31 Aralık 2008 Çarşamba

''Küçük'' Bir Dostluk Öyküsü ...Captaiin

Daha önce film yorumları yazdığım yerde, yazılarımdaki dili öven ve bunu neye borçlu olduğumu soran bir mesajla karşılaştım bir akşam. Mesajın sözcüklerinden karşımda kim olduğunu sezmiştim. Ona bir cevap yazdım.

Ve bir gün bir film yorumu yerinde şunlar yazıyordu: ''Başlangıcım; sadece bir “soru”ydu onunla… Söyleyişindeki içtenliğe ve sadeliğe saf bir ilgi duyduğum ve ona ait her metni okuyuşumda yüzümde tebessüme sebebiyet veren, ufak sırlarını paylaşmaktan zevk duyan o ”“güzel insan””a… Zaman önce, cümlelerinin arasında ”Into The Wild” diye bir film ismi okuduğum, benim “sevgili” arkadaşım adına …''

Yaşamım boyunca çok hediyeler aldım. Ufaklı büyüklü ödüller... Ama gözlerdeki ve cümlelerdeki içtenliğin, samimiyetin ve yüreklerin sıcaklığında sunulmuşların değerine, adet yerini bulsun ya da bir çıkar gözeterek verilmiş hiç bir hediyenin büyüklüğü ya da ekonomik değeri ulaşamadı.

Ve bir yazının önünde size adanmışlığa vurgu yapan satırların, o an itibariyle hiç yüzünü görmediğiniz, yüzünüzü görmeyen biri tarafından yapılmasının tadı doyumsuz.

Onu yazı tahtasına yazdığım şu sözcüklerle anlatmak isterim: ''Sitenin en ele avuca sığmazıdır kendisi, onun izlemeye çalışırsanız sizi tık nefes bırakır. Güzel sorar, güzel yazar... Hayata antenleri açık sanırdım kendimi... Onu tanıyınca yetmez olduğunu fark ettim. Felsefe demişim bir mesajımda, artık kurtulamazsınız dedi benden... Karar verdim devletin koruma programından yaralanıp, kimliğimi ve görünümümü değiştireceğim. Onun peşinden koşmak zor, o meraklı bir sevecenlikle inlerinize girmeyi başarıyor, ve çok da iyi yapıyor. Benim arkadaşım; ve ondan çok şey öğreniyorum, buna çok da seviniyorum. Eğer gününüz kötü geçiyorsa bir doz Captaiin yazısı okuyun, ağzınız kulaklarınızla buluşsun; içinize bahar doğsun.. Ama dikkat edin kapatmayı unutmayın, çünkü açık kalabilir!''

Ve sevgili Weltem'in yine onun yazı tahtasına yazdığı şu sözcüklerle devam etmek isterim: ''O bizim grubumuzun, hayat korkuları, okuldan kaçışları, kaptanlık hayalleri, otobüse binip insanları izleme hastalığı olan afacan yazarımız. Bazen kaleminden boyundan büyük laflar çıkarır ve beni nasıl hissetti bunu acaba, yoksa ben duygularımı kayıp mı ettim, neden aynı endişeler yok bünyemde diye bana beni sorgulatır. Bazen de gülümsetip; afferim kız sana, sen mutlaka bir şey olucaksın dedirtip kendimi iyi hissettirir. Varsın kaptan olamasın, kurulması zor hayaller kurmak bile varlığını anlamlaştırıyor onun..)''

Geçenlerde ''HOŞÇAKAL'' yazısını henüz blogda yayınlanmamışken okuduğumda, o an hissettiklerimi paylaştığım bir arkadaşıma ifade ettiklerimle noktalamak isterim yazıyı: ''Çok hoş, okuduğum ilk andan itibaren yüzüme bir gülümseme oturdu, göz uçlarıma da keyfin damlaları... Onda kendimi görüyorum; fırlama halini, duygusal derinliğini acayip seviyorum. Anarşist duruşunu, farkında ve hesaplanmış isyanlarını seviyorum. Yazıp oynamasını, hayatla eğlenmesini; onun büyümesini izlemeyi seviyorum.Çok iyi bildiğim bir senaryonun yeniden çevrimini izlemenin keyfi bu.''

Ve onun HOŞÇAKAL yazısıyla uğurladığı bir dönemden yeni bir çağa açıldığı bu gününü kutluyor. Bildiğim hayallerini gerçekleştirme yolunda başarıyla ilerleyeceğinden hiç kuşkum olmayan arkadaşıma yolun hep açık olsun diyorum

Doğum Günün Kutlu Olsun.

buraneros

İyi ki Varsın Captaiin; Ve Hep Ol; Ol ki Enerjin Işık Olsun Hepimize...

Mutlu Yıllar


La Paragas

30 Aralık 2008 Salı

Düş'e Alt Yazı...3



00:25:26 adamın e-postasına düş(tü)



06:49:21 kadının e-postasına düş(medi)


07:20:13kadının e-postasına düş(medi)



07:21:58


adam sessiz bir tebessümle galiba dedi ...kalktı yürüdü...elleri tebessümde camın önünden dışarı baktı...dün akşam gün batarken birer bacaklarını odun çıtırtılarının yanındaki kanapeye çekmiş yüz yüze otururken;sağ elinin dört parmağının usul bir temasla kavradığı boyunun kalp atışlarını duydu; avucundaki yanağın nefesini hissetti...baş parmağı yanaktan kulağa doğru hareket ederken , gideceği yeri bilen öpücüğü düşündü....alev alev güldü.

07:22:02 kadının e-postasına düş(medi)


08:21:55 kadının e-postasına düş(medi)

Resim Claude Monet
Müzik Christina Aguilera-Back To Basics-2006 albümünden Hurt adlı şarkı.

Noel Baba...



Noel baba üzerine kapitalizmin bir ürünü olmaktan başlayıp din propagandasının yapıldığına kadar bir sürü şey konuşulur. Oysa, onun ve benzer varlıkların ne olduğuna, neyi nereye kadar götürebileceğinize, nasıl algılayacağınıza karar veren sizsinizdir. Eğer kapitalizmin tüketim yönünde bir oyunu ya da düzeni algısıyla bakacaksak; zaten her gün, Noel Baba gibi bir dayanak olmaksızın da reklamlarla beyinlerimize girilip gerekenler yapılıyor. Ben de istersem bu yazıda yılbaşı ve Noel Baba üzerine, ideolojik alt yapımın birikimiyle çok şeyler yazabilirim.

Birileri Noel Babayı ticari anlamda kullanabilir, birileri bunun bir din propagandası olduğunu söyleyebilir. Ben, tüm bunların dışında kalarak, onda simgelenmiş yardım etme, çocukları sevindirme işlevini yerine getirişi ve kızaklarıyla birlikte bütün çocukların algısındaki halini severim. Küçük bir çocukken aklımda varlığını hep sürdürmüştür. Süslü çam ağaçlarını sevmiş, imrenmişimdir.


Bizim yaşamımıza Noel Baba Mussano'yla, biraz da kendi özlemlerimizden de yola çıkarak, istediği treni Noel Babanın getireceğini söylediğimiz bir yılbaşın gecesinde girdi.

Gece boyu sürekli şömineyi kontrol edişi, her tıkırtı duyduğunda kafasını içine sokup bacadan yukarı bakışı, dile getirdiği sözcükleri çok hoştu. Tabi ki uygun saat geldiğinde tren kutusu şöminenin bacasına sıkıştırıldı. Uygun ses yaratıldı.

Onun beş yaşına bile gelmemiş hali, yüzündeki heyecan, şöminenin içine dalışı, uğraşmalarına rağmen onu ordan alamayışı, yardım istemeyi bile zaman kaybı sayan sevinci görülmeye değerdi.

Bu her yılbaşı tekrarlanan bir ritüel halini almıştı ki bir yılbaşı Noel baba bir türlü gelmiyordu. Mussano çocuk heyecanlarıyla bekliyor, beklemenin merakıyla ne yapacağının şaşkınlığında, ortamdan kopmuş ama ortamdaymış pozlarında dolaşıyordu. ''Noel baba gelmeyecek herhalde! " diye sordu. "Sanırız bu yılki felaketlerden dolayı paraları daha çok, belki de sadece o felaketleri yaşayan çocuklara ve Afrika'daki açlığa harcadığından, onların daha acil ihtiyaçları olduğu için, durumları çok daha iyi olanlardan bu yıl oyuncakları esirgedi" dedik... Mussano daha bir şey sormadı ve içeri odasına gitti. Biraz sonra, kumbarasından çıkardığı bütün parayla döndü, paraların tümünü şöminenin içine bıraktı.

O içeri geçtikten bir süre sonra, Noel babanın tıkırtısı duyuldu. Mussano sese koştu. Şöminenin içindeki paralar gitmiş, yerinde ona yazılmış İngilizce bir not vardı. ''Bu ne? '' diye sordu. Ne ki diye alıp, şaşkın maskelerimiz yüzümüzde okumaya başladık.

Noel baba Mussano'ya teşekkür ediyordu; ve davranışının güzelliğine vurgu yapıyordu.

Bu olaydan bir kaç yıl sonra, Mussano'nun okumayı yazmayı yeni öğrendiği dönemde, ülkemiz deprem felaketini yaşadı.

Bir akşam, Mussano elindeki kağıtta bir banka hesap numarası ve tüm parasıyla "bunları bu hesaba yatırır mısın?" diye geldi. Bir miktar parayı onun adıyla o yardım hesabına yatırdım. O, belki unuttu ama onun adına yatırılmış makbuz hala bende saklı...

Ben kendi yaşamımda ve çocukların büyüme süreçlerinde şunu gördüm. Katı, reddeden, yok sayan, kendi ideolojik yaklaşımlarımızla ve onlara farkettirmekten uzak tavırlarla çocuklara bir şey öğretmek zor. Onlarla paralel hareket edip doğru olanı farketmeleri için kanallar açmak gerek... Mussano, Noel baba diye bir şey olmadığını bir iki yıl sonra farketti belki... Ama o bekleme anlarının tadını, sevincini, coşkusunu hiç unutmadı.

Ne olur ki büyükler karışmasa, Noel baba çocukların görmek istediği yerde dursa... Ve çocuklar, hikayelerinde, akıllarında, dünyalarında fazlasıyla var olanın, bir çikolatayla da olsa tadını çıkarsalar.

Ne olur?

29 Aralık 2008 Pazartesi

Ukde

Kar yağışının olduğu bir evvel zaman, yılbaşı akşamında; senin üzerinde 6o ların izlerini taşıyan, kendi güzelliğinle şıklaştırdığın sadelikte siyah tafta bir elbise.. boynunda, iki küçük küpeyle tamamlanmış aynı sadelikte bir inci kolye.

Omuzunda, diz üstü siyah kalın bir manto ve senin kendi saçların... Elinde, yılbaşı şıklığında zarf bir çanta, onu tamamlayan şıklıkta siyah bir ayakkabı; görkemi gölgesinden taşmış büyük ağacın alt köşesindeki küçük Rus lokantasına gidiyoruz.
Mantonu vestiyere bırakıp, o mekânın kendine has soyluluktaki masalarından birine oturuyoruz. Bütün ortamı daha da farklı ruh hallerine taşıyan Rus klasiklerinden oluşan bir müzik çalıyor. Votka eşliğinde mezeleri tadarken, ben seni seyrediyorum.

İçeride, lokanta sahiplerinin ve garsonların samimi telaşları... Mutlu insan sesleri... Her yaştan güzel kadınlarla güzel erkeklerin birbirlerine dokunuşları... Dışarı da kar.

Şık porselen tabaklara soylu tavırlarla servis edilen ara sıcaklar; yanında gürcü şarapları... Sen kadehini dolduran garsona teşekkür ediyorsun, ben seni seyrediyorum.

Lokantanın küçük pistinde ateşli bir tangoyu içimize çeke çeke dans ediyoruz; bütün kokun bütün benliğimi sararak, bütün bedenim teninin sıcaklığını hissederek... Ve ruhum vücudunun bütün kıvrımlarına dokunarak...

Elinin sıcaklığı ellerimde masamıza oturuyoruz. Çeşit çeşit Rus yemekleri geliyor, yanında sıcak şarapla...

Ben seni seyrediyorum; dışarıda kar.

Şampanyalar patlıyor tam onikide; küçük, içten, tutku yüklü ıslak bir öpücükle kutluyoruz birbirimizi... Küçük bir hediye veriyorum sana, gözlerin şehri aydınlatıyor. Ben, seni seyrediyorum.

Kutlamalar bir birine karışıyor. Mantonu alıyorsun. Dışarı çıkıyoruz.

Kar yağışlı, yılbaşı coşkusunun içerilerden taştığı sessiz sokaklarda, sokulgan adımlarla yürüyoruz.

Sen kar manzarası altındaki ırmağı seyrediyorsun.

Ben, seni seyrediyorum.

Dışarıda kar...


Müzik Astor Piazzolla - El Nuevo Tango De Buenos Aires(1995)albümünden Tristeza, Separacion - Part I adlı parçadır.

Düş'e Alt Yazı...2



23:46:47 adamın e-postasına düş(tü)




06:17:22 Kadının e-postasına düş(medi)


07:43:37 Kadının e-postasına düş(medi)


08:12:26

Adam ona ait bir şeye baktı; ve sevindi...

Hem kendi adına hem onun adına...


08:22:06 kadının e-postasına düş(medi)


10:12:17 kadının e-postasına düş(medi)


11:09:22 kadının e-postasına düş(medi)



Resim; Claude Monet
Şiir kimindir bilemedim,bulamadım.
Müzik Nazan Öncel'in Hatırına Sustum albümünden Nereye Gitti Bu Adam adlı şarkıdır.

28 Aralık 2008 Pazar

Beşinci Element...


Elimde kahve kokusu, kulaklıktan ruhuma akan müziklerle cama dayanmış gözlerimin önünde akıp giden zamanın; eriklerin meyvaya, elmaların çiçeğe, incirlerin tomurcuklara dönmüş güzelliğinin; sarı mor çiçeklerle donanmış ot ormanı içinde bir vahşi doğa hayvanı gibi görünür görünmez dolaşan kedilerin; uzun düzlüklere, sarp yamaçlara yayılmış sürülerin çıngıraklı yürüyüşlerinin; derin uykulara sığınacak gün batımındaki evlerin akşam yemeğindeki huzurunun; dağların ihtişamlı yalnızlığının; köpeklerin uzak havlamalarının; güneşin önce yakın ağaçların, sonra dağların ardından yok oluşunun tadını çıkara çıkara bir otobüs koltuğunda yol alırken... Yolculukların keyfinden, dışarıdan, iç yolculuklarımdan uzak tutmasın diye yanımda oturana merhabanın ötesinde bulaşma fırsatı vermeyen beni, bütün bu keyif dünyamdan iki koltuk önümdeki tv ekranına çevirip, kendi içine çekip, iki saat boyu oradan çıkmama izin vermeyen filmdir.

Muhteşem renkler, olağanüstü bir devinim, ince espriler, hoş duygular barındıran bu yaratılmış dünya: Dinlediğim bütün masallardan daha kucaklamıştı beni... Sonra her karşılaştığımızda izlemekten olağanüstü tatlar aldım. Belkide Luc Besson'u bu yüzden çok sevdim. Bruce zaten mavi aydan beri adamımdı. Milla için ne denebilir ki...

Bugün ne yapsamki kararsızlığında bir pazar günü için iyi bir seçim olabilir!

La Paragas Pazar Sineması Sunar:):The Black Hole (Kara Delik)

27 Aralık 2008 Cumartesi

Naz Özsamsun...Bir İlk Resim...





Resim hepimizin bir tanesi dünya güzeli ''genç kızımız'' Naz'a aittir... Bu Naz'ın ilk yağlıboya çalışması olup, Picasso'nun bir tablosunun ana hatları kurşun kalemle çizilmiş halinin, tümüyle Naz tarafından renklendirilmiş şeklidir.

Naz kimdir? Dünyaya geldiği ilk gün, daha hastanedeyken benim, ''Allah kolaylık versin hepimize'' dediğim, ''Len çekilin gidin, ben herşeyi biliyor, hepinizi de tanıyorum,'' diyen, bize bahşedilmiş bir prensestir. Doğduğu günün ertesinden itibaren hepimizi saflara dizip ayağımızı o gün itibariyle denk aldıran bir tanemizdir. Bir süre baleye de gitmiş olan Naz, Türkiye çapındaki deneme sınavlarında artık gündem konusu bile etmediğimiz sayıda Türkiye birinciliğine sahiptir. Henüz dokuz yaşında olmasına rağmen her sene yaşını bir fazla hesap ederek kendini genç kız kategorisine terfi ettiren; ''Bak büyüdüğünde zaten yaşını küçülteceksin gel yapma, şimdiden ilave edersen o zaman ekstradan iş çıkaracaksın,'' demelerime, bu konuda uzun uzun konuşmalarıma rağmen; ''Ama sen bilmiyorsun dayı,'' diye başlayıp son derece akıllı bir strateji ve sabırla, artık ergenlik yaşının çok aşağılara geldiği tezinde direterek, beni bu konuda ebediyen susmaya mahkum etmiştir.

İkna yeteneği çok fazladır, siz yine de ikna olmazsanız son derece modern silahlarla donatılmış cephaneliğinden sürekli takviye yaparak, bütün cephelerde sizi darmadağın edebilir. O yüzden çok mevzi kaybetmeden susmakta yarar vardır. Ben Naz'a genelde hayır demem. Ne yazık ki anne ve babası bazen hayır demek gafletinde bulunurlar; sonunda da laflarını yemiş, bütün cephaneleri tükenmiş, bütün kaleleri feth edilmiş bir halde ağızlarından çıkan kelimeyi yutarlar. Ben sonunda söylemek zorunda kalacağımı başında söyleyip, asla hayır demiyerek bu yenilgi duygusunu bugüne kadar hiç tatmadım, tatmakta istemem.

Hiç bir silahı fayda etmezse sona sakladığı atom bombası kozunu oynar; mahzun bakışlarına gözünün ucuna getirdiği damlaları dizer, sizin teslim olmaktan başka bir çareniz kalmaz... Üstelik, bu teslim olma halinde bırakmaz sizi; sürekli ve sabırlı ve inadına çok tatlı bir diplomasi güderek, tüm aileyi kendisiyle teke tek görüşmeler yapıp, gönlünü alma çabalarıyla baş başa bırakır...

Minicik yüreği aslında kop kocamandır. O bir iyilik perisidir, arkadaşlarının enidir, başı diktir, zarif ve endamlı bir feministir. Sizi çok iyi okur ve hisseder, içlerinize işlemeyi, ruhunuza dokunmayı çok içtenlikle başarır. Kimselerin baş edemediği, kendinden bir, iki, üç yaş civarı küçük erkekler orudusunu, ailenin nişan, düğün, yemek gibi toplantılarında çok güzel idare eder, liderdir... Sürekli araştıran, merak eden ve kurcalayan bir kızımız olduğu için sonsuz sayıda icadı vardır. Son icadı mandalina yaprağı masajını, akşam küçük dayısına uygulayarak aldığı başarılı sonuçlar neticesinde franchising vermeye karar vermiştir. Kendisiyle bir de kafe projemiz vardır.

Geçen yaz kendi kadar tatlı ortağı ile birlikte deniz kabuklarını boyayıp deniz kenarında kurdukları tezgahta satma projeleri vardı. Yaptıkları ürünleri daha tezgaha koyamadan aile fertlerine kakaladıklarından, bir de benim tavsiyemle kalabalık bir yemek akşamında konuklara gerçekleştirdikleri bir sunumda onlara satarak, voleyi vurmuşlardır. Ancak, en nadide parçayı daha bunlar işe yeni başladıkları sırada satın alan Tırtıl, bunların o parçayı çok sevdiklerini sezdiği için, aldığı fiyatın çok üstü bir fiyatla nerdeyse tüm kazançlarını alarak kendilerine geri satmıştır; bu da sanatı parayla ölçmediklerinin en güzel kanıtıdır:))

Çok güzel motosiklet kullanan Naz giyimine kuşamına çok dikkat eder. Fırsat bulduğu her an babanne anne kim varsa onların topuklu ayakkabılarından birini çeker. Ayna önünde makyaj malzemeleriyle yakalamak mümkündür. İspanya'dan alınan önceki yıllarda giydiği elbisesi muhteşemdir. Çok şık giyinir, gittiği her yerde, her toplantıda, her etkinlikte bize gururlar yükler; koltuklarımız yeni pamuk doldurulmuş yastık gibi kabarır. Mussano'nun arkadaşlarının yazlıkta toplandığı bir gün, akşama kadar altı kıyafet, her kıyafetle birlikte saç modeli değişmişliği vardır. Tırtılla sürekli 'masada oraya ben oturacağım' kavgaları yapsalar da, Naz arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde, Tırtıl aralarına süzülme konusunda hep başarılı olsa da; zaman zaman konu birleşmiş milletlere taşınıp, Naz'ın, ''Ama biz genç kızlar olarak özel şeyler konuşuyoruz,o da bizi dinliyor.'' şikayetleri pek fayda etmemektedir. Tırtıl, bütün çareleri tükendiğinde Naz' ın bulunduğu ve kendinin alınmadığı eve dışarıdan ''Naz,Naz'' diye seslenip, onu cama ya da balkona alıp, halam çağırıyor yalanını yapıştırarak, istediğini elde etmektedir.

Kızımızı anlatmaya ne satırlar yeter ne de bu blog... Onun aslanlar gibi bir abisi ve bir sürü kuzeni vardır. Olur a ne güzel kız bu diye yanaşmaya kalkanlar olur. Buradan öte yazılacaklar onların dikkatine sunulur. En didiştiği Tırtıl, bir uyuma esnasında anlattığım, ailenin çocuklarından oluşmuş çetenin hikayelerinden birinin içinde, özellikle Naz'ı başarısız kılan ve düşman tarafından hırplandığına göndermeler olan anlatım sırasında iki eliyle gırtlağıma dalıp, ''Benim olduğum yerde Naz'a kimse bi şey diyemez lan!'' sözleriyle beni ölümün eşiğine getirdiği esnada son bir nefesle ''oğlum hikayedeyiz, ben de senin babanım,'' diyerek kendimi ifade etmeye çalışsam da;''Olmaz! Kimse Naz'a bir şey diyemez,'' diye konuyu bağlamıştır... Ama gün boyu kızı didik didik etme konusunda kendine özgürlüğü sonsuzdur.

Ha bir de ikizlerimiz var bizim: İki ana okulu sahibini işi bırakmak zorunda bırakan, şu an okudukları ilkokuldaki öğretmenlerin tayin isteme dilekçelerinin milli eğitimde öbek olduğu, okul müdürünün bunlar yüzünden emeklilik dilekçesini verdiği, biri yakaladığını kolundan ısırırken ötekinin tepesine tırmandığı ikizler... Diyelim ki bunları ve diğer kuzenleri kazımadınız; o zaman, üç sırıklar devreye girer. Etrafını çevirdikleri kişinin dünyasına karanlık çöküp güneşi yok olacağından, buz kesmiş bir ortamda nefessiz, havasız hali donmuş bir heykel şeklini alıp ruhu gökyüzüne doğru yolculuğa çıkacağından; Naz'a sarkılmaması özellikle önerilir.Çünkü aralarında birer yaş olan üç sırıklardan Alpino ve Mussano 1.95 i çoktan geride bırakmış olup, kulağı küpeli de 1.90 sınırını zorlamakta ya da geçmek üzeredir.

Naz'ın annesiyle aynı kaderi paylaştığını vurguladığı ve bunu sıklıkla da yüzümüze vuran serzenişleri keyiflidir. Sekiz erkek kuzen içinde tek kız olmak hem çok güzeldir aynı zamanda da onların erkek oyunlarını kenardan izlemektir. Annesinin ''Kızım bende aynı çileleri çektim'' sözlerini alıp, zaman zaman mahzunluk maskesini yüzüne geçirip, ''Ben hep dışlanıyorum,'' diye gözyaşıyla süsleyerek satsa da, o kuzenlerinin bir tanesi ve başlarının tacıdır. Ama bu dışlanıyorum meselesi ve söyleme biçimi bir espri olarak tüm oğlanların dilinde slogan halini de almıştır.

Yukarıdaki resim şu an itibariyle hepimizin gurur kaynağı olarak evin en güzel duvarında gösterimdedir. Ve hepimiz biliyoruz ki; bizim bir taneciğimiz, dünya güzelimiz bu resimden çok daha güzellerini ve tümüyle kendi yarattıklarını çok yakın zamanda beğenilere sunacak. O, hepimizin gözbebeği ve en sevilenidir, bir sürü böceğin içindeki nadide çiçeğimizdir.

Tüm La Paragas yazanları olarak da: Bu ilk yağlıboya tablosunu, büyük medya kuruluşlarının tüm ısrarlarını ve yüksek para tekliflerini geri çevirerek bizim yayınlamamıza izin verdiği için kendisine çok teşekkür ediyor, ve tercih edilen yayın organı olmanın haklı gururunu yaşıyoruz:)) Ve onun çok sevdiği Hepsi grubunun bir şarkısını, karınca kararınca ona armağan ediyoruz.

26 Aralık 2008 Cuma

Acıyı Bal Eylemek...




Bir cumartesi öğleden sonrası arkadaşlar balık tutmaya gidiyorlardı... Ben de onlarla biraz takılır oradan da eve giderim diye düşünmüştüm. Şimdi giderim diye diye vakti biraz sarkıttım. Yaza yakın bir dönem olduğu için saatinde farkına varamamıştım. O zaman her dakika araba bulmakta zorluklar vardı.

Eve gittiğimde babam gelmişti. Yemek yenmiş miydi yoksa benim gelmemimi bekliyorlardı hatırlamıyorum. Babam alt kat mutfağının kapısının yanındaydı; annem de onun yanında... Babamın üzerinde  kendi harçlıklarımla aldığım ve yemin ederim bir ömre sığmayacak kadar sevgiyi, minneti, saygıyı ambalajlarken içine koyduğum; gece mavisi üzerine, kırmızı yeşil açık mavi ince çizgilerden kareleri olan kısa kollu gömleği vardı. Bu benim ona alabildiğim son babalar günü hediyesiydi.

Kapıdan içeri girdiğimde burnum havadaki kokuyu almıştı. Kem küm ederek bir sürü anlamsız lafın arkasına sığınmaya çalıştım. Hangi duvarı örsem saklamıyordu. Karşıdaki iki göz her duvarın arkasından bulup çıkarıyordu. Ter basmış bir titreme içinde, ışığa yakalanmış tavşanlar gibiydim, kaçamıyordum. Bütün savunma hatlarım; o kadarcık bir süre içinde yıkılmıştı. Oldukça ağır ve sert bir tokatla cezam kesildi. Dudağım şişti. Bütün vücudum bir yangının içinde kalmış; gözlerim sele dönecek yağmur bulutları gibi dolmuştu. Dudaklarım; içimde çakan şimşeklerin sesini ortalığa saçmamak için dişlerime teslim olmuşlardı. Ağzımda ılık, tuzlu bir kan tadıyla kendimi yukarı zor attım. Kimseler gelsin istemedim yanıma... Göz kapaklarım dayanamadı gözyaşlarımın baskısına; sele döndüler.

Bir süre sonra çocukça ağlamaların seni başka bir yere taşıyacağı hissi veren sıcak, huzurlu uyumasına teslim ettim kendimi...

Yediğim tokadın acısına üzülmemiştim. Babama üzülmüştüm. Onun nasıl bir endişeyle beni beklediğini biliyordum. Kimbilir ne felaket senaryoları geçmişti kafasından. Nasıl bir iç sıkıntısına yanıt bulamamanın çaresizliği ile beklemişti. Eğer yemeği yediyse, farkında mıydı? Aklında bin tane endişe tilkisi; beynini leş parçalar gibi darma dağın etmemiş miydi? O tokat atmamıştı bana; en sıcak sarılmadan daha sıcak sarılmıştı. Oğlum seni çok seviyorum. Seni çok merak ettim, çok endişelendim diye bağrına basmıştı. Babam (26 aralık 1980) öldüğünde neden bir kez bile aleni bir şekilde sarılmadık diye üzülmüştüm. Çünkü askerdeyken her gece, şu anki yatak odasının olduğu yerdeki oturma odasında kanepeye ters oturup; ayaklarımızı radyatörün üzerine koyup; kardeşlerle birlikte babayla yaptığımız sohbetleri özlerdim. Sonra fark ettim ki, özellikle kendi çocuklarım olduktan sonra, babamla ben o kadar çok sarılmışız ki ...

25 Aralık 2008 Perşembe

Algıda Seçicilik ...Tabata Olayı!..



Kar yağacak derken, sabahın köründe denizin üzerinden kafa kaldıran kızıllığı görünce, tamamdır dedim.

Güneşle gri bulutların yer kapma savaşı müthiş... Bizim gökyüzü, küçük küçük balonlar gibi kızıllıktan nasiplenmiş, güneşlenmenin keyfinde, öbek bulutlarla dolu... Deniz sert, tepeleme dalgalı. Kızgın bir "en benimci" olmaktan öte, günün keyfine coşkun, hoş bir balad tadında, katılımcı... Şehrin üzerine doğru baktığımda, koyu gri hatta füme bir renk var. Ama güne kafa kaldıran güneşin kızıllığı orayı da zorluyor. Sanırım bu gün, güneş kazanacak.

Tüm bu güzelliklerin eşliğinde elimde kahve kokusu gazetelere göz atarken, bir habere takılıyorum; daha doğrusu bir yoruma... Yorumdan yola çıkarak, olayın fotoğrafını buluyorum.

Haftasonu oynanan Gaziantepspor- Bursaspor maçında golü atan Gaziantepsporlu Tabata, gol sevincini nerdeyse kapalı tribünün ortalarına kadar çıkıp karısını öperek, onunla paylaşıyor. Maçın hakemi Özgüç Türkalp; futbol oyun kuralları aşırı sevinç gösterisinde bulunan, tribünlere çıkan oyuncuya sarı kart gösterilmesi gerektiğini söylemesine rağmen "Hanımının yanına gidip onu öptüğü için, biraz da bu güzel görüntülerin olmasını istediğimden kart göstermedim" diyor, maç sonrası "Neden kart göstermediniz?" diye sorulduğunda...

Anlı şanlı uslubuyla bir televizyon yıldızı ve "en" olmanın herşeyi bileni Erman Hoca, Hürriyet gazetesinde okuduğum köşe yazısında bu durumu: '' Peki Özgüç, buna kart göstermeyeceksin de çocuk yapmaya kalkarsa ne olacak. Kurallar belli ama bazen o kuralları pozisyona, olaya bakarak uygularken sonradan olacakları da iyi düşünün. Bak göreceksin hakemlik hayatın boyunca sana kaç tane örnekleme yapacaklar bu konuyla ilgili. Sonunda, inşaallah sen haklı çıkarsın.'' diye yorumluyor.

Aslında çok basit gibi duran bir konu, adalet dağıtmanın ne kadar zor bir şey olduğunu ortaya koyuyor. Ve aslında fazlasıyla eleştirdiğimiz hukuk sisteminin kural koyucularının işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Elbette burada sözünü ettiğim hukuk sistemi ya da yasalar, faşist dönemlerde iktidarı ellerinde tutanların gütme ve susturma mantığı üzerine kurgulanmış, ''hayatı'' düzenleyici, daha doğrusu biçimlendirici türden olanlar değil..

Ne kadar iyi niyetle ve insanlara dönük, onların daha iyi yaşamaları, daha özgürleşmeleri için koyulsa da kurallar, yine de insanların hayatı algılamalarıyla doğru orantılı olarak, yorumlanma biçimlerinde farklılıklar yaratabiliyorlar.

Bu olaydaki iki bakış açısının da doğruları var.

Sonra düşündüm; hakem olarak sahada olsam ne yapardım? Ya da kuralları uygulamakla sorumlu hakemin bağlı olduğu kurumun yöneticisi olsam...

Hakem olsam, Tabata'nın tribüne gidişini, hareketinin bana ifade ettiği olumluluktan yola çıkarak engellemezdim. Söz konusu eylem gerçekleştiğinde içimde bir sıcaklık hisseder, tebessüm ederdim. Oyuncu sahaya dönerken, bu tavrına saygının bir gereği olarak tac çizgisine doğru anlayışlı bir şekilde yürür, durumdan hoşnut gülüyor olurdum. Elimi ona doğru uzatıp elini sıkarken, sarı kartımı da gösterirdim.

Hakemin bağlı olduğu kurumun, yani MHK''nın başkanı olarak da, hakemimin insan yanını anlar tebrik eder, kalbinin saflığına, olayı yorumlamadaki anlayışına saygı duyar, bunun çok hoş bir an ve dolayısıyla kendi tavrının da güzel olduğuna tekrar vurgu yaparken, yaşamın kurallar manzumesi olduğunu ve o görevlere talip oluyorsak, doğal olarak kuralları da uygulama anlamında bir söz vermiş olduğumuzu, tüm bunlara eleştirel bakma, değiştirilmesi konusunda çaba koyma, değişik platformlarda tartışıp karşı görüşlerimizi belirtme gibi bir demokratik tavır sergileme hakkımızın olduğuna vurgu yaparak, cezası açıka belirtilmiş eylemlerin ceza kesicisi olarak sahada olduğunu unutup, kuralın gereğini yapmadığı için de cezası neyse onu verirdim.

Çünkü, yorumcunun cümlesinin ikinci kısmındaki gibi; ne yazık ki iyiniyetlerin kaymağından yararlanıp kantarın topuzunu kaçıran ve o halleri öncekilerle ve niyetleri çok farklı olanlarla örnekleyip çok güzel kullanan, yasalarda kötü niyetleri doğrultusunda boşluk arayıp bulan ve onlarla topluma zarar veren insanlar da gereğinden fazla...

Ve bir genel yayın yönetmeni olsaydım; en ünlü edebiyatçılardan birine o anı yazdırır, haberi manşetten girerdim. Sanırım her şey insanlar yaratabilmeyi becermekte ve insan olabilmekte... Yani eğitim şart!

Resim Hürriyet com.tr den..

24 Aralık 2008 Çarşamba

Düş'e Bakış Açısı...


10.22:54 kadının e-postasına düş(en)

...o ''galiba'' aslında derinliğe bir vurgu:))...doğruyu bilip kendine itiraf edememe şımarıklığı,racondan saklama halinin parodisi,ergen bir tazelik ...

Resim Gustav Klimt'in Kiss adlı tablosudur.

23 Aralık 2008 Salı

Dünün Blogu...



Dün Blograzzi'de
günün blogu olmamız nedeniyle bizi kutlayan ve orada kutlayamamış olsalar da yüreklerinin nasıl attığını çok iyi bildiğimiz okurlarımıza ve blogger dostlarımıza; içtenlikle ve tekrar çok teşekkür ediyoruz.

Ve bizler için tüm unvanlardan, puanlardan, sıralamalardan ve seçilenilen yerlerden çok çok daha değerli olanın yüreklerinizden çıkmış sözcükler, duygular ve onların samimiyeti olduğunu bilmenizi istiyoruz.

O içtenliklerin ürünü yazılarınızdan fazlasıyla beslendiğimizi, aranızda olmaktan mutluluk duyduğumuzu, her birinizin bloglarının da ayrı ayrı bizim birincilerimiz olduğunu özellikle vurgulamak istiyoruz.

Verilmiş emeklerin ödüllendirilmesi elbette çok hoş; ama o ödülün, o emeğin sunulanlarından gelmesi çok daha hoş. Bizi çok kısa sürede oralara taşıyanlar sizlerdiniz, onun için teşekkürümüz size:))

Hepinizi çok seviyoruz.


captaiin, mussano jr. buraneros

21 Aralık 2008 Pazar

HOŞÇA KAL …



masal kokan battaniyeler altında düşlere dalma çağını geçmiş ama hala saçlarımı süt mısırı ördüğüm yaştayım...

uzaktan sevmeleri sevmek sanacak kadar ve hilesini görmezlikten gelip aynı sevdaya aynı kuvvetle sarılabilecek kadar aptal ve abuk tekrirleri ahenk sanma yaşımdayım...


rakamlarımı devrediyorum.

yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı


ufak bir kız oturuyor dizime

parlak gözlerini görüyorum

ve kız büyüyor...

büyüyorum..

onun masumiyetinin yanında canavar duruyor her şey

her şey susuyor o bakınca..

ismini soruyorum

isimsizliğine büküyor boynunu...



isimsizliğim...


benim şu başka yüzlere bürünme ,başka isimlerle başka bedenleri giydiğimi sanma anlarım...

başka isimleri aldığımda hep bir kendimi kandırma hali ve yine isimsizliğim...



aşklarım...


hayali sevgililerle aldattığım sevgililerim...

bir bankta ya da sakin denizlerin güneşli sahillerinde yanıma yanaşma çabaları,onların...

her seferinde saf kız modlarım,

ortada hiçbir şey yokken gülmelerim ve hoşlarına gitmesi...



arkadaşlarım...

patikalarından geçtim ben onların...söylenecek de çok söz birikmedi öyle...hepsini çok sevdim.

şiirler biriktirdim haznelerime ve olur olmadık zamanlarda okudum her birine ...

gözlerinde çatlak bir şair ve çoğu kez şakadan başkası değildim...



annem…

paylaşılacak bir şey olsa söylerdim elbet ve sende her seferinde sorgulayan gözlerle bakmazdın.

Yürüyüşünden konuşmana değin hayranlık duymazdım sana…

Ve güzel kadın! Ağlayacağın mektuplar yazmazdım…

Kimseler bilmiyor

Sende bilmiyorsun…

Bir teni seviyorum bir dokuyu bir ak yüzü seviyorum bir kokuyu seviyorum ben…

Küpelerini ve daha çok kolundaki aksesuarların şıngırtısını seviyorum

Ve ev içi adımlarından tanıyorum seni

Çok kez sen olmayı seviyorum...



Babam…

Şimdi bir bilse…:)



Yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı.

Şimdi bir kırık hayal bırakıyorum bu yaşımda.

öfke korku ve arzu bırakıyorum

Tüm sevmelerimin kombinesini alıp dokunulmaz ve erişilmez kılıyorum onları

Saklıyorum gün görmeyen kafeslerimde…

Çoğu kez haklı saydığım kendime kızıyorum.

kendimce ilan ettiğim acımazsız katillere; ve tabiatımın temizliğine inandığım zamanları topluyorum.

ayrılıklarımı bölüyorum…




dönüyorum.

dönmek kaçınılmaz böylesi zamanlarda.



Buradan bakıp hepsine ayrı ayrı gülümsüyorum,çoğu kez “işte bu” diyip seviniyorum,keşkeleri ve belkileri siliyorum fikrimden,bir bohça hazırlıyorum kendime ve çağıma gömüyorum hepsini,izsiz…


kezzaplı günlerim,hep sorduğum ve hep cevapsız kalan sorularım,imanım,yeminlerim,sözlerim,rollerim,hep tereddütle hep sıkıntıyla hep korkuyla içtiğim pencere önü sigaralarım,nikotinli ellerim,yakalanmalarım ve aka bindeki yalanlarım,olur olmadık zamanda yüz boyamalarım ve ayna karşında geçirdiğim onlarca saat,harçlıklarımın birikintisi içmelerim…


isimsizliğim…


ve hoşçakal sevgili 17 im.


Müzik, Damien Rice'ın 0 albümünden The Blower's Daughter adlı şarkıdır.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Radara Gir ki Görem 2

Önceki yazıda anlatılan olaydan bir süre sonra, şehir içi sayılabilecek bir yola göre Monza Pistinin start finiş düzlüğünde tur rekoru kıracak pilotun kullandığı aracın hızına eş değer bir hızda giderken, her zamanki üst geçidin arka direğine yatmış radarı farkettim. Onu farketmemle az ileride büyük bir zevkle bekleyen eli makbuzlu ekibin kucağına düşmemek için, dönebileceğim ilk (dönülmez) yerden dönüp dağlar tepeler aşan bir izbe yoldan tüyerek, düşman pususunu aşmanın gururu paçalarından akan bir yiğit edasıyla eve geldim.

Sonraki günler:

Günlerden bir gün; kendi işlerini halletmeyi maske yapıp babamın yeni öldüğü ve benim erken bir yaşta kendi seçimlerim doğrultusundaki tüm projelerimi ve hayallerimi çöpe atıp en büyük erkek çocuk olmanın yüklediği sorumluluklar çerçevesinde önüme koyulmuş ve kendi ahlakımın gereği bırakıp gidemeyeceğim bir mesleği kendimce projelendirdiğim, kanımın deli, yaşımın mecburen akıllı olduğu yıllarda, emekli bir banka müfettişi olan en amcam kıyıdan köşeden çaktırmadan "ne ediyo la bizim oğlan" teftişindeyken... şehrin farklı bir yanında kendi işiyle ilgili bir görüşmesi olduğu gün, o yıllarda bizimle çalışan ben yaşlarda birini yanına katarak onu götürmesini istedim.

Bunlar arabanın alışkın olmadığı koşullarda akıllı uslu seyir halindeyken ileride polisin yaptığı olağan çevirmelerden birinde, çoğu araba salınırken "sağa çek" işaretiyle durdurulup biraz beklemleri gerektiği söylenince ve "ne oldu ki?" tedirginliğinde sağa sola bakınırken, rengi her ne kadar sürekli değiştiriliyor olsa da tüm kamuflaj çabalarına rağmen herkesin "naber lan bizim radar," dediği, legalitesini bir türlü örtemeyen araç yanaşıyor.

Direksiyondan; ben amcamın yalancısıyım burun deliklerinden duman, ağzından alevler çıkan, yeni bilevlenmiş tırnakları kılıç gibi, gözlerini kan bürümüş yedi lenger Mamut Pelvan biri iniyor. Yine amcamın demesi; o güne kadar duyduğu, bildiği, dinlediği hiç bir öcü hikayesindeki karakterle eşleyemediği için, o yetişkin halde bile tırstığı bir yaratıkmış. O gün bugündür sülaladeki tüm çocukları mızmızlık ya da yaramazlık yaptıkları anda "seni radarcıya veririm" cümlesiyle mum hale getirmek mümkündür; ikiz felaketler hariç.

Radarcının "Nerde lan bu arabanın şöförü?"sorusu lav silahından çıkmış alev topu gibi dolarken arabanın içine, oturdukları koltukların altına saklanmaya çalışan bizim tayfa, koltuğun alt kızaklarından bir delik bulup da arabanın altından tüymeye çabalarken, arabayı kullanan arkadaşı ensesinden kapan radarcı "lan ben bu kediyi yemezmiyim" kıvamındayken bir anda, "sen kimsin?" oluyor. Abi işte ben kullanıyorum kem kümünde ( insanların kayıp listelerinde ne olduğu meçhul yıllar olduğu için) muhtemelen altına kaçırmış ama olayı anlatırken bize söylemeyen sürücümüze bakan zatı canavar, elinde tuttuğu bizim adamı kaldırdığı yükseklikten koltuğa olduğu gibi bırakıyor.

"Sen değilsin o," diyip şu cümleleri kurmaya başlayınca: "Bu arabayı uzun boylu kara kaşlı yakışıklı bir çocuk kullanıyor. Falan şehirli falanca ders öğretmeni şarışın bir sevgilisi var, bana o çocuğu verin." diyor. İnsanları kurdukları cümlelerden yakalamayı çok iyi bilen üstadım en amcam, radarcının bütün heybetini yıkar bir sesle masumane soruyor: "Niye arıyorsunuz ki, bir suç mu işledi?" Bir nebze gardı düşen radarcı: " Geçen gün benim pusumdan öyle bir hızda geçti ki" diye söze başlayarak alamadığı intikamını amca ellerinden aldırmak için en saygılı diliyle el frenini bırakıp anlatmaya devam ediyor: "Önümüzden bir toz bulutu geçtiğinde bermuda şeytan üçgeninde radar aleti alabora olan gemi mürettebatı halindeydik. Bir an tanrım nooluyoruz diye şehadet getirirken, kendimizi son anda toparlayıp, bu panik halinden kurtulduğumuzda ilerde çevirme yapan ekibe anonsumuzu yaptık. Ama gelen yanıt daha da ürkütücüydü; Öyle bir araç gelmedi. Araç dışında durup plakaları not alan arkadaş toz topraktan ağzını gözünü ortaya çıkarmaya çalışırken bir yandan, bizim görmezliğimizi de fark ettiğinden sadece mavi bir arabaydı diyebildi. Elimizdeki verileri bir araya getirdiğimizde bunun hangi araba olabileceğini aşağı yukarı tahmin edebildik." diyor.

Sözlerine; "Aklımızda o mavi arabanın resmi, her gün ve her yerde onu ararken, olaydan yaklaşık üç beş gün sonra yine bir görev dönüşü karşı şeritte gördüm onu" diye devam ediyor. "Normal seyir halinde olduğu için ben ilk kavşaktan dönüp ona yetişmek amacıyla arabanın tüm limitlerini zorlayarak arkasından gaz bastım. Beyefendi düşünebiliyor musunuz ben o yolda onca insanı, aracı riske ederek 160 km hıza çıktım, nerdeyse tabanı delip aşağı geçirecektim ayağımı. Yandaki arkadaşım koltuğa yapışmış, korkudan bembeyaz suratıyla az önce görüp peşine düştüğümüz aracın yer yarılıp içine girmiş halini görünce, bir cinciye başvuralım önerisinde bile bulundu. Ben tüm bu nedenlerle aradığımız arabayı az önce karşı şeritten giderken görünce gün bugündür deyip anons ederek, özellikle bağlasınlar diye durdurttum." demiş.

Tabii amcam o anda bana saydı mı, yoksa yakışıklı kelimesinden "hani bana da benziyo lan bu oğlan" gibilerden kendine pay çıkarıp sakinleşti mi bilimiyorum; bununla ilgili bir kayıt ya da belge yok elimde. Ama eminim kızsa döndüklerinde bana bu durumu "oğlum dikkatli sür şu arabaları" dozunda şevkatli bir nasihatla anlatmaz, eline aldığı not defterinin en eski sayfasından başlar, ağzıma yazdan hazır ettiği bütün tezekleri doldururdu. Demek ki benle gurur duymuş.

Neyse; zaten küçük olan şehrin banliyosunda yaşadığımız için, bir de akşam eve dönüşler karanlığa kaldığından, o yıllarda radarın teknolojisi de gece görüşüne yetmediğinden bu kedi fare oyununda bir nebze avantajım vardı. Karşıdan gelenlerin sellektörleri bir uyarı görevi yapsa da henüz cep telefonu keşfedilmemiş olduğundan bazen, anlık istihbaratın paylaşımı çerçevesinde sorunlar yaşayıp kırk yılda bir de olsa böyle pusulara düşüyorduk. O günden sonra uzunca bir süre radarın patronu ve ben o hasretler çeken kavuşmayı bir türlü mutlu sona ulaştıramadık; ta ki benim can arkadaşlarımdan biri ehliyetini kaybedene kadar...

devam edecek... Aslında etti de hangi yazının içine sıkıştırdığımı bulamıyorum:)

Ama bu yazıyı seven şunu da sevebilir!


Radarsal tarih çok hızlı araba kullananların ve bu hikayelerle büyüyen çocukların olduğu bir ailede ehliyet yaşına gelmiş, gelmekte olan bebeler için yazılmaktadır.Amca,baba,dayı olunca gerçekten zormuş:))

19 Aralık 2008 Cuma

Radara Gir ki Görem...

Önsöz

Uzun yıllar sonra içimizden biri, geçenlerde radara yakalanınca, şu anda ikimizin arasındaki bu durumu bebeler, özellikle sırık bebeler duyduğunda maskaraları olma ihtimali söz konusu olduğundan, şanlı geçmişten bir hikayeyi yazmak elzem oldu. Bir bölümde tamamlanması mümkün olmayan bu konuyu, kalabalık ailenin bebelerinin ilerde gurur duyacakları bir belge olarak tarihin tozlu raflarından alıp günışığına çıkarıp sonsuzluğa bırakıyorum.

Sorun ve üzerini kapatmaya çalıştığımız şey radara yakalanmaktan ziyade yakalanma hızındaki komik değer olduğundan, şanlı tarihten bahsederken, özellikle bu rezalete neden olan kişi ile ilgili olarak, tarih yazmanın ön şartı olduğundan ufak çapta bir abartı kullanılmıştır.

Radarsal tarihe giriş:

Yıllar önce bir akşam sofrasında kız kardeşim kendi harçlığına kıyamadığı için üstünü kapatamayarak cesur bir kararla benim tüm dalga geçmelerimi göze alıp, (ki bu cesaretini yiğidenin hakkını yiğideye ver sözüyle içimden teslim etmiştim) sabah okula giderken radara yakalandım deyince: ''Ne salaksın ya her gün aynı yolu gidiyorsun, o radarın nereye kurulduğunu biliyorsun ve keklik gibi yakalanıyorsun,'' deyip, lafı orada da bırakmıyarak, sofraya oturana kadarki sürede makinada yanlış ayarda yıkanmış yün kazak kıvamına getirmiştim onu...

En küçük kardeş daha emekleme döneminde babanın ve ehliyet yaşına gelmemiş benim yanımda "araba kullanmak nasıl bir şeymiş" gözlemleri yaparken, yürümeye başlamayla birlikte oyuncak arabaları bırakıp normal arabayla bahçe içinde ileri geri yaparak staj aşamasına geçtiği, "Arkadaş siz tosbağa hızında gidiyorsunuz, ben lisansımı dikiz aynasında ve önünde araba görmeye tahammülsüz abimin yanında yapacam" deyip yan koltuğa yapıştığı, kız arkadaşlarımla buluşmaya gideceğim zamanlarda da ancak odaya kitletip tüyebildiğim yıllar yani...

Bütün bir akşam nasıl radara yakalanırsın geyiğinin ertesi sabahı şehire inecek anne, babanne kim varsa arabaya doldurup yola çıktım, ki farkettiğimde işi işten geçmiş, ayağımı frene koyup iniş hızına geçebilmemle- o gün büyük bir sürprizle, ki asla iki gün üst üste kentin aynı noktasında ve aynı saatte durmadığını bildiğim ve manalı bir şekilde gülen yüzlerle "günaydın," diyen polislerin önünde ancak durabilmiştim. "Alma mazlumun ahını ya da gülme komşuna gelir başına"nın doğruluğunun bir kanıtı gibi duran bu anda, bazı yakınlarımızın statülerinden güç alarak polisle dik dik konuşmama rağmen bir faydasını göremeyip, uygun rakamların yazılı olduğu makbuzu elime almıştım.

Tabii o günün akşamında eve benden önce dönen değerli büyüklerim sayesinde haberi benden önce gittiğinden, kapıyı ağzı kulaklarında açan kızkardeşi görmek vücut kimyamı bozsa da, her koşulda suyun yüzünde kalmayı beceren ben; yakaladığı bu anı doya doya yaşasın diye sessiz ama ben sana sorarımcı bir gülümsemeyle içeri geçtim.

O lezzetli sofrayı; "Lan tosbağa hızında gidip radara yakalanıyosun, sonra kullandığı araba yüzden başlayan birine laf söylüyosun, zaten ben radar takıyo olsam aman yakalanmim hızında gider, yakalanırsam da aptallığıma yanardım. Ben otorite tanımıyorum bilmiyo musun, tırsısam anarşist olmazdım." gibi veciz sözlerle tatsız bir hale getirmeye başlamıştım ki, sansür bipine takılmadan masaya düşen "anarşist" sözcüğü yüzünden daha ağır ve kaliteli cümlelere geçemeden, okul bahçesine girmiş dipçik atan jandarmadan, polis copundan bile acıtan anne ve babanne salvolarını karşılamak söz konusu olmuş; çok cephede çatışmaya alışmış, bundan da zevk alan biri olarak, sadece onların yüreklerindeki endişe yüzünden beyaz bayrak çekmek zorunda kalmıştım. Çünkü ülke şartları çetin anne baba yürekleri dağlı yıllardı...

devamı...

18 Aralık 2008 Perşembe

Ara Sıcak...


La Paragas magazin servisi olarak çok sevdiğimiz okuyucularımızdan ülkemizin güzel sahil şehirlerinden birinde yaşamakta olan kızı kadar güzel, cimcime, inlerinize girmeyi başarma konusunda tatlı dilli, biraz meraklı Melahat, ruhuda kendi gibi güzel, bütün bu özellikleri yüzünden çok da sevdiğimiz bir kardeşimizin bir konuyla ilgili merak ettiği soruların yanıtlarını almak için bazı kapıları kurcaladığı, böyle bir çaba içinde olduğu istihbaratlarını da almış olduğumuzdan, onu fazla merakta bırakmamak adına, bir de kendisini gerçekten çok çok da sevdiğimizden, merak edilen olayın tarafıyla bir konuşma yaparak ulaştığımız bilgileri kendisiyle paylaşmak istedik.:))

Bu değerli okuyucumuzu daha doğrusu kardeşimizi merakta bırakan soruları söz konusu yazıların sahibi yazarımıza sorduğumuzda kendisi: ''Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın ve Tereza olarak bahsedilen kişilerin aynı insan olup, onunla bahsedilen zamanda süregiden bir beraberliğin farklı evreleri anlatılmaktadır'' demiş, sözlerini ''Varolmanın dayanılmaz hafifliğinde onu tanımadan önce benim algımda oluşmuş bir imaj ve ben, 'Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından' adlı yazıda, bir öfkeye teslim ettik herşeyiden dört ay sonra ilk kez onunla karşılaştığım bir an, 'Dün' adlı yazıda ilişkinin içindeyken benim gözümden hissetiklerim, 'Bir Tabloyu Oluşturmak' yazısının 'Bu Bir Şükran Yazısıdır' bölümünde, benim gözümden niye o benim için çok değerliydi ve 'Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca' yazısında da onun bütün bir yaşamım içindeki yeri ve ondan sonrasında hissedeceklerime dört yıl önceden bir bakış anlatılmaktadır'' diye tamamlamıştır.

Yine okuyucumuzun, yazılarındaki coşkudan hissederek vardığı bir yargısıyla ilgili yeni bir şey var mı sorusu da o anda çalan, belki de sizin şu an dinlemekte olduğunuz şarkıyı bize verilmiş bir mesaj olarak algılayıp bundan aldığımız cesaretle yazarımıza yöneltilmiş, (ki biz de bu durumu merak etmekteyiz) yazarımız bu soruya tebessüm ederek, sorunun asıl kaynağını hissettiği için bir karşı soruyla yanıt verip, üstelikte ''oğlum sizin satmak için az sonra diye bir iş gerçeğinden hiçmi haberiniz yok'' diye magazincilik dersi vererek bizi de diken üstünde bırakmıştır.

La Paragas magazin servisi olarak konunun takipçisi olduğumuzu, herhangi bir kanıta ulaştığımızda, bu işten sorumlu paparazilerimizden ya da uluslararası ajanslardan herhangi bir haber ya da görüntü bize ulaştığında bunu paylaşacağımızı belirtir; bu değerli okuyucumuz, güzel (ama harbiden güzel) kardeşimize sevgilerimizi sunarız .

La Paragas Magazin Servisi

17 Aralık 2008 Çarşamba

Salkım Hanımın Taneleri



Salkım Hanımın Taneleri: Tomris Giritlioğlu'nun başarılı oyuncu seçimleri, dekorun, mekanların, ışığın kusursuz kullanımı, üstün oyuncu performansları ile Türk sinemasının dönem filmleri içindeki en başarılı örneklerinden biridir.

2. Dünya Savaşı sonrası; biraz da sermayeyi Türkleştirme çabalarıyla azınlıkların ötelenmesi mantığı üzerine kurulu varlık vergisi uygulamasının etkilerinin, bir gayrimüslim aile üzerinden anlatılmasıdır.

40'lı yılların ilk yarısında İstanbul’daki ticaret sermayesinin el değiştirmesini, bu süreçteki ahlaki ve kültürel yozlaşmayı, siyaset ekonomi ilişkilerinin imtiyaz sahibi olmayanları etnik dayanaklarla ayrıştırmanın yanı sıra bunun da ötesine geçip, temelde siyasi ayrılıklar üzerinden karşı görüşlüleri nasıl ötekileştirdiğini anlatır. Ülkenin çok önemli bir dönemini çok başarılı bir biçimde anlatan film, ne yazık ki kendi tarihine eleştirel bakmayı beceremeyen, hamasete dayalı kör bir milliyetçiliğe kurban gitmiştir..

Yılmaz Karakoyunlu'nun dönem üzerine yazdığı bir romandan yola çıkılarak çekilen bu başarılı uyarlama; üzerindeki her türden görüşün tartışılmasıyla ülke tarihinin önemli bir sürecinin fark edilmesi ve anlaşılabilmesine olanak sağlayacakken, siyasetçilerin büyük millet meclisine taşıyacak kadar ileri gittikleri kısır tartışmalarına ve inkarcı geleneğimize kurban edilmiştir.

Oysa film bütün öyküsünü kışkırtıcı ve taraf bir tutum sergilemeden, insan hikayeleri üzerinden naif bir anlatımla ortaya koyar. Türk sinemasının en güzel oyunculuklarının sergilendiği bu film: Bu başarılı performanslar sayesinde ve etkili diyaloglarıyla sanki hayatımızın kenarında bir hikayeye tanıklık ediyormuşuz duygusu yaşatır. Geniş bir yelpazedeki farklı sosyal ve etnik kimliğe sahip insanları, çok iyi seçilmiş karakterlerle örneklemeyi başarır .

Bu filmde sanki herkes başroldür: Zafer Algöz, Uğur Polat, Güven Kıraç, Kamuran Usluer, Zuhal Olcay, Hülya Avşar, Derya Alabora, Nurseli İdiz olağanüstüdürler... Sarı gelini hem Ermenice hem Türkçe söyleyen Yavuz Bingöl yorumu gözlerinizi yaşartır, muhteşemdir.

Film bütün bu dönem fonunun ötesinde, içindeki insan öyküleri, gelenekteki aksaklıklar ve karakterlerin psikolojik derinliklerinin olağanüstü anlatımıylada öne çıkar... İzlememiş olmak ciddi bir kayıptır.

16 Aralık 2008 Salı

Elimde Kahve Kokusu Haber Okurken, İki Çift Laf Edesim Geldi...


Seviyorum bu ülkeyi... Sürekli insanın fikri zenginliğine katkı yapan, bir sürü sosyolojik anlatılar içeren kitapta rastlayamayacağınız kadar farklılığı bir günün içinde bulabileceğiniz zenginlikte bir ülke olduğu için...

Sabah elimde kahve kokusu gazetelere göz atıyorum...

Farklı mecralarda kendi çaplarında örgütlenmiş, hatta terminolojileri seçkincilik karşıtı söylemlerle dolu olduğu halde seçkincilikten kurtulamamış, anlı şanlı, popüler kültür karşıtı gibi gözüken ama kendi mecraları ve yaklaşımları yüzünden medyatik ve popüler olan insanlar güruhunun, her zamanki popüler ve saman alevi çıkışlardan birini yaparak ve üstelik kendilerini her zamanki gibi toplumun diğer katmanlarından, "onlar cahil, bir sürü bilmezler ve güdülenler" mantığıyla soyutlayarak,''1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı ‘büyük felakete’ duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum'' sözleriyle vücut bulan özür haberine takılıyorum.

Meselem özür dilenmiş olması değil, tavrın toplumda varolan yanlış algılamalardan kaynaklanan ön yargılarla oluşturacağı kutuplaşma ve refleksler. Daha önce benzer özelliklerde bir çok imza kampanyasında gördüğümüz, ama onun dışında toplumu bilinçlendirme konusunda çabalarına tanık olamadığımız bu seçkinci ve samimiyetsiz insanlardan biri büyük iddialarla girdiği seçimde; samimiyetsiz, halktan kopuk ve tepeden bakar tavırları yüzünden kıç üstü oturmuş olmasına rağmen bunlardan ders çıkarmayıp, içtenliğin ve samimiyetin sıcak elinden yine tutmayarak, bu tavrın inandırıcılığını ve insana geçen sıcağını bir kenara bırakıp, yine kendilerini konumlandırdıkları radikal ve tepeden bakan bir uslupla buyurmuşlar.

Neden bu parlak ve engin bilgilerini yapacakları yerel toplantılarda, gerektiğinde mahalle mahalle dolaşıp halkla paylaşarak, konu üzerinden onları aydınlatarak, hiç taraf olmadan, önyargısızca, konunun iki tarafından insanları biraya getiren bir sivil örgütlenmeyle tartışıp, bu tartışmanın sonuçlarını yine medya aracılığı ile insanlarla paylaşmazlar? Ve yine bu olaydaki gibi, hemen aynı sertlikte karşı bildirilerin yayınlanmasına, ortalığın gerilip insanların saflara ayrışmasına neden olurlar. Bu kötü alışkanlıktan ve en iyisini ben bilirim tavrından ne zaman vazgeçip, benzer olaylar yaşandığında ötekine koşup konuşmayı, birbirimizi ikna edemesek de anlamayı, sentezler çıkarmayı öğreneceğiz acaba?

Eğer söz konusu olan özür dilemekse, bunu bütün bir halk adına devletin yapması gerekmez mi? Ve buradaki gibi bireysel sayılabilecek ve anlamını bulamamış bir diklikle, sadece ufak bir azınlığın egosantrik bir duruşla sahip çıkacağı bu tavır, ulaşacağı noktada ne derece başarılı ve yararlı olacaktır? Barışın sıcacık ve sevecen tadını duyumsatıp, insanları ona doğru mu yaklaştıracak, yoksa ortalığı birbirine katmakta üstlerine olmayan bir takım radikal odakların, mal bulmuş mağribi gibi sarılacakları bir söylem olarak bir süre onların amacına hizmet edip, sonra da işlevini yerine getirememiş bir şekilde rafa mı kalkacaktır?

Halk olmadan hiç bir şeyin olmayacağını bilmek için çok fazla bilgiye ihtiyaç yoktur. Bütün devrimlere ve en çok da Atatürk'e bakıldığında, Ulusal Kurtuluş Savaşının arkasındaki "Çılgın Türkleri" bir amaç etrafında toplamayı başarmış bir samimiyet, inanmışlık ve deha görebileceklerdir oysa.

Ne yazık ki, Türk ''aydınlarının'' ve solunun en eksik tavrı budur. Halkla kucaklaşmayı ve tokalaşmayı beceremeyen, bunu kendine yakıştıramayan, onları bir şey bilmez gören, kıç üstü oturmuş başarısızlıklarının bedelini halkın anlamazlığına kesip, burunlarından kıl aldırmayan en iyi ben bilirimci bu tavrıdır...

Bu ülkeyi sokak aralarından izleyen biri olarak şunu çok net söyleyebilirim: Bu halkın önemli bir çoğunluğunun kendi halindeyken kimseyle etnik, dinsel, ırksal, renksel, inançsal bir sorunu yoktur. Dolayısıyla kendinden kaynaklanan bir özür borcu da yoktur. Ama devletin ne kadar haklı gerekçeler yaratırsa yaratsın, öyle olmasaydı şöyle olurdu, bu olmasaydı şu olurdu gibi nedenlere sığınmadan, evlatlarını birbirinden ayırmayan bir baba bakışıyla, kurunun yanında yaşta yandı mantığını da bir kenara bırakıp, bu topraklarda yaşayıp o veya bu nedenle acı çekmiş insanlara özür borcu vardır, bu doğrudur. Bunu kendine güvenen bir büyük devlet olarak hiç yüksünmeden, göğsünü gere gere de yapmalıdır; becereleri ve düzeyleri kendinden menkul insanlara bırakmadan. Çünkü onların bu samimiyetsiz ve soğuk tavrı; sonuç alıcı ve doğruya hizmet eden bir çıkış değil, aksine itici, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul görmez ve sempati yaratmaz bir yoldur.

Bence...:))


Müzik Andrés Segovia'nın Recital Intimo albümünden,
resim bugünkü Milliyet gazetesindendir...

15 Aralık 2008 Pazartesi

Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca...

Bu sabah, bayram tatiline gelen oğlanı yolculamak için almaya gittiğimde, doğal olarak kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kızla da karşılaştık. Dün oğlana aldığımız botları beğenip beğenmediğini sordum, seni bile beğendim ki diye sokuşturdu.

Bu halleri seviyorum.

Oğlanı sabah erken yolculadığım için mesainin başlamasıyla halledebileceğim işlere kadarki vakti bir parkta oturup poğaçaları kuşlarla paylaşarak geçirdim. O esnada kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla bir öfkeye teslim ettik her şeyi anından bu zamana geçen 4,5 yıldaki izlerime baktım. Dört yıl önce ona uzunca bir mektup yazmıştım. Hatta çok sevdiğimiz bir otelin kış bahçesinde oturmuş piyano dinleyip bir şeyler içerken, kendisinin okumayacağından adım gibi emin olduğum mektubun önemli bölümlerini ben okumuştum ona...

Çok espri yapmıştık çok da gülmüştük. Hatta sen rahat durmazsın şimdi demesine o deftere bir imza atıp bir söz verdim; seninle el sıkışıp birbirimize teşekkür edip bitti demeden hiç bir şey yok demiştim.

O mektupta yazdıklarıma ve o zamanda hissetiklerime baktım bu gün... Bazen zamana not düşmek güzelmiş, insan nelerin değiştiğini de farkediyor. Neleri öngördüğünü, bunların ne kadarının gerçekleştiğini de... Hayatla bu anlamda oynamayı seviyorum. Ve sanırım elimdeki dataları doğru değerlendirip öngördüklerimin gerçekleşmiş hallerinden ''ben bildim ya!'' keyfi de alıyorum.

Zamanı eskimiş mektubun satır aralarından; noktasına virgülüne dokunmadan!..

Hayatımdan onca kadın geçmiş olmasına rağmen her birinde hayal ettiğim sevgilinin izlerini arıyordum. Her birinde de bir şeyler buluyordum. Her insan gibi benim kafamda da bazen bir roman kahramanından bazen bir film karakterinden bazen hayatın tam göbeğinden alınmış kadın imgeleri vardı. Bunların tümünden de aklımın oluşturduğu bir sevgili imajı. Ve her sevgilide hissettiklerimin çok derinlere işlemediğini biliyordum. Yalnızca samimiyetle, her birinin bir takım özelliklerinin ruhumun bir yanına hitap ettiğini bilerek seviyordum. Bu yüzden onlara ‘’seni seviyorum’’ demelerim bile aslında hayal ettiğim sevgiliyeydi.

Kendime de o yer için bir tek hak tanımıştım. Ve orayı sen aldın. Duygu anlamında baktığında da bundan hiç pişman olmadım. Ve senden ayrılsam bile, seni kalbimin bir yerine saklayacağım, orada duracaksın. Ve hayatıma başka kadınlar girecek. Ama bu kez onlarla arama giren bir gerçek olacak, hep mukayese edeceğim. Elbette onları da seveceğim; onlara da dokunacağım; belki daha çok konuşacak, daha çok seveceğim;

Ve onlarla da bir deniz esintisi yüzlerimizi okşarken, çıplak ayak kumlara oturmuş; kalbimizde ter basmış bir sevda, ateşli bir sevişmeye giden yolda yıldızlar mum olmuş, deniz en güzel bestesini bize çalarken, mahrem şeylerin titrek ve sessiz tonunda bir kitap üzerinden hayata dair ve ruhumuz vücutlarımızın tüm kıvrımlarına dokunarak konuşacağız.

Bazen bir sinema salonunda birbirimizin sıcağına sarılmış, bir aşk filminin her karesinin kendi ruhumuzda açtığı ufuklara teslim,aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edeceğiz... Sinemadan çıkıp, soğuğun bizi hala sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, ama yinede üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda sevdalı sevdalı yürüyerek eve gidip;gecenin sessiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde, geceyi gündüze döndüreceğiz.

Bazen dışarıda lapa lapa kar yağarken sıcacık bir tren kompartımanından; akıp giden zamana...çağıl çağıl derelere... her geçilen evdeki hayat öykülerine... durulan her istasyon binasının muhteşem yalnızlığına... karın üstünde umursamaz bir neşeyle boğuşan köpek yavrularına... bir köy okulunun önünden geçerken; her biri, bir evin neşesi, mavi önlüklü beyaz yakalı köy yüzlü kurbağalara... Bir dağın yamacından evini yuvaya döndürecek odunları, eşeğinin sırtına yüklemiş götüren babaya… Bir önceki istasyonda binen kadının ineklerinin sütünü satıp elde ettiği parayla aldığı Pazaryeri gofretlerine...

Babanın yaktığı odunlarla ısınacak, köy yüzlü kurbağaların okuldan dönmesiyle neşelenecek, sonraki istasyonda gofretlerin yanında dumanı üstünde ekmeklerle inen badem gözlü kadının sofrasıyla yuva olacak metruk evlere bakıp; aynı ruh hallerini ve bunun sessizliğini paylaşan insanlar gibi eski kente gideceğiz...Orada geçmiş hayatlarımızın izleri üzerinden derin sohbetler edeceğiz;her bir tarihi mekânı dolaşarak…Ben anlatacağım onlar dinleyecekler,onlar anlatacak ben dinleyeceğim.

Onları pirler parkındaki türbenin önünde konuştuğunda sesini sana geri döndüren bölmeye götüreceğim.Sonra parkın yamacından eski kente bakıp,bu geri dönüşün felsefesi üzerine zamanın nasıl geçtiğini bilmeden; taki havanın karardığını fark edene kadar sohbet edeceğiz.Sonra otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyeceğiz,şarap içerek.Sonra belki????

Bütün bunlar yaşanırken, onlar belki hayal etmedikleri kadar mutlu olacaklar.Belki kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içerken, onlar başlarıyla göğsüme sığınmış mutlu ve sessizce düşünürken. Ben senden öncesinde hissettiklerim gibi bile olmayan, içinde hep aynı kişiyi arayan keşkelerle dolu; burnumun ucundaki, belki de hayatının mutlu anlarını yaşayan, ne renk olduğunu bile fark etmediğim saçların kokusunu bile hissetmeden, beraber olduğum insana haksızlığında kafa karışıklığıyla, kalbimde bir sızı seni düşünüyor olacağım.

Hayatımdaki her şeyi bildiğim gibi bunu da biliyorum. Ve ben inatçı bir cesaretle ihtimalleri zorluyorum.


O gün bunları düşünüp yazarken; sonra neler olmuş?

14 Aralık 2008 Pazar

Güle Salak Bir Günden An İtibariyle;Noktasını Virgülünü Takmadan:))


yaa pırıl bir güneş var...sabah köpeği saldığımda onla dolaşırken evin arka taraflarında, aklıma yaşadığım anla, duygularımla, hayallerimle ilgili bir sürü şey geldi..içim kıpırtılı şaşkın...güle salak bir pazar yaşıyorum..

yazmak istiyorum yazamıyorum..bir sürü güzel şey kafamda uçuşuyor...geçmişe gidiyorum,ota boka bir sürü şeye dokunuyor aklım...italyanca şeyler dinliyorum..bloglarda dolaşıyorum yorum yazim bir ikisine diye..olmuyo kelimeleri dizemiyorum dizmekte istemiyorum sanki...sürekli aklımda bir resim var ve gülüyorum enteresan bi şekilde...

hiç bir şeyi sorgulamadan, cevaplarını çok iyi bildiğim soruları hiç kurcalamadan öyle bir gün başladım,yumak yumak örüyorum...öğleden sonra oğlanı alıp bir alışveriş merkezine atmalıyım kendimi,büyüğe bot bakacaktık zaten...

bugün anormal bir şekilde yanında olmakla hayalini kurmak arasındaki farkı hissediyorum...ve bu gün ne hikmetse hayal etmek yetmiyor...önümde kahve, yazıyorum olduğu gibi hissettiklerimi... ne kadar rahat bir adamdım ya,bir sürü şeyi rafa kaldırmış kendi halinde yaşıyordum...kapılarımı zorlayıp halt etti birisi:))...

neyse uzatmim,ilerleyen saatlerde mevsim normallerine dönebilirim belki:))

Ama herşey sabah e-postamdaki bu mesaj yüzünden...:))

O soğuk ve bembeyaz bulutların arasından kendini ve sıcağını göstermeye çalışan yaramaz bir güneş ışını olup direk gözlerine vurmak istedim bu sabah. Ve içine dolan sıcaklığın bir tebessüm gibi yüzüne yayıldığı bu günde gözlerini kırpıştırarak sadece bana, en çok bana uyanmanı...Uyandın mı :-)

Gün nelere gebe bakıp göreceğiz...;)

12 Aralık 2008 Cuma

Bir Haberin Geyiği

Ne ''Kamyon çeker 10, 20 ton; gönlüm çeker Paris Hilton''lar, ne ondan önceki ''Hatasız kul olmaz''lar, ne "Beatnik isen vur saza, nihilist isen bas gaza... Rampaların ustasıyım Rambrant'ın hastasıyım" ne de ''Vur kalbime hançeri, yüreğim parçalansın; fazla derine inme, çünkü orada sen varsın''....

Kısaca ne o, ne bu, ne şu!..

Hürriyet com tr de okuduğum, ''Bazı kamyonlar trafikte saatli bomba gibi dolaşıyor. İç çamaşırlı kamyonlara dikkat. Kasalarına iç çamaşırı reklamı olan bazı kamyonlar uzun yollarda trafiği alt üst ediyor. Özellikle erkek sürücüler bu reklamlara bakarken dikkatleri dağılıyor.'' yazılı spotdaki zokayı yutup baktığım, ''dikkat isteyen kamyonlar'' başlığı altında yayınlanan fotoğraflardan yola çıkarsam; kamyon arkası süslemelerin geldiği son nokta süper.

Haberi okuyup, daha doğrusu ortada haber falan olmadığından yeni nesil habercilik anlayışının aydınlatıcı tavrının bir sonucu olarak yemi yutup fotoğraflara göz atınca, bu dalganın yurdumuzda yagınlaşmasının ne de keyifli bir şey olacağı üzerine ufak çaplı bir ''beyin fırtınası'' yaptım.

Uzun yolları: Bin bir eziyetle geçtiği kamyon konvoyları yüzünden ''Mola verirsem onların hepsi beni geçer, sonra ben yine onları geçmek zorunda kalırım'' gibi bir saplantıyla mola vermeden tamamlayan ben için, bulunmaz hint kumaşı denen şey bu işte. Birinci vitese düşülerek çıkılmak zorunda kalınan, sürekli kafanın önden giden kamyonun solundan ileriyi görmek için sol cama yapışmış eziyetlerinden sonra, o rampaları doyumsuz ve zevkli hale getirebilecek, insanlık aleminin en büyük keşiflerinden biri budur bence...

Sırtında güzeller dolu bir sürü kamyonun olduğu yollarda, seçtiğin güzelin arkasından müzik çalarına ayar verip, hülyalara dalmış gitmek ne güzel olur. Taa ki, kaderin bir oyunu olarak kahpe feleğin yolunuzu kesiştirdiği, resimdeki hatun kişiyi sizden daha çok seven, gönlünün sultanı yapmış, bir de buna inanmış, aracının göremediğiniz tamponunda, ''Ben bir kadını sevdimmi gözüm gibi bakar, ilah gibi taparım; yanlışını görmeyeyim, bir bidon benzin döker çatır çatır yakarım,'' yazan bir arızayla karşılaşana kadar...

O andan itibaren, sol tarafınızda sizi sürekli el kol işaretiyle taciz eden bu sürücünün, sizin ne oluyor bakışlarınızdan daha da dellenip en yakın uçurumdan aşağı yuvarlama konusunda sürekli gelişen isteği... Siz, '' Ne oluyo ki? Naaptım lan ben!'' diye şaşkoloz şaşkoloz düşünüp, arabanın camından yağan mermilere hoşgeldiniz bile diyemeden manyağı olmuş bedeninize kuş bakışı bakarken; ruhunuz göğe doğru yükseldikçe, görünmezliğe bürünen bedene dönememenin hasreti ve bunun bilinciyle gözünüzde yaşlar, ağzınızda aldırma gönül türküsü, arkanızdan biz sevdik eller aldı diye ağlayanlarla yeni bir yaşama geçiş.

Ertesi gün, ulaşım güçlüğü nedeniyle bulunduğunuz mekanı cennete gelemediği için okuyamadığınız, ama okuyanların vah vahlarına neden olan gazetenin şu şekilde çıkan sekiz sütuna manşeti ve alt başlıkları: ''Namusum için vurdum abi pişman değilim; ben arabamın arkasına kocaman yazmışım, uyarımı yapmışım'' diyen katil son olarak arabasının arka camındaki yazıyı gösterdi: "Algıda seçiciysem günahım ne?"

Her gün ülke yollarında kaza var herhalde merakıyla yaklaşılan, bir sürü arabadan inmiş, ''yollar gidişime kızlar duruşuma hasta'' kalabalıkları; ve sen benim manitaya nasıl bakarsın lan üzerinden deşilmiş karınlar, yırtılmış üst başlar, kan revan asfaltlarla gündelik yaşamımıza girecek yeni manzaralar...

Akşam haberlerinde en heyecanlı sesleriyle memleketin güzel asfaltlarına canlı bağlanan ''enkırlar''; ve bir gün ''enkır'' olma hayalleriyle ruhlarını emanete bırakmış, yalan dünyadaki bedenleriyle ballandıra ballandıra "Freud da sollardı," yazan aracın yanından bildiren, bu arada Freud'a bağlanmaya çalışan, sözlerini ''Hatalıysam aramızda kalsın'' diye bitiren muhabirler.

Stüdyolarda, biliyorduk bir gün sıra bize de gelecekti diye pür dikkat hazırlıklarını yapmış o günü bekleyen; ve gün bu gündür deyip engin bilgilerini sunan ''bir bilenler''... Onlara, ''Yollarda kamyonlar, dillerde sizin sözünüz dolaşsın'' diye sorular yönelten, alınlarında ''Son söz ağanın'' yazılı, en havalı, en bağımsız haberciler...

Cep telefonlarının kameraları sayesinde voleyi vuracağı günü bekleyen kalabalık bir, ''Şöförsün dediler vermediler'' kitlesi... En çok benim resmim var kamyon arkasında benim reytingim süper diyen yıldızlarımız... Şok şok şok diye giren, falanca artisin falanca kamyondaki resmi de neydi öyle diye bas bas bağıran magazin haberleri... ''O önce kendini doç kamyondan mercedese taşısın da sonra konuşsun',' diyen rakibeler... Vs,vs..

Şimdi bu konu üzerine büyükçe bir geyiği olayın gerçek sahipleriyle çevirmek üzere sanayi sitesine gidiyorum. Yayınlanabilir geyiklerle dönersem ne âlâ...

Aslında erkek resimlerinin olduğu kamyonlar üzerinden de çeşitlemeler yapılabilir, yapardım da. Ama böyle bir durum olduğunda meydana gelebilecek felaketlerin boyutlarını düşününce, zaten öldürülmeleri konusunda fazlasıyla neden olan kadınların hatırına konuyu açmadan kapatıyorum.

Ve nedir erkeklerin çektiği bu çile deyip ayar verirken, hürriyet com.tr den alınma şu resmi koyup, ''Böyle olsa iyi mi olur kötü mü?'' nün kararını büyüklerime bırakıyorum.

11 Aralık 2008 Perşembe

HOKKABAZ


G. O. R. A ve şimdilerde A. R. O. G' dan çokça söz edilirken ve birbirine yakın zamanlarda oynamış olmasına rağmen o günlerde ''Benim Küçük Gün Işığım'' göklere çıkarılırken (ki filmi ben de sevmiştim); Dedenin ağzından dökülen ve filmin ana fikrini oluşturan "Gerçek kaybeden, kazanamayan değildir; gerçek kaybeden, kaybetmekten o kadar korkar ki kazanmayı denemez bile." gibi bir cümlenin ifade ettiği üzerine inşa edilmiş, derdini anlatmayı başaran bir filmi sevmemek olanaklı da değilken üstelik, Hokkabaz'a hakkettiği değerin verilmediğini düşünmüşümdür.

Sanırım, genel olarak, kendimize ait olanları ön yargıyla değerlendirme gibi aşamadığımız bir duygumuz var. Ve sanırım iletişim ve pazarlamanın gücü karşısında, bireysel tercihlerimizi kullanarak kendi beğenilerimizi kendimiz oluşturma çabasına, bize empoze edilenin peşine düşme kolaycılığını tercih ediyoruz. Bu olanakların dışında kalmış filmlere bu yüzden ''sıcak'' değiliz.

Hokkabaz'ı izleyip sinemadan çıktığımda filmin yarattığı duygu, o zaman da kaçınılmaz bir şekilde bu kıyasları yapmaya itelemişti beni.

Kendi beğeni düzeyim ve sinemasal anlamda Hokkabaz'ın üstüne sinmiş olan baba - oğul ilişkisinin içten içe sevme ama bu sevgiyi ifade etmeme (edememe) tavrını.  Babanın elini saçlarında hissetme, her şeyi babanın beğenisine sunarken takdir görme, onun kahramanı olma çabasını güzel bir dille, alttan altta işleyen güzel bir müzik, iyi ve samimi oyunculuklarla şirin, dokunaklı ve mütevazı bir ''Avrupa'' filmi tadında vermeyi başaran. Asıl illüzyonun hayatın içindeki kirlenmede olduğunu Özlem Tekin (Fatma) ve arkadaşı karakterinde ortaya koyan. Bunu yaparken de doğru ve güzel olanın dışa vurulmamış bile olsa, içten, samimi bir sevgi olduğunu vurgulayan Hokkabaz'ın: Daha yerel ve bizden duyguları yansıtıyor olması sebebiyle içimi daha çok acıttığını, daha çok tebessüm ettirdiğini, ve kalbimi çok çok daha ısıttığını açıklıkla söyleyebilirim.

Üstelik de izlediğim bir çok yol filminin tadını duyumsadığım, eleştirenlerin aksine iyi oyunculukların, yarattıkları karakterlerin duygularını izleyiciye geçirme konusunda başarılı olduklarını düşündüğüm, çok güzel finaliyle kendime yakın hissettiğim, emek verilmiş, üzerine çalışılmış, sağlam bir öyküsü olan hoş bir filmdir Hokkabaz.

Belki bir olumsuzluk çabasıyla bakıldığında eleştirilebilir yanları olabilir, öküz altında buzağı da bulunabilir. Bu da elbette bir tercih sebebidir. Ben olumlu bakmıştım, buzağı aramadım ve sevdim. Ve en sevdiğim filmler listemdeki özel yerini hala koruyor. Koruyacak...

9 Aralık 2008 Salı

Şimdi Bilse Babam…


Şimdi bilse babam…

Bayramları sevmediğimi ve her bayram gelişinde neden bayat bayram şekeri kederlerine büründüğümü…

Şimdi bilse…Sonra tutup sormasa bu buruk yüz hatlarımın sebebini…

Bayram sabahlarına tat vermeyen, veremeyen; aslında gülmek isteyip de elinde olmayan ben…

Yarın bayram dediklerinde somurtan ben…

Bir bilse babam ve sormasa…

Hani çocuk coşmaları var ya bu vakitlerde, ellerinde şeker poşetleriyle soluğu yabancı zillerde alan, avuçları soğuk, burunları kırmızı, gülüşleri bir…

Benim bayramlarımın tek heyecanı bu olsa gerek; kapıda tanıdığım o sevimli dünyalar... Saf güzellikler olsa gerek…

Bir bilse babam her bayram sabahında gülüşümdeki isteksizliği, sözlerimdeki eksik samimiyeti…

Hiç bir bayramı sevmedim ben, hiç bir bayram da bana kendini sevdirmeye uğraşmadı, hiç bir bayram sabahına yüreğimde yeni ayakkabıların neşesiyle uyanmadım…

Hiç bir bayramı sevmedim ben… Hiç bir bayram sevinmedim…
Hiç bir bayram saçlarımı taramaya uğraşmadım…

Her bayram sırtımdan itilerek götürüldüm komşu ya da akraba ziyaretlerine…
Arkamdan bağırılarak…

Her bayram yalnızlığımla oturdum oturma odasının yeni düzeltilmiş cilalı koltuklarında…

Şimdi o bayram yalnızlığına tüttürme zamanı…

Şimdi bayramları değil bayramlara has nikotinleri sevme zamanı…


Not:Fotoğraf Metin Demiralay'a aittir.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Bir Varmış Hâlâ Varmış...

Bir bayram yazısı yazmayı düşünürken; iki gündür çekmekte olduğum diş ağrısının molası sayesinde derin ve keyifli bir uyku çektiğim gecede rüyamda birini gördüm. Huzurlu bir geceye çok yakışan bu kişinin masalını, sabahın günü henüz ışımadan, yüzümde tatlı bir gülümseme ve içimdeki bayram coşkusuyla sonsuzluğa aktarmak istedim.

Çok evvel zaman önce bir gün, bir güzel baba her pazar olduğu gibi eşi ve çocuklarını almış yakın bir kasabadaki pideciye götürüyormuş. Çocuklar arka koltukta karşıdan gelen arabaların markalarını önlerindeki kağıda çentikleyip; gidecekleri yere varana kadar hangi markadan kaç tane göreceklerinin çetelesini tutarken, kimin seçtiği markanın kazanacağının da oyununu oynuyorlarmış.

O kasabaya yaklaştıklarında baba anneye girdikleri bir virajın yanını göstererek, o günlerde şehirde dilden dile dolaşan olayın ayrıntılarını anlatıyormuş. Konuşmalara oynadıkları oyuna uzak kalarak kulak kesilen çocuk; o virajın sağdaki küçük uçurumuna düşen aracın sağ koltuğunda oturan, şehrin en tanınmış ve en zengin ailelerinden birinin üniversiteyi daha yeni bitirmiş çocuğunun ölümün eşiğindeki halini gözünde canlandırmış. Ve yaşamının önemli hatıralarından biri orada başlamış.

Aradan yıllar geçtikçe çocuk büyüyüp serpilmeye, hızlı ve militan hayatlarla birlikte hızlı aşklar yaşamaya başlamış... Bir gün arkadaşlarıyla sinemaya giderken şen şakrak; sakatların kullanacağı özelliklere sahip otomobilin direksiyonundan inip, uzun boylu heybetli ve güzel bir genç kadının yardımıyla onun aynı arabanın bagajından çıkardığı sakat aracına binen sakalı tertemiz ve yakışıklı adama dikkat kesilmiş. O günden sonra o virajdan her geçişinde artık uçuruma yuvarlanmış arabayı hayal ederken, yan koltuktaki resimsizliğin yerine somut bir yüz de koyar olmuş.

Aradan biraz daha yıllar geçmiş; anlatıcımız hızlı aşkların yanına hızlı araba kullanmaları da katmış. Bu arada masalın girişini yapan öykünün devamını göremeyen ilk anlatıcı(baba) ölmüş. Erken yaşta büyük sorumluluk yüklenmek zorunda kalan anlatıcı; işler için sıklıkla İstanbul'a gittiğinde kaldığı dayı evinin karşı komşusu, Yunanistan Türklerinden bir avukat abla ve en az onun kadar esprili hoş sohbet eşiyle tanışmış. Her gidip gelmelerinde ağırlıklı olarak anlatıcının yeni yetme düşünceleri üzerinden siyasetten sinemaya, insan ilişkilerinden küçük hayat hikayelerine çok keyifli sohbetler yapar olmuşlar.

Biraz daha yıllar sonra anlatıcımız kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kızı gönül defterine yazmış. Onla tanışıp çıkmaya başladıktan bir süre sonra, güneşli bir bahar sabahına içinde kuşlar öterek uyandığında, camdan içeri süzülen güneşin sıcağında odasını temizlemekte olan annesine ilk sözü; anne ben aşık oldum olmuş.

Bu olayın üç yıl sonrasında; kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kızla evlenip yıllar sonra bir öfkeye mahkum ettik herşeyi bir yemin ettim ki dönemem anına kadarki evrede iki süper çocukları olmuş. Bu süreç içinde kırmızı ışıkta arabanın önünden geçerken görüp evlenilen kıza bir butik açmaya karar vermişler.

Dükkan ararken, yolları o virajda yuvarlandığında ölümden dönüp belden aşağısı felç olan sakalı tertemiz ve yakışıklı adamla kesişmiş. Onların projesi binada uzun boylu, heybetli ve güzel kadın adına kayıtlı dükkanı tutmuşlar. Bu vasıtayla hep aklında olan hikayenin kahramanıyla çok yakın olurken, kadının nasıl asil güçlü ve yüreği kocaman olduğuna bu kez çok yakından tanıklık etmiş anlatıcı. O kadını çok sevmişler. Sonra işlerini biraz daha büyütünce kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kız, o dükkandan başka bir dükkana geçmiş. Orada da müşteri olarak devam etmiş ilişkileri...

Bir gün İstanbul'dayken anlatıcı; yine kurulmuş masanın etrafında dayı çocukları ve karşı komşu çiftle sohbetin derinindeyken, bir an söz anlatıcımızın yaşadığı şehire gelmiş. O güne kadar bunu bilmeyen, doğal olarak bu da dayılarının şehrindendir diye düşünen avukat abla söylenen şehrin şaşkınlığıyla orada benim bir arkadaşım var diye anlatmaya başlayınca; öykünün eksik yanı o masada tamamlanmaya başlamış.

Bu çok sevgili avukat ablamız hani Yunanistan Türklerinden demiştik ya!.. Meğerse bu ablamızla sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizin karısı uzun boylu heybetli ve güzel kadın çocukluk arkadaşıymışlar.Üniversite yıllarındaki abimizle bu güzel ablamızın ilişkilerinin en yakın tanığıymış avukat ablamız. O gün hayatın bu kesişmesine tebessüm eden anlatıcımız, can kulağı ile dinlemeye başlamış.

Uzun boylu heybetli ve güzel kadınla sakalı tertemiz ve yakışıklı abimiz bir birlerini çok ama çok seviyorlarmış. Uzun boylu heybetli ve güzel kadının ailesi de çok çok zenginmiş... Kazadan sonra bu sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizin yanından bir dakika bile ayrılmayan uzun boylu heybetli ve güzel kadının ailesi onunla evlenmesine karşı çıkmış.

Her türlü ikna çabası çare olmayınca engeller koymaya başlamışlar. Ama hiçbir şey uzun boylu heybetli ve güzel kadının önüne engel olamamış. Her şeyi elinin tersiyle iten kalbi kocaman, uzun boylu heybetli ve güzel kadın İstanbul'u ve o yaşamı bırakıp sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizle evlenmiş. Çok mu ama çok mu güzel bir kız çocukları olmuş. Birlikte kurdukları mimarlık şirketi kentin en güzel işlerini çıkaran büro olarak, tıpkı aşkları gibi çok çok güzelllikler katmış şehre...

Ve onlar her konserde, yemekte, toplantıda, kısaca bulundukları her sosyal ortamda bütün bir kentin gerçek ve içten bir saygıyla önlerini iliklediği insanlar olarak yaşamışlar, yaşıyorlarmış...

Ve izleri yeni yüzyılın bir efsanesi olarak, tıpkı Ferhat'ın Şirin için deldiği kayalar gibi; ama bu kez birlikte yaptıkları binalarda yaşayacakmış...

Kocaman aşklar ve iyi bayramlar dileği ile zamanın sonsuzluğuna...

Resim,Gustav Klimt'in Tree of Life adlı tablosudur.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Düşüm Ağrıyor

Akşam üzeri sinyal veren diş, gecenin en çaresiz saatine pusu kurup kalleş kalleş vurmaya başlayınca... dişime bir düş koyup yastığıma bir ''O'';  yanağımı yanağına gömüp ağrımı orada dindirirken, saçıma değen ellerde uyumuşum.

Yanağın yanağında ellerin sıcağındayken, kafayı bana takmış ağrı kör bir pusudan vuruyor bu kez. Ben kan revan bir son hamleyle direniyorum, sabahın ışıklarına çıkmak için... Uyku gözlerimin ucunda, el yordamı düş arıyorum.

Diş filistin askısı oluyor, gece kalleşleşiyor.

Yakıştıramıyorum geceye işkenceyi, kıyamıyorum bir de... Suçu ihmallerime yüklüyor; iki doz ağrı kesicinin kucağına bırakıyorum kendimi.

O usul usul dindirirken ağrımı; düş usulca sokuluyor yanıma. Uyandırmamaya gayret ederek, sarılıyor sırtımdan. Başını gömüp iki omuzumun arasına, kokumu çekerek içine davetsiz ve sevgili; sıcağına ekliyor beni.

Sabaha onsuz uyanmak istemiyorum...

4 Aralık 2008 Perşembe

İki Film Ve Ken Loach

Öncelikle Ken(neth) Loach'tan söz etmek istiyorum. Aslında piara dayalı, kaçınılmaz bir biçimde kazanç üzerine kurulu bir sistemde yaşamak zorunda olan bir endüstrinin içinde, ta başından ortaya koyduğu politik tavrından hiç ödün vermeden aynı dik duruş ve aynı minnetsizlikle sistemin içindeki her insanın saygısını kazanmayı başarmış, çok özel ve bağımsız bir markadır kendisi.

Bunu sağlayan en önemli özelliği, içindeki yoğun hümanizm, ince ve çok nitelikli mizah duygusu, sisteme karşı anarşist duruşla birlikte kullandığı sinema dilinin çok özgün, yoğun bir derinlik, bilgi birikimi, kuramsal değerler içeririken de anlaşılır olmayı başarmasıdır. Bu başarının diğer bir sırrı da kimseleri kandırmaya yönelik reklam çabaları içermeyen, kasılmayan, hayatı özümsemiş (ermiş) samimiyetidir.

Ken Loach: Sinema dünyasının en kendi, Kieslowski'nin -hiç kimsenin asistanı olmak istemedim, fakat Ken Loach bana sorsaydı, seve seve ona kahve yapardım- cümlesinde anlamını bulan en saygı duyulası insanlarından biridir; ve dünya varoldukça da saygıyla anılacaktır.

Yönetmen konusunda her ne kadar tarafsız olamayacaksam da; sinema önemli zevklerinizden biri ya da işiniz sayılıyorsa, farklı görüşleriniz de olsa genelde ideolojilere ya da toplumsal sorunlara farklı açıdan bakanları ilgiyle izlemeyi seviyorsanız mutlaka bir Ken Loach filmi izlemeniz gerektiğini düşünürüm.

Afili Delikanlı: Yönetmen ünlü oyuncular yerine, gerçekliği yansıtmak adına daha işlevsel olduklarını düşündüğü yetenekli ama isimsiz oyuncularla; ezilenlerden, yoksullardan, toplum dışına itilenlerden, onların yaşama tutunma heveslerinden bahseden; kameranın yine belgesel çekim teknikleri barındıran bir gerçekcilikle kullanıldığı bu filmde: Aile içi mutluluğun imkânsızlığı duygusunda, dersleriyle ilgilenmesi gereken yaştaki bir çocuğun hayata tutunma mücadelesinde sınıfsal konumunu reddederek, yapının göze soktuğu zenginliğe ulaşmak için saptığı yolları ve sorunları sergiliyor. Aslında içsel çelişkileriyle boğuşan kimlik arayışlarının tam da yol ayrımındaki çocukların, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar sorunlarının aynılığını ve kaderlerinin benzerliğini ortaya koyuyor.

Toplumsal gerçekçilik üzerine keskin bir anlatımı olan, her sinemaseverin(!) ve anne babanın ya da adayının izlemesi gereken bir film. Yönetmen bu filmde ve genelde sosyal duyarlılıktan yoksun sistemin sorunlara uzak tavrını; ilgisiz, çocuklarına despot, katı ve kuralcı bir baba gibi tanımlayıp eleştirirken; gerçekte varolup da eksikliği hissedilen annenin işlevini yerine getiremez konumu nedeniyle gerçekleşemeyen bir aile olabilme durumunun, ergen yaştaki çocuklar üzerindeki etkilerinide sergiliyor. Sıkı bir filmdir ve izlenmelidir.

Ülke Ve Özgürlük:
Sol tavrı net ustamızın İspanya iç savaşı üzerinden devrimci harekete bir bakışı diye de nitelenebilecek bu film: Aslında solun genel bir sorununa da göndermeler yapıyor. Bir çok ülkede; ki buna Türkiyedeki sol hareketin tavan yaptığı süreci de dahil ettiğimizde açıkca görülebileceği gibi, fraksiyoner bölünmenin olumsuzluğunun bir eleştirisidir de bu film... Her ne kadar Ken Loach ustamız sol hareket içinde tarafını yıllardır net bir şekilde ortaya koymuş ve filmi onların doğruluğu üzerine şekillendirmiş olsa da; yılların ötesinden beri süregelen, bir sürü teorisyenin ürettiği üzerine tonlarca kitap yazılmış farklılıkları kasabadaki toplantıda köylülere ve militanlara çok net, çok güzel ve kısacık bir sürede tartıştırarak; tüm bu görüş ayrılıklarını ortaya koyan olağanüstü açık, onca kaynağı okuyarak elde edemiyeceğiniz anlaşılırlıkta bir literatür özetide yapıyor.

Film eğer ideolojik bir taraf olmayla izlenecekse, bu güne kadar okuduklarınızın ve bildiklerinizin bir pratik üzerinden gözden geçirilmesi olacaktır. Bütün bu tartışmaları ve görüş ayrılıklarını , iki cepheden de çok açık ve tarafsızca ortaya koyan yönetmen; tüm anlatımını da yine Ken Loach sinemasının belgesel tadındaki, içinde ''insanlar'' olan gerçekçi ve hoş görselliği ile yapıyor . Film bittiğinde doğru olanın ne olduğunu siz buluyorsunuz.

Belki de tüm olması gereken: Elinde pazar torbasıyla iki fraksiyon arasındaki çatışmanın ortasında kalan teyzenin "birbirinizi öldüreceğinize faşistleri öldürün, açız biz" diye bağırdığı sahnededir. Bu fraksiyoner farklılık, ''no pasaran'' diyen bir anti faşist birleşmeyi gerçekleştiremediği gibi, safları iyice ayrıştırıp sertleştirir; ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar'' olanlar tarafından tasviyesiyle biter. Sonuç;40 yıl süren yüzbinlerce olümün yaşandığı Franco rejimidir.

Tüm bu yorumlar ışığında politik ve sert bir film olduğu duygusuna kapılınmasın. Özellikle tırnak içinde yaptığım vurgudan da anlaşılacağı gibi, duygu yoğun ve güzel ilişkiler sergileyen, insana baktırıp düşündürten lezzetli bir filmdir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP