26 Temmuz 2021 Pazartesi

Tanıştırıldığımıza Çok Memnun Oldum Adichie

Diyaloglar*


Yine akıp, tatlı tatlı gitti yazı, inceliklerin içinde bir ismi ucundan yakaladım ama!.. Nijeryalı yazarların hastasıyım ki tanımadığım biri, ilgileneceğim hemen.

Aa, hem Nijeryalı yazar seviyor hem de Adichie’yi denemediyseniz hemen ve ilk fırsatta!

....

Ben de Chimamanda Ngozi Adichie - Boynunun Etrafındaki Şey'i bitirmek üzereyim, öykü kitabı ve nispeten kısa olduğu için ne olur ne olmaz diye tanışmaya onunla başlamak istedim. İlk satırlarda kaptı ve bırakmadı beni ve biri Amerikana olmak üzere iki kitabını daha alacağım. Kesin.



Gece yağmurun sesine uyanıyorum. Uykuya dönemiyor, başucumdan son öyküsü kalan kitabı alıyorum. Bitirip kapatıyorum. Sonra zihnimden kitabı baştan sona geçiriyorum. Bir yazı kuruyorum. Cümleler akıyor ama dünyama bir türlü dönemiyorum. Yazar muhteşem! Tartışmasız. Ben yaşadım, her bir ânın tanığıyım. Biriyle otursam Nijerya konuşsam; sanır ki ben Nijerya'yı Nijerya'da yaşadım. Otursam Nijerya dışına hiç çıkmamış bir Nijeryalıyla konuşsam; sanır ki benim Amerika'da Nijeryalı kocaman bir çevrem var.

Aslında ikiyüzotuzbeş sayfalık kitaba başladığım andan itibaren Nijerya topraklarında geçen öyküleri daha çok seviyor, daha meraklı ve farklı bir tat alıyor, Sibel Sakacı'nın çevirisi sayesinde sanki oradaymış ve tanıklık halindeymişim gibi içinde yaşıyordum. 

Ben öyle düşünmeye devam ederken son sayfayı kapattığımda içimdeki tadın bütüncül bakmaya,  parça parça öyküleri bütünleyerek onu artık bir romana çevirdiğini fark ediyorum.

Dışarıdan tatlı bir serinlik odaya akıyor. Gün henüz yeterince ışımadı. Kitap kapalı şekliyle göğsümde. Dokunuyoruz birbirimize. Sanki parmaklarımla hissediyor ve bu bağlantı üzerinden kitap baştan alınmış bir film gibi akıyor zihnimde. Bu tada da bayılıyorum. Uykuya dönmeye fazlası ile ihtiyacım var... Ama bir türlü dönemiyorum!

Sonra gelip bilgisayarı açıyor, bu yazı için dün çektiklerim içinden bir fotoğraf seçiyorum. Onu yerleştirip, yazmaya başlarken ekranda 03.22 çıkışlı bir e-postanın geldiği mesajı beliriyor.  Kargo'dan geliyor, açıyorum: "D&R gönderinizi teslim aldık."** cümlesini de içeren detaylı bir mektup.

Beklediğim kitaplardan biri Amerikana, diğeriyse kitabın tekrarı, O'nun için. Amerikana'dan da söz etmiştim ama onda İngilizcesi varmış. Vardığında Amerikana'ya bir göz atacağım; bir tuğla!  Şimdi kısa bir kitabı aradan çıkarabilirim. Uykum da var ama, mesaim yaklaşıyor,  kahvaltımı hazırlamalıyım önce!

Gün içindeyse sızarım diye hayal ediyorum.

...

Şu an saat 19:36. 16:30 civarı uyku bastırınca, işi bırakıyorum. Odaya geçip uzanıyorum. Sızmışım; derin. Uyanıyorum. Komiğim. Çünkü sanıyorum ki ertesi gün sabah. Cep telefonunu alıyorum; saati 19:28'i gösteriyor. Cumartesi günü bir saat içinde ekranı değişen telefonun saatinin yanlış ayarlandığını düşünüyorum.

Sonra uyanıyorum!

Geliyor ve bu paragrafı ilave ediyorum.


*Burada


**Kitapçım aslında Eganba. D&R sıklıkla e-posta atıyordu, şu an bir kampanyaları var ve 50TL. üzeri kargo ücretsiz. Fiyat gözetmeksizin uzun yıllardır Eganba'dan alırım. Onlarda 150 TL. üzeri alışverişlerde kargo ücretsiz, o ölçekte bir alım olsaydı fiyat farkı gözetmezdim. Bilgi paylaşımı için söylersem fiyat olarak an itibariyle -genel olarak kitaplar- en ucuz D&R'da. Kitapyurdu'nda daha ucuz ama kargonuzu onların temsilciliklerinden gidip de alırsanız!

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Operasyonun Yoluna İlmek İlmek Döşenen Mayınlar

Öncesi


Epeyi önce

Apo ve Cemal, sosyal hayatın sınırlı olduğu bu küçük şehirde bir akşam Amasyaspor'dan  iki futbolcu, onların bir arkadaşı, Vali'nin koruma polisi ve yine futbolcuların tanıdıkları ama bizim yeni tanıdığımız, biz yaşlarda bir gençle bir akşam bir mekânda takılıyorlar. Ben yokum, Samsun'a görevli gönderilmiş de olabilirim, kendime kafa izni verip izinsiz de gitmiş olabilirim... Hatırlamıyorum. Fakat bu geceden epeyi zaman önce, biz daha tazeyken, çevreyi, sınırlarımızı ve yaptığımız işi ve karakterleri öğrenmeye çalışırken; bir yandan da özgürlük alanlarımızı genişletiyor, usul usul da göze batmaya başladığımızı fark ediyoruz. Özellikle ileriki günlerde adı geçecek Yarbay'ın başında olduğu Merkez Komutanlığı'nda iki numara olan, takdir etmeliyim ki işini şahane yapan, kurallara son derece riayet eden, disiplinli bir başçavuşun radarında oluğumuzu da seziyoruz. Kulağımıza bizle ilgili tavrını, düşüncelerini hissettiren duyumlar geliyor. Bu arada Komutan'la ilişkilerimiz de gelişiyor. Sözel temasımız şimdilik az: Sabahları alırken "Günaydın," akşam bırakırken "İyi akşamlar." O bir şey not ettirmemişse sessiz bir süreç. Karşılıklı bir tartma ve sınırlarımızı nereye kadar uzatabilirizi test ettiğimiz bir strateji izliyoruz ama öte yandan pozisyonlarımızın sağlam olduğunu da biliyoruz; çünkü bizden önceki tırsıklardan çok farklı olduğumuzun bilincindeyiz.

İhtiyacen Bir Paragraf

Bizden öncekilerden de önceden kalmış, onbaşı rütbesi sökülmüş, Tugay Komutanı postasıyken ve doğal olarak tanımadığımız eski komutan izindeyken yaptığı akıl almaz bir şeyden kaynaklı olarak fotoğraf yakalatmış, Bölük Komutanı tarafından disipline verilmiş, ceza almış, dolayısıyla askerliği uzamış, yeme içme ve yaşamın tadını çıkarma  adabını bilir ama kısmen güvenilir İstanbullu bir Gürcan var ki başlıbaşına bir hikâye konusu. O Tugay'da ve Bölük kademesinden (tamirhane) ve yedek parça deposundan sorumlu...  Şafak Sayarken etiketli yazıların Tugay'da geçen bölümlerinde sıklıkla yer bulacak. Diğer hayatımızdaysa yeri yok!

Örnek verirsem, hemen evin arkasındaki ormana yürüyüş için gittiğinde Komutan; Apo biraz da tetikteyim havasını atmak için  duyura duyura mermiyi  hazneye sürüyor, tabancayı atışa hazır hale getiriyor. Hakeza şehir içinde dolaşmak istediğinde de... O zaman bir ekstra daha yapıyor. Komutanın arkasından ve geniş açı görebilmek için de gerisinden, yoldan ve solundan yürüyor, mermi yine haznede ve bu kez otomatik tüfek de omuzda asılı, bel hizasında ve el onun tetiğinde... Bununla kalmıyor, kaldırımdan ve karşıdan gelenleri işaret ederek aşağı indiriyor. Hızlı adımlarla arkadan gelenlere de hem fazla yaklaşmak  hem de öne geçmek adına izin vermiyor. Komutan bunu görmüyor ama hissediyor. Kızları henüz okul tatil olmadığı için yoklar. Fakat Anne evde... Bizden öncekiler hep Anne demişler, içimizden bir tek, evde de görevli olan Aziz, ve Cengiz "Anne," diyor, bizim hitap şeklimiz First Lady tadında ama anne sıcaklığında bir "Hanımefendi." Tatlı tatlı gülümsemesinden hoşuna gittiğini anlıyoruz. O bizimle Komutan'dan daha çok konuşuyor.

Bahsettiğim inzibat başçavuşunun artık bizi fark etmemesi mümkün değil çünkü sıklıkla gittiğimiz, bolca lak lak yaptığımız arkadaşımızın olduğu  Sıkıyönetim Halkla İlişkiler'le Askeri inzibat aynı binada... Halk Eğitim de komşu ve orada da biçki dikiş ve benzeri konularda eğitim alan kızlar var. Üniforma sever bir kadın kitlesi olduğu vaka, nüfus yoğunluğuna göre az ama topluluk içinde azımsanmayacak sayıdalar; yaşı daha genç olanlarının rütbe gözettiklerini de düşünmüyorum. Biraz havalı olmak yeterli ki bizde ondan da var!

Yazlık ve kışlık olarak giydiğimiz resmi kıyafetler diğer askerlerinkinden değil, subaylarınkiyle aynı, farkımız sadece kollarımızdaki rütbeler... Rütbe bilgisi olmayanlar kolaylıkla daimi askerlerden sayabilirler ki sıklıkla bizle aynı statüde olan ama bizi tanımayanların selam vermelerine ve komutanım dediklerine tanık oluyoruz.

Bu arada söz ettiğim başçavuşun adı Şevket. Biz aslında askerliğin adabına, disiplinine, gelenek ve şanına uymaz, Komutan dışında kimseyi umursamayan davranışlarımızla bu Askeri Polis'in radarındayız. Punduna getirdiğinde kesinlikle bizi alacak! Disiplin kuralları çerçevesinde  bir gece görev sahamız dışında bir yerde, üstelik alkollü yakalarsa sıyıramayız, diye düşünüyoruz ama bu biz için daha da pervasız olmak anlamında fazlasıyla kışkırtıcı. An itibariyle rahatlığımıza ve yerinde duramaz ruhumuza uzun ölçekli geniş alanlar açmanın önündeki en büyük engel ne yazık ki O. Kaliteli hasmımızın varlığından zevk almıyor da değiliz. Onu çözersek ve bizi tanırsa başkalarının sınırlarını da kalınca çizmiş oluruz, diye düşünüyoruz. Bunu sağlamak için önce ona bir tezgâh kurmalıyız!

Yine bir hafta sonu, Komutan ormanda; orman dediysem koca bir orman tasavvur edilmesin; bir koru, o spor kıyafetleriyle yürüyüşte, Apo da yakın korumada... Bizse korunun sınırlarındayız ve şüpheli gördüklerimiz olursa alacağız. Apo başçavuştan söz açıyor, ama bize karşı tutumundan değil. Hepsi kurmaca olmak üzere, konutun ve koru yönündeki inzibatların çoğu zaman yerlerinde olmadıklarını, gece ara ara çıkıp kontrol ettiğimizi, bazılarının ağaç diplerinde uyuduklarını, korumanın yetersiz, disiplinsiz ve bu nedenle de büyük bir koruma zaafı olduğunu söylüyor. Bu bölgenin şöyle de bir önemi var: Komutanın konutu ile Vali Konağı bizimki askeri alanın içinde olmak koşuluyla caddenin iki yanında, karşı karşıya.

Diğer hafta sonu başçavuşun jipini konutun önünde, onu da konutun süs havuzunun kenarında komutanla konuşurken görüyoruz. Rutin bir haftalık rapor alma, daha neler yapılmalı üzerinde de genel güvenlik sohbeti, diye düşünüyoruz. Ama gerçek bilgiyi Hanımefendi'den alacağımızı o an bilmiyoruz..

Ford'un yanısıra eve tahsisli ve arazide kullandığımız bir de Jeep Wagoner var. Genelde kızlar ve Anne geldiğinde ev halkına hizmet veriyor; onun şoförü de Cengiz. Yolda giderlerken Hanımefendi Cengiz'e hafta sonundaki görüşmenin bir kısmının altını çizerek "Dikkatli olun çocuklar," diyor, "Sizin kuyunuzu kazmak isteyenler var."  Ayrıca, komutanın bizim -planlı- uyarılarımızdan ön alarak eksiklikleri söylediğini, ve başçavuşa "Görev yapıyorum diye de benim adamlarımı bana getirme," uyarısı yaptığını söylüyor.

Daha sonraki zamanlar, Şevket Başçavuş'la birbirlerimizi daha doğru anlamamıza sebep oluyor. O bizim yerinde duramaz, ne olursa olsun duramayacak çocuklar olduğumuzu, işlerimizi iyi yaparken de gençlik ateşlerimizden geri durmadığımızı ve yapıp ettiklerimizin pespayelik değil de yakıştıra yakıştıra olduğunu anlıyor. Seviyoruz birbirimizi.

Ama yine de bundan epey sonra yakın aralıklarla O'nun dahli olmayan iki operasyon çekiliyor bize ki öncesinde Tugay'a ve Orduevi'ne uyuşturucu soktuğumuz ve bunların ticaretini yaptığımız söylentisini yaratıp kulağımıza ulaştırarak hem intikamlarını alacaklarını ve de bu kozla frene basacağımızı düşünüyor, bazıları... ama çok toylar! Çünkü bize gözdağı için -sözde- bilgi sızdırdıkları kişi seçimi fazlasıyla çocukça ve acemi işi!


Bize Ha!

22 Temmuz 2021 Perşembe

Bize Operasyon Çektirenin Karizmasını Çizeriz

R. epeyi ünlü, İstanbul Jet Sosyetesi'nin gözde bekârlarından, tanıdıktan sonra fark ettiğim üzere magazin basınının cemiyet haberleri köşesinde her daim yer bulan, ailesi o zamanlar bir elektronik devinin sahibi olan, ne yazık ki bazı çevrelerce "azınlıklar" diye tanımlanan kesimden bir asteğmen olarak Orduevi'ne transfer olmuştu... Ama nasıl?

R. ile tanışmış olduğumuz dönemde biz de henüz usta askerlikte yeniyiz: Acemi birlikleri Amasya olan daha sonra arkadaş olacağımız yeni şoförler ve muhafız, benden önce olsa da Tugay içi dağıtım olarak yeni atanmışlardı. Ben de Ankara'dan gelince ve bin türlü numara çevirip de bölükte kalmayı başarınca; bizim henüz efsane olmayan efsane ekip tamamlanmıştı. Gün saymakta olan, teskereye gidecek eski ekipten görevleri devralmıştık. Artık yeni konaklama yerlerimiz Tugay'da bağlı olduğumuz birliklerimiz değil de dış görev emriyle Orduevi'nin koğuşlarıydı. Serbest çalışıyor gibi gözüksek de resmiyette kendi birliğimizin, dolayısıyla askerliğin kuralları geçerliydi.

Ama, bizim umurumuzda mıydı?!

Gündüzleri çoğunlukla Tugay'daki garajda hazır bekliyor, şoförü olduğumuz komutan bir yere gitmeyecekse tüm mesai süresini orada geçiriyorduk. Mesai bitiminde de herkes evine... Yani Orduevi'ndeki lojmanlarına. Bizim lojmanımız tabii ki koğuş.

Şu ana kadar yazılan kısmın aslında bir değeri yok ancak geri dönüşle ortaya saçılacak olayların varacağı noktalar için önemli. Çünkü biz hayatın neresi olursa olsun işlerini iyi yaparken, kendi kuralları ile de yaşayan çocuklarız!





Günlerden bir gün

Garajda ve Ford'un içinde müzik dinleyip laflarken biz, santraldeki arkadaşımız Karargâh'tan çıkıp "Telefon var," diye işaret ediyor. Burayı kısaca anlatıp olaya bağlanmak istiyorum. Arayan Komutan'ın eski ekibinden Komutanlık'taki postası; Amasya'ya bir arkadaşının geldiğini, asteğmen olduğunu, Turban'da kaldığını, onunla tanışmamızı ve onu Orduevi'ne aldırmamızı istiyor. Biz Komutan'ı analiz etme sürecini aşmış durumdayız, o da bize güveniyor ve artık biliyoruz ki bizi seviyor. Geldiğimiz noktada bizle ilgili ispiyonlara kulak asmayacağını biliyoruz, hatta somut iki olayda kızları ve eşi tarafından savunulacağımızı da... Bu konunun detaylarından bir başka olayın yazısında mutlaka bahsedilecek... Bu arada yüzümüze gülen ama arkamızı kazan iki başçavuş var Orduevi'nde, istihbaratı aldık.

Karar verdik; onların ayağını kaydırıp R.yi Orduevi'ne getireceğiz.

Sıkıyönetim Halkla İlişkiler'de tanıştığım Samsun'lu bir çavuş var. Bir akşam ona uğradığımda kendi başçavuşları ile bizim Orduevi'nin iki başçavuşunun Turban'a kumar oynamaya gittiklerini söylüyor. Cemal'le Apo da komutanı Emniyet'e getirecekler. Önce Cengiz'i arıyorum ve anlıyorum ki Apo'lar henüz konutun önündeler, Komutan hâlâ evde. Araç koduna anons yapıyorum ve birisinin hemen evin köşesindeki kantine gitmesini, telefonla konuşacağımı söylüyorum. Santraldan kantini bağlatıyorum ve Operasyon Turban'ın anlık bilgilerini veriyorum. Onlar evden alıp yola çıktıklarında konuyu açıyorlar. Emniyete uğramadan doğru Turban'a yöneliyorlar ki Halkla İlişkilerin önünden geçerken Cemal işlem tamamdır, gidiyoruz kornasına basıyor.

Ve suçüstü.

Hemen ertesi sabah eski görev yerlerine geri gönderiliyorlar.

Onların boşalttığı göreve de R.'nin gelmesinin yolu açılıyor ve bizim referansımızla da geliyor. Aradan epey bir zaman geçiyor, R. bir düzen kurmak istiyor ama biz yüzünden istediği -bizce de gereksiz- otoriteyi bir türlü kuramıyor, çünkü biz askerler lehine korumacıyız.

Biletleri haftalar öncesinden tükenmiş bir konser akşamı var Orduevi'nde... Aziz muhteşem bir fix menü hazırlamış. O genel servisi organize edecek ama sadece Komutan'ın, Vali'nin ve eşlerinin olduğu masayla ilgilenecek. Biz de hemen sahne arkasında, sahneye çıkış kapısı da olan çay ocağındayız. Gecenin kadrosu o günden bakınca şahane. Ama detayların bir önemi yok; ana konumuz o günkü tavrımıza neden olan -bize- operasyon.

Geceninse o günden bakınca iki yıldızı var. Biri Bedia Akartürk. Diğeri ise Sibel Egemen. Sibel Egemen önemli çünkü R. ile tanışıyorlar ve yakınlar. R. için kıymetli! Önce alt kadro sanatçıları gelip çay ocağından geçerek sahneye çıkıyorlar. Onların ardından da biz yaşlarda, Orduevi Orkestrası eşliğinde biri solist diğeri yan flüt çalan konservaturda öğrenci iki genç kadın sahne alıyorlar ki biri tıpkı Itır Esen; aklımı alıyor ama bir kız arkadaşım var; hayatımın en zor döneminde bana yoldaş olan.

Birazdan sahneye Sibel Egemen çıkacak... R. çay ocağına geliyor önden, boşaltılmasını istiyor. Diğer çocuklar çıkıyorlar. Biz kımıldamıyoruz. R. gözleriyle yalvarıyor ama burnundan da kıl aldırmıyor sanıyor. Sonra rica ediyor, sonra çekilmezsek Sibel Egemen'in sahneye çıkmayacağını söylüyor ama bizi komutanla tehdit edemiyor, çünkü ondaki kıymetlerimizi ve neler yaptığımızı ve yaptırabildiğimizi artık biliyor. Çaresiz. Askerliğin genel kuralları itibariyle rütbe gücü bizden büyük, emir verebilir ve biz açısından da emre itaatsizlik ceza gerektirir, ama!

Biraz tehditkâr konuşmaya meylediyor. Apo Colt'unu çıkarıyor, mermiyi sürüyor ve silahını R'nin eline tutuşturuyor... Biz de silahlarımızı çıkarıp masanın üzerine koyuyoruz. R. bu kez ricacı gözlerle bana bakıyor. Bu duruma müdahil olacağımı düşünüyor ki haklı, normal koşullarda boşaltırdım... boşaltırdık orayı.

Kımıldamıyorum.

Hiçbir davranışımız sebepsiz değil. Çaresizce dışarı çıkıyor. Yan binaya geçip kuaförde beklemekte olan Sibel Egemen'i alıyor, zaten dar bir koridor gibi olan mekânda milim kımıldamayan dört kişilik ekibin arasından geçiriyor. Sibel Egemen'le göz göze geliyoruz. Biz öyle çocuklar değiliz, sebebi de siz değilsinizcesine gülümsüyorum.

O sahnedeyken biz de Akartürk'ün Samsun doğumlu kızı ve diğer sahnesi bitenlerle birlikte kuaföre geçip Aziz'den gelenlerle donattığımız genç, taptaze masada, silah muhabbetli pek neşeli bir keyif yapıyoruz.

Elbette ki bira şişelerinin kapaklarını tabancalarımızla açma ritüelini eksik bırakmıyoruz.

Korkmayın, ateş falan etmiyoruz, mekanizma üzerinde bir iki hareket yaparak namlu ucunu alt desteğiyle birlikte açacak haline getiriyoruz: Önce şarjörü bir tık aşağı alıyor, sonra namluda bir çekme hareketi ile kundaktaki mermiyi sıçratıp havada kapıyor, tüm emniyet tedbirlerinin ardından da ucu alttan destekli bir açacak şeklini almış kısma kapağı sıkıştırıp açıyoruz. E alkışı da alıyoruz.

Elbette bu genç kadınlarla askerlik hatırası tek tek, toplu fotoğraflar da çektiriyoruz ama hiçbirini bu yazıda kullanmıyoruz...



Devam yazısı Operasyonun yoluna ilmek ilmek döşenen mayınlar

20 Temmuz 2021 Salı

Paparazinin Bayram Kısmeti

Çok erken uyanıyor... Çatıyı mesken bellemiş Kırlangıç bebeleri uçuş eğitiminde... Japon Kamikazeleri halt etmiş, hızla çıkıp alçalarak bina duvarına -en fazla 15 santim aralıkla- paralel uçarak pencereden dışarı bakana nazire yaparcasına burnunu sıyırıp geçiyorlar... Hız müthiş, genelde aralarında bir iki metre bırakarak ikişerli ekipler halinde uçuyorlar, sonra binalar koridorundan çıkınca sola, denize doğru yatıp Türk Yıldızları gibi dikilerek bütün filo tepede buluşuyorlar; sonra bir dalış, sonrasında dağılmaca... Uçuş varyasyonları had safhada, o kadar tatlılar ki, anlatılamaz, videoları da çekilemez çünkü en az beş kamera lazım! "Biraz sonra arka fonda toplu geçişleri göz açıp kapayıncaya kadar görünecek..."

Sabah erkeninde hâlâ uykuda insanlar sayesinde deniz, çeşit çeşit kuş ve sabah sesleriyle mutlu olan bizim paparazinin gözüne bir çatının ucu takılıyor, taa uzaklardan da sanki Puhu sesi geliyor. Önce üşeniyor, sonra ekmek parası deyip makineyi kapıyor, zumluyor ama daha ötesine giderse ortaya titreşimden başka bir şey çıkmaz kararıyla öyle bırakıp, izlerken tam ekranda çözülür bu iş, diye düşünüyor. Sıcak haber tripod gerektirmediği gibi uğraş da istemez, hiç kurguya falan da gerek yok deyip, kaydını ham haliyle yayın ekibine teslim ediyor.

Yayın ekibiyse bu romantik anlar asla müziksiz olamaz, diyerek çok sevilen şarkıcının, sevilen bir şarkısında karar kılıyorlar.*

Sevgilerimiz ve İyi Bayramlar, dileklerimizle...



Luz Casal- Piensa En Mi.*

*Beni düşün. Google, çeviri.




18 Temmuz 2021 Pazar

Hazmı Zor Bir Kitap Müziğini De Kendi Seçtirmeli

Fonda müzik isterim derseniz, tık lütfen.



Sabah ezanı okunurken uyandım, geç yatılmış derin bir uykuydu. Bozuk ve dengesiz hoparlörün sesi geceyi metalik ve ideolojik bir boğuculukla parça parça ediyordu. Konu ne olursa olsun liyakat önemli diye düşündüm. Özellikle ulviyetli bir söyleyiş gerektiren ulvi hallerde...

Hayatımın en güzel yaşanmışlıklarından, ruhumla dinlediğim Polis filmindeki o an... Sonra bir Sinop erkenindeki hissedişle bana şu cümleleri yazdıran ses: "Sabahın bu hoşluklarına ilaveten, kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor. Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı Polis* filmindeki anı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü."*

Sonuçta bu sabah, özensiz, kelimelerin anlaşılmaz olduğu metalik an uykumu kaçırıyor; geçiyorum bilgisayara, bir süre oyun oynuyorum; ruhum dönüyor, gözlerim özlüyor ve tekrar geçiyorum yatağıma. Derin bir uyku ve enfes bir uyanış. Domates, salatalık, biber dilimliyor, tabağa beyaz peynir, deri ve Bergama tulumu ekliyor, kaşarı es geçiyor, yeşil kırma zeytin ve siyah zeytinle tamamlıyorum kahvaltı tabağımı. Peynirler hariç diğerlerinin üzerine kuru fesleğen serpiyorum, sonra da yine peynirler hariç sızma zeytinyağı gezdiriyorum biraz. Kahve istemiyorum. İki dilim ekmek de kızardı. Şimdi tabağı çalışma odasına bilgisayarın karşısına taşıyorum. An itibariyle bloglarda okunmamış taze yazı yok. Bir Bergama yazısı yazma sorumluluğu var artık üzerimde. Ondan başlarım demiştim ama!!!..

Sonra beni bir telaş alıyor, onunla başlarsam akıcı olamayacağımı düşünüyorum, sonra en baştan başlasam diye bir karara varıyorum çünkü çok ama çok yıllar önceden bir hikâye; tarihe kayıt düşülecek anlarıysa mutlak ve ayrıca içinde insan olmayan fotoğraf neredeyse yok. O zaman, bütün bunları düşününce, normal akışıyla yazmaya karar veriyorum; bir anlatı şeklinde, bir anlamda kervanı yolda  dizerim diye düşünüyorum. O yıldan sadece o geziye ait bir minik not defterim de vardı ama nerede? Hatta albümdeki her bir fotoğrafın gün ve saatini de yazmıştım albümün içindekiler bölümüne... Bulamıyorum. Olsun, geçmiş de olsa şu coşkun ruhum çok becerikli, alıyor beni ve götürüyor zamanın orta yerine...

Sonra bilgisayarı kapatıyor. Gün içinde gelecek kitaplarımın meraklı tadıyla uzun zamandır orada, okunmayanlar bölümünde bekleyen ve Enn Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı Kitabı çekiyorum.

Yoğun bir inşaat döneminde kitap okumaktan uzak kalınca yeniden o sıcaklığı tesis etmek biraz zaman almıştı. Elime çok kere almış, biraz okumuş ama içine bir türlü girememiştim. Şaraba dair sevdiğim ve çok kullandığım Sideways'deki o sözü evirirsem: Bekler her kitap belli bir ânı! Bu bir çizgi roman. Bu sabahın huzurlu ve coşkulanmış haliyle ona heveslendim ve berrak bir akılla başladım okumaya ve kapılıverdim kendisine... Kalınlığından da tırsmıştım muhtemelen. Göz ucuyla şöylesine değince değil de bütünleşince onunla ve dahil olunca içine, su gibi akmaya başladı. Sevdim, kaynaştım ve o da kabul etti beni içine...


Çizgiler hoş, hikâye daha hoş. Bir çocuk, bir çocuk kadın, sonra kadın, sonra büyümüş aynı çocuk ve kadın arasında İslam ve Ortadoğu mitolojisi ile harmanlanmış bir sevgi hikâyesi. Masalsı, sert, mistik. Karar verdim ki bugün ve yarın mesaim bu kitapla... Hatta dip notlardan hareketle ki oralarda hangi surelerden alıntılandığı yazıyor; bu yüzden yanıma Kuran'ın Türkçe çevirisini de alarak devam etmeye karar verdim. "Bir de Tevrat çevirisi olmalıydı," diye de düşündüm tabii ki!

Bir yazı düşlemeye başladım. Yazacaksam bir fotoğraf da olmalıydı elbette. O arada, gün boyu kanepeye uzanıp kitabı okumayı düşünürken ben, bir de müzik çınladı kulağımda, ulviyet içeren ama modern de dokunuşları olan.

Gözüm uzun çalarlarlarımın olduğu noktaya takıldı. Acaba yağmalananlardan kendini kurtarabilmiş miydi?

Kalktım, gittim ve sırayla bakmaya başladım plaklara. Oradaydı, tıfıllık çağlarından, 78'lerdendi, buldum ve çıkardım. Sonra kitapla birlikte fotoğraflarını çektim. Pikap başlığım inşaat sürecinde üst üste taşınmalardan dolayı yok olmuştu; Spotify'dan buldum grubu, dinledim. Sandstorm adlı parça tamamdır, diye düşündüm önce; sonra bir ampül yandı, çünkü diğer parçalar tarzları dolayısıyla anlamsız düşecek ve albümün tamamı kitapla senkronize olamayacaktı. Sonra Emel geldi aklıma. Tunuslu Emel. Onun The Tunis Diaries albümünü tıkladım Spotify'da. "Tamamdır!" dedim: Uzanılmış kanepe, fonda Emel ve bu hafta sonu hep Habibi.


Naif bir kitap diyerek başladım dün. Yer yer sertlikler iç yaktı. Duygular, iç yakışlar, heyecan, korku, kaygı peşpeşe dizilirken derinlik de usul usul aklı kurcalamaya ve bu karmaşa ile de sorgulatmaya başladı. Bir ara "Ara versem," dedim ama merak ve akıcılık rahat bırakmadı, dürttü, tahrik etti ve tekrar elime aldım. Çizimler ve desenler ve de bölüm başlıkları, bazıları bildiğimiz duyduğumuz, anımsayacağımız mitlerin başarıyla çizgiye ve konuşma balonlarında söze dönmüş halleri etkileyiciydi. Okuyucuyu bir yan karakter olarak, kenardan bir izleyici şeklinde de olsa dışarıda bırakmadı kitap ve  beni içeri alıverdi. Kitabın kurgusunu ve desenlerini çok beğenmiştim, başlangıçtaki bölüm adları heyecan vericiydi, ilkokuldayken yazları şahane bir hocadan dersler almıştım: Binanın en altındaki alçak tavanlı, kısmen karanlık ama camlardan içeri düşen aydınlıkla kutsiyetli mekânda doğru bir insandan eğitim almanın anıları bir bir geçmeye başladı gözümden. Öyle güzel bir insandı ki cinsiyet ayrımı yapmaz, bir önceki, Dedemin Namaz'a gittiği Cami'nin hocası gibi kısa kollu gömlekle gittik diye uzun çubuğu ile kollarımıza vurmaz, arada tenefüs verirdi. Bir an ders aldığımız alçak tavanlı, içine düşen ışığının ulvi kıldığı, miss gibi gül suyu kokan, rahleleri özenli ve bayıldığım alanı hissettim; hemen kapı önündeki bahçede, çocuk seslerimizle kızlı erkekli bağrış çağrış oynamamıza ses çıkarmayan güzel yürekli, ak sakallı, aydınlık Mümin Hoca'yı bu vesileyle şükranla andım.


Hayattan güzel şeyler biriktirmiş olduğumu da düşündüm, Habibi'yi okurken. Dini yasaklaycı zihniyetlerden değil de sevgiyle, hoşgörü ve anlayışla anlatanlardan ve sorgulamamıza anlayışla yanıt verenlerden öğrenmiş olmanın bana kattıklarının tadını çıkardım ve fazlasıyla zevk aldım kitaptan. Bölüm aralarındaki çizimlere de bayıldım. Elbette sertlikler, bıraksam mı dedirten anlar, bu kadarı da fazla dedirten olaylarla da karşılaştım; ama bu karmaşa aslında bir yaşam gerçekliğiydi ve yazar da bu anlamda fantastik dokunuşlarla doğru bir iş yapmıştı. Belirtmeliyim ki kitapta cinsellik ve çıplaklık da var, hatta bir yaşam gerçeği olsa da fazlasıyla incitici, üzücü, elden bırakmayı düşündürtecek, kendi düzleminde insani dursa da bazı bünyelerin kabul etmesinin zor olacağı ölçekte olaylar da var. Bu nedenle de arka kapağına 18+ ve 18 Yaş Üzeri ibareleri konmuş.


Bazı ölçütlerden bakınca şiddetle tavsiye ederim diyemeyeceğim, Türkçe'ye Melek Berfin Işık tarafından çevrilen Habibi; 1975 Michigan-Traverse doğumlu Craig Thompson tarafından iyi bir araştırma sonucunda yazılıp, çizilmiş ve Flaneur tarafından da ülkemizde yayımlanmış. Toplam sayfa sayısı 672. Ana iki karakteri Dodola ve Zem olan Habibi'yi iki günde bitiririm diye düşünürken dün başlayıp bitirdim. Arapça yazıların kitabın son sayfalarında tercümeleri ve kaynakları var; okuma esnasında gidip bakılmasını öneririm, ayrıca bazı anlar için "Kur'an Bakara, 30" gibi dip notlar düşülmüş, merak edilirse kontrol edilebilir. Kitabı incelemeden almamanızı öneririm. Ne çıkarsa bahtıma diyebilenlerdenseniz mesele yok. Alırsanız okumaya başlamadan önce son sayfalardaki Notlar bölümüne göz atın, hatta oradaki notların sayfa numaralarını bir kağıda yazın ki o sayfalara geldiğinizde gidip notlardan okuyun, çünkü bazı hallerde sayfa altlarında belirtilmemiş bir durum bu!

Kitabın Amazon'daki güncel fiyatı ise 104,60 TL.


*Sinop'daki o an yazının ikinci fotoğrafından sonra!

*Polis

16 Temmuz 2021 Cuma

Un Ringraziamento Speciale*


Sevgili Okul Arkadaşım'a...

Sevgiyle...






O yazmasaydı, bu keyiften yoksun kalacaktım.

Bugüne kadar hep İtalya'dan getiren olursa içtim.

İlk şişeyle gelen promosyon kadeh uzun süre boş kalmıştı.

İlk kez bu yöntemle yapmaya karar verdim ve onun tarifiyle yola çıktım.

Limonları Finike'den, Portakal Bahçem'den istedim ki miss kokuyorlardı...

Tarifin bütün aşamalarına titizlikle uydum. Sabrettim.

Günü doldu, şişeledim.

Soğuttum.



Veee tadım!



......



Bu mudur?

Evet...

Limonçello budur!







Ve Sevgili Okul Arkadaşım'ın yani Sevgili Ekmekçi Kız'ın tarafımdan yapılmış ve bayılınmış limonçello tarifi içinse buradan lütfen.

Kesinlikle soğuk ve kararında içiniz!





*Özel Bir Teşekkür, Google çeviri.

13 Temmuz 2021 Salı

İleri Üçlü

İkindinin akşama yakın zamanları, pencereden bakıyorum; güneş batıya çekilmiş, ön bahçenin önemli kısmına binanın gölgesi düşüyor, arka bahçe ise tam anlamıyla güneşlenmelik. Ön bahçe günün ruhları dürtükleyen bu saatinde bana uyar. Bir tuğla ile ilişkimizse uzun süredir devam etmekte; Bolaño'nun Vahşi Hafiyeler'i. Biraz ağırdan aldığım çok keyifli bir roman; onu okurken araya arasıcak tadında kısa öykü kitapları da sıkıştırıyorum. Hiç okumadığım ve hiç bilmediğim yazarlarla tanışıyorum. Bir tanesini bilmemem çok normal ki yazarın ilk kitabı; yine içgüdüsel bir satın alma... İki üç sayfalık öyküler; iddiasız, yalın, iç döküşlü, mizahi dokunuşlu, hesaplaşmalı ve sıcacık. 95 sayfada 18 hoş öykü: Derya Sönmez'den Sırça Kanatlar.


Diğeri ise arka kapağındaki cümleleri ile beni 102 sayfada Ankara'yı mesken tutmuş martılardan Galapagoslu Yalnız George'a, Tarlabaşı'nın karanlık köşe bucaklarından Balat'ın ayazmalarına, büyük kentin kalabalığındaki kimsesizlerden aynı şehrin sokaklarında kendi cemaatini oluşturmuş, kulağı küpeli köpeklere.. Gerçeküstü bir düşten, rengârenk 9 öyküye dahil ederek bu katılımdan zevk almamı sağlayan, hayata soldan bakan Elvan Çubukçu'nun ikinci öykü kitabı Köpek Düşü.


Maskemi takıp iniyorum bahçeye, onu çıkarıp çantama atıyor, biraz fotoğraf çekiyorum. En alt katımızda bir getto var. Mahallenin tüm kedileri orada. Bir sürü yeni yavru ki artık usul usul ergen oluyorlar. Bir kaçı bahçede, bir kaçı da arabaların üzerinde güneşlenmekte. Alıyorum sandalyemi, güneşe açıyorum kitabımı. Tabii ki Vahşi Hafiyeler. Artık Fransa'dayız. Sahilde ise şenlik var. Bir an konser olduğunu düşünüyorum. Biraz kitap sonrasında muhtemel ki dayanamayıp gideceğim. Ama şimdi güneş, çimen ve bahçe kokusu...


Şu kedi beni tırsıtıyor. Yeni nesilden kendisi. Bir kedi olduğundan şüpheliyim. Uzun boynu, gözleri ve bakışındaki sert ve vahşi ifade vaşak kırması olabileceğini düşündürtüyor bana. Şimdilik sadece bakışıyoruz, henüz bir temasımız ve sohbetimiz yok.


Beyaz papyonlu, siyah ve bir önceki nesilden kedi ise konfor düşkünlüğü ve ciddiyetli gamsızlığı ile favorim, bir temasımız olmasa da göz göze geliyoruz sıklıkla. Arabalardan birinin tavanına yayılmak, iyice mayışınca da siesta en büyük keyfi. Ekmek elden su gölden bir hayat bunlarınki, çift daire genişliğinde bir kapalı yaşam alanı, el vurmadıkları, bakımına hiç karışmadıkları bir bahçe ve enfes yemeklerinden yararlandıkları altı daire. Bir elleri yağda bir elleri balda...

Arka bahçedeyse zeytin ağacının altında bir mezar var: Son ve en uzun, son ana kadar bu bahçede yaşayan ama en korumacı, havlaması ve kafa tutması boyundan büyük Bitsy'nin...

O bir teriyer efsanesi, hikâyelerinden kitap olur... Biz ilk biten binaya geçmiş, eski ve kadim evin yıkımı başlamışken  canını yakan bir şey onu inletip duvarlara tırmandırmaya başlayınca komşu kız öğrenci yurdunda kalan bir öğrencinin kontrolü sonucunda onun önerisiyle hocasına götürdüğümüz ve muayenenin ardından son haddeye varmış kanser olduğu anlaşılan ve hocanın acı çektirmeyelim uyutalım dediği ve öyle ölen, yerine bir köpek koymayı düşünmediğimiz, düşünemiyeceğimiz en emektar ve  en unutulmazlarımızdan birinin mezarı...


Kitapla aram çok iyi, Roberto ile de anlaşıyoruz. Çok karakterli bir roman olması, o karakterleri üniversite öğrenciliklerinden beri takip etmek, okumayı uzun zamana yaymam nedeniyle akılda kalıcılık açısından sıkıntı yarattır mı acaba? diye endişe etsem de fark ediyorum ki hiç de öyle değil. Sanki onlar benim hayatıma değil de ben onların yaşamına dahil olmuşum. Hatta bazıları ile diğerleri hakkında dedikodu bile yapabilirim. Bir paralel evren durumu.

Sanırım araya başka kitaplar alsam da uzun bir süre daha Bolaño'nun kitabında takılacağım; sonuçta alkol var, taze şairler, ilişkiler, aşk, seks, edebiyat, barlar, uyuşturucu, şehirler, kısacası insana ve bohem hayata özenmek manasında ne aranırsa kitapta. O ara benim aklımda ise dondurma dönüyor. Toparlansam, kitabı da çantaya atsam, önce konsere takılsam sonra iskeleye doğru yürüsem, dondurmamı İskele Kafe'de yesem, o arada belki kitabımı açsam, o sırada iskeleye balık tutmak için giden Naz ile erkek arkadaşına "Rast gele!" desem, diye düşünüyorum.

Konser sandığımın konser değil bant kaydı olduğunu, alandaki basketbol sahalarında da belediyenin sokak basketbolu turnuvasına dahil maçlar oynandığını, alkışların sandığım gibi konsere değil oyuna yönelik olduğunu anlıyorum. Kahraman halkımızın özellikle genç kısmının maskelerinden sıyrılmış olduğunu görüyor, ne olacak bizim halimiz diye düşünürken ve yürümeye devam ederken iskeleden vazgeçip meydanındaki amatör tiyatro gösterisine biraz bakıyor, sevdiğim dondurmacıya varıyorum. Oh ne âlâ! Burada da pandemi bitmiş, çok şükür. Lebalep. Anında yeni plan, geri dönüş ve ilk Migros'a dalıyorum.



Mini nevalemi alıyor, bir an karasız kalsam da yine sahile iniyor, ağır adımlarla yürüyorum. Şimdi evdeyim, çalışma odasında pencereler denize nazır ve açık. Sarı votkam üç haftalık bekleme süresini doldurmuş, süzülüp şişelenmiş ve içime hazırdı ama biraz daha dolapta bekletmek istemiştim. Migros'tan bir 50'lik malt bira ile tussuz kavrulmuş fıstığı kapmıştım az önce. Yani bira, şat sarı votka ve fıstıktan oluşan İleri Üçlü ile takılmak bence iyi fikir. Elbette müzik. Sonuçta bi şat iki şata dönüyor, bira 25'lik kadehte bir devir yapıyor, o ara Enn Sevdiğim Kadın'a sarı votka başarımı anlatıyorum ki 6.kattayken yapmıştım ve birlikte içmiştik, dolayısıyla keyfime keyif katıyorum. Elbette can tertibim, alemin ve Bodrum'un en şahane garsonu, bar insanı, barmenlerin kralı, ilk sarı votkayı onun yapımıyla askerde içtiğimiz, yaşça bizden büyük, yani devre kaybı Aziz'i sevgiyle anıyorum. O zamana kadar bilmediğim sarı votka konusunda ustam, bana, bize el veren O.


Ve fakat pazar günü yiyemediğim dondurmayaysa dün akşam gidiyor, daha sakin bir ortamda sade, karamel, parça çikolatalı, çilekli, cevizli bir kase dondurmamı keyifle yiyorken tam ben, ortam bir anda lebalep oluyor. Tırsıyorum ki allahtan bitmek üzereydi... Şükür ki dondurmadan eksik kalmıyorum. O yürüme esnasında iki mekânla ilgili olarak geleceğe dönük planlar kuruyorum. Biri için önceden Berkay'ı arar ki burası bir balık lokantası, şu kapalı tuttukları üst kattan, taa Kiev'i görecek pencere önü masalardan birini ayırtırım diye düşünmekle birlikte, ama en sevdiğimiz mekân da çok özel, diye de düşünüyorum ve ikili bir planı sonuca bağlıyorum. Ben aslında bu ön izlemelerimi çok seviyorum.

Şimdi, lafı daha uzatmadan, ben dokunuşlu Aziz Üstat' dan el alınma sarı votkayı kısaca tariflesem ki şeker dokunuşu benim tercihimdir, diyorum.

Fotoğrafta görüldüğü üzere benim oynar kesicili şahane bir soyacağım var; bir limonun kabuğunu hiç koparmadan zar inceliğinde soyabiliyorum; bunu yaparken de beyazını hiç almamayı başarabiliyor ama çok çok az miktarda, kabuğun minik girintileri arasında yer yer o beyazın olmasını istiyorum. Ebadına göre 5 ya da 6 tane hakiki Finike limonunun kabuğunu cerrah titizliği ile alıp bir kavanoza koyuyorum önce, sonra dört-beş adet tane karabiber ekliyorum, sonra 70'lik votkayı boşaltıyorum ve bir tane de  yarım şeker boyutunda esmer kesmeşeker ilave edip kapatıyor, 3 hafta buzdolabında bekletiyorum. Sonrasında da süzerek şişeliyor, buzdolabına içilmeye hazır halde bir süre daha bırakıyorum.

Sonuç pek âlâ!



İstanbul'da yaşasaydım... İkinci iğne de tamamsa, bir öğle sonrası can bir arkadaşımla Ayaspaşa Rus Lokantası'na gider, bir karaf sarı votka ile iki kişilik Etli Votka tabağı söyler, yarım karafını dolapta bekletir yarımını masaya ister ve o kadim mekânın loşluğunda, Rus tınıları eşliğinde keyfime keyif katardım.

Benden söylemesi:)

Daha fazla Ayaspaşa Rus Lokantası ise şurada!

10 Temmuz 2021 Cumartesi

Sen Hakkaten Doktor Musun Abi?

Geçen hafta cuma günü akşamüstü bilgisayar karşısındayken sol kolumun dirsek ucu çalışma masasına temas ettiğinde bir sızı hissediyorum. Elimle dokunuyorum ki bir hassasiyet var; fakat bir temas olmazsa bir sızı hissetmiyorum. Umursamıyorum. Geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. Yatarken de kolumun o noktası yatağın neresiyle temas ederse etsin bir yanma var.

Ertesi gün üzerine ağrı ile ilişkili bir jel sürüyor, bir yandan da nette araştırıyorum. Genel veriler üzerinden vardığım sonuç bunun Tenisçi Dirseği olduğu noktasında. Gerçi keyifli ve uzun bir telefon görüşmesi esnasında bunun bilgisayarda çalışmakla alakalı olduğunu söylemişti, Enn Sevdiğim Kadın.

Sonra, salı gününe kadar tenisçi dirseği tedavisinde uygulanan hareketlerle ilgili bir video buluyor ve her sabah videodaki hocayla birlikte o hareketleri yaparken gün içinde de buz tedavisi uyguluyorum.

Öyle etkili bir ağrı yok fakat dirsek ucunda bir şişlik de mukim.

Karar veriyor, biraz da eğlence olsun diye salı günü sabah kardeş işyerine giderken, ona takılıp şehir merkezine iniyor, çocukluğunu bildiğim, her zaman ilk danışma noktamız olan aile hekimimize uğruyorum. O ise şöyle bir göz atınca ortopediste görünmemi öneriyor.

Eve trenle dönüyorum ki ne kadar özledim pandemi sürecinde onu.

Çok güvendiğimiz, bizim için küçük oğuldan kaynaklı olarak çok kıymetli ortopedistimizden randevu almak için nete giriyor ama izinde olduğunu görüyorum. Oğuz önermese umurumda olmayacak bu şişlik için, sonuçta bize yakın bir hastanedeki ortopediste gitmeye karar veriyorum. Çarşamba günü randevu için nete girdiğimde tüm saatlerinin neredeyse boş olduğunu görüyor, oradan dönüşte de bir öğle yemeği keyfine karar veriyorum.

Çünkü gün, sabahın enn erkeninden beri güzellikler vaad ediyor.



Varıyorum hastaneye, ödememi yapıyor ama doktoru beklemek durumunda kaldığımı anlıyorum. Haberdar edecekler kendisini. Odasının olduğu koridora geçiyor, sekreterin uzattığı kağıtları imzalıyor, koltuğa oturup beklemeye başlıyorum. Zihnimde bir profil var, kimdir nedir diye nette bakınmış, hakkında olumlu bir iki yorum da okumuştum. E durumum da pek ciddi olmadığına göre bir sorun yok.

Biraz sonra sekreter doktorun geldiğini bildiriyor; "Önümden geçti de göremedim mi?" diye düşünüyorum. Varıyorum bir kaç adımda kapısının önüne, benden sonra gelen iki kişi daha beklemekte... Giriyorum içeri, odada bir kişi var ama ben herhalde yanlış odaya geldim diye düşünüyor, dışarı çıkıp oda kapısındaki adı okumaya çalışıyor, oradaki iki kişiye de "Yanlış mı geldim acaba?" diye soruyorum. Eski hasta oldukları belli iki kişi doğru olduğunu söyleyince tekrar giriyorum içeri.

Fotoğraftaki kişi ile içerideki kişi arasında bir bağ kuramıyorum çünkü ben, ben boylarda daha kalıplı bir kişi beklerken dalgacı tipli, kırlaşmış at kuyruğu saçlı, jean üzerine önlüklü, çizgi filmlerde rastladığımız türden kısmen arızalı bilim adamı tipli bir şahısla karşılaşıyorum.

Odaya bana görünmeden nasıl girdiğini önce anlayamıyor, sonra çözüyorum: Odasının alt katı acil girişi, girdiğim kapının yanında bir kapı daha var. Bu tespit bir senaryo yazdırıyor hemen ama bu benim dalgacı kafamla ilgili değil! "Daha önce gördüğüm örneklerden yola çıkarak, ve profilin sevimli de gelen özelliklerinden hareketle öğle arası iki tek attı ve ne yazık ki ben gelince keyfi masada bırakıp gelmek zorunda kaldı. Her an masaya dönebilir!" diye düşünüyorum. Onu çocukluğumun, bir örneğini görmediği motor kaputları ve çamurlukları parmakları ile dokunarak, şalama ile ısıtıp kaputun ya da çamurluğun altına dayama koyarak çekiçle nokta nokta orjinali gibi düzelten efsane kaportacılardan Paşa Usta'ya benzetiyorum.

Kafa dengi bir muhabbete hoş geldim yani.

Diyorum ki ben teşhisi koydum ama doğru mu bilmiyorum: Tenisçi Dirseği. Diyor ki değil, sıvı birikmiş. Eliyle şöyle bir yokluyor. Yeni olmadığını söylüyor, bilgisayarla ilişkimi soruyor, diyorum ki bütün gün birlikteyiz. Hem iş diyor hem de blog yazıyorum diye ekliyorum. Blog kısmı ile ilgileniyor. Keyifli, çatlak profesörle ondan pek emin olamayan hasta arasında eğlenceli bir sohbet. Seslenmesiyle iki şırınga geliyor o ara. Tüccar değil, hastaneye para kazandırmak gibi bir derdi yok, film falan uğraşmayalım, diyor. Ben onun yönlendirmesi ile muayene yatağının ucuna ilişiyorum. Dirseğim hazır. Şişliğe bir iğne. Sonra bir başka şırınga ile bir iğne daha giriyor içine. Gözüm orada, hedef şaşmıyor, güzel. "Ağrıdı mı?" diye soruyor. Yok, diyorum. "Ağrı kesici yaptım da ondan," diyor. Espri ondan bakınca komik duruyor, gülümsüyorum. İletişim makara tadında, hoşuma gidiyor; eğlenceli bir an ama asla saygısızlık yapmıyorum.

Biraz sıvı çekiyor ama tamamı için umutsuz, bana gösteriyor. Sonra bir kez daha dalıyor, azıcık daha geliyor, sonrası nafile... Bandajlıyor orayı. İlaç yazacak, bilgisayara giriyor fakat bilgisayar benim Türk vatandaşı olmadığımı söylüyor. O vatandaşlık numaramı yanlış girdiğini düşünüyor ve tekrar etmemi istiyor. Tane tane tekrar ediyorum. Bilgisayar Türk vatandaşı olmadığım, yabancı uyruklu olduğum konusunda ısrarcı. Sekretere başvuruyor. O arada kafasında binbir çözüm  olan bilim adamı gibi odada dolaşıyor. Sekreter de deniyor ama bilgisayar kendinden çok emin. Sonuçta sistemde bir arıza olduğuna karar veriyorlar. Günde üç kez püskürtülecek bir sprey ve günde bir kez kullanılacak bir anti inflamatuar yazıyor. Bir de dirseklik gibi bir şey vermeyi düşünüyor, sonra çizgi filmdeki profesöre dönüyor, "Bu sıcakta şimdi rahatsız eder seni," diyor. Bilim adamlığı ile dalgacı, daha doğrusu eski usul doktor hali arasında bir süre bocalıyor ve nihayetinde gerek görmüyor.

10 gün sonra kontrolüm var. Ona mı gitsem yoksa esas doktorumuzu beklesem mi? diye düşünüyorum. Ağrı sızı yoktu zaten, yine yok. Sıvı yok olmaz da bir operasyon gerekirse diye düşününce ise, doktorumun kim olacağı çok net sanırım:)

2 Temmuz 2021 Cuma

Sabah Ekmek Kokuyor

Öncesi

Yüzlerde boş bir ifade. Bu adam ne diyorcasına şaşkın bakışlar...

Tekrar soruyorum.

Hamur yoğuranlar, kasadaki adam adını ilk kez duydukları bir ekmeğin şaşkınlığı ile boş boş bakıyorlar hâlâ... Donuk bir an. Kocaman bir söz boşluğu. Şaşkınlık.  Fırının sıcağı vursa da ekmek kokusuyla birlikte yüzlerimize, sabahın erkenindeki bu an sanki rüya. Altını çiziyorum bir kez daha: "Buradan aldım, alıyordum, burada tanıdım, bildim ekmeği ben..."

Tık yok.

Kendimden şüphe duyuyorum. Sanki zihnimin bana bir oyunu. Bir yanılsama... Öylesine boş bakışlar. Anlatıyorum, anlatıyorum... ama nafile. Unutturulmuş! Rüya şaşkınlığıyla çıkıyorum dışarı. Sabahın ayazı vuruyor yüzüme. Başka başka fırınlara da soruyoruz. Yok. Sanki hiç olmamış. En son ne zaman aldığımı bilmiyorum. Oysa zaman dün almışım gibi; zihnim bir boşluktan bakmıyor, son anla soruyor elbette... Ama yine de nasıl hatırlamaz 30'lu yaşlar civarındaki bu insanlar? diye düşünüyorum. 5-6 yaşlarında ilk kez gittiğim babamın tamirhanesinde içtiğim, soğusun diye önce çay tabağına boşaltılmış oraleti bile hatırlayan ben, şaşkınım. Üzülüyorum. Burası Havza; kurtuluşa giden yolda önemli bir kavşak. Atatürk'ün ayak izleri var. Bulunduğumuz noktanın daha yukarısında biraz sonra uğrayacağımız ev; O'nun Sivas, Erzurum öncesi kaldığı, belki uyumadan ya da bir kısa kestirme ile kongrelerde yapacağı konuşmaları düşündüğü, son notlarını aldığı ev ve o ekmekle, Ata Ekmeği ile yaptığı kahvaltı, ne olacak?!

O ekmek sanki burada hiç olmamış...

Keyfim sabah ayazında buz kesiyor, sonra yere düşüp parçalanıyor.

 

Sonra bir gün, aradan geçen epey zaman sonra bir sabah semtimdeki, sevdiğim ve her zamanki fırınıma ekmek almaya gidiyorum. Yeni ve zenginleştirilmiş bir tabela asılmış; yeni sahibi olduğunu düşündüğüm kişi o tabelaya bakıyor, fırının adını değiştirmemiş. Dikkatimi çeken bir detay var; ürün yelpazesi içinde onun adı. Ata Ekmeği. Soruyorum. Yapmayı istiyor, heyecanı var. Kıpır kıpır. Havza'da yaşadığım andan söz ediyorum. Daha da coşkuyla anlatıyor. Özel bir ekmek olduğunun altını çiziyor. Doğal yöntemlerle yoğrulmalı, katkıları var ve doğal, ve en önemlisi Karakılçık buğdayından un olmalı ama gerçek bir değirmende ya da eski usul bir un fabrikasında özüne sadık kalarak üretilmeli... "Bulacağım ve yapacağım," diyor. Bilen biriyle rastlaşmanın mutluluğuysa heyecanını harlıyor, "Senin için yapacağım," diyerek de gaza basıyor.


Enn Sevdiğim Kadın'ı ekmekle tanıştıramamış olmanın üzüntüsü içimde. Heyecanlarım golü yedi tamam ama en çok yok oluşa ve belki de kısa bir zaman dilimi içinde hatırlanmayacak kadar unutuluşuna üzülüyorum. Bir gelenek yok oluyor... Atatürk Sivas'a gittiğinde de, Erzurum'da da ona bu ekmek yapılıyor. Oysa bu bölgede Ladik gölünden çıkıp Havza üzerinden Yeşilırmak'a giden, bütün ırmaklar kuzeye akarken o inadına güneye akan ve bu nedenle de adı Tersakan olan gürül gürül çay üzerinde ve yemyeşillikler içinde sıra sıra değirmenler var. Sonra usulca usulca yerlerini büyüklü küçüklü fabrikalar almaya başlıyor, sonra tepeden geçen bir duble yol yapılıyor ve yeni Türkiye düzeninde bir sürü özel şey göz önlerinden ideolojik yaklaşımlarla usul usul kalkıyor. Sanki bilinçli bir kıskançlıkla unutturuluyor.


Çarpık yapılaşmanın içinde yenilenmeye çalışılan evlere ulaşınca fabrika ayarlarıma dönüyorum. Gözlerimizi çirkinliklere off konumuna getirip ruhumuzu diriltiyoruz. Irmak kıyısındaki diğer pazar yerini geziyor oradan taş binasıyla sevimli ilkokula yürüyoruz. Bahçe duvarına çıkıp pencereye adımını atıyor ve sınıfın içine bakıyor enn sevdiğim, aynı zamanda bir afacan olan kadın. Bu an kaçmaz! Elleri ile demire tutunmuşken ve dikkatle adımını pencereye atmak üzereyken... klik. An artık zihnimde ve bir fotoğraf karesinde... Çok eğleniyoruz. Yeni okul binasına da selam çakıyoruz ki eğitim şart. Bu eğlenceli adımlarla taş döşeli ara sokakları ve eski bir kaç evi daha talan ederek tepeye, şifalı sular, oteller ve hamamlar bölgesine doğru tırmanmaya başlıyoruz.


Bu sevimli ve virajlı yokuş üzerinde bayıldığım bir şey var: İlçe itfaiyesi. Minik bir binanın altındaki mini garaj ve orada bekleyen iki aracın bana oyuncak hissi veren hali her seferinde çocuk sevinçlerimi zıplatıyor ve çok mutlu ediyor beni. Onun hemen köşe başında da Atatürk'ün kaldığı ev. Elbette müze. Şu saatte kapalı ama merdivenlerini çıkıp pencerelerinden içeriye göz atmamıza engel değil bu...

Ve tam hamamlar, oteller ve güzel camiler bölgesine varmak üzereyken; yeşile çalan köy mavisi tonlu pencere ve kapı ahşapları muhteşem, içerisi her daim loş, taban döşemeleri mazotlu tahta, manzarası panoramik, kadim bir kahve var. Müdavimleri ve çerçevelerle aynı tonda ama daha mavi simit sandığı ile o kadar geçmişten ve o kadar tatlı ki... Önünde mini bir havuz, elbette fıskiye, çam ve şahane söğüt ağaçları... Kuşbakışı Havza. Az sonra varacağız. Loş ve bir kaç yaşlının olduğu iç kısma geçeceğiz, vadiyi gören kenar pencerelerden birinin önündeki masaya oturacağız; soba çıtırdıyacak ve ben "İki çay lütfen," diyeceğim. Sonra da kapının hemen yanındaki minik, camekanlı tezgahtan dumanı üstünde iki simit alarak çayların yanına ekleyeceğim.

Son virajı bu hevesle dönüyorum. O da ne?!! Yok. Yıkılmış ve yerinde betonu bol ucube bir park oluşmuş. Ağızlarından ecdat lafını düşürmeyenlerin gazabına uğramış... Issızlık!

Yılmıyor, gözlerimizi off yapıp çirkinliklerden azade kılıyor, uçurumun kenarına yanaşıp ardımızda o kahve varmışçasına ilçeye ve uzaklarına bakıyoruz. Önceki yazıda fotoğrafı olan perili köşkse bizi bizden alıyor. Nedense o an zihnimde Rock  Müzik çalıyor. Bir pansiyonmuş anladığım... Ne de yakışmış doğaya ama zevk yoksunu, içinde hamamları da olan yeni ve çarpık otellere yenik düşmüş. Oysa orada kalıp, eski hamamlardan birine gidip, sonra dönüp o evde uyumanın keyfi ne de güzeldir! Eski hamamlar yeni yapılmış otellere nazire yapıyor. Hakeza kadim, kasılmayan, zarif ve sıcak camiler de yenilerine... Bu minvalde en tepeye varıyor, oradaki türbe ve minik külliyeyi ziyaret edip dualarımızı ediyor. Biraz daha geçmiş soluyor. Sonra da kardeşle buluşmak için başka başka sokaklara ve güzel evlere dala dala geri dönüyoruz.


Merzifon girişinde, tam garajların önünde kardeşle vedalaşıyor, otogarın kenarındaki çocukluktan beri bayıldığım kırık dökük ahşap dükkânlı, ağaçları güzel mini bulvardan yürüyor, Ankara tadı veren otelin fotoğrafını çekiyor, o esnada bir Merzifon gecesi düşlüyor, ilçenin dinamizmine, yani merkezine doğru ilerliyor ama bir boş dükkanın önünde mecburen kalıyoruz. Bir zamanlar BİM olduğunu anlıyoruz. Cama yapıştırılmış sızlanmayı okuyor, okudukça bir karakter tasavvur ediyor, güldükçe gülüyoruz.

 

Not: Uzun zamandır Havza'ya gitmedim, bir yiğit geçmişi hatırlayıp da ekmeği yapmaya başladı mı bilmiyorum. Ancak Sivas'da, Ankara'da ülkenin başka şehirlerindeki bazı fırınlarında -özüne ne kadar sadakatle olduğunu bilmemekle birlikte- yapıldığını, netten edindiğim bilgiler ışığında biliyorum.

Devam edecek...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP