an'larım... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
an'larım... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2025 Cumartesi

Kar Yağarken...

Akşam...

Enfes bir kar başlıyor.

Pencereden fotoğraflar çekiyorum. Aklımda fır dönenler var ve yepyeni hayaller; hepsi plan aşamasında.

Ve kısa mesafelere yönelik.

Özellikle yakın tarihli bir kaçışta, bir arka sokakta rastlaştığım, ağırlıkla gençlerin takıldığı, ışık düzenine ve ayrıca ses düzenine bayıldığım, o gün üzerine hayaller kurduğum, çok detay göremediğim kapısından içeriye baktığım anda kankalık ilişkisi kurduğum, birbirimize sarıldığımız anda bayılacağıma emin olduğum bir genç mekân. Asla rakı içmeyi düşünmedim! Ana karakter bira ve elbette bir kaç farklı içkiden tek nefeste içilecek şatlar... Şu an bile, şu yazıyı kurarken görsele dönen kelimeler sayesinde öldüğüm hayali bile güzel... Tren, gece, müzik ve eski bir konakta- belki bir bedene sarılarak- uyku...

Etraf bembeyaz. Kar hakkını vererek yağıyor. Evden dışarı atıyorum kendimi. Ayak altımdaki beyazlık zengin ve yumuşacık. Palmiye Kafe'de kapıdan içeri süzüleceğim; yalnız oraya varmadan kardan adam olacağım büyük olasılık.

Ve kapısının önündeyim.

Yamurluğumu silkeliyorum.

Şimdi girebilirim.

Bir çay lütfen,

fincanla.

Bu akşam Jale Sancak ile birlikteyiz. Aklımda enn sevdiğim kadın. Onunla ilgili enstantaneler akıyor zihnimden. Bir fincan çayım masamda.


En çok kitabını okuduğum yazardır kendisi. Hatta onun kitaplarını anlattığım bir yazımda şu cümleleri kurdurmuştur bana: "Jale Sancak işte! Gözlemleri kuvvetli, kalemi masalcı, güzel insanların, mekânların ve duyguların efendisi... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında,

kesinlikle!

Çok seviyoruz kendisini, elde değil!"



Elimdeki kitabı röportajlar tadında... Seçtiği karakterler gençler. Kitabı 2018 Ağustos'da almışım. Dün birden onu okumak geldi içimden. Ve ilk karakterle de etkildedi beni. Muhtemelen şu enfes beyazlık ve köpüklü denizin çekiciliği nedeni ile yine Palmiye Kafe'de devam edeceğim okumaya. Büyük fincan çay 15 TL. Sanki kitaba çay daha yakışıyor. Dün akşam birden öyle hissettim. Üstelik çok uzun bir zaman önce çaya şeker atmayı bırakmıştım ve şekersiz hali sanki çok daha keyifli.


Minik gül biraz büyüdü, tomurcuk halinden usulca soyunup yapraklarını açmaya başladı. Ben onu kolları altına alan ve büyümesine tanıklık ederken de onu koruyan babasına hayranım. Muhtemelen anneyi kaybettik, diye düşünüyorum.

Gerçi anneyi hiç görmedim onlarla birlikte...

Evi terketmiş de olabilir.

Şu an kar yeniden hızlandı. Erimiş noktaların üzerinden bir ressam titizliği ile geçiyor,

ve o çirkinlikleri kapatıyor. Neredeyse deniz görünmeyecek. Bir polis arabası tepe lambasını yaka yaka ilerliyor. Tüm bu güzelliklere tanıklık etmek muhteşem. Bir kahve hazırlasam mı kendime acaba?!

Yalnız dostlar, şimdi şu enfes kar yağarken,

trende olmak vardı anasını satim!

24 Ocak 2025 Cuma

Sevemez Kimse Seni

Benim sevdiğim kadar...


Hava dünün aksine pırıl pırıl. Güneş en parlak giysisiyle hava atıyor. Martılar dünün aksine bugün güneşlenmede... Muhtemel ki aynı saatte gelecek aynı abi için, hazırlar. Güvercinler, serçeler, martılar ve kargaların aynı alanı kullanıyor olmalarına bayılıyorum. Dünse yağmurlu ve karanlık; lakin yağmurun kışa dönük rengini de sevenlerdeniz. Disko bir genç kadını gözüne kestirmiş, onunla yakınlaşmak istiyor ancak genç hanımefendi ürkmüş. Disko şaşkın, genç kadın yardımıma muhtaç. Bir şey yapmaz diyorum ama nafile. İş başa düştü. Disko, oğlum hanımfendiyi rahatsız etme diyorum. Usulca bana doğru geliyor, şaşkın, oysa yakışıklı da bir genç kendisi. Biraz seviyorum ve yola devam ediyorum. Fikrimde çay içmek var, bu kez Deniz Kızı Kafe olsun diyorum. Muhtemel ki bir etkileşim anındayım. Tam bahçe kapımıza vardığımda gördüğüm minik gül ve henüz emekleme evresindeki kardeşi çok keyifliler. O halde iki lafın belini kıralım. Kahkahalı, full esprili bir sohbet, dönüşte görüşürüz o halde!


Deniz tarafında bir masaya oturuyorum. İki çok hoş genç kız kafede son hazırlıklarını yapıyorlar. Sabahçı kahvesinin konukları ise bir kaç kişiyiz. Kızlar temizlik işini bitirdiler. Biri siparişleri dağıtıyor ve bana yanaştı. "Bir çay, fincanla lütfen." Çayım geldi, teşekkür ettim. Yine gülümseme yok. İşini ciddiyetle yapıyor. Ve edası kesinlikle kendine çok yakışıyor. İş yapma ritmi muhteşem. Çok az konuşuyor. Özgüveni yüksek ve güzelliğinin farkında ve duruşunu çok benimsediği kesin ki yakıştırıyorum kendisine. İçeride inceden bir müzik çalıyor. Şarkı seçimleri muhteşem. Huzur veren bir kış sabahı. Uzun zamanın sonu, ödememi yapıyor, iki genç kıza teşekkür ediyor ve ev istikametine doğru yürüyorum. Bu kez enfes bir festivalin içinde ve bizim evin dibindeyim.


Her zamanki abi iş başında. Büyük poşetten ekmekleri çıkarıyor, küçük parçalara ayırıyor... Bütün kuşlar toplandık. Kimsede bir telaş yok. Abinin torba herkese yeter. Bir barış toprağındayız. Akla gelecek her tür kuş aynı sofrada. Biraz sonra, karınlar doyunca, denize akan ırmağın dingin sularında eğlenecekler. Ama önce elindeki profesyonel makineyle fotoğraflar çeken abiye poz verecekler. Elbette iyi yürekli adamı çekmeden olmaz. Bir de teşekkür etmeli kendisine... Her sabah aynı saatteki bu özen saygı duyulası. Disko abinin hemen arkasında, olan biteni izliyor. Kuşlara rahatsızlık verecek hiç bir eylemde bulunmuyor. O da bir genç, bazen kuşlarla oynamak istiyor ancak onlar panik yapıyorlar. Oysa çoğu zamansa gelip Disko'nun tepesine çıkıyorlar. Aynı mahallenin çocuklarılar sonuçta...


Telefonum çalıyor. Şaşırıyorum çünkü ennn sevdiğim kadın. Onu yüreğinden öpüyorum. Uykusuz bir gece. Akşam beni aradı, bir arkadaşının annesi ölmüş, kendisi Ankara'ya yola çıktı çoktan, annesi ölen arkadaşı yanında. Ve sabah telefonum çalıyor. "Ben geldim." Bense şaşkın. Hiç uyumadan bir 24 saat bile değil. Üstelik bilmem kaçıncı diploma için sınavları var. Ben onu yüreğinden öpmez de ne yaparım ki...

Yazarken tam burada duruyorum. Pırıl pırıl güneş ve aynı pırıltıda deniz karşımda. İşleri halledip dışarı kaçasım var. İstikamet belli, Deniz Kızı Kafe. Dün fincanlarında ve sunumlarında aklım kalmıştı. Bahşiş bırakmadığıma da üzülmüştüm. Sade kahvemi höpürdeteceğim...

5 Ocak 2025 Pazar

Sarhoşum Ben Ahh...

Gün cuma... Bayılır mıyız? Elbette bayılırız. Üstelik yazdan kalma bir akşamüstü, gün aydınlık, spor giyinecek olsam da bir türlü karar veremiyorum. Biraz giy çıkardan sonra işlem tamam. Yine enfes bir kadınla buluşacağım. Heyecanım kıvamımda, biraz elim ayağım dolaşıyor olsa da yola adım atar atmaz sakinleşeceğimi umuyorum. O işten çıkıp gelecek, ee ben de aynı durumda sayılabilirim. Mekân ona daha yakın olsa da orta noktamız sayılabilir.

Sevdiğimiz mekânlardan biri...

Evden çıkabilirim, aynadaki son durum fena değil, kendimi beğenmiş durumdayım lakin saçlarıma biraz afacanlık versem iyi olabilir. Yine ilk buluşmasına giden çocuk heyecanı... bu duyguya bayılıyorum. Muhtemelen ondan önce varacağım gibi...

Montum sırt çantamın askısından geçmiş vaziyette, bu hal bana çok havalı geliyor. Ve içimde enfes bir coşku var, sanırım bu akşam döktüreceğim ve finalde kendimi çok beğenip alkışlayacağım; çünkü coşkum fena! Evde giyim seansını biraz uzatmışım sanırım, ondan önce varamam ihtimalim olduğunu hissettiriyor, saat bana. Biraz hızlanıyorum. Sanırım giyim meselesinde biraz oyalandım ve saat ayarını tutturamadım.

Biraz daha hızlanıyorum.

