli bir renk veriyorlar.

Balık turşusu tam anlamı ile 10 numara, hatta yıldızlı mı yıldızlı bir lezzet. Bayılıyoruz. 14 farklı renkten oluşan kadim bir senfoni; ruhu okşamakla kalmıyor, damakta kalmış buzzz gibi rakının anason izleri ile yepyeni, doğaçlama, mutluluğu çoğaltan yeni bir senfoni yaratıyorlar. Peynir kendini salmamış, kuvvetli bir Ezine ki başkası düşünülemezdi zaten. Pilakisiz rakı masası düşünemem ki bu pilaki seçilen fasulyelerinden ve elbette pişirilme tekniğinden ve sabrından kaynaklı olarak kaymak gibi.  Midye dolmaları güzel, üstelik de sayıları itibari ile tadımlık; doğru bir tercih.  Dövme hıyar salatası muhteşem; rendelenmiş salatalık, kaymak loru, soğan, antep fıstığı ve zeytinyağı ile ilk anda görsel olarak Girit ezmesi hissi verse de hiç alakası olmayan bir lezzet.  Cacığın süzme yoğurtla yapılmış katı şeklinin ilavelerle lezzetlendirilmiş hali denebilir belki; illa da bir şeye benzetilmek istenirse.

Zahmetli bir uğraş olduğu kesin topik, endüstriyel tat hissinden kurtulamadığım tüm topikleri taca çıkarıyor. Doğal, zengin ve iç içe geçerek ortaya çıkardıkları kolektif tat bir başka boyut olan soğanın, kuş üzümünün, çam fıstığının, patatesin, nohudun ve çeşnilerin her birinin hissedildiği ama hiçbirinin baskın olmadığı, sololarına bayıldığımız, bu memleket topraklarından coşkulu bir oyun havası gibi.

"O halde, bu toprağın kadim halklarına."

Beylerbeyi'nin göbek rakısını ilk kez bu akşam deniyoruz ve bu tercihimizden dolayı da kendimizi kutluyoruz. Mezelerin hakkını kesinlikle veriyor ve burada bir geceye de fazlası ile yakışıyor.

Ara çayları olmayan bir rakı masasına -bizce- "Masa da masaymış ha!" denmez... ve hatta denemez ve hatta denilmemeli! Çayla sıkı bir dostluğu olmayan ben bile bayılıyorum bu ritüele. Yakışıyorlar da birbirlerine... Bugünü dündeymiş gibi, tüm naifliğini hissederek, bugünden düne dair lezzetlerle lezzet yolculuklarına çıkarak, birbirimizin gözlerinde yol alarak, iz bırakan, izi kalıcı bir geceyi yaşıyoruz Beylerbeyi'nde. Mutluyuz.


 Sakatatsız rakı sofrası olmaz, olmamalı. Dolayısı ile olmuyor da.

"Bir dalak dolması lütfen."

Ermeni mutfağından, yanında Dijon hardalı ile geliyor alemin kralı. Bir ilk bizim için. Yağda kızartılmış olmasına rağmen sanki ızgaraya dokunmuş da gelmişçesine bir hoşluğu var.  Kurumadığı gibi suyunu da yitirmemiş. Gelen kokularsa âlâ. Rakı masasını yemek anlamında sonlandırmak için güzel bir seçim. O halde alkış. İçine pirinç, soğan, maydonoz, tuz karabiber koyularak hazırlanan dalakların suda haşlanmasının ardından dilimlenerek kadın budu köfteyi andırır biçimde kızartılması ile sonlanan dolmalardan ilk lokmalar... ve gelen bayılma sesleri. Rakının her yudumunun ardına eklediğimiz her lokmada başka başka nüanslarını keşfederek, defalarca göğe eriyoruz. Lezzetli bir kapanış. Bu memleketi bu yüzden belki de daha daha çok seviyoruz. Yine 5 saati keyifle geçiriyoruz.

