Pidecinin üçüncü kat terasına atılmış ahşap masasında; ağaçların arasında ve irili ufaklı taşlar üzerinde serin serin akan derenin, doğanın sesleriyle birlikte yarattığı müzik eşliğinde miss gibi köy tereyağı sürülmüş, kıymalı olanlarını kırmızı pul biber ile tatlandırdığımız pideleri yine miss gibi köy yoğurdundan ayranla götürüyoruz. Köy peynirlisi ise gözümüzün nuru, şimdilik onunla bakışıyoruz. Sonra kısa bir köy turu yapıyor, kadim caminin kadim mezarlığındaki eskiden yeniye ve ilginç mezarları ziyaret ediyor, dualarını eksik bırakmıyor, ardından, köyün namlı mağaralarını da ziyaret edip yine aynı noktadaki müzeyi de gezerek elbette... Enfes doğanın fotoğraflarını çekmeyi de ihmale bırakmayarak; bu kez ana yolu değil de bağ bahçeler içinden geçen, sadece doğanın sesinin duyulduğu yolu kullanmaya karar veriyoruz. Sanki alacakaranlık kuşağını bir kez daha geçtik ve koskocaman düzlüklerin içinde bir tek biz varız.
Şehirden gelip Tekkeköy İstasyonu'nda durduktan sonra Çarşamba'ya varacak ve artık yok edilmiş tren hattını biraz önce geçtik, alabildiğine yeşil ve ekili alanların arasında tatlı virajlarla kıvrılan yoldan devam ediyor, "terk edilmiş" seyrek evlerinin, alabildiğine yeşilin ve masmavi gökyüzünün altında ilerlemekteyken ve döndüğümüz son virajın ardındaki kavşağa varmak üzereyken görünen eski istasyon binasıysa, çocuk kalplerimizi anında çalıyor.
Ölü demir yolunun üzerindeki bu eski ara istasyona bayılıyor, kokusunu içimize çekerken bir an öncenin telaşları paçalarımıza yapışıyor, daha araba durmadan üzerine atlayacakken tam çekik gözlüyü boş istasyon binasının yanındaki yolcu toplanma alanına park edip, önce şöyle bir etrafını dolaşıyor, sonra toz bürümüş, kısmen yıkılmış içine dalıp poz poz fotoğraflarını çekiyor, sonra da "Kim bunlar?" diye yolun karşısından bizi izlemekte olan süt imalatçılarıyla tokalaşıp hal hatır sorduktan ve gar bahçesindeki bir tahta masaya oturduktan sonra; kahvenin hemen bitişiğindeki bakkal amcaya koşuyoruz. Büyüklerden bayram harçlıklarını koparmışçasına bir alışveriş! Elbette tatlı da bir sohbet. Geriye bir an önce telaşlarıyla dönüyor ve hemen istasyonun yanındaki kadim bahçesinde, çınar ağaçlarından en kadiminin altındaki tahta masada buzz gibi kolalarımızı içerken aldığımız dondurmaları, çikolataları, gofretleri ufak ufak götürüyoruz.. Arada mola veriyor, eski usul tahta salıncaklarda sallanırken, "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek Çarşamba'ya pide yemeye gidelim," diyoruz.* Üstelik Ercan Nuri Bey... Makinistlerin en popüleri! Enn Sevdiğim Kadın'ın yayımladığı ahşap traversleri fotoğraflarından şıp diye tanıyor ve soruyor: Neresi bura?
Biz 2019 yılının 4 Mayıs'ında ve Covid-19 ile tanışmaya az kalmışken, kadim çınarların altındaki masada sohbetli bir şekilde tüketirken aldıklarımızı, yolu çaprazlama geçerek yanımıza yanaşan ve az önce yolun karşısındaki kahvede servis yapan genç adam; kahvede oturmakta olan yaşlıların ne için burada olduğumuzu ve bina ile neden ilgilendiğimizi merak ettiklerini ve sorması için kendisini gönderdiklerini söylüyor. Gülümsüyoruz buna... Trenlere dair her şeyi, özellikle de eski istasyonları ve daha çok da devre dışı bırakılmış ama güçlü hikâyeleri olan rayları sevdiğimizi söylüyor, dikkatle bizi izleyen amcalara da el sallıyoruz.
Bir süre sonra da hepsiyle vedalaşıyor, aslında üzerinde çokça seyahat ettiğim raylara paralel yola devam ediyoruz. Güneş çekilme hazırlıkları içinde ve muhteşem. Günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz... Bağlar bahçeler, eski raylar ve küçük istasyonlar, şirin köy evleri geçerek devam ederken bu sevimli ve yemyeşil yolda, enn sevdiğim kaptanın keskin gözleri bir şey görüyor; sonra yoldan ayrılıp toprak bir yola kıvrılıyor; inanılmaz bir manzara ile karşı karşıyayız. Şırıl şırıl akan derenin üzerindeki köprüye girmeden kıvrılan yola çekik gözlüyü park ediyoruz. Köprünün yüksekliğini gözetince mevsim geldiğinde altındaki derenin nasıl bir coşkuyla aktığını hayal ediyoruz. Bir süre üzerinde kalıyor, fotoğraflar çekiyoruz. Sonra patika yolda ve ağaçların arasından yürümeye başlıyoruz. Enfes bir sessizlik içinde çocuk heyecanlarıyla yürürken epey ileride bir leyleğin kanat çırpışlarını duyuyoruz.
Şu an zıp zıp zıplayarak dans eden biri var! Bu kez yürümeye biraz hızlanarak devam ediyoruz ki inanılmaz bir manzara göz alıyor. Hemen çalıların arkasında pirinç tarlaları!.. Elbette yörenin ünlü bir pirinci olduğunu biliyorum. Pirinç ve çeltik fabrikaları olan pek çok müşterimiz var. Ama bugüne kadar hiç düşünmemiştim bu pirinçler nerede yetişiyor? diye. Dolayısı ile bu benim için de bir ilk. Ve nedense aklıma Ölüm Tarlaları'ndan bir kare düşüyor. Hayal dünyam bir an bizi Uzakdoğu yörelerine taşırken, leylekler, uzak ağaçların neredeyse tepelerine değerek geçiyorlar; bu bize bir seremoni mi yoksa? Muhteşem bir eğlence var burada! Gözümüze takılan ve bize keyif veren bir Abi'yse pirinç tarlası içindeki Çinli rolünde ...
Ona selam edip yürümeye devam ederken ve solistlerinin çeşit çeşit böcek ve kuş sesleri olduğu orkestranın müziğini dinlerken bir yandan; ve gözümüz uçan leylekleri takipteyken, olamaz bir alana varıyoruz. Gün sunuyor: Muhteşem bir imecenin ortasındayız. Yüzümüzde kocaman bir şaşkınlık, zıplayan çocuk ruhlarımız gözümüzün içindeki masala kaçınılmaz olarak dahil oluyor. Sanmayın ki sadece bu genç leylekten ibaret bir imece bu!
Bu kadar olur ama! Bir imece ancak bu kadar masalsı ve inanılmaz olur.... Leyleklerle insanlar elele... Arkadaki henüz sütten mamaya geçmiş balıkçıl bebeleri suyla ve toprakla oyun halinde... Yetişkinlerse imecede. Bizse zevkten dört köşe desem yetmez, ancak nasıl tariflesem bilemeyeceğim bir halde!
Havada suda, karada tarlada kaç leylek fotosu çektik o an sayamıyoruz... Ne pozlar ama.! Tamam Kuş Cenneti başımızın tacı, oradaki Leylek Köyü hakeza... Ama burası?! Burası başka, müthiş bir dostluk ve müthiş bir imece var. Kim bilir kaç yıllarda oluşmuş bir ilişki bu! Ayrılmak zor... Peki her yıl bir sonraki kavuşmayı beklemek? Kimbilir, normalleşme gerçek olursa, hem aslında bu yolu hayal edip ama bu yoldan gitmediğimiz efsane pideciye bu yoldan gidip döneriz belki de?! Ne dersin?;)
Kalıyoruz uzun süre; öyle sıcak ışığı olan bir günde çekirge seslerinin dahil olduğu dostluklar ve öyle coşkun bir eylemsellik içindeyiz ki. Sonra ayrılmaya çok istekli görünmesek de çekik gözlü mavi kuşa doğru yürümeye başlıyoruz. Tam yanaşıyoruz ki sanki bizi görüp de oraya gelmemiş gibi, bir Abi de bize yanaşıyor. "Hoş geldiniz Hocam," diyor! Hımmm Enn Sevdiğim Kadın'ın çekik gözlüsünün camındaki logoyu görmüş! Israrla bizi evine davet ediyor. O kadar ısrarcı ki gidiyoruz. Önce çaylar geliyor. Yemek teklif ediyorlar. Biraz önce yediğimizi beyan edip, teşekkür ediyoruz. Miss gibi ayransa iki dakikada çırpılıp geliyor, yanında da parmaklarımızı yediğimiz bir hamur işi var mıydı acaba? Küçük bir çiftlik burası ve oğullar, gelinler, damatlarla kalabalık bir aile... doğal olarak da bol çocuk. Çocuklar kocaman kümesin içinde tavuklarla oyun halinde, bir tanesi horozun canını çıkarıyor ama horoz pek mutlu... Laf lafı açıyor, abi işimin otomobillerle ilgili olduğunu öğrenince de bu kez kalp ameliyatından, onu yapan hocadan bahis olan sohbeti bırakıp bana dönerek kamyonunu anlatmaya başlıyor. Tatlı adam, çok konuşkan ve tatlı bir aile; e buna biraz da doğayı ve akşamın ruhları dürtüklemeye başlayan saatlerini katarsak durum tam anlamıyla pirinç rakısı...
Abi bizi içeriden kokusu gelen yemeklerden yedirmeden bırakmaya niyetli değil. Bir başka sefer için sözleşiyoruz. Sonra herkesle tek tek vedalaşıyor, tabii ki enn sevdiğim kadın kümese girip çocuklarla oynamayı da ihmal etmiyor, batmakta olan güneşi sol çaprazımıza alarak ve Tekkeköy'ün en piyasa mekânlarının olduğu yeni açılan ve modern caddesinden geçerek ana yola çıkıp devam ediyoruz. Sanki çocuklara bir küçük araba ya da henüz çekilmemiş bir loto verdi gibi hatırlıyorum ama bu hatırlamam tümüyle aut da olabilir, çünkü ikimiz de bu işlerle ilgili değiliz. Telefon açıp sorabilirim ancak muallakta kalması da hoşuma gidiyor. Niye gülüyorum ki? Bu yazının başlangıç kısmıyla son bölümü arasında yazdığım ama uzamasın diye çok paragrafı kısaltığım bir yaşanmışlık daha var, sonra zorlama kendini sal, dolu dolu anlat birader, diye düşünüyorum ve çıkarıyor, onu ayrı ama bir devam yazısı taslağı olarak bırakıyorum...
*Bahsi geçen pideyi yemek için Vedat Milor'un da çok övdüğü o pideciye sonra gidiyoruz. Ancak bu yolu kullanmıyoruz! Pideci ve yolu neden kullanmadığımızın nedenleri Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk, başlıklı yazının ikinci paragrafında...
MIGUEL BONNEFOY - Mucit
27 dakika önce
Fotoğraflardaki ışık ve güzellik,
YanıtlaSilGünün kendisindeki doğal akış,
Eski tren yolunun yamacındaki keşfedilen patikalar,
Yenilen pideler,
Lezzeti damakta kalan zaman,
Bağlantılı yazılardan öğrenilen Göğceli Camii,
Caminin ilginç keşif hikayesi, ilgili diğer anılar,
...
Sevgili Okul Arkadaşım,
İyi ki gezmişsiniz, iyi ki yazmışsınız, iyi ki bu bilgileri ulaşılır kılıyorsunuz.
Harika! :)
Sevgili Okul Arkadaşım,
SilÇok teşekkür ederim bu içten iltifatlar için; tekrar edeceğim üzere iyi ki bloglar ve yazarları var aslında! En azından yine tekrar edceğim üzere benim yazmama sebep olan bu mecra!
İyi ki bu mecrada yazan bir çok kıymetli insan var. Bu etkileşim muhteşem. Göğceli Camii hayatımın en şahane keşiflerinden biri kesinlikle, rastlantılara bakıldığında da mesleğin bana en büyük kazançlarından altını çizdiğim üzere:)
Kendim gezmiş gibi hafifledim, mutlu oldum yazıyı okurken :)
YanıtlaSil"Neler gördük neler bu güne kadar
Daha gidilecek yerlerimiz var
Bizi buralarda unutamazlar
Kalacak bir türkü söyler gideriz" demiş ya Asaf, o dizeler geldi aklıma yazınızı okurken :)
bir de "imece" ne güzel bir kelimedir değil mi? anlamı nedeniyle belki ama bana tınısı da hep çok hoş gelir :)
Mutluluğun ne güzel ki kelebek etkisi var. Sevindim:) Kesinlikle öyle, kelimeyi ben de çok severim ki blog yazmak ve dünyası bunun lezzetini hissettiren şahane bir uğraş; şöyle bir düşününce aslında dünyanın en lezzetli imecesini aktardıklarımızla bizler oluşturuyoruz. Üstelik bu sayede de birlikte çoğalıyoruz ne güzel ki!:)
YanıtlaSilYok yok, o bölgeye yapacağımız turun Samsun ayağını 1-2 günle sınırlandırmıştık, şimdi anlıyorum neden gerçekleşmedi 2019'da. Demek ki şöyle, hakkını vermek için yani, 1 hafta ayıracağız o coğrafyaya.
YanıtlaSilGene durduramamışsın klavyeyi 😇😎
Bak bu şehir gelene yok ben buraya yerleşmeliyim dedirtiyor, geçen gün İstanbul'da yaşayan, eşinin görevi nedeniyle buraya gelen ki o da İzmirli çiftin kadın olanı dedi ki bu şehir başka:) Sanki hatırladığım, senin arkadaşların döndüklerinde biz bir Avrupa şehrinden geldik sanki gibi, bir şey söylemişlerdi:)
YanıtlaSilBen her seferinde dur diyorum da söz geçiremediğim klavye durumuyor:)
Evet evet, öyle bir tespitleri vardı. Gelince bakacağız bir hal çaresine 😇
SilYalnız yeni başkan, -ki eskisini ve sevdiğimizi milletvekili yaptılar- kaliteyi dibe vurdurdu. Kızılırmak Deltasındaki önceden belediye- yöre insanı işbirliğindeki mekanları hiç sevmediğimiz bir işletmeciye verdi, o da en şahane kahvaltı noktamızı yaz dügünleri için kullanım alanı yaptı ama halk ayaklanınca vazgeçmek zorunda kaldılar, o bakımdan şu an belediye noktalarında kısmen gerileme devrindeyiz:)
SilAaa leylek havada! diyerek sevinen biri de var burada :) “yediğin içtiğin senin, gördüğün bizim” çooook teşekkürler!
YanıtlaSilNe mutlu bana:) Rica ederim:)
YanıtlaSilMekanlara, yollara, ilişkilere güzel anlamlar yükleyen, güzel bakan , güzel yaşayan güzel adam!
YanıtlaSilYazınla dolaştık oralarda Buraneros, gözümüz gönlümüz
şenlendi. Çeltik tarlalarını görünce içimi hüzün kapladı. yirmili yaşların başında yaşadığım Durağanda da çeltik tarlalarını ilk kez görmüş ama -ah şimdi ki kafam olsa- hakettiği ilgiyi göstermemiştim.
aslında ne büyük bir emek şu tarlalarda yaşananlar.
Çok teşekkür ederim, bu içten ve güzel sözlerin için Sevgili pelinpembesi... Aslında senin Durağan'daki ıskalamalarının benzerlerini hepimiz yaşıyoruz, benim de Gümüşhacıköy eksiğim vardır, bir de fotoğraflarını çektiğim ve bir türlü yazmadığım Merzifon; defalarca gittiğim bir yer, yine pirinç coğrafyası ki Osmancık pirinci bir markadır, ama daha önemlisi Gümüşhacıköy'ünde Merzifon'un da çok iyi korunmuş birer bedestanı, meydanı, köprüsü, ve çok iyi korunmuş camileri, kervansarayları vardır. Şıp diye geçmişe düştüm hissi yaratır... lâkin işte o zamanlar blog denen şeyle tanışmamıştık:) İlk hedeflerimden biri Merzifon'u yazmak ama Gümüşhacıköy'e gidip fotğraflarını çekip de yazmak:)
YanıtlaSilFotoğraflar şahane, fotoğraflara konu olan yerler şahane! İçim açıldı, gözüm gönlüm bayram etti. Hele 4. fotoğraftaki o ağaç grubu yok mu? Bayıldım. Keyifli yolculuklarınız bol olsun!
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, malzeme güzel olunca çekene sadece bir tık yetiyor:)
YanıtlaSil