Ve mekâna az kaldı. 22 Ocakbaşı tabelasını gördüm, kapıdan kıvrılıyorum. Onun benim geliş yönüme sırtı dönük. Ayaklarım yerden kesildi ve onu süzüyorum. Kıvrıldım ve önündeyim. İşte bu benim enn sevdiğim kadın diye kalbim fena gururlanıyor ve sanki bana hava atıyor. Kendimi gözden geçiriyorum; havam yerinde, coşkum benim ayarımı bile aşmış durumda. Ân ben de bir masal için buradayım diyor. Ben elbette balıklama atlıyorum. Mezeler seçiliyor. Garsonumuz daha önce görmediğimiz biri, çok sempatik ve güleryüzlü bir beyefendi. O da bizi sevdi sanırım. Mekân canlı. O halde, bir de 35'lik Yeni Rakı lütfen.


Çok mutluyum, ânı ve ortamı benimsedim, eski masamızı aramıyorum bile... Koca bir ağacın altındayım, sırtım sağlamda. Sanırım ben bu hoş kadını daha önce de bahsettiğim üzere gittikçe daha çok seviyorum. Ve coşkun gecelerimden birindeyim. Öyle güzel cümleler kuruyorum ki üstelik hiç de çekingen bir çocuk değilim. İçimden akan hiç bir hissi dile getirmekten sakınmıyorum. Akşama bayılmış durumdayım, kadına zaten hep bayılıyorum ama bu kez yeni model kendime şaşırmakla kalmıyor, içten gelip kontrolüm dışında akan iltifatlarıma şaşırıyor, elbette zevkten ölüyor ve hatta bana yine neler oldu ki diye düşünüyor ve sürekli gülümseyen bedenim ve paydaşlarımın birbirlerine yaptıkları çaklardan mutlu olmakla kalmıyor sürekli bu hale gülümsüyorum.

İşin özü aynı kadınla aradan geçen yıllara rağmen -her seferinde- dün tanışmışım, hemen kaynaşmışım ve enfes bir akşamda ilk akşammış tadıyla, elbette efendice sarkıyor, yüzümden hiç eksilmeyen gülümsememle de kimselere çaktırmadan kendimle sürekli çak yapıyorum.

Ve sürekli tazelenen ve bu tazelenme süreçlerinde sürekli artan sevgime ve onunla geçen zamanlarımın tadına bayılıyorum. Oysa ben bu tür cümleleri kuracak, bir ilişkinin içinde bunları bu türden bir dille ifade edecek bir adam değildim. Evet benden beklenmeyecek ölçüde sempatik ve esprili bir gençtim kabul, ama içime akan sözcükleri dilime hapseder, aleni bir biçimde de ortaya dökmezdim. Şimdi düşünüyorum da gençlik biraz daha kısa sürse ve sonraki yaşlarda süreç biraz daha uzun olsa hayat ve ilişkiler daha mı keyifli olurdu acaba?

Ve gece bitiyor, garsonumuza teşekkür ediyoruz. Sonra yürümeye başlıyoruz. Kelimeler hoş, yaşam bizi alkışlıyor. İçimdeki coşku beni tebrik ediyor. Denizin kenarından yürüyorum. Aklımda O.

Yoksa bu akşam da kafayı mı buldum ben diye düşünüyorum, elbette kendimle dalga geçiyorum. Bir dilek tutuyorum ve o zaman diyorum bu enfes akşam için Dario Moreno söylesin!


27 Kasım 2024 Çarşamba

Enfes Bir Akşamın Demi

23.11.2024


Benim dişçimle randevum var, Enn Sevdiğim Kadın ise bir toplantıya katılacak. Şehrin aynı coğrafyasındayız. Buluşmayı planladığımız nokta ise çok sevdiğimiz mekânlardan biri; blog dostlarımızla da çok hoş zamanlar geçirdiğimiz, mezeleri lezzetli, rakı adabını bilen, müşterileri nitelikli bir kulüp...

Benim randevum saat 15'de, gidiyorum ve işim 15 dakikada tamamlanıyor. O'nu arıyorum, toplantısı henüz tamamlanmamış, o halde istikâmet Hakan diyorum. Orada laf lafı açıyor, henüz telefonum çalmadı. Derken kapıdan giren kadın tam benim önümde duruyor. Kafamı kaldırıyor ve şaşırıyorum. Oysa telefonla teyitleşme, ardından ikimize de çok yakın mekânda buluşma idi plan.

Karşımda kot pantolunu ve montu ile tam anlamıyla bir fıstık var. Ona bir kez daha bayılıyorum, elbette hayranlıktan coşmuş gözlerimi bir süre sonra geri alıyorum, Hakan'la vedalaşıyor ve enn sevdiğimiz mekâna doğru yürümeye başlıyoruz. Planımız kısmen kış nedeniyle etrafı korunaklı hale getirilmiş açık alanda oturmak. Önüne geldiğimizde görüyoruz ki masalar rezerve, çünkü televizyonda Fenerbahçe'nin maçı var. O halde mimarisi çok hoş, eskiden ev olan tarihi binaya...

Masamızın manzarası çok güzel, sokak zaten güzel ve evler de elbette...

O halde klasiklerle donansın masa.


"Peynir lütfen, Arnavut ciğeri lütfen, beyin lütfen,"

ve garsonumuzun önerisi ile üzeri yoğurtlu adını bilmediğim bir lezzet daha... Ve elbette 35'lik Yeni Rakı ve bir kase buz. Ekranlarda maç ama bizi hiç rahatsız etmiyor. Sohbet şahane, hayaller, planlar, siyaset, kitaplar, geçmişten ânlar, anılar derken el atmadık konu kalmıyor. Bir de Sinop hayali ekliyoruz sohbete... Dışarıda enfes bir yağmur var. Ve usul usul, uzun bir zamana yayarak içtiğimiz 35'lik bitiyor. Ödemeyi yapıyor, garsonu boş geçmiyor, herkese teşekkür ediyor ve enfes yağmurlu geceye ve sokağa atıyoruz kendimizi.


Şimdi trene doğru yürüyoruz. Yağmur yağmaya devam ediyor. Üzerimizdekiler su geçirmez, o nedenle dilediğince yağabilir. D&R'a giriyoruz. Enn Sevdiğim Kadın kitap alıyor. Sonra trene doğru yürüyoruz, yağmur şiddetini artırıyor. Tam da bir şarkının söylenme zamanı, hani sözlerinin en vurucu yeri "Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor," olan... Keyfimiz gıcır, trende keyife devam, şahane sohbet, ıslanmamış planlar, akıp giden gecenin erken saatleri. Keyiften ölüyorum.

Bizim istasyon görünüyor, yine bir vedalaşma ânı, gülümseyerek ve çok mutlu bir adam hallerimle iniyorum trenden. Bir klasik tekrar edilecek, çünkü ara beni dedi. İstasyondan denize doğru çoookkkk mutlu bir adam yürüyor, aklında güzel bir kadın var, bu sunumlar zihninden pırıltılarla gökyüzüne ulaşıyor.

Kıskanmıyorum.

Çünkü o adam benim. Az sonra da şahane bir kadınla telefonda konuşacağım ve 10 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen o konuşma sanki bu akşam onunla tanışmışım ve o nedenle soluk soluğa, kısmen şımarıkça ve ilk akşammış tadında olacak.

Bunu nasıl becerdiğimize, bu hisse, tazeliğe her seferinde aradaki tüm zamanları silerek nasıl ulaşabildiğimize, eve doğru yürürken ve bir yandan yağmurun tadını çıkarırken, yine şaşıracağım ve bu şahane kadını o andan itibaren özleyeceğim.

12 Ekim 2024 Cumartesi

Bizim Mahallede Bir Akşam Ve...

Geçen hafta,

günlerden pazar...


Enn sevdiğim kadınla bir mekânda takılalım bu hafta sonu düşüncemiz var. Neresi olsun konusunda ân itibariyle seçim yapmış değiliz.

Tercihi ona bırakmış durumdayım.

Sonra, bir vakitte telefonum çalmış mı yoksa ben onu aramışım da ulaşamamışım mıyı hatırlamıyorken, cevapsız arama mesajını görüyorum sabit telefonda ve geri arıyorum.

Onun önerisiyle eş zamanlı olarak bir vaoww sesi çıkıyor içimden, ama sessizce. Karar çok şaşırtıcı, ve gülümsetici,

çünkü!



Bu sabah uyanıyorum. Gün erken, biraz sonra kahvaltıyı aradan çıkarmayı düşünüyorum ve iki dilim kızartılmış tam buğdayın arasına haşlanmış ve dilimlenmiş yumurtayı yerleştirip, üzerine de dilim kaşar ve dilim salam ekliyorum.

O halde çay.

Çalışma odama geçiyor, bilgisayarı biraz geri iteliyor, onun boşluğuna da tabağımı ve çay fincanımı yerleştiriyorum. Ufak ufak atıştırırken de blog yazılarına göz atıyor, yeni yazılara yorumlar yazıyorum ve tam o sırada Fransız'ın cam korkuluğu ile cam kapı arasındaki, bulunduğu yerden kurtulmaya çalışan, çoookkkkk tatlı bu minik kuşu fark ediyorum. Benzer durum çok yaşandığından ve bizim çatı her çeşit kuşa ev sahipliği yaptığından, gülümseyerek yerimden kalkıyor, Fransızın tek kanadını açıyor ve etrafı seyretmekteyken artık çırpınmaya başlayan ve korkuluktan bir çıkış yolu bulamayan ve varlığımla da ekstra telaşlanan miniği yakalıyor ve uçuruyorum.


Geçen Hafta Pazar

Enn sevdiğim kadın arıyor, günün en güzel, ruhları dürtükleyen saatleri. Yer seçimi için benim tercihimi soruyor. Bir iki yer söylüyorum ama son karar onun. Cehennemin dibi dese kabulümdür. Ve bombayı patlatıyor.

"Disco Burger'e ne dersin?"


Hımmmm...

ne derim acaba?



Mekân komşu evlerden biri, çocukluğumuzun ve komşuluğumuzun, bağ bahçeli yıllarımızın, uçsuz bucaksız yeşilin, burnumuzun dibindeki ve sanki sadece bize aitmiş gibi duran denizin dibi. Yıllar yıllar sonra, imar uygulamalarının ardından parsellere bölünen, parsel aralarından yollar geçen, kaçınılmaz bir yapılaşmaya sebep olan, toprak sahiplerine önemli rantlar sağlayan coğrafyamızın, mirasçıları tarafından, anne babanın ölümünün ardından ev halinden çıkarılıp bir mekâna kiralanan ve açıldığı günden beri adım atmadığım, atmadığımız, daha çok gençlerin takıldığı bir nokta. Ve her gün burnumun dibinde olan, elemanları ile her gün selamlaştığım, adı Disco olan köpekleri ile kankalık ilişkim olan ama tekrar edeceğim üzere içine adımımı atmadığım yer.

Ân itibariyle Meteoroloji'nin duvar dibine park ettiği arabasında midye dolması satan abiyle sohbetteyim ve ne giysem kararsızlığım yüzünden de geç kaldığım için bana doğru yürümekte olan enn sevdiğim kadın konusundaki endişem, artık yerini terk etmiş durumda ve bir yandan abiyle sohbet ederken de gözlerim onun geliş yönünde... Derken ben, yüzümde enfes bir gülümseme; mekânın bahçe kapısına doğru, gözlerimi ondan alamadan, yavaş adımlarla yürüyorum.

Elbette sarılmaca ve elbette öpüşmece ve elbette coşmaca...

Mekânın tavanı açılan iç kısımdaki, eski evin dokusu bozulmadan dekore edilmiş hali sevimli geliyor bana... Bu gece bira gecesi, veriyoruz siparişi ve kendi burgerleri Disco Burger'den istiyoruz, elbette patates de; burger tabağında olacaklara ek olarak. Ama Angaralı Yarim'in gözlerini parlatacak olaysa az sonra masamıza donatılan turşular oluyor. Bu aslında benim için de şaşırtıcı lakin Angaralı Yarim'in gözlerinin parlamasına sebep oluyor çünkü Angara'nın şanıdır biranın yanında turşu.

Keyifliyiz, sohbet güzel... Derken bir baskına uğruyoruz; enfes bir müzik, enfes bir grup, nefesliler nefes kesici, seçilen şarkılar tavan, coşku Ukrayna'ya varıp geri dönüyor sanki. Gençlerin eller havada...  ve İzmir'in Dağlarında Çiçekler Açar'la muhteşem final. Alkışlarla uğurluyoruz mekân gezmesinde olan bu şahane grubu.


Ve D.J. iş, gençler pist başında, vakit gece yarısına yaklaşıyor, kafalar sanki biraz daha güzelleşiyor, final birasını istiyor ve bölüşüyoruz. Yine keyifli bir akşam. Bizim durağa doğru biraz sarmaş, biraz dolaş yürüyoruz. Otobüs'ün geliş saatine kadar epeyi zaman var. Bizim ön bloğun arka blok tamamlanmadan önce kullandığımız 6. kattaki dairesini ve O'nunla geçirdiğimiz enfes günleri...

düşünüyorum.

O'nu otobüse bindirip geri, eve döneceğim. O, geldim evdeyim, diyene kadar bekleyeceğim. Sonra biraz bilgisayarda takılıp, belki televizyonu açıp, O'nun da içinde olacağı, biraz daha zamana ihtiyacı olan bir gelecek için aldığım -bazı- kararlarıma gülümseyip, uykuya koşacağım.

1 Ekim 2024 Salı

27 Eylül 2024 Cuma

Enn Sevdiğim Pastam

Rivayet o ki, film İran'da gizlice çekilmiş!
***

Sinemaya ara vereli asırlar olmuş gibi bir his var bünyemde. Aslında fena bir durum da değil bu. Zaman sanki durmuş ve ben o duran zamanın yavaşlığında bayağı bayağı hayatın tadını çıkarmışım.

Ekranım açık, bir yandan ben işe bakarken, filmin afişi ve dolayısı ile film, özellikle coğrafyası nedeniyle gözümün içine bakıyor.

Beni o salonda görmek istiyorlar.

Ve kararı, sanki uzun bir ayrılık sonrasındaymışcasına gibi bir heyecanla çarpan bünyem veriyor.

Bu filme gidilecek!

Ben sinemaya doğru trende yol alırken enn sevdiğim kadın da feribot ile Midilli'ye geçme hazırlıklarında olacak.

Öyle keyifli bir süreç ki bu anlarım.

Sanki o karşımda oturuyormuşcasına bir sohbet, yavaşlamış hayat ve gözlerimi yine ondan alamadığım zaman dilimi.

Tadını çıkarıyorum.

Ve Çanakkale!

İçime enn işlemiş, sokak sokak zihnime kazınmış bir masal şehir. Fiziken orada değilim ama tüm benliğimle oradayım. Sınırlarını bir görünmez olarak aşmış, ışınlandığım feribottan O'nunla inmiş, O'nun seçimi olan oteli çok beğenmiş, sırt çantalarımızı bırakır bırakmaz, donatılmış masada; denizin tam da kıyısında, günün ruhları dürtükleyen saatlerinde uzolarımızı yudumluyoruz.

Üstelik filme bayılmış, oyuncuları sevmiş, iki karakterin arasındaki ortaklaşmaya ve başkaldırıya, düzene meydan okuyuşa ve ânın tadını çıkarışa coşkulu bir sevinçle kapılmış durumdayım. Musmutlu bir sinema gününde, üstelik salonu da benim için kapatmışlar hissiyatı ile her zamanki koltuğumda, politik dokundurmaları yerinde bu enfes filmin içinde, musmutlu bir karakterim.


O nasıl tatlı bir aşk, üstelik yaşlar sanki 17.

Kalp atışları salonu inletiyor.

Müzikler, anlık diyaloglar, ülke geçmişine selam çakmalar ama ânı da muhteşem bir gözükaralıkla ve derin bir aşkla ve kadın elinden çıkmış, ev yapımı, bir koca şişe şarapla pervasızca, korkusuzca, koyvererek yaşamak.

Salondaki tek kişi olarak ve her zamanki koltuğu D.3'de oturmakta olan izleyici çok mutlu. Özelikle yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesine kendisi de âşık. Antrakta da klasik salonu 6'yı ve koltuğu D.3'ü terk etmiyor. Enn sevdiği kadının bu avm'yi protesto ediyor olduğunun ve bir kez bile gelmediğinin bilinciyle cep telefonuna şu minvalde bir mesaj yazıyor ve gönderi tıklıyor:

"Bu filmi seninle izlemeliydik."

Ve ikinci yarı başlıyor, telefon kapatıldı, akış bence güzel ancak içimdeki ukala ritmin kısmen düştüğünü söylüyor. Bazı anları klişe buluyor ve biraz, belki de aceleyle ya da telaşla filmin ziyan edildiği yönünde ukalaca düşünceler oluşturuyor. Elimden geldiğince bu ukalayı bastırmaya çalışıyorum ama pek de başarılı olamıyorum.

Işıklar yanıyor ve enfes bir final müziği koltuğumdan kalkmama izin vermiyor. jeneriğin son harfi geçene kadar kıpırdamıyorum. Artık telefonumu açabilirim.

İzlemeliydik, diyen kısa bir mesaj telefonda,

sonunda koyu ve parlak mavi bir kalp olan.

Gülümsüyorum. Uzun konuşmayı eve dönüşüme saklıyorum.

Önce O, bulunduğu anda kendimi bulduğum feribottan arıyor. Sonra... Ben O'nun uzo ve mezeli masasındaki keyfine, masanın öte tarafındaki bir görünmez olarak kadehimi kaldırıyor,

ve yine hayranlıkla, gülümseyerek, gözlerimle konuşarak ve bayılarak izliyorum O'nu.

30 Temmuz 2024 Salı

Dün Akşamüstü

22 Ocakbaşı'nda buluşmak üzere sözleşiyoruz. Duş, traş işlerini halledip kotumu çekiyor, polo yaka tişörtümü giyip evden çıkıyorum. Buluşma saati 17:30. Zamanı öneren ben ama verilen saatten önce mekâna gelen ve arayan da ben, çünkü kararlaştırılan saati unutmuş durumdayım. Gerçi çok önemli bir şaşma değil ama şaşırmışım işte. O ara telefonlaşıyoruz ve daha önce kanka ve kardeşlerle oturduğumuz masa konusunda mutabakata varıyoruz. Hemen o masaya geçiyorum. Mekân şimdilik sakin, saat 17:30 olsa da gündüz rakısı kategorisine selam çakabiliriz. Yaklaşık 10 gün olmuş uzak kalalı ki mekâna ikinci gelişimiz. Hem kızdım hem geldim yani.


Servis açtırmıyorum, enn sevdiğim kadını bekliyorum. Ve biraz sonra bahçe kapısından içeri süzülüyor. Üzerinde enfes, beyaz ve mavi tonlarına sahip bir elbise var. Dekoltesi hımmm dedirtiyor. Âlâ bir seyir alanı bana. Öpüşüyoruz ve karşılıklı oturuyoruz. Meze tepsisi geliyor, seçimi ona bırakıyorum. Dört çeşit meze masada ve hepsi de yaz tadında. O halde gelsin 50'lik Yeni Rakı. Aslında ufaktan mı başlasaydık diyesim var ama işi battı balık yan gidere bağlıyorum. İkimiz için de evlerimiz güzergâhına uygun bir noktadayız.

Üstelik adeta bir seyir terasındayım. Keyifli bir akşam, sohbet başını alıp gidiyor ve muhtemelen 5 saati aşacağız. Bu kez geri dönüş için sıkıntı yok. Olsa mıydı acaba?


Nerelerden girip nerelerden çıkıyoruz konulara. Eski ve artık olmayan çok kıymetli lokantalarımızın üzerlerinden geçerek zamana bir çalım atıyoruz. O Yunan Adaları'na gidecek, pasaportu yeşil, benimse işlemler gözümde büyüyor ki bu konuyu hiç açmıyoruz, gerçi Zafer sen gelmeden vizeyi hallederiz demişti ama henüz bir ses yok. Bir terslik olmazsa ben Çanakkale'ye selam çakma fikrindeyim, bunu onun adalar dönüşüne denk getirmeyi planlıyorum. Bunların hiçbirini masada konuşmuyoruz. Fakat söz konusu İstanbul olunca tam anlamıyla damardan giriyoruz. Kalacağımız yer cepte, iki farklı yer tercihimiz de olabilir, gerçi daha zaman var ve bu süreçte bir netliğe de varabiliriz sanki.


Sanırım 5 saati yine geçiyoruz, mezelerin ve 50'liğin dibi görülmek üzere, sallantı olabilir mi, sanırım olmaz. O halde rot ayarına da gerek yok. Ödemeyi yaptık ve dışarıdayız, muhabbet hâlâ süper. Bir sarmaş, bir dolaş, bir sallanış yürüyoruz. Mekânlar yükünü almış kordon boyu canlı, biz şimdi coğrafyanın o bölümünden ve müzik seslerinden sıyrılıyoruz. İlk hedef otobüs durağı da eylemlerimize bakınca bir yandan hoşluklarına seviniyor bir yandan otobüsü kaçırma endişesi bünyeyi meraklandırıyor. Bir de muzırlıklar var tabii ki, 16'lık çocuklara nal toplatırlar. Güle oynaya, öpe sarıla durağa vardık, o halde tadını çıkarmaya devam... Bizden başka kimse yok, ne güzel, bunu değerlendiririz! Otobüs geliyor ama sanki bizim durakta olduğumuzu biliyormuş da bize zaman vermek için epeyi geç geliyor, benim dönüşüm zaten yürümelik, şimdi ayrılık vakti, bir kez daha sarıldık öpüştük vedalaştık el sallaştık, gidince ara beni dedik.

Sahilden yürüyorum. Ortalık hâlâ canlı, mekânlardan dışarı sarkan müzik sesleri. Kumsala atılmış açılır kapanır sandalyeler, gündemin sıkıntılarından nefes almakta olan insan kalabalıkları ve gece hâlâ canlı. Keyifli yürüyorum. Gecenin bıraktığı izlere gülümsüyorum. Tadı damağımda ve anlar zihnim sinemasının projeksiyonu ile perdeme akıyor; keyiften bir kez daha ölüyor, muzırlıklara tepetaklak gülüyorum. Ve ben bu kadını sanki her geçen gün üzerine koyarak seviyorum, şu an akşamdan, geceden ve otobüs durağından fotoğraf kareleri geçiyor zihnimin beyaz perdesinden. Eve iyice yaklaşıyorum, yüzümde enfes bir gülümseme yine ve güzel kadın izleri, aklıma Nazan Öncel'in enfes şarkısı düşüyor, onu bir bölümünü eve kadar bir dua gibi tekrarlayarak yürüyorum...


17 Temmuz 2024 Çarşamba

Dün Sabah Yağmur Vardı

Çooookkkk uzun bir tur attım;

sessizliğinde yağmurun.


Kuşlar bile uyanmamıştı...

Fakat karga bebeleri eğitimdeydi.


Afiyet'te bir sabah diye çıkmıştım yola.

Oysa hayallerim büyüktü.

Sonra sola değil de sağa döndüm;

uzun bir yürüyüş kararı verildi o dakikada, bayıldım.


Ve enfes su böreklerimi sıcak çay eşliğinde götürdüm.


Tren raylarıydı manzaram.

Ve elbette akıp giden trenler ve elbette sabah erkeninde işe koşan birkaç kişi...

Sonra dereyi takiple ara sokaklarından birine daldım. Yıllardır o sokağın köşe başında duran, ahşap dış cephesinin rengine bayıldığım, çocuk giysileri satan dükkânla bu kez yakından ilgilendim. İş yapıyor mudur, diye düşündüm... Ve bir gün sahibiyle konuşmaya karar verdim.

Dereyle tekrar buluştum tam deltada.


Ve deniz... Ve kısmen şiddetlenen yağmur.

Yağmurluk almamıştım, yağacağız diyen bulutlara baktığımda.

Lakin zamanlamam muhteşemdi; ki artık eve yaklaşmıştım.

Ve sanki, insanların olmadığı koca bir gün bitmiş, güneşle birlikte başka bir gün başlamıştı.



24 Mayıs 2024 Cuma

Uzak Yıldız Yakın Mevzular

Bolaño'nun beni tam anlamıyla ters köşeye yatıran kısa ama derin romanı ile Afiyet'deyiz. Frambuazlı, aslında iki kişiye de rahatlıkla yetecek pastalarından yok. Bu bizi üzer mi? Tabii ki hayır. O halde, "Bir çilekli pasta lütfen, bir de çay."

Bu aralar biraz da şaşkınım; sanki kahveyi unutmuş çaya alan açmış gibiyim. Kitapsa beni tam anlamıyla ters köşeye yatırmış durumda. Bu olumlu bir durum; umduğum değil ama bayılacağım bir zaman dilimindeyim, üstelik de mevzu bir tıfıl devrimcinin canına minnet. Kendisi bir romantik midir bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa Latin ülke solcularının hayranıdır. Onların her birinin masal kahramanı hallerine bayılan, asla büyümeyen, bu mevzularda anında 16-17 yaş çeperlerine takılan bir tıfıldır da aynı zamanda. Ve bu durumun geçmişte kalmış, dizlerine yatılan, gitarına teslim olunan o tatlı kızla bir ilişkisi var mıdır, diye sorulduğunda: O reddetse bile muhtemeldir!

Serde solculuk varsa, hani literatür de biraz yenilip yutulmuşsa bu roman da şerbetlidir.

Biz kuşağı için eyvallah da, diyor bu arada iç sesim, yeni kuşaklar için nedir?

Hımmmmmm... işte burada biraz durup düşünmek gerektir. Ve hatta bagajda neler birikmiş diye bakmak, o sırada olur be, bize de yakışır okumak denirse de ballı börektir.


Kitap, pasta, çay, anılar sinsilesi içindeyken zamana dönüp de ayaklarım yere bastığında hafta sonu Rock City'de bira diye geçiriyorum zihnimden. Eyvallah tonunda bir ses yankılanıyor beynimde. O halde telefon. Gidelim mi, diyorum, gidelim oluyor yanıt. Bir yanda 19 Mayıs şenlikleri, konserler falan. Sevindirici lakin sesleri uzaktan daha bir hoş geliyor.

Çıkıyorum evden, üzerimde enn sevdiğim kadının aldığı tam da mevsime uygun çok da hoş lacivert bir kot gömlek. Sevdiğim jean'lerimden biri, ne olur ne olmaz diye bir mont ki mini sırt çantamın askılığından geçirilmiş vaziyette. Heyecanla ve ayaklarım yerden kesik adımlarla ve bir an öncenin telaşıyla yürüyorum. Deniz sağımda ve o an yanıma fotoğraf makinesi almadığımı fark ediyorum. İşte o zaman yazıya aynı noktadan olmasa da aynı denizden bir fotoğrafı yerleştiriyorum.


Sohbet derin, seyahatler sıralı; sonuçta konuşmanın bir zararı yok ki koşullar oluşmazsa da bakarız bir çaresine.

Hayalden kim ölmüş?

Birinci biralar bitiyor. Ama bizde söz bitmediği gibi ân da bitmiyor. Rock City şaşırtıcı derecede boş. Bunu bayrama mı yorsak yoksa ekonominin geldiği noktaya mı, karar veremiyoruz. Sonra 19 Mayıs şenliklerine bağlıyoruz durumu. Yine kelimeler nota olmuş cümleler müzik, ve akıp giderken zaman biz altıncı birayı istemişiz meğerse.

Söz yine de bitmemiş.

Ben yine en sevdiğim kadının gözlerinde erimişim. Sonra hesap istemişiz ve fena şaşırmışız! Acaba yanlış mı hesapladılar diye düşünmüş, sonra bunun olamayacağına karar vermişiz; müşteri nüfusuna bakınca. Sonra, demek durumlar dipte o nedenle fiyatlar aşağıda ve hiç değilse maliyetleri garantiye alalım durumları oluşmuş mekânlarda, diye bir tez atmışız ortaya.

Sonra, yakalamışken en sessiz halinde Rock City'yi biraz daha çıkaralım tadını demiş, seyahat planlarımıza ekler katmış, kelimelere yine kelimeler eklemiş, son yudumların ardından sarılmış, öpüşmüş, vedalaşmış; zıt yönlere doğru adımlarımızı sıklaştırmışız.

7 Nisan 2024 Pazar

Yardan Geçilir Üzümlü Pastadan Geçilmez

Çok sevdiğim bir blogdaşım var, sizlerden iyi olmasın. Pek çoğunuz da takipçisisiniz sevgili dostlar. Üzümlü pastayı pek seviyor kendisi. Geçenlerde küçük hallilerine rastgelmiştim enn sevdiğim kitap okuma noktalarımdan birinde. Elbette hemen fotoğrafını çekmiştim. Hatta adres istemiştim kargo için. Çok zarif dostsa zahmet vermek istememişti.


Kader işte; sürekli üzümlü pastalar çıkarıyor önüme. Bu kez yine, böreklerini sevdiğim bir mekânda, anne kurabiyeleri...


Ama nasıl bir keyif,

enfes bir fincan çay eşliğinde.


19 Mart 2024 Salı

Enfes Browni Ve Üzümlü Pastalar

Uzun bir sola gidişin ve sahilden hiç ayrılmayışın ardından büfeye varıyorum. Lakin yürüyüşteki insanların aksine büfe ıssız. Bebeliğini bildiğim Bekir yok, iki lafın belini kırmak eksik. O halde geri dönmeden, martıların oynaklığını hem izleyerek hem de ritm kaçırmayarak yola devam. Kısmen havanın kararmasına oyalanıyorum. Bir ân en sevdiğim kitap okuma mekânımda görüyorum kendimi.

Ve bir yandan miss gibi denizi çekerken hücrelerime, bir yandan gözümden geçenler arasından seçimlerimi netleştiriyorum.

Artık geri dönebilirim.

Zaman ayarım muhteşem. Ân itibariyle kadim çamlara varmadan sağa kıvrılsam eve ulaşacağım. Devam edersem de hedefe vardığımda top atılmış olacak. Oruç tutmuyor olsam da hem Ramazan'a hem de oruç tutanlara saygım sonsuz ve daha ötesi bu geleneğin tadını -kalabalık bir ailede- doya doya çıkarmış biri olarak, varlığı ve tadı asla eksilmesin diyenlerdenim.


Ağır aksak adımlara bir süre daha devam. Ezan başladı. Kafam karışık. Bir ân uğrak mekânlarımdan biri ki muhteşem tavuk suyu çorba yapar, fikrimi şöyle bir sarsıyor. Hımmm bol karabiber eklemek, içine limon sıkmak, sıcacık ve minicik tırnak pide eşliğinde onu götürmek. Belki ardına da içine yeşillikler sararak enfes lahmacunlarından bir tane eklemek?! İkilem lahmacun çorba tarafındayken adımlarımsa çok kararlı... ve Afiyet'deyiz, bir kez daha.

"Bir browni lütfen."

"İki de üzümlü pastalardan."

"Ve bir de çay lütfen."



Üzümlü pastalar her ne kadar hayali kurulanlardan değilse de sonuçta üzümlü pasta. Fakat browni muhteşemmm. Daha iyisini yaparım diyen bir pastane varsa beri gelsin. Afiyet'i seviyorum çünkü büyük iddiaları olan bir mekân değil. Ona yolumun üzerindeki ve etrafımızdaki pek çok yeri ekerek geliyorum. Müşteri kitlesini çok seviyorum. Her ne kadar hoca olmadığımı beyan etmiş olsam da çalışanların hocam diye hitap etmelerine de alıştım sanki. Sahipleri ile siyasal fikirlerimizin uyuşması mümkün değil ki onlar işi genellikle elemanlara bırakıyorlar ve nadir karşılaşıyoruz. Ama karşılıklı sevgi ve saygı çok sevimli.

Az önce İngilizce dersi alan, bir sınava hazırlanan çok tatlı genç kız ve öğretmeni de geldiler. Bulunduğum masayı teklif ediyorum çünkü önceki gelişimde onlar dersi bulunduğum masada işlemişlerdi. Tüm ısrarlarıma rağmen komşu masama geçiyorlar. Siyahi gençlerimiz yine aynı masalarındalar. Kitabım çoookkkkk keyifli, komik ve şahane. Muhtemelen bu kitabı da enn sevdiğim kadın aldı bana diye düşünüyorum. Üzerinden dört yıl geçmiş. Soracağım.

Soruyorum o da hatırlamıyor. O kadar kitap alıyor ki bana, lütfen demiştim, senin kadar hızlı okuyamıyorum ve kalıyorlar, bu kadar sıklıkla alma.

Neler neler yok ki...

O'nu o kadar çok seviyorum ki....


Şu an bile şöyle bir durdum.

Yüzümde enfes bir gülümseme,

O'nu düşünüyorum.

3 Mart 2024 Pazar

Avarelik Günlüğü

28 Şubat, 2.Avarelik Günü

Bir kaç gün önce yoğun saatlerde AVM'de geçirdiğim gün hoşuma gidiyor. Bugün de avarelik yapasım var.

Komiğim, çünkü burnumun dibinde eczane varken yıllardır 12 kilometre uzağımdaki eczaneye gidiyorum. Trendeyim ve sırt çantamda da mahallemdeki pastane Pastacım'dan aldığım gül böreklerim ve bir de üzümlü pastam var;

elbette okumakta olduğum bir de kitabım.

Varınca hedef coğrafyaya önce caminin bahçesindeki çay ocağından bir çay alıp onları güle oynaya yemeyi düşünüyorum.

Sonra bundan vazgeçiyorum;

börekçi abiye ayıp etmiş olmamak adına.

Şimdi geniş bulvarın geniş kaldırımındaki banklardan birindeyim. Yavaş yavaş yoğunlaşmaya başlayan trafiğin akışını izlerken götürüyorum börekleri. Sonra Piazza'ya doğru yürüyorum çünkü açılmak üzere. Üstelik amaçlarımdan biri çekemediğim gemi fotoğraflarını çekmek. O sırada köprünün hemen kenarındaki mini parkı fark ediyorum; yerleştirmelere seviniyor ve basıyorum deklanşöre.


Ve köprünün üzerindeyim. Açıkta gemiler, fakat günün ışığından gemiler adına memnun olmamanın yanı sıra mini makinenin de istediğim sonucu çıkaramayacağını düşünüyorum ve buna rağmen çekiyorum fotoğrafları ki sonuç benim için sevindirici olmuyor. Artık bir başka sefere diyor, hemen yakındaki Piazza'nın ilk kapısından içeri giriyorum.


Çalışanlar sabah mahmuru, ben dışında bir kaç kişi daha var. Migros'tan kuru pasta türevi atıştırmalık bir şeyler alıp yanına 22 TL'lik kapuçino eklemeyi düşünüyorum ve bir de enn sevdiğim kadına bir paket Etyopya'lı filtre kahve alıyorum raftan. Onları almış ve elim doluyken de telefonum çalıyor ve ben elimdekiler nedeniyle açana kadar kapanıyor.

Kız Kardeşim.

Geri arıyorum; benim mutfaktaki ocak üstü havalandırmanın modelini soruyor ki benim mutfak salona açık olduğu için sizinkilerden farklı diyorum.


AVM sabah mahmuru. An itibariyle çalışanlar dışında bir kaç kişi var. Bir kaç gün önceki aynı masama oturuyor, sırt çantamı bıraktıktan sonra da kahvemi almak üzere dönerciye doğru yürüyorum. Çalışan önündeki bir takım kağıtlarla meşgul, beni fark edince onları bırakıyor. Lütfen diyorum, siz devam edin, benim için bir sorun yok. O yine de bırakıyor ve benim kahvemi makinenin düğmesine basarak karton bardağıma dolduruyor. Teşekkür ediyorum, ödememi yapıyor ve masama dönüyorum. O sırada ön tarafı tamamen açık yan mağazadaki genç kızın beni izlediğini fark ediyorum ki önceki gelişimden de bir tanışıklığımız var. Ona günaydın diyorum. Gülümseyerek karşılık veriyor. Kahvem masamda, az sonra uzanıp da sırt çantamdan alacağım kitabım sabahın sakinliğinde.

Bu sakinliği terk etmek istemiyorum. Zaten iş saatlerim başlamış durumda ki umurumda değil. Yüreğimin götürdüğü yerdeyim ve onun peşine takılmak hoşuma gidiyor. İkinci kahve için bir kez daha araftayım. AVM hareketlenmeye başlıyor. Gün henüz öğlene varmadı. Usulca masamı terk ediyor, katların her birini ağır adımlarla yürüyerek zemine iniyor ve binadan çıkıyorum.

Trendeyim.




Gecenin Gizemli Saatleri




Havaların soğuması nedeniyle uzun zamandır gitmediğim, verandasına bayıldığım kitap okuma noktalarımdan Afiyet'e doğru evden çıkıyorum. Gün artık akşam karanlığında. Zihnimde kuru pastalar dönüyor. Sahile varıp sağa döndüğümde karanlığın içindeki bu cismi görüyorum. Yalnız şöyle enteresan bir durum var: Benim dışımdaki herkes duyarsız. Diyorum normal, sonuçta sen neredeyse bebeliğinden beri buradasın. Belki de sadece sana görünüyorlar!

Uzun süre kadim çamları siper alarak izliyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyorum. O ara içimdeki benlerden biri, "Bir ziyaret etseydik," diyor. "Hem belki bir de tur attırırlardı bize." Ona diyorum ki ya geri getirmezlerse? Kalıyor.

Yola devam ediyorum. O sıra Afiyet'in kapalı bölümü geliyor aklıma. Giriyorum içeri ki sıcacık. Şu ışıklı küreyi çoktan unuttum.

İçeride başka memleketlerden gelmiş genç, siyahi çocuklar var, muhtemel ki üniversiteli. Konuştukları dili anlamıyorum. Bir de genç bir kızla öğretmen ki onlar hemen arka masamdalar ve öğretmen genç kıza İngilizce çalıştırıyor.

Mahallenin pastanesi ve bu kozmopolit hal çok hoşuma gidiyor.

Lakin gizemli küre de aklımın bir köşesinde. Sipariş pastalarım geliyor. Kitabı açmıyorum çünkü ortam çok hoşuma gidiyor ve az önce komşu masama görme engelli bir çift ve hiçbir engelleri olmayan, onların arkadaşı çift geldiler, yan masadaki siyahi ve tatlı gençler onlara yardımcı olmak için hemen ayaklandılar. Ve ben onların ve diğer çiftlerin neşeli sohbetlerine bayılmış durumdayım.

Bu hoş, renkli ve sıcacık ortamın keyfini çıkarıyorum. Elimdeki kitabı bile kenara bırakmış ve hatta gizemli küreyi bile unutmuş durumdaydım.

Lakin içimde pek yerinde duramayan bir haylaz da var; ve o sürekli bu konuyu önüme getiriyor ve soruyor:

Küre ne iş?

25 Şubat 2024 Pazar

Günün Işığı Güneşin Açısı

Sol diz kapağımı yine kendi keyfim için gayet güzel kitlemiştim, dört gün önce. Oysa o bana bütün sinyalleri göndermiş, tüm uyarıları da yapmıştı. Yalnız bu kez ayakta ve dizden aşağı ve yukarısı olmak üzere eziyetli bir durum yoktu. Bir ara doktora gitsem diye düşünmedim değil; eski tecrübemden kaynaklı olarak. Sonra, dedim artık doktor kadar ben de biliyorum.

Jel ile başladım, sonra eski olaylardan kalmış Dolorex aklıma geldi ve bir tane attım ondan da...

Ev içinde gayet iyiyim, mesafeler yakın dolayısı ile işim gücüme engel bir durum da yok.

Yatakta uzanıyor, laptop'u da kucağıma alıyorum ki çoğu zaman da öyle çalışıyorum. Sırtım sağlamda, gözüm hem oynaşta hem de işte güçte. Tek üzüntüm hafta sonuna dair; rakı içer miyiz demiştim, yanıt olumluydu.

Sonrasında ağrının usul usul terk etmeye başladığını hissettim; belli ki pılısını pırtısını toplama hazırlıklarındaydı. Fakat şımarmaya da hiç niyetim yoktu. İlaçlarımı disiplinli bir şekilde kullanıyordum ve sanırım o da yere basıldığında oluşan ağrıdan bir an önce kurtulmak istiyordu.

Çünkü benle takılmayı, gezip tozmayı seviyordu.

Cumartesi sabah itibariyle hadi, dedim, diz efendi. Gönüllü ama çekingen; kendinden emin ancak benim hoyratlığım konusunda şüpheci. Arabaya binince içi rahatladı sanırım, hatta takılacağımız yerleri şöyle bir gözden geçirdi ve sevincini fark etmedim sandı.

Ben kaççın kurasıyım, laf sokup da keyfini kaçırmadım yine de.

Şehire vardık, önce eczaneye uğradık ki kapalı, kardeşe dedim siz devam. Madem cumartesi ve iş yarım gün, çıkışta beni Piazza'dan alın. Üst geçit tarafındaki kapısında ol, dedi, oradan alalım.

Caminin hemen kapısını mekân tutan sakallı abiden poğaçalarımı aldım, caminin avlusundaki çay ocağından da çayımı söyledim; gözümü de eczaneyi gözlemesi için nöbetçi yaptım.

Poğaçalarımı ağır ağır ve yine keyifle yedim. Sonra bir baktım eczanenin yan kepenkleri açık. Çay ocağına ödememi yapıp abiye teşekkür ettim ve yolu karşıya geçip eczaneye vardım.

En tatlı eczacı ile günaydınlaştık; yedeğe alınan ilaçları da sırt çantama attım ve vedalaştım.

Ufak adımlarla yürüyerek Piazza'ya vardım lakin açılmasına bir saat var.

Güneş enfes, hava yazı kıskandıracak bir bahar tadında. Açtım kitabımı. Öyle bir aktı ki kitap açılış saati hoooopp diye geldi. Fikrimde kahve var. Az önce ben henüz AVM'ye girmemişken gariban bir beyaz kartal, belediye başkan adaylarından birinin lüks minibüsüne arkadan çarptı.

Bu anlara gelmeden aslında, henüz cami avlusundan yeni çıkmış ve yaklaşık iki yüz metre yürümüşken köprüye varmıştım; ırmağın denize döküldüğü noktada da bir gemi vardı. Sabahın ışığı muhteşemdi. Çantamdan mini fotoğraf makinesini çıkardım; çekeceğim fotoğrafın heyecanı ve sevinci ise göklerde.

Bastım düğmeye makinede tık yok, bi kez daha, yine yok. Anladım ki şarj etmemişim. Oysa günün ışığı, güneşin açısı muhteşem.

Biraz üzüldüm, yazı fotoğrafsız olacak diye.

Bir kaç dakika sonra AVM açıldı. Mini sırt çantam x ray'den sorunsuzca geçti. Gel Migros'ta bir tur atalım, dedim. Bir şey almadan çıktık çünkü fikrimde başka şeyler var.

Kahve içmeyi düşünüyorum; Penguen Kitapevi'nin deniz ve gemi manzaralı enfes terasında.

Giriyorum, kararım kapiçino, kitap yanına iyi gider diye düşünüyorum. Kahve fiyatlarına göz atıyorum ve 110,120 lira civarındaki fiyatlarına çüşşş diyorum. Hani marka kahvelerden birinin mekânı olsa anlaşılabilir sanki. Az önce dabıl köfte burger menüye ödediğim para canımı yakmış zaten, üstelik hiç de keyif vermemiş ve ilk gençliğime dönüp, şimdilerde butik üretim yapan ve marka olmayan burgercilerin enfes burgerleri ile kıyaslayarak "ne zevksiz salaklarmışız biz," demişim.

Yeme içme katında, sinemayı gören bir masada oturup kitabımı açıyor, kaldığım yerden devam ediyorum. İki masa önümde genç bir çift var ve çok ama çok tatlı da bebeleri. Bebe dediysem normal sandalyelerde oturabiliyor ve hamburgerini ve patateslerini çok keyifle yiyebiliyor.

Pek de şakacı ve güleryüzlü kendisi.

Beni fark etti ve aramızda bir iletişim kuruldu. Biraz sonra babası bizim kız kime el sallıyor acaba diyerek dönüyor, selamlaşıyoruz.

Benim kahve içmem lazım. O sırada pek çok yeme içme mekânının kahve sattığını görüyorum. Muhtemelen kahveciler makineleri de vermişler. Fiyatlar sudan ucuz. Kalkıyorum masamdan ve bir kapiçino lütfen, diyorum hanımefendiye, 22 TL ödüyorum ve masama döndüğüm ilk anda içtiğim yudumdan da büyük keyif alıyorum.

Banu Yıldıran Genç'in okuduklarından söz ettiği Geri Döndüğüm Yerler adlı kitabına ilave ettiğim az şekerli kapiçinomun ufak yudumları eşliğinde devam ediyorum. Ve bir süre sonra telefonum çalıyor. Kardeş, AVM'ye yanaştıklarını söylüyor. İniyorum çıkışa, biraz sonra araba yanaşıyor. Kardeş iniyor çünkü şehirde yürüyerek takılmayı planlamıştı o da.

Bizse eve doğru yola çıkıyoruz.

30 Ocak 2024 Salı

Basit Bir Gün

Üç gündür sanırım nevralji ile uğraşıyorum. Yıllardır görüşemedik kendisiyle ve sanırım özleyen taraf daha çok o.

Boynuma o nasıl sarılıştı dedim önce, sonra yanağıma o nasıl bir öpücük. Arada bir çene ayarı yapıp onun pozisyonunu ofsayta düşürsem de, o pusuda bekliyor ve öğün saatimde gol yağmuruna tutuyordu filelerimi.

Sonra dank etti bana. Yıllar önceyi anımsadım ve içtiğim dozun çocuklara önerilenden bile az olduğunu fark ettim. Elbette telefona sarıldım ve neredeyse bebeliğini bildiğim canım doktorumu aradım ki kendisi enn can arkadaşlarımdan birinin kuzenidir.

Dedi Abi doz bölmene gerek yok, istersen bir öğünde iç. Bu kez doz bölmedim ve üç öğünde birer doz, dedim. Sonra bir baktım ikinci doza kalmadan pılısını pırtısını toplamaya başlamış şahıs. Yemek çiğniyor olmanın dışındaki anlarda bir zararı yok bana, yemek yerken de sadece alnımın sağ noktasında ufacık bir ısırık....

İkinci dozda anladım ki lokantaya gidebilirim.

Gittim, bol çeşitli, tabildot usulü, biraz yokuş çıkmam gereken bir mekân. Mercimek çorbası lütfen, dedim, pirinç pilavı lütfen, dedim, tavuk kızartma lütfen, dedim ve yanlarına kabak tatlısı beni ayartsa ve ikilemde kalsam da cacık ekledim. İki günlük sıkıntı üzerine keyifle yedim. 120 TL'lik  ödememi yaptım ve çıktım.

Fikrimde geniş bir çevre turu atmak var. İşi biraz sallayabilirim yani! Fikrimin sözünü dinledim ve o yamaçtaki ilginç sokakları gezerek kendi mekân coğrafyamdan epeyi uzaklaştım. Sonra geri dönüş için yeteri kadar uzak bir noktadayım kararını vererek bu kez düzlük ve denize daha yakın bir coğrafyanın ara sokaklarının tadını çıkarmaya başladım. O sırada ezan başladı, ses anormal yüksekti ve dedim işte propaganda budur, lakin sesin tırmalayıcılığına ne demeli?! Camiye bir göz attım, görkemli. Hoş bir mimari, ama tüm bu güzelliklere ses ile uyum göstermeyen propagandist bir yönetim anlayışı. Oysa ses bir tık kısılsa, o ses çakıl taşları üzerinden serin serin akan bir ırmak tadına dönecek.

Oradan daha alt, denize en yakın-ana- caddeye indim. Bir türlü gitmek nasip olmayan ve yeni, ve evimize en yakın Migros'un önünden geçtim ve yeni açılan, vitrin buzdolabındaki tatlıları kışkırtıcı mekâna daldım.

Elbette hâlâ alışamadığımız fiyatlar el yakıyordu. O sırada soğuk bir espri zihnime izlerini bırakarak aklımdan geçip gitti ve ben kapıdan içeri girdim.

Çok tatlı bir genç adam karşıladı beni. Ben tatlılara bakarken o bana bilgiler veriyordu. Hakimiyetine ve duruşuna bayıldım ama bunu ona çaktırmadım.

Ve incirli muhallebide karar kıldım.

Porsiyonu küçük bulsam da tatlıya bayıldım. Çay yudumları ile uyumunu sevdim ve zaten eve, dolayısı ile çalışma alanıma çok yakındım ve avarelik için hâlâ zamanım vardı.

O sırada hanımefendi çay bardağımı almak için hamle yaptı. Gülümseyerek o son lokmanın önüne eklenecek son yudum, dedim. Ve o da buna gülümsedi.

Tatlım bitti, sondan bir önceki yudumu tatlımın son kaşığından önce içmiştim.

Kasaya geçtim, tatlı çocuk nasıl bulduğumu sordu, bayıldım dedim. Ödememi yaparken o bana bir lokum verdi.

Kafanızda canlanan tüm lokumları silin lütfen.

Bu bambaşka bir şeydi ve nasıl tarif edebileceğimi bilemiyorum şu an. Bir fotoğrafını çekene kadar sabır. Çaylara para almıyorlarmış, muhallebiye 80 TL. ödedim ve hey gidi günler hey, dedim.

Tüm bunlardan akşam telefonla enn bayıldığım gurmeye söz ettim.

Bu kez onun çekeceği fotoğraflara, konuşmalarımızdan da ilham alarak, daha güzel bir yazı yazarım belki, diye de düşündüm

Kim bilir?!

20 Ocak 2024 Cumartesi

Yokoluşun Daniskası 1.Bölüm


Ama ben demiştim!



"... Sonra yüzümde enfes bir gülümseme, ruhum havalanmış, ayaklarım yerden kesik, kafamda -onunla paylaştığım- çoklu kaçış planları ile tren saatlerine ve bir kaç otele bakıyor, sonrasında uykuya doğru yol alıyorum."


*
19.01

Cuma


Güne erken uyanıyorum. Yok oluş için her şey hazır. Fakat bu kez kimseye haber vermeden değil! Bütün günlerimi Cuma'ya çeviren Enn Sevdiğim Kadın biliyor. Bu bir kaçış, aynı zamanda da bir ön izleme eylemi; çünkü 10 yıl olmuş; en anı biriktirdiğim, çok aksiyon yaşadığım askerlik şehrime gelmeyeli.

Şaşırıyorum. Sonra içimdeki benlerden biri diyor ki hep istim üzerindeydiniz ve memleketin dört köşesinde fink atıyordunuz, hatta araya bir de Tiflis sokmuştunuz ve elbette pandemi sadece frene bastırmakla kalmamış zaman kavramınızı da bir güzel benzetmişti. Ve algılar şöyle işlemeye başlamıştı, pandeminin öncesine ve sonrası da sonrasına göre. İkincisi asosyal olmak üzere, birbiri ile taban tabana zıt, biri tüm ezberlerden uzak iki farklı dönem.

Bu kaçışsa bir anlamda da büyük planın ve yeni bir başlangıcın ön izlemesiydi. Erkek kardeşim de biliyordu çünkü ona bir gün önce sabah beni istasyona bırakmasını söylemiştim lakin sonraki işsel gelişmeler üzerine istasyona onunla gitmeyip trene atladım; enfes bir sabah karartısının ve bahar tadında, miss gibi tazelik kokan bir havanın eşliğinde.

Ve iki durak sonra ne tesadüf ki bir lise arkadaşım biniyor trene; o bir demiryolcu, sabah mesaisi için istasyona gidiyor. İndiğimizde ofisine davet ediyor lakin, diyorum ki benim yolculuk öncesi ritüellerim var, çok sağol.

X ray'den mini sırt çantam geçerken günaydın diyorum görevli genç adama ve kolay gelsini ekliyorum. Sonra istasyonun minik büfesinden bir su, kadim bir diğer abinin camekan tezgâhından da iki poğaça kapıyorum. Poğaçalarımı götürürken bir yandan da trenin dış fotoğraflarını çekiyor, yeniden istasyonda olmanın muhteşem kokusunu doya doya hisseddiyorum ve o sırada bir abi de karizması ve de günün önemli oyuncularından biri olacağı öngörümle birlikte bu filmin çok şeye gebe olduğunu hissettiriyor bana. En büyük sürpriz ise tren, çünkü internet sayfası iki vagonlu trenbüs gibi gösteriyordu gidecek olanı.

Elbette bayram ediyorum!


İkinci vagondayım ve seçtiğim koltuk iki kişiliğin cam kenarı. Fakat günün sürprizleri bitecek gibi değil. Çünkü seçtiğim koltuk nasıl olmuşsa dört kişilik ve ortada bir masa olanlardan olmuş. Ve tam karşı koltuğumda çok hoş, taze üniversiteli bir genç kız var. Şaşkınlığımı ona da ifade ediyorum ve sol tarafı seçmiş olmama rağmen sağdaki dörtlü ve masalının  sol koltuğuna yerleşiyorum. Tren düdüğünü öttürüyor ve yavaş tıngırtılarla yola çıkıyoruz.


Aramızda çok keyifli bir iletişim başlıyor; zarif, mankenleri çatlacak kadar güzel, sol tandanslı, adı kendine çok yakışan genç kızla. Öncesinde ise bilet kontrolü yapan karizmatik abi, yanlış yere oturduğum düşüncesi ile benim yerimi işaret ediyor. Biliyorum, hanımefendiyi rahatsız etmemek için buraya geçtim diyerek yanıtlıyorum onu. Yerin sahipleri varsa ve binerlerse zaten bomboş vagonda başka bir yere otururum diyorum. Sonra konu Erasmusa geliyor, o yapmayı düşünüyor ama henüz hazırlık sınıfında ve seçtiği bölüm bence ona yakışıyor. Ona Enn Sevdiğim Kadın'ının pozisyonundan bahsediyorum ve senden ona bahsedeceğim diyorum. Yurt dışı ilişkilerle ilgili her şey için ona ulaşabilirsini de konuşmanın içine yerleştiriyorum. Sonra konudan konuya geçiyoruz, derken sohbete biri daha katılıyor.


En sevdiğim anlar, tren yüksek dağlardayken altımızda kalan yolları ve araçları izlemek; sürekli fotoğraf çekiyorum. Zaten trenlerin yol aldığı hangi güzergâh kötü ki?! Her biri özel ve her biri kaçış için muhteşem. O sırada demiryolcu abi bu kez ön kapıdan giriyor. Diyorum ki bir fotoğrafını çekebilir miyim? Çünkü bugüne kadar gördüğüm en karizmatik demiryolcu sensin. Kabul ediyor ve muhteşem bir poz veriyor. İki kare üst üste çekiyorum ve teşekkür ediyor, kanımda trenler dolaşır benim de diyor, dedemin de bir demiryolcu olduğunun altını çiziyorum.


Abi işlerini tamamlayınca bizim vagona dönüyor ve masamın karşı tarafına oturuyor, öncesinde ise biz A. ile Muş'u konuşuyoruz çünkü annesi orada öğretmenlik yapmış; A. henüz yokken dünyada. Diyorum ki Orası Muş'tur, yolu yokuştur diye bir türkü var ya, o doğru. Sonra anlatıyorum: Ben de küçükken gitmiştim çünkü dayım genç bir mühendis olarak orada görevlendirilmişti. Gerçekten de trenle ya da araçla gittiğinde şehrin merkezine ulaşmak için dimdik bir yokuş çıkılırdı ve işte orası Muş'tu. Biz bir kez çıkmıştık, babam saçlarını kestirecek ve sakal traşı olacaktı. Gülümseyerek ve şaşkınlıkla soruyor, gerçekten mi?

Evet, ama şimdi muhtemelen o dağın etekleri aşağıya doğru ev, apartman ve dükkân dolmuştur, ve artık o yokuş olağan bir yokuş olmuştur, diyorum.

Ve aklı çok başında, özgüveni yüksek bu tatlı kıza gülmek o kadar yakışıyor ki.

O sırada işlerini tamamlamış demiryolcu karizmatik abi, otomatik açılan cam kapının ardından gözüküyor ve bize doğru gelip benim oturduğum dörtlü masanın benim tam karşıma gelen koltuğuna oturuyor. Sonrası muhteşem bir sohbet, memleketin gelmişini geçmişini masaya yatırıyoruz. A. gülümseyerek dinliyor, yer yer de sohbete katılıyor. Elbette vagonun tüm boş koltukları da can kulağı dinliyorlar ve sanırım onlar da olan bitenden hoşnut. Artık Amasya İstasyonu'na varmak üzereyiz ki anaons yapılıyor. Ben iniş hazırlıklarına başlıyorum. Kars'a mutlaka kışın gitmelisin demiştim A'ya, konu ülkemize ve trenlere geldiğinde; anlatmıştım yaşadığımız keyfi ve kışın altını çizmiştim. O da telefonundan bloguma girmişti.

Kalkıyor, minik çantamı sırtıma asıyor, montumu da çantamın askısından geçiriyorum. Sonra tokalaşıyorum, seni tanıdığıma çok memnun oldum diyor, Enn Sevdiğim Kadın'a her koşulda ulaşabileceğinin altını bir kez daha çiziyorum. Ve blogdaki mail adresimden de bana ulaşabileceğini, her konuda kendisine yardımcı olabileceğimi söylüyor iyi yolculuklar diliyorum.


Elbette sohbet bunlarla sınırlı değil 80'darbesini ve onun sonuçlarının bizi bugünlere getirdiğini, %10 barajının tüm bu rezaletin müssebibi olduğunu falan konuşurken o dönemde iki savcıya mihmandarlık yaptığımı tüm mahkemelere ve sorgulara girdiğimi falan anlatınca da demiryolcu abi çok kişi gibi, bir kitap olmalı bunlar diyor ve ben de kendimi bir kez daha tekrar ederek diyorum ki: Kitap yazmak benim haddime değil, çünkü tamamlanması yüzyılı bile aşar bu tembelde.

Hep birlikte gülüyoruz... Onlara iyi yolculuklar diliyorum ve 10 yıl sonra ayak bastığım toprağı öpp-müyorum tabii ki.

 2.bölüm için buradan lütfen...

5 Ocak 2024 Cuma

YOKOLUŞ*

*TDK'ya göre kelime ayrı yazılır, lakin yazar yaşadığı günün hissini vermediğini düşünerek ve bu şekil yazarak, bildiğini okudu.


Tavuklar bile uykudayken çıkıyorum evden. Sırt çantam hazır fakat sonradan yaşayacağım bir pişmanlık var ki o ân için bu durumu gözüm görmüyor. Gün ağardı, ilkokul öğrencileri okul bahçesinde, ben ağır adımlarla sahilden Migros'a doğru yürüyorum; kahvaltı etmedim dolayısı ile onların iri ve kısmen sigara böreği sayılacak -ama bence puro- böreklerinden iki tane almaya karar veriyorum ve sabahın ıssız sokaklarında ağır adımlarla yürürken onları götürüyorum. Cep telefonum kapalı, onunla yetinmiyor, evden çıkarken sabit telefonun ahizesini de yuvasından çıkarıyorum.

Komik di mi!

Geride bana dolaylı yollarla olabilecek olsa da ulaşılabilecek hiçbir açık bırakmak istemiyorum.

Bu eylemimden enn sevdiğim kadına ve erkek kardeşime bahsetseydim mi diye düşünüyorum sonra vazgeçiyorum; çünkü meraklanma saatleri geldiğinde bana ulaşamayanlar onlara ulaşırlar! Evden çıkarkenki planımda Amasya'ya gitmek ve orada en az iki gece kalmak da var.  İşte bu nedenle sabit telefonda kayıtlı ad ve numaralardan başka arkadaşlarımın aranma ihtimalini hesap ederek olayı o boyutta alevlendirmemek için o telefonu da sırt çantama atıyorum.

Ortalığı gereksizce germenin ve kalabalıklaştırmanın bir mânâsı da yok!

Ve keyifli bir tren yolculuğu sonucunda ve günün hareketlenmeye başladığı saatlerde Tekkeköy İstasyonu'na varıyorum. Atıştırma için hedef noktam hep ertelediğim ve zorunlu olarak hep önünden geçtiğim ve bu durumdan bir yazımın içinde bahsettiğim, adına bayıldığım Şehrin Kırıntısı...

Ancak şimdi değil.

Ama bu bir fotoğrafını şimdi çekmeme de engel değil.


O ara fikrim diyor ki "Şu karşı bölgeye hiç geçmedin, sonradan gelme, dedin benimseyemedin, hadi gel bugün onun da gönlünü al." Uyuyorum öneriye ve ne kadar da çok oto galerisi varmış diyorum ama ben yine de yeniliğin değil de aynı noktadan görülebilen uzak köy tadının fotoğrafını çekiyorum.


Kasabanın derinlerine doğru yürürken Bi Meyhane enfes ışıklı tabelasıyla yine beni benden alıyor ve o kaldırıma geçiyorum. Gözlerim tabeladan hareketle mekânı hep üst katlarda hayal etmişti; bu kez kaldırımdan içeri doğru uzayan daracık bir koridorun bir kaç metre ilerisinde olduğunu görüyorum kapısının. Gizemli bir mekân hissi içi nasıl acaba dedirtiyor ki an itibariyle ıpıssız. Geniş bir kasaba merkezi turu atıyor, ana arterler dışındaki köy tadına yine bayılıyor, ıssız sokak aralarında yürürken cıvıl cıvıl çocuk kaynayan ilkokulun önünde çocuk kahkahalarına gülümsüyorum. Oradan çarşı içine bağlanıyor, daha önce fotoğraflarını çektiğim- iyi ki çekmişim- ve şu cümleyi kurduğum "Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum," diye tariflediğim evlerin önüne vardığımda bu kez muhteşem bir hüzün tepeden tırnağa giydiriyor beni: Çünkü yoklar, hayallerim yıkılıyor ve yerlerinde bir inşaat başlayacağı kesin. Ama bir yanıyla da bir tesellim var çünkü elimde eski hâlin fotoğrafları var. Öte yandan sevgili blog yazarlarımızdan Nazlı Toaç hanımefendi adına seviniyorum ki kendisi yazımı okurken "metruk" evlerle çok ilgilenmişti ve ben ona iyi ki fotoğraflarını yollamıştım.


Sürekli ağır aksak adımlarla bağ bahçeleri ve yolları uzatarak önce eski gara varıyor, muhteşem parkındaki banklardan birine oturuyorum. Uzun uzun saat kulesini izliyor, daha önce çekmediğim açılardan fotoğraflarını çekiyor, bir ara elimi sırt çantamdaki kitaba atıyor biraz okuyor, çokca zaman geçiriyor ve beslenme planımda olan mekâna doğru yürümeye başlıyorum; elbette yolları uzatarak. Ve bu kez sıra sıra yeme içme noktalarının olduğu, gençlerin takıldığı, bayıldığım geniş bulvarı kullanıyorum. Bazı hamburgerciler fikrimi dürtse de kararımın gereği olarak Şehrin Kırıntısı'nda içeri süzülüyor, verandadaki kalabalığı geçiyor ve ân itibariyle iki hanımefendiden başkasının olmadığı, görüş açısı hoş, dolayısı ile sakin ve hemen geniş camların önündeki bir masaya oturuyorum.


Seçtiğim poğaçalarım ve çayım önümde, görüş alanım iki bulvarın kesiştiği göbek dahil coğrafyaya çok hakim. İnceden bir müzik ânı çoğaltıyor. Bu arada gözaltında olduğumun da farkındayım. Kim bu adam merakı var. Kitabımı çıkarıyorum. Valla yalan yok kendimi ben de beğeniyorum; içten giyilmiş Fenerbahçe yeşili, armalı, kapüşonlu sweetshirt'ümün kapüşonunu lacivert ve pek sevdiğim montumun boyun kısmından çıkarmışım, kotum en sevdiklerimden... ve içerisi okşayıcı bir sıcaklığa sahip. O halde montu çıkaralım ve Fenerbahçeliliğimizi ortalığa serelim. Masa artık buralı olmadığımdan emin. Engellenemez bir merak var ve bu çok hoş. Kitabımda, zaman zaman da dışarının manzarasındayım ama üç uzağımdaki masadan bana ulaşan göz değmelerini de hissediyorum. Ve ayağa kalkıyor, izleyen gözleri görmezden geliyor, içeri geçip trileçe siparişi veriyor, bir de çay istiyor ve masama dönüyorum. Öncesinde kitabımı, sırt çantamı ve montumu özellikle masada bırakıyorum. Masama geçerken ardımdan bakıldığını biliyorum. Siparişlerimi getiren gence teşekkür ediyor, bu çok hoş saklambaça devamla kitabımı açıyor, arada dışarıya uzak bakışlar atıyorum.

O sırada kısa bir müzakerinin ardından iki hanımefendi ayağa kalkıyorlar.

Bir göz atalım bakalım, masalarına döndüklerinde gelen seçimleri neler imiş?



Dolabın başındalar, seçimi birlikte yapıyorlar; lakin kararı tetikleyen beni çaprazımdan gören hanımefendi, ve iki hanım da çok hoş. Şu an trileçelerimiz sayesinde iyice ortaklaşmış durumdayız. Havadaki flörtöz tat muhteşem. Bir yetişkin oyunu bu, ruhlar çok genç ve taze. İki tarafta kesinlikle nitelikli insanlar ve bir sarkma asla yok. Biraz meraklı, biraz afacan ve çok hoş bir oyun bu. Ağırca ve biraz da havalı toparlanıyorum, sırt çantam artık yerinde ama tek omuz askılı, yanlarından geçerken gülümsüyoruz karşılıklı.


Dönüş trenindeyim. Günün ruhları dürtükleyen saatleri. Sanayi sitelerinin sonuncusunun istasyonundan bir hanımefendi biniyor. Yanımda iki güvenlik görevlisi oturuyor; birinin inekleri var ve sütlerini satıyor. Muhtemelen ineği doğum yapacak, çünkü telefonda bir müşterisi var, ona durumu anlatıyor ve yeniden süt evresine geldiğinde piyasanın altında bir fiyatla ona yine süt verebileceğini söylüyor. O ara kafamı çevirdiğimde az önce trene binen hanımefendinin beni izlediğini kısa bir gözgözelik ânında fark ediyorum. Ve gözlerimi hemen geri çağırıyorum. O sırada planım üzerine düşünmeye başlıyorum. Yok oluşa devam yani. Sabahaysa uzun saatler var. Trenler sabaha kadar devam etse işim kolay, sürekli turlarım. Çünkü eylemi en azından ertesi güne sarkıtamadan dönersem bu eylem eylem olmaktan çıkar. Önce Palmiye Kafe'ye geçiyor bir çay söylüyorum. Sonra kağıt helva alıp iskelede yürüyorum. Sonra Afiyet'e geçip kuru pasta çay, kitap yapıyorum. Tekrar sahile dönüp uzun yürüyor. Ağaçların altındaki banka oturup zaman geçiriyor. Tekrar iskeleye doğru yürüyüp kestane alıyor, onları çok hoş masalarda dalgaların sesi eşliğinde yavaşça tüketiyorum.

Gece yarısını geçtim. Artık yeni bir gün ama vakit hâlâ merak ettirici değil.


Üstelik saat itibariyle ben de kimsenin umurunda değilim. Oyuna bir son verme zamanı ve ân itibariyle evin hizasındaki ağaçların altında bacaklarımı denize doğru uzatmış durumdayım. Genç çocuklar gecenin bu saati demeden basketbol oynuyorlar. Eylemi sonlandırmaya karar veriyorum. Çalışma odamdayım, o halde müzik, ve Mariana Montalvo açıyorum. Gürcü birendisi çaçanın şişesi yanımda, bir şatla başlıyorum ki bu kez eşlikçi schwepss mandalina... uyumu sevdim. Gökyüzü muhteşem, deniz dalgalı. Bir şat zaman aralıklı olsa da bir kaç şata ulaşıyor ve saat sabaha iyice yanaşıyor.


Yatağımdayım...

Telefonumda bir mesaj var...

Amasya otellerine bakıyorum,

tren saatlerine göre gün belirliyorum

ve otellerden birinde karar kılıyorum.





21 Ekim 2023 Cumartesi

Acaba...


Dün akşam sahilden kıvrılarak vardığım en güzel minicik parkta bana minik ve üç tekerlekli seyyar, camları buğulanmış arabasındaki sıcacık nohutlu pilavımı uzatmadan önce üzerine tavuk isteyip istemediğimi soran, arada sokak kedilerini besleyen, onayım üzerine didilmiş etleri nohutlu pilavımın üzerine yerleştiren ve damağımı zevkten öldüren, sohbet esnasında ülke ekonomisi üzerine cümleler kurarken karşılıklı; sessizce, çoğu öğrenciden para almadığını söyleyen ve bu arada turşu isteyip istemediğimi soran; çok az olsun onayıma "Ama çok güzel oluyor," diye yanıt veren ve hakkaten beni zevkten öldüren abiye teşekkür edip Afiyet'e vardığımda; henüz taze, ve önceki gün uğradığımda olmayan ve seçtiğim şu rengârenk, çok çok özel, beyaz ve koyu çikolata tabanlı, meyvemsi ve enfes -spesiyal- kurabiyeleri; Kadire Bozkurt'un muhteşem öykülerinin içinde bir fincan çay eşliğinde kaybolurken ve gökte enfes bir hilâl varken hangi sırayla ve hangi renkten başlayarak yemişimdir?


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP