Yüzlerde boş bir ifade. Bu adam ne diyorcasına şaşkın bakışlar...
Tekrar soruyorum.
Hamur yoğuranlar, kasadaki adam adını ilk kez duydukları bir ekmeğin şaşkınlığı ile boş boş bakıyorlar hâlâ... Donuk bir an. Kocaman bir söz boşluğu. Şaşkınlık. Fırının sıcağı vursa da ekmek kokusuyla birlikte yüzlerimize, sabahın erkenindeki bu an sanki rüya. Altını çiziyorum bir kez daha: "Buradan aldım, alıyordum, burada tanıdım, bildim ekmeği ben..."
Tık yok.
Kendimden şüphe duyuyorum. Sanki zihnimin bana bir oyunu. Bir yanılsama... Öylesine boş bakışlar. Anlatıyorum, anlatıyorum... ama nafile. Unutturulmuş! Rüya şaşkınlığıyla çıkıyorum dışarı. Sabahın ayazı vuruyor yüzüme. Başka başka fırınlara da soruyoruz. Yok. Sanki hiç olmamış. En son ne zaman aldığımı bilmiyorum. Oysa zaman dün almışım gibi; zihnim bir boşluktan bakmıyor, son anla soruyor elbette... Ama yine de nasıl hatırlamaz 30'lu yaşlar civarındaki bu insanlar? diye düşünüyorum. 5-6 yaşlarında ilk kez gittiğim babamın tamirhanesinde içtiğim, soğusun diye önce çay tabağına boşaltılmış oraleti bile hatırlayan ben, şaşkınım. Üzülüyorum. Burası Havza; kurtuluşa giden yolda önemli bir kavşak. Atatürk'ün ayak izleri var. Bulunduğumuz noktanın daha yukarısında biraz sonra uğrayacağımız ev; O'nun Sivas, Erzurum öncesi kaldığı, belki uyumadan ya da bir kısa kestirme ile kongrelerde yapacağı konuşmaları düşündüğü, son notlarını aldığı ev ve o ekmekle, Ata Ekmeği ile yaptığı kahvaltı, ne olacak?!
O ekmek sanki burada hiç olmamış...
Keyfim sabah ayazında buz kesiyor, sonra yere düşüp parçalanıyor.
Sonra bir gün, aradan geçen epey zaman sonra bir sabah semtimdeki, sevdiğim ve her zamanki fırınıma ekmek almaya gidiyorum. Yeni ve zenginleştirilmiş bir tabela asılmış; yeni sahibi olduğunu düşündüğüm kişi o tabelaya bakıyor, fırının adını değiştirmemiş. Dikkatimi çeken bir detay var; ürün yelpazesi içinde onun adı. Ata Ekmeği. Soruyorum. Yapmayı istiyor, heyecanı var. Kıpır kıpır. Havza'da yaşadığım andan söz ediyorum. Daha da coşkuyla anlatıyor. Özel bir ekmek olduğunun altını çiziyor. Doğal yöntemlerle yoğrulmalı, katkıları var ve doğal, ve en önemlisi Karakılçık buğdayından un olmalı ama gerçek bir değirmende ya da eski usul bir un fabrikasında özüne sadık kalarak üretilmeli... "Bulacağım ve yapacağım," diyor. Bilen biriyle rastlaşmanın mutluluğuysa heyecanını harlıyor, "Senin için yapacağım," diyerek de gaza basıyor.
Enn Sevdiğim Kadın'ı ekmekle tanıştıramamış olmanın üzüntüsü içimde. Heyecanlarım golü yedi tamam ama en çok yok oluşa ve belki de kısa bir zaman dilimi içinde hatırlanmayacak kadar unutuluşuna üzülüyorum. Bir gelenek yok oluyor... Atatürk Sivas'a gittiğinde de, Erzurum'da da ona bu ekmek yapılıyor. Oysa bu bölgede Ladik gölünden çıkıp Havza üzerinden Yeşilırmak'a giden, bütün ırmaklar kuzeye akarken o inadına güneye akan ve bu nedenle de adı Tersakan olan gürül gürül çay üzerinde ve yemyeşillikler içinde sıra sıra değirmenler var. Sonra usulca usulca yerlerini büyüklü küçüklü fabrikalar almaya başlıyor, sonra tepeden geçen bir duble yol yapılıyor ve yeni Türkiye düzeninde bir sürü özel şey göz önlerinden ideolojik yaklaşımlarla usul usul kalkıyor. Sanki bilinçli bir kıskançlıkla unutturuluyor.
Çarpık yapılaşmanın içinde yenilenmeye çalışılan evlere ulaşınca fabrika ayarlarıma dönüyorum. Gözlerimizi çirkinliklere off konumuna getirip ruhumuzu diriltiyoruz. Irmak kıyısındaki diğer pazar yerini geziyor oradan taş binasıyla sevimli ilkokula yürüyoruz. Bahçe duvarına çıkıp pencereye adımını atıyor ve sınıfın içine bakıyor enn sevdiğim, aynı zamanda bir afacan olan kadın. Bu an kaçmaz! Elleri ile demire tutunmuşken ve dikkatle adımını pencereye atmak üzereyken... klik. An artık zihnimde ve bir fotoğraf karesinde... Çok eğleniyoruz. Yeni okul binasına da selam çakıyoruz ki eğitim şart. Bu eğlenceli adımlarla taş döşeli ara sokakları ve eski bir kaç evi daha talan ederek tepeye, şifalı sular, oteller ve hamamlar bölgesine doğru tırmanmaya başlıyoruz.
Bu sevimli ve virajlı yokuş üzerinde bayıldığım bir şey var: İlçe itfaiyesi. Minik bir binanın altındaki mini garaj ve orada bekleyen iki aracın bana oyuncak hissi veren hali her seferinde çocuk sevinçlerimi zıplatıyor ve çok mutlu ediyor beni. Onun hemen köşe başında da Atatürk'ün kaldığı ev. Elbette müze. Şu saatte kapalı ama merdivenlerini çıkıp pencerelerinden içeriye göz atmamıza engel değil bu...
Ve tam hamamlar, oteller ve güzel camiler bölgesine varmak üzereyken; yeşile çalan köy mavisi tonlu pencere ve kapı ahşapları muhteşem, içerisi her daim loş, taban döşemeleri mazotlu tahta, manzarası panoramik, kadim bir kahve var. Müdavimleri ve çerçevelerle aynı tonda ama daha mavi simit sandığı ile o kadar geçmişten ve o kadar tatlı ki... Önünde mini bir havuz, elbette fıskiye, çam ve şahane söğüt ağaçları... Kuşbakışı Havza. Az sonra varacağız. Loş ve bir kaç yaşlının olduğu iç kısma geçeceğiz, vadiyi gören kenar pencerelerden birinin önündeki masaya oturacağız; soba çıtırdıyacak ve ben "İki çay lütfen," diyeceğim. Sonra da kapının hemen yanındaki minik, camekanlı tezgahtan dumanı üstünde iki simit alarak çayların yanına ekleyeceğim.
Son virajı bu hevesle dönüyorum. O da ne?!! Yok. Yıkılmış ve yerinde betonu bol ucube bir park oluşmuş. Ağızlarından ecdat lafını düşürmeyenlerin gazabına uğramış... Issızlık!
Yılmıyor, gözlerimizi off yapıp çirkinliklerden azade kılıyor, uçurumun kenarına yanaşıp ardımızda o kahve varmışçasına ilçeye ve uzaklarına bakıyoruz. Önceki yazıda fotoğrafı olan perili köşkse bizi bizden alıyor. Nedense o an zihnimde Rock Müzik çalıyor. Bir pansiyonmuş anladığım... Ne de yakışmış doğaya ama zevk yoksunu, içinde hamamları da olan yeni ve çarpık otellere yenik düşmüş. Oysa orada kalıp, eski hamamlardan birine gidip, sonra dönüp o evde uyumanın keyfi ne de güzeldir! Eski hamamlar yeni yapılmış otellere nazire yapıyor. Hakeza kadim, kasılmayan, zarif ve sıcak camiler de yenilerine... Bu minvalde en tepeye varıyor, oradaki türbe ve minik külliyeyi ziyaret edip dualarımızı ediyor. Biraz daha geçmiş soluyor. Sonra da kardeşle buluşmak için başka başka sokaklara ve güzel evlere dala dala geri dönüyoruz.
Merzifon girişinde, tam garajların önünde kardeşle vedalaşıyor, otogarın kenarındaki çocukluktan beri bayıldığım kırık dökük ahşap dükkânlı, ağaçları güzel mini bulvardan yürüyor, Ankara tadı veren otelin fotoğrafını çekiyor, o esnada bir Merzifon gecesi düşlüyor, ilçenin dinamizmine, yani merkezine doğru ilerliyor ama bir boş dükkanın önünde mecburen kalıyoruz. Bir zamanlar BİM olduğunu anlıyoruz. Cama yapıştırılmış sızlanmayı okuyor, okudukça bir karakter tasavvur ediyor, güldükçe gülüyoruz.
Not: Uzun zamandır Havza'ya gitmedim, bir yiğit geçmişi hatırlayıp da ekmeği yapmaya başladı mı bilmiyorum. Ancak Sivas'da, Ankara'da ülkenin başka şehirlerindeki bazı fırınlarında -özüne ne kadar sadakatle olduğunu bilmemekle birlikte- yapıldığını, netten edindiğim bilgiler ışığında biliyorum.
Devam edecek...