"İki kahve lütfen"


Kahve fincanlarına mı bayılsak, yoksa kendi yapımları vişne likörüne mi, bilemiyoruz. Bu kadar keyifli akşamın finaline çok ama çok yakıştıkları kesin. Mutlu bir final. Kendi yapımları vişne likörü muhteşem.  Biz kalkarken, arka masadaki tiyatro grubu da kalkıyor. Garsonumuz güzel adam. Onda bizim Aziz'in kıvamını hissediyorum. Teşekkür ediyoruz, 5 saat geçirdiğimiz bu güzel geceye verdiği kusursuz destek için. Sonra mekânın sahibine de memnuniyetimizi ifade edip, Yalıboyu Caddesi'nde bu güzel yaz gecesinin tadına vara vara, saraya doğru yürüyoruz.

Beylerbeyi Sarayı'na varınca sağa kıvrılıyor ve denizin kıyısında kalıyoruz. Ne garip değil mi, yine güzel bir gece, yine güzel bir akşam yemeği ve yine dolunay!  

İlk göz ağrımız, daha güzel baktığım, başına gelenlerden sonra daha da çok şefkat duyduğum Köprü'yü ayın ışığı ile birlikte seyrediyor, seyrederken bu bağın; onda stajını yaparken, daha sonra taze mezun inşaat mühendisi olarak emeği olan küçük dayımla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Babaanne-dede, hala, 3 küçük çocuk ve anne baba toplamda 8 kişi yaşadığımız küçük ama mutlu, mutfak camı ile hiza bahçesi olan ve o bahçenin tarabalarına bayıldığım, kiracısı olduğumuz evimize İstanbul'dan  bana kitaplarla geldiğinde dayım; inşaat aşamalarını anlatırken büyüklere, ben ertesi gün sabah, okumayı düzgünce olmasa da becerebildiğimiz evrenin başlarından itibaren, eli öpülesi ilkokul öğretmenim sayesinde, dersin ilk 15 dakikasında güncel haberler konuştuğumuz bölümde onları paylaşacak olmanın heyecanı ile kulak kabartır, ve bunun prestijine bayılırdım. Gazetelerde gördüğüm resimlerle anlatılanları eşleyerek bizzat hayalini kurardım o anların. Sanki alnımdan düşen ter toprağına karışmış gibi hissediyorum şimdi.


Beylerbeyi Sarayı uykuya çekilmiş, içimizde iki muzır çocuk türedi farkındayım. Nöbetçi kulübesi boş görünüyor. Bir sızma harekatı yapma, en azından bahçesinde dolaşma ve kıyısından denizi seyretme isteği had safhada. Gözlerimizse radar gibi çalışıyor. Temiz sinyali gelmeden bir hamle yapacak kadar da saf değiliz. Test etmek için içeri doğru süzülüyoruz. Muhtemel ki sote bir yerden bizi gözleyen görevli açığa çıkıyor. Yaklaşımı kibarca. Biz de kibarız. Gerekçelerine saygı duyuyor, elimde olsa dükkân sizin tavrına sempati ile gülümsüyor, teşekkür edip iyi akşamlaşıyoruz, bu güzel insanımızla.

"Bir taksiye atlasak mı?"

Atlama fikrindeyiz. Bakındığımız ilk taksi sahipsiz, park yerinde karanlık karanlık duruyor, bir yandan da yürüyoruz, gördüğümüzü durduracağız. O ara tam otobüs durağının önünden geçerken Mevlüt ses ediyor.  Kesemizin dostu. 1 dakika sonra durakta bir otobüs olacakmış. Biniyoruz, ve şu hayattaki en bayıldığım anlardan birini yaşıyorum, tünelden geçiyoruz. Beylerbeyi Tüneli'nden. Hayat beni hep kolluyor ve onun için de sürekli sunuyor, bunu biliyorum. Kuzguncuk'ta iniyoruz. Güzel gece Seni Seviyoruz.


Denize kulak verip, ninnisini dinleye dinleye varıyoruz Çikolata&Kahve'ye. Çok hoş bir dükkan, güleryüzlü, ve bunda samimi iki genç adam. Dışarıdaki masaları akıl çeliyor. Gece henüz uykuya uzak. Sohbetler canlı. İnsanlar güzel.

"İki Müzeyyen lütfen."


Müzeyyen kadayıflı muhallebi. Eğlenceli ve de lezzetli, sunum da kanımca tam anlamı ile Müzeyyen. Süslenmiş ağaçların dibinde, hoş insanlar arasında kaşık kaşık tadını çıkarıyoruz. Kuzguncuk'da bir gece vakti, serin ve tatlı bir Müzeyyen! Öyle yakışıyorlar ki geceye.

Teşekkür ediyoruz Çikolata&Kahve'ye, bir gün kahvelerini de denemek dileği ile. Seviyoruz kendilerini.

Sonra... Gecenin ruhları dürtükleyen bu şahane vaktinde, hiç taksiye falan bulaşmadan, birbirimizin notalarına dokunarak yarattığımız müzik eşliğinde, çocuk uykusundaki güzel güzel sokaklar geçerek, Sıvacı Ferhat'a varıyor, uyuyanları uyandırmaz adımlarla onu da geçiyor, Konağa giriyoruz.


Konak'da eğlence tavan. Işıl ışıl parlayan insanlar, cıvıl cıvıl hayat... Kalabalığa karışmayacağımız, ağaçların altındaki masaya oturuyoruz. Kafeterya'da bir nişan töreni olacağından haberdarız. Üstelik de bu hoşumuza gidiyor. Bundan şikayet edecek insanlar değiliz, hayatın doğal akışı içinde olması gereken ne ise bunun bir parçası olmayı kabul ederiz.. Bir otel sessizliğinde gri bir Konak pek anlamsız olurdu zira. Hikâye eksik kalırdı. Gecenin renklerine ve hayatımıza kattıklarına bayılıyorken ne kadar daha zenginleştiğimizin farkında iki insan olarak eve geçiyor, rutinleri hallediyor, dışarıdaki coşkuya gülen yüzlerimizle uykuya sarılıyoruz.


5 Temmuz 2023 Çarşamba

Ahşap Traversler Ve Demir Yolu Kardeşliği

1.Bölüm: Demir Ağlar Ördük

Bir Kaç Yıl Önce

Şehirden gelip Tekkeköy İstasyonu'nda durduktan sonra Çarşamba'ya varacak ve artık yok edilmiş tren hattını biraz önce geçtik, alabildiğine yeşil ve ekili alanların arasında tatlı virajlarla kıvrılan yoldan devam ediyor, "terk edilmiş" seyrek evlerinin, alabildiğine yeşilin ve masmavi gökyüzünün altında ilerlemekteyken ve döndüğümüz son virajın ardındaki kavşağa varmak üzereyken görünen eski istasyon binasıysa, çocuk kalplerimizi anında çalıyor.

Ölü demir yolunun üzerindeki bu eski ara istasyona bayılıyor, kokusunu içimize çekerken bir an öncenin telaşları paçalarımıza yapışıyor, daha araba durmadan üzerine atlayacakken tam, çekik gözlüyü boş istasyon binasının yanındaki yolcu toplanma alanına park edip, önce şöyle bir etrafını dolaşıyor, sonra toz bürümüş, kısmen yıkılmış içine dalıp poz poz fotoğraflarını çekiyor, sonra da "Kim bunlar?" diye yolun karşısından bizi izlemekte olan süt imalatçılarıyla tokalaşıp hal hatır sorduktan ve gar bahçesindeki bir tahta masaya oturduktan sonra; kahvenin hemen bitişiğindeki bakkal amcaya koşuyoruz. Büyüklerden bayram harçlıklarını koparmışçasına bir alışveriş! Elbette tatlı da bir sohbet. Geriye bir an önce telaşlarıyla dönüyor ve hemen istasyonun yanındaki kadim bahçesinde, çınar ağaçlarından en kadiminin altındaki tahta masada buzz gibi kolalarımızı içerken aldığımız dondurmaları, çikolataları, gofretleri ufak ufak götürüyoruz...

Arada mola veriyor, eski usul tahta salıncaklarda sallanırken, "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek Çarşamba'ya pide yemeye gidelim," diyoruz. Üstelik Ercan Nuri Bey... Makinistlerin en popüleri! Enn Sevdiğim Kadın'ın instagram hesabından yayımladığı ahşap traversleri fotoğraflarından şıp diye tanıyor ve anında soruyor:

Neresi bura?*


*
Abiyle ayak üstü sohbet eden genç adam uzaklaşırken, Abi de çayına ve pastalarına dönüyor, çocuk o tatlı virüsü kaptı artık, bırakamaz, istese de bırakamaz çünkü o masada oturanın bir tarih olduğunu biliyor ki çocuğun içinde de tıpkı o Abi gibi trenler dolaştığını da onu tanıyan herkes biliyor.

O sırada pastanenin sahibi, kurucusu, nur sakallı, o da bir masaldan çıkmış karakter olan daha yaşlı abi şimdi demir yolcu abinin masasında ve yeni bir sohbeti koyultulmak üzere...

Çocuk kıpır kıpır, yakaladığı bu fırsatı asla kaçıramaz, çünkü masada bir tarih var.

Üstelik kulaklarını diken sözcüklerden anladı niteliği, zamanı kolluyor...

Şimdi lafa girdi girecek...

Giriyor ve diyor ki:

"Antenlerim az önceki sohbetinizde geçen sözcüklerden kaptı ki siz demir yolcusunuz..."

Önce masadan masaya konuşuyorlarken, şimdi çocuk masasını terk etti ve bir kaç adım ötesindeki abinin masasının önünde ve ayakta.


Abinin oğlu ve gelini Amerika'da, kendisi de gitmiş, onlardan gururla söz ediyor. Az önce çalan telefonunda kızıyla bayramlaştı, torunlarına bayılıyor, yüzünde güller açtı.

Sanırım beni de sevdi.

Muhtemelen onu da şaşırttım!

Hangi hatları konuşmuyoruz ki... Kars yolculuğumuzu anlatıyorum. Abi ile ortak güzergâhlarımız var ama o Samsun'dan çıktığı için hep yola; Kars yolcularını hep aktarma noktalarında bırakmış.

O sırada cep telefonunda bir fotoğrafı arayıp buluyor ve bana gösteriyor; kullandığı lokomotif bu. Kömür karası; zarif ve pırıl pırıl. İyi bilirim diyorum, bakmayın çocuk olduğuma diye ekliyorum. En sevdiğim andır benim, lokomotifin istasyondan henüz çıkarken sanki bir benzin istasyonu molasıymış gibi büyük duşun altında durup, açık vagondaki kömürlerinin ıslatılmasını beklemek... Ve elbette tünel girişlerine yaklaşmışken çalan uyarı düdüğü ile birlikte kompartımanlardaki, kömür isi ve kokusuna cam kapatma telaşları bayılınasıdır bir çocuk için. Ya derin bir yaz sıcağında, koridordaki pencereden, üstelik dibinden geçen kalorifer hatının üzerine çıkıp ağaç dallarına uzanırken geçilen,  Atatürk ve Cumhuriyet kokan fabrikalar... Devlet Üretme Çiftlikleri, Et Kombinaları, Çimento ve Demir Çelik Fabrikaları, Sümerbanklar ... Enfes, unutulmaz, Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş şahane bir kadın öğretmenin öğrencisi olmak ve onun edindirdiği bilgilerle tüm bu geçilen manzaraları üstelik de henüz ilkokul öğrencisiyken içselleştirmek nasıl bir kıymettir?! Ama en güzeli şeker fabrikalarına gitmek üzere yüklenmiş vagonlardan şeker pancarlarını uzanıp almak, sonra onları kuzinenin fırınında hakkını vererek pişirecek babannenin parmaklarından akan lezzeti hissetmek; dünyanın en şaşırtıcı, sofistike ve entelektüel tatlısını yemek değil de nedir?!

Ve bir de tıka basa dolunca tren, kompartıman kapılarını içeriden kilitlemek, kilitlenmiyorsa da içerden iple bağlamak, demir yolu yolcusu olmanın şanındandır.

Gülüyoruz.

Açık kompartıman penceresinden içeri tıkılan rulo yapılmış halıları da unutmamak gerek, diyorum; ona da gülüyor Abi.

Sonra köprüleri konuşuyoruz. Ahh o ahşap traversler diye iç geçiriyoruz. Amasya yolculuklarımızı anlatıyor, yakın zamanda enn sevdiğim kadınla tekrar gitmeyi planladığımızdan söz ediyorum.

O beni uyarıyor, ahşapsız ray sistemlerinden ve yeni yolların döşenme şekillerinden şikayet ediyor. Eski gar binamızı, onun muhteşem çay bahçesini, nargileleri, ve elbette yeni yetmeliğime denk gelen  ülkenin neredeyse bütün büyük istasyonlarında olan, muhteşem, şık, peçeteleri beyaz ve kolalı Gar Lokantası akşamlarını, kadim müşterilerini, çiçek saksıları ile ahşap pencerelerini, muhteşem mezelerini, kadim garsonlarını konuşurken; Amasya'ya girişteki eski tarihi köprü, diyor Abi, ayaklarından biri hasar gördü, o riski almayın.

Teşekkür ediyorum, ama diyorum ki en iyi siz bilirsiniz, söz konusu tren oldumu şu gönül de ferman dinlemiyor işte... Ekliyorum, "Bilir misiniz o köprünün aslında başka bir adı vardır: Teskere Köprüsü... Hâlâ biliniyor ve kullanılıyor mu emin değilim. Askerliğini Amasya'da yapan afacan askerlerin kadim bir geleneği vardır: Teskeresini  alanlar, gözü kara arkadaşlara da sahiplerse; ön tamponun üzerindeki mini plakada yer alan ve Tugay Komutanı genaralin makam aracı olduğunu belirleyen altın sarısı metal tek yıldızın üzerindeki deri kılıf alınır, artık bir hür general olan teskereci arkadaş selam duran şoför ve muhafız tarafından  arka sağa yerleştirilir, muhafız şoför yanına oturur, şoför gaza gelir iki el havaya sıkar, makam arabası ve hür general rütbesini taşıyan ile o köprünün altına gelinir, otobüs beklenir, teskereci otobüse yerleşir ve şehir çıkışına kadar o makam arabası ile otobüse eskortluk yapılarak çıkışta otobüs tekrar durdurulur, teskereci aşağı iner, son bir kutlama ile birlikte  tekrar otobüse biner,  bir süre daha eskortluk yapılarak, son çıkışta el sallanarak ve selam durularak evine uğurlanır.**

Abi belki binlerce kez geçtiği köprünün bu işlevine şaşırıyor ve gülümsüyor.

Diyorum siz hep üstünden geçtiniz o köprünün, oysa ben altından da çok geçtim.

Gülümsüyor.

Ve diyorum ki en büyük korkum, bu hattaki, biraz da pandemi nedeniyle uzun zamandır görmediğim iki istasyonun tıpkı bizimki gibi yok edilip yerine ilkel ucubelerin yerleşmesi ki özellikle Havza minik ve romantik hali ile bir başkadır diyerek; ona, daha önce blogda yazdığım bir an'ımı anlatıyorum:



"İşlerimi halletmiş, pazarda dolaşmış, bir küçük lokantada enfes ve tekmil bir işkembe çorbasının tadını çıkarmış, akşamın loşluğunun çöktüğü minik istasyona varmış, biletimi alıp Sivas'tan gelecek treni beklemeye başlamıştım. Pazarın kurulduğu bir gündü, bense yirmilerin başındayım, askerlikle işi bir arada götürüyorum. Genel bir müşteri ziyaretleri dönüşü müydü yoksa haftasonu eve gelişim miydi çok hatırlamıyorum; belki de tek bir noktaya tahsilat için yapılmış bir ziyaretti, bilmiyorum... Amasya'dan otobüsle varmış, işi halletmiş, onunla devam etmek için Sivas'tan gelecek treni bekliyordum. Akşamüzerinin loş ışığı ile aydınlanıyordu küçük ve eskinin güzelliğini taşıyan bekleme salonu. Bir iki öğrenci, şık mantolu, orta yaşın üstü zarif çantalı, avukat olabileceğini düşündürten zarif bir hanımefendi, eskinin şirinliği buram buram istasyon, boş vagonlar ve zaman eskisinden ışınlanmış, tombulca, temiz yüzlü, emekliliği gelmiş ama tren aşkı sönmemiş çok sevimli gişe memuru ve ben; bir rüyanın oyuncuları gibiydik. Gününse ruhları dürtükleyen saatleri...

Bir kasketli, köylü ve o gün kurulmuş pazarda ürünlerini satıp nafakasını çıkarmış yüzünde emek ve hayat izleri olan baba ile saçları iki uzun örgülü, güzeller güzeli, ak yüzü köy, tatlı mı tatlı ama yaşından daha sorumlu minik kız girdiler içeri. Sanki bir romanın sayfasına gömülüymüşüm gibi hissettim; sanki an sayfalarda önüme çıkmış, kelimeler görüntüye dönüşmüş de ben kitabın içinde karakter olup bütünleşmişim gibi bir hoşluk hali. Küçük bir mekânda ne kadar uzak olursa o kadar uzaktaki ahşap banklardan birine oturdular, çıkınlarını açtılar... O ne güzel bir sofraydı. Beni buyur ettiler. Afiyet olsun, dedim. Elimi kalbime götürüp gülümsedim, teşekkür ettim. Öylesine doydum ki ben; onların birbirlerine bakışlarından, gülümsemelerinden ve gözlerinin içinde yankılanan sohbetlerinden... O yüreği kocaman minik kızın babaya yarenliğinden, hizmetindeki olgunluğundan...

Şimdi trendeyim, hareket memuru işareti verdi, keskin bir teşekkür düdüğü öttü, usulca hızlanıyoruz...

Kafam pencere camındayken; kenar bir köşeye, istasyonun demir parmaklı penceresinden içeri süzülen ışıkla birlikte, yük vagonları düşüyor... Akşamın karanlığı usulca çökmüş. Muhteşem bir an daha. Kalbim sıcacık. Bir filmin rolü tamamlanmış figüranıyım sanki. "Birbirlerine bu kadar sevgiyle ve alın teriyle ve bu kadar sevinçle bakan birilerini gördüm mü daha önce?" diye soruyorum kendime."



*
Ve abiyle vedalaşma vakti... Doğrudan sahile iniyorum. Sonra bunca anı üzerine beni kahve paklar diyerek Sude'ye doğru çeviriyorum rotayı ki mekân boş. Bir genç adam var. Bir Türk Kahvesi, sade lütfen, diyorum ve kitabımı açıyorum. Kahvem geliyor, akabinde de Sude mekâna geliyor, selamlaşıyoruz. Usulca içiyor, kitabımın sayfalarında yok oluyorum. Sonra ödeme için içeri geçiyorum ve kasada Sude... Pastaları yapan beyfendi bu mu, diye soruyorum ve yanılmadığımı görüyorum. Yalnız, diyorum, senin kahve sunumun ondan daha güzel ve ekliyorum; sunumda çiçek yoktu mesela.. ve senin kullandığın su bardağı ve seramik tepsi daha şıktı.



*Ahşap Traversler Ve Doğu Leylekistan

**Bu tugayın gelmiş geçmiş, beş kişiden oluşan en çılgın asker grubu tarafından yapılan bir uygulamaydı, bunu bizden gören -seçilmiş- alt devrelerimiz  bizim ekip sonrasında bizim konumumuzu almışlardı ve aynılarını uygulamaya kalkınca, dokunulabilir oldukları için, ne yazık ki görmezden gelinmiyorlar ve tamamı ceza alıyorlar! Yani biz o tugayın gördüğü, üstelik tam 12 Eylül sürecinin başında, en çılgın ama işlerini en iyi yapan, en gözükara çocuklardık. Öyle olmasak, komutanımız yıllar sonra, üstelik bir kısmımız evlenmiş barklanmışken ve o Karpuzkaldıran'da kamptayken; damadı ile haber gönderip bizi de görmek istediğini söyleyip, davet etmezdi kampa.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP