Tekkeköy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tekkeköy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2024 Cuma

YOKOLUŞ*

*TDK'ya göre kelime ayrı yazılır, lakin yazar yaşadığı günün hissini vermediğini düşünerek ve bu şekil yazarak, bildiğini okudu.


Tavuklar bile uykudayken çıkıyorum evden. Sırt çantam hazır fakat sonradan yaşayacağım bir pişmanlık var ki o ân için bu durumu gözüm görmüyor. Gün ağardı, ilkokul öğrencileri okul bahçesinde, ben ağır adımlarla sahilden Migros'a doğru yürüyorum; kahvaltı etmedim dolayısı ile onların iri ve kısmen sigara böreği sayılacak -ama bence puro- böreklerinden iki tane almaya karar veriyorum ve sabahın ıssız sokaklarında ağır adımlarla yürürken onları götürüyorum. Cep telefonum kapalı, onunla yetinmiyor, evden çıkarken sabit telefonun ahizesini de yuvasından çıkarıyorum.

Komik di mi!

Geride bana dolaylı yollarla olabilecek olsa da ulaşılabilecek hiçbir açık bırakmak istemiyorum.

Bu eylemimden enn sevdiğim kadına ve erkek kardeşime bahsetseydim mi diye düşünüyorum sonra vazgeçiyorum; çünkü meraklanma saatleri geldiğinde bana ulaşamayanlar onlara ulaşırlar! Evden çıkarkenki planımda Amasya'ya gitmek ve orada en az iki gece kalmak da var.  İşte bu nedenle sabit telefonda kayıtlı ad ve numaralardan başka arkadaşlarımın aranma ihtimalini hesap ederek olayı o boyutta alevlendirmemek için o telefonu da sırt çantama atıyorum.

Ortalığı gereksizce germenin ve kalabalıklaştırmanın bir mânâsı da yok!

Ve keyifli bir tren yolculuğu sonucunda ve günün hareketlenmeye başladığı saatlerde Tekkeköy İstasyonu'na varıyorum. Atıştırma için hedef noktam hep ertelediğim ve zorunlu olarak hep önünden geçtiğim ve bu durumdan bir yazımın içinde bahsettiğim, adına bayıldığım Şehrin Kırıntısı...

Ancak şimdi değil.

Ama bu bir fotoğrafını şimdi çekmeme de engel değil.


O ara fikrim diyor ki "Şu karşı bölgeye hiç geçmedin, sonradan gelme, dedin benimseyemedin, hadi gel bugün onun da gönlünü al." Uyuyorum öneriye ve ne kadar da çok oto galerisi varmış diyorum ama ben yine de yeniliğin değil de aynı noktadan görülebilen uzak köy tadının fotoğrafını çekiyorum.


Kasabanın derinlerine doğru yürürken Bi Meyhane enfes ışıklı tabelasıyla yine beni benden alıyor ve o kaldırıma geçiyorum. Gözlerim tabeladan hareketle mekânı hep üst katlarda hayal etmişti; bu kez kaldırımdan içeri doğru uzayan daracık bir koridorun bir kaç metre ilerisinde olduğunu görüyorum kapısının. Gizemli bir mekân hissi içi nasıl acaba dedirtiyor ki an itibariyle ıpıssız. Geniş bir kasaba merkezi turu atıyor, ana arterler dışındaki köy tadına yine bayılıyor, ıssız sokak aralarında yürürken cıvıl cıvıl çocuk kaynayan ilkokulun önünde çocuk kahkahalarına gülümsüyorum. Oradan çarşı içine bağlanıyor, daha önce fotoğraflarını çektiğim- iyi ki çekmişim- ve şu cümleyi kurduğum "Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum," diye tariflediğim evlerin önüne vardığımda bu kez muhteşem bir hüzün tepeden tırnağa giydiriyor beni: Çünkü yoklar, hayallerim yıkılıyor ve yerlerinde bir inşaat başlayacağı kesin. Ama bir yanıyla da bir tesellim var çünkü elimde eski hâlin fotoğrafları var. Öte yandan sevgili blog yazarlarımızdan Nazlı Toaç hanımefendi adına seviniyorum ki kendisi yazımı okurken "metruk" evlerle çok ilgilenmişti ve ben ona iyi ki fotoğraflarını yollamıştım.


Sürekli ağır aksak adımlarla bağ bahçeleri ve yolları uzatarak önce eski gara varıyor, muhteşem parkındaki banklardan birine oturuyorum. Uzun uzun saat kulesini izliyor, daha önce çekmediğim açılardan fotoğraflarını çekiyor, bir ara elimi sırt çantamdaki kitaba atıyor biraz okuyor, çokca zaman geçiriyor ve beslenme planımda olan mekâna doğru yürümeye başlıyorum; elbette yolları uzatarak. Ve bu kez sıra sıra yeme içme noktalarının olduğu, gençlerin takıldığı, bayıldığım geniş bulvarı kullanıyorum. Bazı hamburgerciler fikrimi dürtse de kararımın gereği olarak Şehrin Kırıntısı'nda içeri süzülüyor, verandadaki kalabalığı geçiyor ve ân itibariyle iki hanımefendiden başkasının olmadığı, görüş açısı hoş, dolayısı ile sakin ve hemen geniş camların önündeki bir masaya oturuyorum.


Seçtiğim poğaçalarım ve çayım önümde, görüş alanım iki bulvarın kesiştiği göbek dahil coğrafyaya çok hakim. İnceden bir müzik ânı çoğaltıyor. Bu arada gözaltında olduğumun da farkındayım. Kim bu adam merakı var. Kitabımı çıkarıyorum. Valla yalan yok kendimi ben de beğeniyorum; içten giyilmiş Fenerbahçe yeşili, armalı, kapüşonlu sweetshirt'ümün kapüşonunu lacivert ve pek sevdiğim montumun boyun kısmından çıkarmışım, kotum en sevdiklerimden... ve içerisi okşayıcı bir sıcaklığa sahip. O halde montu çıkaralım ve Fenerbahçeliliğimizi ortalığa serelim. Masa artık buralı olmadığımdan emin. Engellenemez bir merak var ve bu çok hoş. Kitabımda, zaman zaman da dışarının manzarasındayım ama üç uzağımdaki masadan bana ulaşan göz değmelerini de hissediyorum. Ve ayağa kalkıyor, izleyen gözleri görmezden geliyor, içeri geçip trileçe siparişi veriyor, bir de çay istiyor ve masama dönüyorum. Öncesinde kitabımı, sırt çantamı ve montumu özellikle masada bırakıyorum. Masama geçerken ardımdan bakıldığını biliyorum. Siparişlerimi getiren gence teşekkür ediyor, bu çok hoş saklambaça devamla kitabımı açıyor, arada dışarıya uzak bakışlar atıyorum.

O sırada kısa bir müzakerinin ardından iki hanımefendi ayağa kalkıyorlar.

Bir göz atalım bakalım, masalarına döndüklerinde gelen seçimleri neler imiş?



Dolabın başındalar, seçimi birlikte yapıyorlar; lakin kararı tetikleyen beni çaprazımdan gören hanımefendi, ve iki hanım da çok hoş. Şu an trileçelerimiz sayesinde iyice ortaklaşmış durumdayız. Havadaki flörtöz tat muhteşem. Bir yetişkin oyunu bu, ruhlar çok genç ve taze. İki tarafta kesinlikle nitelikli insanlar ve bir sarkma asla yok. Biraz meraklı, biraz afacan ve çok hoş bir oyun bu. Ağırca ve biraz da havalı toparlanıyorum, sırt çantam artık yerinde ama tek omuz askılı, yanlarından geçerken gülümsüyoruz karşılıklı.


Dönüş trenindeyim. Günün ruhları dürtükleyen saatleri. Sanayi sitelerinin sonuncusunun istasyonundan bir hanımefendi biniyor. Yanımda iki güvenlik görevlisi oturuyor; birinin inekleri var ve sütlerini satıyor. Muhtemelen ineği doğum yapacak, çünkü telefonda bir müşterisi var, ona durumu anlatıyor ve yeniden süt evresine geldiğinde piyasanın altında bir fiyatla ona yine süt verebileceğini söylüyor. O ara kafamı çevirdiğimde az önce trene binen hanımefendinin beni izlediğini kısa bir gözgözelik ânında fark ediyorum. Ve gözlerimi hemen geri çağırıyorum. O sırada planım üzerine düşünmeye başlıyorum. Yok oluşa devam yani. Sabahaysa uzun saatler var. Trenler sabaha kadar devam etse işim kolay, sürekli turlarım. Çünkü eylemi en azından ertesi güne sarkıtamadan dönersem bu eylem eylem olmaktan çıkar. Önce Palmiye Kafe'ye geçiyor bir çay söylüyorum. Sonra kağıt helva alıp iskelede yürüyorum. Sonra Afiyet'e geçip kuru pasta çay, kitap yapıyorum. Tekrar sahile dönüp uzun yürüyor. Ağaçların altındaki banka oturup zaman geçiriyor. Tekrar iskeleye doğru yürüyüp kestane alıyor, onları çok hoş masalarda dalgaların sesi eşliğinde yavaşça tüketiyorum.

Gece yarısını geçtim. Artık yeni bir gün ama vakit hâlâ merak ettirici değil.


Üstelik saat itibariyle ben de kimsenin umurunda değilim. Oyuna bir son verme zamanı ve ân itibariyle evin hizasındaki ağaçların altında bacaklarımı denize doğru uzatmış durumdayım. Genç çocuklar gecenin bu saati demeden basketbol oynuyorlar. Eylemi sonlandırmaya karar veriyorum. Çalışma odamdayım, o halde müzik, ve Mariana Montalvo açıyorum. Gürcü birendisi çaçanın şişesi yanımda, bir şatla başlıyorum ki bu kez eşlikçi schwepss mandalina... uyumu sevdim. Gökyüzü muhteşem, deniz dalgalı. Bir şat zaman aralıklı olsa da bir kaç şata ulaşıyor ve saat sabaha iyice yanaşıyor.


Yatağımdayım...

Telefonumda bir mesaj var...

Amasya otellerine bakıyorum,

tren saatlerine göre gün belirliyorum

ve otellerden birinde karar kılıyorum.





14 Ekim 2023 Cumartesi

Kasabada Bir İrlandalı


Ocak 2022

Kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum... ve ilk hayal kırıklığım!

Dönüşlerde, İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı artık yok!

Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda, keyfime keyif katardım.

Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu, ama temelli yok oluşuna üzülüyorum.

İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam, Tekkeköy Gar'ı.


*



Geçen Cumartesi

Aradan neredeyse iki yıla yakın bir süre daha geçmiş ki yok sayan bir düşünceyle bakarsak sanki bir asırmış geçen zaman. Pandemi ve koşulları adeta bir devre kesici gibi sosyal hayatımızı evlere tıkmış, bununla da yetinmeyip maskeli bir hayatın arkasına saklamıştı yüzlerimizi...

Ve gülüşlerimizi!

Maskeler düşünce de sanırım çabuk unutmakla kalmadık, üstüne üstlük yok sayarak, sanki hiç yaşanmamış gibi sildik hafızalarımızdan Covid-19'u.


Evden çıkışım net!

Adımlarım kararlı...

Sadece kararlı değil: Heyecanlı, tıpkı bir sevgiliye koşar adım giden kalbin atışları gibi saf, tertemiz ve özlem yüklü.

Kitabım, minik fotoğraf makinesi, okuma gözlüğüm, yağmur olasılığına karşı incecik yağmurluğum sırt çantasına... Laciverti biraz daha dark kotum ve bir lacivert v yakalı kazakla gömleği tamamlamış olsam da, akşam serinine  karşı montum, yine de mini sırt çantamın omuzumdan geçen askısında. İstasyona varmamla birlikte enn sevdiğim tren gözüküyor. Bugün maç kalabalığı yok ama yine de treni kalabalık kılacak bir etkinlik var; trenden ineceğim son istasyonun neredeyse dibinde.


"Bu kez hep görmezden geldiğin gerçek saat kulesinin mini örneğinin kalbini bir kez daha kırmadan, buna ne gerek var ki aslı dururken demeden, bir fotoğrafını tarihe not düşsen ne kaybedersin ki," diyen iç sesime itiraz etmiyor, "Evet ya," diyorum; "bunu buraya diktiren bir çocuk sevinciyle bu kararı almış mutlaka ve sen, yani ben, yine içinden bir ukala çıkarmış, asıl duyguyu hiç fark etmemiş, bir görmemişlik abidesi sayarak üstelik, hep aşağılamıştın!"

"Önce onunla bir helâlleş bakalım!"

Kasaba bugün ıssız. Sokaklar ve mekânlar sakin. Yolumun üzerinde ve iki bulvarın kesiştiği noktada adıyla dikkatimi çeken bir kafe var, Şehrin Kırıntısı. Genç bir müşteri kitlesinin yanı sıra belli ki yaş almış ama entelektüel niteliklere sahip yetişkinlerin de uğrak yeri, verandası hoş ve iç sesimin her seferinde burada takılmalıyız dediği ama benim bir türlü Gar'dan vazgeçemediğim için uğramadığım yer. Sanırım bir sonrasında, orada olacağımız kesin. Çünkü bugün henüz gitmek konusunda netleşmediğim çok hoş bir etkinlik de var, bulunduğum noktanın yaklaşık 500 metre aşağısında...


Pırıl pırıl bir gün, sakin caddeleri keyifle, içime huzur çekerek, musmutlu bir tatla yürürken bir kez daha çok sevimli bulduğum, eski bir CHP'li belediye başkanının adı Murtaza Oktav'ı taşıyan ve O'nun da akrabası, en cann arkadaşlarımdan birinin dedesi, çok hoş sohbetler yaptığımız, artık yerinde bir apartman olan ve şehrimizin merkezi noktasındaki muhteşem evde ve elbette gençlik ateşimizin çok bilmişliği ile soldan soldan sert cümleler kurarak tartıştığımız, bizi sabır ve anlayışla dinleyen eski senatör ve milletvekili Rıza Işıtan Amca'yı da bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyorum ve bir sonrasında; aslında kasaba otogarlarına bayılan biri olarak; neden hep önünden geçtiğim ve bayıldığım halde içine girmediğim bu gara dair ihmal gerekçeleri üretmeden, kendi kulağımı kendim çekerek, bir sonrakinde kesinlikle buradasın ayarı veriyorum kendime.


Heyecanla ama bu kez arka caddesinden varıyorum Gar'a. Önce bir kaç fotoğrafını çekiyorum. Arka kapıdan park alanına yürüyor, rayların kenarından ana binaya varıyor ve kafeteryanın kapısından içeri süzülüyorum ve değişikliği hemen fark ediyorum. Çünkü masalar çeşitlenmiş ve çoğalmış?!

Aklımda pasta var, dolaba doğru yürüyorken hoş bir genç kadın gülümsüyor. Tanıdıklarımdan değil bu. Mekâna bir başka el değmiş, kesin. Soruyorum ve anlıyorum ve kızıyorum elbette. Çünkü belediye bir vatandaşa kiralamış. Binayla dertleşiyoruz ki o da durumdan memnun değil. Hani yaşanmışlıklarımız ve onların verdiği kalıcı tat olmasa uğranılacak yer değil lakin binaların günahı ne diye de düşününce ve hanımefendinin güleryüzünden de kaynaklı olarak, kitaplarımla geçirdiğimiz güzel zamanların hatırına şimdilik defterimden silmiyor, çayımın, pastamın ve kitabımın tadını çıkarıyorum.

Sonra tüm bu yediklerime içtiklerime 100 TL ödeyince de, eyy belediye yaptın yine yapacağını öğrenci gençlere ve kasaba halkına diyor, ve koca alandaki ıssızlığa bakıp, her yaştan insanlarla dolup taşan cıvıl cıvıllığını, öğrenci çalışanları ile sohbetlerimizi özlüyorum.

Ara sokaklardan ana caddeye çıkıyorum ve bir tabela dikkâtimi hemen kapıyor. Enn sevdiğim kadını aramalıyım, hani bir gündüz takılsak olur mu acaba?! İki soğuk bira ve eyvallah... Hem bayıldığımız tandırcımızın dibi, üst kat belli ki. Adı beni benden aldı ki tabelası ışıklı ve zemini mavi. Bi Meyhane adı. Hımmmmm kasabada bi meyhane! Elbette enn sevdiğim kadına söylemeden duramıyorum.

Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum. Bir dejavu mu acaba? Hatırlıyorum, enn sevdiğim kadın bir İrlandalı olarak fotoğraflarını çekti çünkü... diye düşünmekle birlikte benimki hayal miydi acaba diye düşünüyorum ki ona bahsediyorum daha sonra ve o da net değil.

Sonra biri burayı alsa, dışını hiç bozmadan içini eskiye sadakatle yenilese ve kafe ve lokanta yapsa diye de içimden hayal ediyorum.


İşte bu düşünceler içindeyken ve keyifle çalışan istasyona doğru yürürken kasabaya her varışımda ilk karşılaştığım ve fikrime yazdığım mekânın, yani Lojmanlar Pide Salonu'nun kapısından içeri süzülüyorum. Dışarıda da masaları olan sevimli bir kasaba mekânı. İki beyefendi ve bir genç hanımefendi iş başında. Karışık peynirli pide niyetim fakat kaşarlı yiyebiliyormuşum; çünkü beyaz peynir kullanmıyorlarmış.

"Bir de çay, fincanla lütfen."


Önce salatam geliyor, sonra da görüntüsü muhteşem pidem. Bulvarın kenarında, kasabanın son çıkışında, yönüm merkeze doğru dönük, uzun bulvarı ve yüksek dağları izleyerek, parmaklarımla, aheste ahestte çıkarıyorum pidemin tadını. Çok beğeniyorum, kaşarı bol, hamuru ince ve çok lezzetli pidemi. Üstelik 90 TL.'lik ödemeyle de beni benden alıyor çünkü şehirde bu fiyata pide Şam'da kayısı!


Ustalara teşekkür edip, ellerinize sağlık diyerek çıkıyorum yola, yönüm çalışan istasyona dönük, lakin fikrim inceden inceye dürtüyor. Kitap Fuarı. İkilemdeyim aslında, içimdekilerden biri olaya el koyuyor ve gitsek fena olmaz diyor. Hem Arzu, diyor diğeri. Karşıya geçince kocaman bir insan seli, otopark tıka basa dolu, seyyar köftecilerin dumanı istimli. Pırıl pırıl havada piknik tadında, hoş ağaçların altındaki plastik masalarda, çoluk çocuk köfte atıştırmada; şehit düşmeseler de ekonomist gazisi insanlarımız.

Gençlerimiz pırıl pırıl, elbette genç kızlar ve kadınlar ağırlıkta. Ellerindeki poşetlerle sürekli yanımdan geçtikçe onlar, umutlarım geleceğe el çırpıyorlar. Sonrasında, adımlarım komutayı tereddütlü benden alıyorlar ve fuarın kapısındayız. Aslında Arzu bir kez daha yayıneviyle birlikte oradadır diye düşünüyorum. Çünkü fuarla ilgilenmedim ve hangi yayınevleri ve yazarlar katıldı noktasında da bir bilgim yok. Arzu ve editörü olduğu yayınevi daha önce katılmışlardı ama karşılaşmamıştık çünkü ben fuara gidememiştim.

İki koca salon da tıka basa dolu. Otopark kulağıma fısıldamıştı zira. Dolaşıyorum standları. Listelerde Arzu'nun yazarı, aynı zamanda editörü olduğu yayınevi yok. Oysa ne güzel bir sürpriz planlamıştım, üç dakika içinde. Müsaitse bir rakı masası mutlaktı.


İstasyonda iğne atsam yere düşmez. Ellerindeki kitap poşetleri ile pırıl pırıl insanlar. Lakin tren tecrübeleri eksik çünkü tren modellerine göre koltuk kapabilmek için kapılara denk gelecek noktaları bilmek gerek.


Tıkabasa dolu tren enfes ağaçların ve manzaraların içinden akıp gidiyor. Fikrim son bir öneride bulunuyor. Birtat'da keşkül ve limonata. Heyecanlanıyorum. Sonra tren kalabalıklarının geceye kadar süreceğini öngörüyor ve ara istasyondan binmek zorunda kalacağımız için de oturamayacağımızı söylüyorum ki fikrim haklısın diyor. Ama bir yandan da gün ve deniz o kadar güzel, o kadar eğlenceli ki onu son bir eylemle taçlandırmak gerekiyor.

Eve üç istasyon kala iniyorum.

"Bir limonata lütfen."

İskele Kafe'deyim.

14 Ocak 2022 Cuma

Kırık Hayal Mutlu Son

3.Kısım

1.Kısım

İkinci de geçiyor, şimdi gelecek olansa hedefe götürecek tren. İstasyonun benim istikametim yönü de yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. Arkada, deniz yönündeki koltuklardan birine oturuyorum. Belirli saatler dışında çok sakin olmasını seviyorum bu trenin ve bugün Allah'tan Samsunspor'un maçı yok.

Rabbim yolcu olan kimseyi o trene düşürmesin!

Bir kez hem gidişte hem dönüşte denk geldim ki yol boyu zıplama ve tezarühattan gına geldim.

Tren hareket sonrası köprüye tırmanırken fotoğraf makinemi hazırlıyorum. Hava muhteşem ve bir saat sonra muhtemelen pırıl pırıl bir güneş olacak. İnsanlar piknik alanlarında, mangallar tütüyor, salıncaklar kurulmuş çocuklar top peşinde. Kış ortasında piknik. Şahane...

Tren penceresinden akıp giden zamanı seyre dalıyorum.

Plajsa kış tatilinde. Barınağa doğru yol alırken makinem ve ben hazırız. Gemiler de hazır. Tankerler, Petrolofisi tanklarına sırayla akaryakıt boşaltacaklar, alargada sıra bekliyorlar. Kayak da yapılabilen su sporları alanı da mevsim gereği olarak boş.


Barınaktan geçerken fotoğraf çekiyorum ama beğenmiyorum çünkü bulunduğum koltuk açıları kullanmak açısından sıkıntılı. Balıkçı tekneleri aut. Bir başka sefere bırakıyorum fakat buradaki balık lokantasına gelmeyi bu kez net biçimde kafaya koyuyorum.

"Yaa işte!" diyorum sonra; "mevcuttakiler iktidar olmadan önce bu ve belediyenin diğer işletmelerinde ve özellikle Yalova Vapuru'nda püfür püfür deniz eşliğinde rakı içilebiliyordu; üstelik bundan rahatsızlık duyan, şikayetçi olan kimse de yoktu çünkü mükemmel yönetiliyorlardı."


Bandırma Vapuru'na yaklaşırken Gazi Kovan'ın* öyküsü düşüyor aklıma; bir de vapurun makine dairesinden müze yapılan kısımdaki Atatürk'ün kıyafetleri ve yaşam kültürü...

Diyor elbette tam o anda içimden bir isyan: Neredeeen nereye!

Bir süre sonra denizden ayrılıp iç kesimlere dalıyoruz ve her o bölgeye geldiğimde şöyle bir dikiliyorum çünkü içine raylar kaçmış bir insanım. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in içinden geçiyoruz sanıyorum.

Ve son durak Tekkeköy'deyiz.

Doğrudan ringe yürüyorum ama kapı duvar. Sağa sola bakınıyorum, kimse yok. Görevliye soruyorum; bugün Pazar olduğu için seyrek gidiyormuş ve şoförüne sormalıymışım; ancak şoför ortalarda yok. Olsun diyorum; kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum ve ilk hayal kırıklığım: Dönüşlerde İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı yok. Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda keyfime keyif katardım.

Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu ama temelli yok oluşuna üzülüyorum. İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam Tekkeköy Gar'ı.

Şehrin Kırıntısı adlı, hep ilgimi çeken ama hiç girmediğim ve yine dolu mekânın önünden geçiyorum. Hedefim pideci olsa da ayaklarım sola kıvrılıyor, bünyem garı görmeden geçmek istemiyor ve ona doğru yürüyorum. Uzaktan da olsa bir şüphe oluşuyor içimde çünkü güzel havaya rağmen dışarıda masalar yok. Yıkım... Bayıldığım okuma alanım kapalı. Parkı süpürmekte olan görevliye önce "Kolay gelsin," diyor, sonra soruyorum: "Bugün mü kapalı yoksa hep mi?" Aldığım yanıtla anlıyorum ki pandemi onu da vurmuş. Bir şangırtı kopuyor bünyemde. Hemen toparlanıyorum. Park neşeli. Çocuklar oynuyor, insanların keyfi yerinde. Kıvrılıyorum oradan tekrar ana caddeye.


Bir an pideciyle ilgili şüphe oluşuyor içimde. "Yoksa o da devretti mi?" İçeri girince soruyorum. "Pide yapıyor musunuz?" Hamur başındaki kitle şaşkınlıkla bana bakıyorlar. "Ee" diyorum "iki yıl neredeyse." Gülüşüyoruz ve terasa doğru merdivenleri adımlıyorum. Her zamanki masamızdayım. Şu dereye bayılıyorum. Alabildiğine köy ve artık bir şehire benzeyen yapılaşmaların uzağında ve hâlâ eskinin tadında bir noktadayım. Sağ çaprazımsa mağaralara kadar açık bir manzara sunuyor bana. Çok tatlı bir kız yanaşıyor masama. Lise başında ya da ortanın sonunda. Bir an Görele Pidesi yapıyorlar mıydı diye düşünüyor ve menüyü istiyorum.


Kıymalı yumurtalı diye çıkmıştım yola ama düşüncem buralara kadar gelmek değildi. Şimdi ikilemdeyim çünkü buranın Trabzon peynirli-yumurtalısı çok güzel. Kavurmalı da kışkırtıyor bir yandan.

"Bir kıymalı yumurtalı lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen"

Yanıma kitap almadığım için pişmanlık yaşıyorum. Ortam çok huzurlu ve hoş. Sırt çantamdan blogun 6.cildini çıkarıyorum. Pidem gelene kadar kitabın boşluğunu onunla dolduruyorum. Genç garsonum pidemi getiriyor. Miss gibi köy yoğurdundan ayranımı masaya koyuyor. Ben teşekkür edince de uzaylı görmüş gibi şaşırıyor ve gülümsüyor ki pek şirin bir an.


Pide beni şaşırtmıyor. İncecik ve çıtır çıtır bir hamur, rafadan bir yumurta. Uçlardan birini alıp yumurtayı yayıyorum, diğer parçaların üzerine. Sonra da sinemada çerez yiyen çocuk tadında elime aldığım dilimleri yavaş yavaş götürüyorum. Boşları alırken genç kız ben kalkıyor, kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. O yine gülümsüyor. Ödeme için en alt kata iniyorum.

Ödememi alan genç kadına bahşiş kutularını soruyorum. Masama bakan bu şirin kızı övüyorum. Uzaktan akrabaları olduğunu öğreniyorum sorunca. O isterseniz çağırim diyor. Hoşuma gidiyor çünkü bahşiş kutusundan pay edilsin istemiyorum bu kez. Gülümseyerek geliyor. Sarıya yakın saçlarının üzerinde, tıpkı eski filmlerdeki gibi kumaş bir bant var; saçlarının renginden havasına kadar ki tüm detaylar ilk gördüğüm andan beri bende o yılları yaşatıyor. Ona uzatıyorum masanın üzerindeki parayı. Çok iyisin işinde, diyorum. Aferin sana diye ekliyorum. Biraz utangaç ama sevinçli ve pek hoş gülümsüyor.


Bu kez istasyona farklı bir yoldan gidiyorum ve oraya vardığımda uzağına düşeceğimi biliyorum. Eskinin ekim alanlarının üzerinde şimdi koca koca binalar var. Yepyeni bir şehir. O eski, tütün ekilen, sebze tarlaları ile şehri besleyen, içinden Çarşamba Treni geçen eski köyün esamesi yok, en azından merkezinde ama tüm bu görkemli binaların arasında tıpkı eskisi gibi ekilip biçilen, içinde tavuklar ve koyunlar olan ve bu değişime inatla direnen bir yer var. Önündeyken izin alıp bir fotoğraflarını çeksem diye aklımdan geçiriyorum. Çok meşgul bir anlarında oldukları için bunu da erteliyorum. Şehrin Kırıntısı'nın en ucunda olduğu yeni ve üzeri kafelerle dolu bulvara dönmekten vazgeçip, belediyenin yaptığı görkemli Osmanlı Hamamı'na doğru devam ediyorum.

Onu geçince de artık şehirlerarası yola varıyorum ve onun altından yürümeyi tercih ediyorum. Güneş çok hoş. Yeni stadımızın bulunduğum yerden görünüşü de... Artık tren raylarının kenarından yürümekteyim. İstasyonda bir tren var. Yetişme ihtimalim az gibi... Acele etmiyorum. O da kalkıyor zaten.

Kısmet!!!


İstasyona ağır adımlarla yürürken geliş yönünde bir tren fark ediyorum ve biraz hızlanıyorum. Yan yana geçişiyoruz ki o manevra noktasına gidiyor. İstasyonda oturuyorum. O yanaşıyor ve yine keyifli, bu kez daha uzun bir yolculuk başlıyor; bizim istasyona kadar aktarmasız yaklaşık 30 kilometrelik bir yol. Trene düşen akşamın rengini ve geçtiğimiz yolun gölgelerini seviyorum. Günün en güzel, ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz. İstasyonları tek tek, dura dura devam ederken ve Mavi Işıklar İstasyonu'ndayken kafamı bir kaldırıyorum ki karşı koltuğumda o üç kız. Karşılıklı gülüşüyoruz. Kılıçdede'deki ânı ve düşüncemi anlatıyorum; gülüyorlar. İzin verir miydin peki diye soruyorum; önceki yazıda kullandığım fotoğrafı onlu çekmeyi düşündüğüm kıza.

Gülüyor...


*Gazi Kovan

31 Mayıs 2021 Pazartesi

Ahşap Traversler Ve Doğu Leylekistan

Pidecinin üçüncü kat terasına atılmış ahşap masasında; ağaçların arasında ve irili ufaklı taşlar üzerinde serin serin akan derenin, doğanın sesleriyle birlikte yarattığı müzik eşliğinde miss gibi köy tereyağı sürülmüş, kıymalı olanlarını kırmızı pul biber ile tatlandırdığımız  pideleri yine miss gibi köy yoğurdundan ayranla götürüyoruz. Köy peynirlisi ise gözümüzün nuru, şimdilik onunla bakışıyoruz. Sonra kısa bir köy turu yapıyor, kadim caminin kadim mezarlığındaki eskiden yeniye ve ilginç mezarları ziyaret ediyor, dualarını eksik bırakmıyor, ardından, köyün namlı mağaralarını da ziyaret edip yine aynı noktadaki müzeyi de gezerek elbette... Enfes doğanın fotoğraflarını çekmeyi de ihmale bırakmayarak; bu kez ana yolu değil de bağ bahçeler içinden geçen, sadece doğanın sesinin duyulduğu yolu kullanmaya karar veriyoruz. Sanki alacakaranlık kuşağını bir kez daha geçtik ve koskocaman düzlüklerin içinde bir tek biz varız.


Şehirden gelip Tekkeköy İstasyonu'nda durduktan sonra Çarşamba'ya varacak ve artık yok edilmiş tren hattını biraz önce geçtik, alabildiğine yeşil ve ekili alanların arasında tatlı virajlarla kıvrılan yoldan devam ediyor, "terk edilmiş" seyrek evlerinin, alabildiğine yeşilin ve masmavi gökyüzünün altında ilerlemekteyken ve döndüğümüz son virajın ardındaki kavşağa varmak üzereyken görünen eski istasyon binasıysa, çocuk  kalplerimizi anında çalıyor.


Ölü demir yolunun üzerindeki bu eski ara istasyona bayılıyor, kokusunu içimize çekerken bir an öncenin telaşları paçalarımıza yapışıyor, daha araba durmadan üzerine atlayacakken tam çekik  gözlüyü boş istasyon binasının yanındaki yolcu toplanma alanına park edip, önce şöyle bir etrafını dolaşıyor, sonra toz bürümüş, kısmen yıkılmış içine dalıp  poz poz fotoğraflarını  çekiyor, sonra da "Kim bunlar?" diye yolun karşısından bizi izlemekte olan süt imalatçılarıyla tokalaşıp hal hatır sorduktan ve gar bahçesindeki bir tahta masaya oturduktan sonra; kahvenin hemen bitişiğindeki  bakkal amcaya koşuyoruz. Büyüklerden bayram harçlıklarını koparmışçasına bir alışveriş! Elbette tatlı da bir sohbet. Geriye bir an önce telaşlarıyla dönüyor ve  hemen istasyonun yanındaki  kadim bahçesinde, çınar ağaçlarından en kadiminin  altındaki tahta masada buzz gibi kolalarımızı içerken aldığımız dondurmaları, çikolataları, gofretleri ufak ufak götürüyoruz.. Arada mola veriyor, eski usul tahta salıncaklarda  sallanırken, "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek Çarşamba'ya pide yemeye gidelim," diyoruz.* Üstelik Ercan Nuri Bey... Makinistlerin en popüleri!  Enn Sevdiğim Kadın'ın yayımladığı ahşap traversleri fotoğraflarından şıp diye tanıyor ve soruyor: Neresi bura?


Biz 2019 yılının 4 Mayıs'ında ve Covid-19 ile tanışmaya az kalmışken, kadim çınarların altındaki masada sohbetli bir şekilde tüketirken aldıklarımızı, yolu çaprazlama geçerek yanımıza yanaşan ve az önce yolun karşısındaki kahvede servis yapan genç adam; kahvede oturmakta olan yaşlıların ne için burada olduğumuzu ve bina ile neden ilgilendiğimizi merak ettiklerini ve sorması için kendisini gönderdiklerini söylüyor. Gülümsüyoruz buna... Trenlere dair her şeyi, özellikle de eski istasyonları ve daha çok da devre dışı bırakılmış ama güçlü hikâyeleri olan rayları sevdiğimizi söylüyor, dikkatle bizi izleyen amcalara da el sallıyoruz.

Bir süre sonra da hepsiyle vedalaşıyor, aslında üzerinde çokça seyahat ettiğim raylara paralel yola devam ediyoruz. Güneş çekilme hazırlıkları içinde ve muhteşem. Günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz... Bağlar bahçeler, eski raylar ve küçük istasyonlar, şirin köy evleri geçerek devam ederken bu sevimli ve yemyeşil yolda, enn sevdiğim kaptanın keskin gözleri bir şey görüyor; sonra yoldan ayrılıp toprak bir yola kıvrılıyor; inanılmaz bir manzara ile karşı karşıyayız. Şırıl şırıl akan derenin üzerindeki köprüye girmeden kıvrılan yola  çekik gözlüyü park ediyoruz. Köprünün yüksekliğini gözetince mevsim geldiğinde altındaki derenin nasıl bir coşkuyla aktığını hayal ediyoruz. Bir süre üzerinde kalıyor, fotoğraflar çekiyoruz. Sonra patika yolda ve ağaçların arasından yürümeye başlıyoruz. Enfes bir sessizlik içinde çocuk heyecanlarıyla yürürken epey ileride bir leyleğin kanat çırpışlarını duyuyoruz.


Şu an zıp zıp zıplayarak dans eden biri var! Bu kez yürümeye biraz hızlanarak devam ediyoruz ki inanılmaz bir manzara göz alıyor. Hemen çalıların arkasında pirinç tarlaları!.. Elbette yörenin ünlü bir pirinci olduğunu biliyorum. Pirinç ve çeltik  fabrikaları olan pek çok müşterimiz var.  Ama bugüne kadar hiç düşünmemiştim bu pirinçler nerede yetişiyor? diye. Dolayısı ile bu benim için de bir ilk. Ve nedense aklıma Ölüm Tarlaları'ndan bir kare düşüyor. Hayal dünyam bir an bizi Uzakdoğu yörelerine taşırken, leylekler, uzak ağaçların neredeyse tepelerine değerek geçiyorlar; bu bize bir seremoni mi yoksa? Muhteşem bir eğlence var burada! Gözümüze takılan ve bize keyif veren bir Abi'yse pirinç tarlası içindeki Çinli rolünde ...


Ona selam edip yürümeye devam ederken ve solistlerinin çeşit çeşit böcek ve kuş sesleri olduğu orkestranın müziğini dinlerken bir yandan; ve gözümüz uçan leylekleri takipteyken, olamaz bir alana varıyoruz. Gün sunuyor: Muhteşem bir imecenin ortasındayız. Yüzümüzde kocaman bir şaşkınlık, zıplayan çocuk ruhlarımız gözümüzün içindeki masala kaçınılmaz olarak dahil oluyor. Sanmayın ki sadece bu genç leylekten ibaret bir imece bu!


Bu kadar olur ama! Bir imece ancak bu kadar masalsı ve inanılmaz olur.... Leyleklerle insanlar elele... Arkadaki henüz sütten mamaya geçmiş balıkçıl bebeleri suyla ve toprakla oyun halinde... Yetişkinlerse imecede. Bizse zevkten dört köşe desem yetmez, ancak nasıl tariflesem bilemeyeceğim bir halde!

Havada suda, karada tarlada kaç leylek fotosu çektik o an sayamıyoruz... Ne pozlar ama.! Tamam Kuş Cenneti başımızın tacı, oradaki Leylek Köyü hakeza... Ama burası?! Burası başka, müthiş bir dostluk ve müthiş bir imece var. Kim bilir kaç yıllarda oluşmuş bir ilişki bu! Ayrılmak zor... Peki her yıl bir sonraki kavuşmayı beklemek? Kimbilir, normalleşme gerçek olursa, hem aslında bu yolu hayal edip ama bu yoldan gitmediğimiz efsane pideciye bu yoldan gidip döneriz belki de?! Ne dersin?;)


Kalıyoruz uzun süre; öyle sıcak ışığı olan bir günde çekirge seslerinin dahil olduğu dostluklar ve öyle coşkun bir eylemsellik içindeyiz ki. Sonra ayrılmaya çok istekli görünmesek de çekik gözlü mavi kuşa doğru yürümeye başlıyoruz. Tam yanaşıyoruz ki sanki bizi görüp de oraya gelmemiş gibi, bir Abi de bize yanaşıyor. "Hoş geldiniz Hocam," diyor!  Hımmm Enn Sevdiğim Kadın'ın çekik gözlüsünün camındaki logoyu görmüş! Israrla bizi evine davet ediyor. O kadar ısrarcı ki gidiyoruz. Önce çaylar geliyor. Yemek teklif ediyorlar. Biraz önce yediğimizi beyan edip, teşekkür ediyoruz. Miss gibi ayransa iki dakikada çırpılıp geliyor, yanında da parmaklarımızı yediğimiz bir hamur işi var mıydı acaba? Küçük bir çiftlik burası ve oğullar, gelinler, damatlarla kalabalık bir aile... doğal olarak da bol çocuk. Çocuklar kocaman kümesin içinde tavuklarla oyun halinde, bir tanesi horozun canını çıkarıyor ama horoz pek mutlu...  Laf lafı açıyor, abi işimin otomobillerle ilgili olduğunu öğrenince de bu kez kalp ameliyatından, onu yapan hocadan bahis olan sohbeti bırakıp bana dönerek kamyonunu anlatmaya başlıyor. Tatlı adam, çok konuşkan ve tatlı bir aile; e buna biraz da doğayı ve akşamın ruhları dürtüklemeye başlayan saatlerini katarsak durum tam anlamıyla pirinç rakısı...


Abi bizi içeriden kokusu gelen yemeklerden yedirmeden bırakmaya niyetli değil. Bir başka sefer için sözleşiyoruz. Sonra herkesle tek tek vedalaşıyor, tabii ki enn sevdiğim kadın kümese girip çocuklarla oynamayı da ihmal etmiyor, batmakta olan güneşi sol çaprazımıza alarak ve Tekkeköy'ün en piyasa mekânlarının olduğu yeni açılan ve modern caddesinden geçerek ana yola çıkıp devam ediyoruz. Sanki çocuklara bir küçük araba ya da henüz çekilmemiş bir loto verdi gibi hatırlıyorum ama bu hatırlamam tümüyle aut da olabilir, çünkü ikimiz de bu işlerle ilgili değiliz. Telefon açıp sorabilirim ancak muallakta kalması da hoşuma gidiyor. Niye gülüyorum ki? Bu yazının başlangıç kısmıyla son bölümü arasında yazdığım ama uzamasın diye çok paragrafı kısaltığım bir yaşanmışlık daha var, sonra zorlama kendini sal, dolu dolu anlat birader, diye düşünüyorum ve çıkarıyor, onu ayrı ama bir devam yazısı taslağı olarak bırakıyorum...


*Bahsi geçen pideyi yemek için Vedat Milor'un da çok övdüğü o pideciye sonra gidiyoruz. Ancak bu yolu kullanmıyoruz! Pideci ve yolu neden kullanmadığımızın nedenleri Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk, başlıklı yazının ikinci paragrafında...

14 Ocak 2020 Salı

Füruzan'dan Özür Diliyorum Bir De La Gomera İzliyorum

Doğrudan film yazısını okumak isterseniz, Bu Filmi İzlemesem Kendime Küfrederdim, alt başlığına gidebilirsiniz.


*

Bir türlü elim gitmiyordu, sebebi ne onu da bilmiyordum. Düşünmüyordum da! Tamam yerli yazarlara mesafeliydim, dünyayı merak ediyordum. Üstelik daha ortaokuldayken -2.sınıftayım diye yazmışım kitaba- iki ciltlik, 1237 sayfalık koca iki tuğla Sefiller'i yalayıp yutmuştum. Neredeyse, gençler için kısaltılmışı olmasa  arada bir göz attığım Das Kapital'i dahi yalayıp yutacaktım fakat onca kitaba rağmen, şu yaşa kadar bir Füruzan okumamıştım, okumuyordum. Onun kitaplarından yapılmış film izlemişliğim de vardı üstelik. Ve üstelik ağırlık yabancılarda olsa da hiç yerli yazar okumuyor değildim. Mesela kullanmaya bayıldığım günün ruhları dürtükleyen saatleri ifadesi Adalet Ağaoğlu'nun yıllar önce okuduğum Romantik Bir Viyana Yazı adlı ben için muhteşem, tadı kalıcı romanındandır.

Derken bir gün İstanbul'da, Haydarpaşa Garı'nda, kitap fuarında,* Kadıköylü olduğunun altını sıklıkla çizen, o ân için hâlâ  tek bir kitabını bile okumamış olduğum Füruzan, duygulu, sıcacık ve etkileyici bir üslup ve küçük bir kız çocuğu tazeliğinde, doğrudan yüreğe işleyen kelimeleriyle yaptığı kısa konuşmasıyla bir ânda ruhumu ısıtıverdi, ele geçirdi! O duygu, o güzel ve içtenlikli kelimeler şırıl şırıl yüreğime akarken, o küçücük kıza, o naifliğe koşup sarılasım da geldi. Buna rağmen her kitap siparişimde listeme bir kitabı giriyor fakat daraltma yapınca da ilk çıkanlardan biri o oluyordu. Sonunda, en son siparişimde, kısalığını da gözeterek bir kitabını siparişe ilave ettim!


Enn sevdiğim kadın geleneksel bir yemek için Ankara'da. Sırt çantama önce büyük fotoğraf makinesini ve biri bitmek üzere olan iki kitabı atıyor, sonra büyük makineden vazgeçip biri L23 olmak üzere iki küçüğü alıyorum yanıma. Trendeyim. Sınavları biten öğrenciler memleketlerine dönünce, futbol maçı da yarın olunca yolculuk sakin; açıyorum bayılmakta olduğum kitabımı, kaldığım yerden devam ediyorum. Güzergâh artık malumu üzere, çok zevkli. Hava soğuk fakat güneşli. Gözlerimin içinde, önceki gitmelerde aklıma yazdığım su böreği dilimleri dönüyor. Bu kez çay ama! Kahvaltımı orada yapacağım.

Trenden inip ringe geçiyor, küçük bir çevre turundan sonra da iniyorum çarşı içinde. Şoföre teşekkür etmeyi ve iyi günler dilemeyi de ihmal etmiyorum. Esnaflı ve parke taşlı sokaktan geçerken bir ân tandırı efsane minik ve kadim köy lokantasının fotoğrafını çekmeyi düşünüyor sonra da laflamak durumunda kalacağım için bu fikrimden vazgeçiyorum. Garın sokak içinden görünüşüne bayılıyorum, sanki ona ilk kez geliyorum, kucaklarını açmış beni bekliyor sanıyorum.

Su böreği ne yazık ki yok. Olsun! Fakat mekânda artık alıştığım ve sevdiğim çocuklar da yok.

"Bir peynirli börek lütfen."

"Dört tane ekler lütfen."  

"Bir de çay, fincanla olsun lütfen."



İlk cümlelerinden beri bayılma halimin devam ettiği ilk Füruzan kitabım, YKY-Doğan Kardeş-İlk Gençlik Serisi'nden. Daha enteresanı bu seçme öyküleri hazırlayan, kendisinden "bilmediğim bir yazar, kısa biyografisi iyi sinyaller vermişti ama! Anlatım dili incelikli ve şiirsel. Öyküleri sıcak, insana dair.." diye bahsettiğim, Nursel Duruel! Bu bilgilerin tümünden yoksun bir bilinçle, kısa bir tadımlık mantığıyla seçmiştim, Yaz Geldi'yi!

Onca izi kalmış kitap okuyan ben, kocaman bir hayranlıkla Füruzan'a, diline, kahramanlarına, doğrudan yüreğime inip beynime kazınan görsel şenliğine bayıla bayıla tadını çıkarıyorum hayatın; eski dostum bir garda. 70'lerin başında yazılmış her bir öyküsü koca bir roman tadı veriyor bana. Şaşkın ve hayran bir okuma ânının keşkeleri dönmüyor fakat başımda. Mutluyum, iyi ki, diyorum. İyi ki bu ara, iyi ki geçmiş de değil, diyorum. Bu tazeliğe bayılıyorum...

Okuma ile bağım da tazeleniyor, çiçekler açıyor. Sanki ilk alınmış ciltli kitaplarım Altın Masallar'ın, ve önünde nasıl uzun bir yol olduğunu bilmeyen, kitabın kokusunu seven, o ilk kitabının ilk sayfasını açmak için aceleci bir merakla ve bir ân önce eve varma telaşındaki çocuk gibiyim.

"Bir bardak çay lütfen!" 



Bugünün planında bir de film var, 16.15 seansı benim için uygun ki film ardı için de bir planım var. Kapatıyorum kitabımı, ödememi yapıp teşekkür ediyor, parkın içinde süzülerek yürüyor, sevdiğim alanların üzerinden geçerek istasyona varıyorum. Açıyorum kitabımı yeniden, bu kez ara istasyonda iniyor ve en sevdiğim iki arkadaşımdan birine gidiyorum. Sonra da onunla en sevdiğim diğer arkadaşıma. 16.15 için bir sorun yok ki gideceğim sinemanın olduğu AVM'de yol üstünde. Fakat laf lafı açıyor, laf açıldıkça keyifler artıyor, çaylar kahveler Türk'ten başlayıp çeşitleniyor derken.. film saati hayal oluyor.



Bu Filmi izlemesem Kendime Küfrederdim



Gitme konusunda kararsızlık ve bir üşengeçlik yaşasam da öğlene doğru çıkıyorum evden, ne güzel ki tren tıka basa gelmiyor. Mavi koltuk boş ama ben ayrılanları nedeniyle oturmuyorum. Tavrımla da örnek teşkil edemiyorum ne yazık ki ve bir genç adam gelip oturuyor! Herkesin gözü meşgul, ellerinde telefonlar, görmezi oynuyorlar. Dürtmezseniz de fark edemiyorlar! Şu teyzeye bir yer bulmalı.

"Çok meşgulsünüz farkındayım, şu teyze, göremediniz elbette!"

Yolda inenler olunca, oturuyorum bir koltuğa, açıyorum kitabımı. Özür dilerim, Füruzan. Hiç eksilmeyen, kendimi fark ettiğim her ânda fark ettiğim tebessümüme bayılıyor, sonra yeniden kitabın sıcacık dünyasına dalıyorum. Bu yaz neredeyse öykülerle dünya turu yapmış ben, çok farklı ülkelerden yazarların öykülerini okumuş ben, Füruzan'la gurur duyuyorum. Ona bayılıyorum. Onu seviyorum.

Ve bir kez daha Samsunspor! Hava sert ve yağmurlu, ama kuvvetli değil yağmur; tadı çıkarılası. Asansör, üst geçit, bozuk asansör ve merdivenler... Adı batasıca AVM dışarıdaki sakinliğin aksi bir kalabalıkta, pazar gününü ve çevreden gelen kalabalığı da düşününce, yakışır.

Doğrudan en üst kata yönleniyorum, seansa az bir süre var. Film sonrası için bir mekâna göz atıyorum. Manzaraya karşı bira; yanı için düşündüklerim de var elbet. Plana dahil bir durum!

"La Gomera için bir bilet lütfen!"

"La Gomera oynamıyor."

"Nasıl olur, internette gözüküyor ve afişin ışığı da yanıyor."

Dönüp bakıyor genç kız.

"Maalesef bize düşmemiş, oynamıyor."

"Seans ışıkları da yanan afişin işi ne o zaman?"

"Afiş var ama bize gelmemiş."

"14.15'de ne var, bir bakar mısınız lütfen."

"Islıkçılar."

"Aynı film, afiş La Gomera olduğu için, onu söyledim."

Öğrendi genç kız!  

"D 4 lütfen!"

Biletimi çok hoş güvenlik görevlisi genç kadına gösterip, onun iyi seyirlerine teşekkür ediyorum. Kata çıkıp, terasa yürürken şeytan dürtüyor ve biletime bakıyorum. G 4! Bingo!.. Ya benim dilimde bir sorun var, ya da beni kollayan bir Rab. Geçen sefer aynı nedenle oturduğum G 4'ü sevmiştim aslında, bilet almadan önce de aklımdan geçirmiştim ama ekrana bakınca D 4'ü seçmiştim, çünkü onu da seviyordum. Benim kaderim güzel örülürken aslında bazılarının kaderi de çiziliyormuş ki o ân için farkında değilim!


Terasta biraz deniz soluyor ve salona geçiyorum. Basamakları çıkıp koltuğumun koridoruna giriyorum ki bir ön koltuğumdaki kısmen toparlanan genç kız bana ayar oluyor, fark ettim; bunu da erkek arkadaşına ifade etti! Bacak bacak üstüne atıyor ve kitabımı açıyorum. Salon dolu olmasa da bu film için kalabalık: Ağırlıkla genç çiftler ve mantıklarından bakılırsa da doğru bir tercihle arka sıraları seçmişler. Ama yanılmışlar, gerçek filmlere kimse gelmez sanmışlar! E çocuklar salonu gözleyen kameralar var, diyeceğim ama insan algısı işte, karanlığı görünce umursuz oluyor sonuçta. Rahat olun mesajını elimden geldiğince veriyorum, gözlerim off'ta, anlarım halinizden diyorum, duruşumla. Öte yandan bu çağda bile sinema koltuğunda film için bulunmayıp da  fırsat yaratma mantığı, fazlaca zavallı geliyor bana.

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi?'' dediğinde Asya...** yazmışlığı olan romantik de bir çocuğum ben oysa... ama diğer çocuklara eyvallah olsa da bu kız hırslı ve de tehlikeli. Oğlanı uyarsam mı acaba?


Film şu güzel kadınla başlıyor, kim olduğu henüz meçhul. Erkek karakter ilginç. Opera müziği, şarkıyı söyleyen ses çok güzel. Anlatımın görsel dili ilk ândan itibaren ben kaliteyim, diyor, yönetmeni bilmiyorum ve izlediğim ilk filmi ama ruhunu hissettim. Bir fırlama... kesin. İlk yarıda olan biten karmaşık gibi. Nereye gidiyoruz, kim kim, kim iyi kim kötü farkında değiliz ama film beni ele geçirdi çoktan. Meşguliyetimiz puzzle'ın parçalarını bir araya getirmek. Mizahsa bal gibi. Sinemasever için ama! Filmle ilgili olan, ona dahil olabilen, buna niyeti olan için yani... Filmin başındaki uyarının hakkını veren bir seks sahnesi var ki filme henüz girememiş tüm izleyenlerin çakralarını açıyor. Bir süre devam ediyor mahrem anların ıssızlığı. Sanki salonda kimse yok.

İtalyan Usulü Soygun'un tadını alıyorum filmden.*** Ama onla kıyaslamıyorum. Örgütlenme ile aksiyon ve karakterlerin çeşitliliği bunu düşündürten. İlki eğlenceli bir filmdi, soygun muhteşemdi. Bu da eğlenceli ama daha sert ve gizli örgütler dünyasını da açık edip, edeplerini de sorgulayan, politik bir tavrı da olan bir film.

Islık dili biz Karadenizde yaşayanlar için malum, varlığını biliyoruz. Sanki film akarken karakterlerden birinden böyle bir dilin aslında olmadığı gibi bir şey duyuyorum ya da böyle bir izlenim aldım ki bu dil kesinlikle var.

İkinci yarıda bütün dağınık parçaları bir araya getiriyor izleyici ki bu çok zevkli. Filmin içinde, ona dahil bir karaktermişiz de haberimiz yokmuş sanki. Çok eğlendim, merak ettim, dikkat kesildim, güldüm, heyecanlandım, Bükreş'e gitmeyi hayal ettim ve final sahnesi ve finaldeki bildik müziklere, ustalara saygı göndermeli klişelere ise bayıldım. Tebessüm ettim ve ruhundan öperim Sayın Yönetmenim, dedim, son isim de geçene kadar bekledim ve salondan çıktım.

Mutlu izleyici şimdi bu mutluluğunu çoğaltacak. Hayal Kahvesi taşındıktan sonra yerine açılan mekânı yazmıştı aklına, bir önceki gelişinde. Günü taçlandırma, mutluluğu artırma niyeti baştan belli. Bir umutsuzluğu da var aslında. Bir izlenim gerçi bu sonuçta?! Akşamın ışıkları usul usul yanıyor ve cam önü bir masadaki soğuk biranın ve ona uygun yiyecekli bir tabağın, üstelik de çok eğlenerek izlenilmiş film tadıyla katmerlenecek olması, ruhu fena kışkırtıyor!


İçeri adımımı attığım ânda emin oluyorum aslında, mekân çok şık ve hoş. Bir genç kız yaklaşıyor, güler yüzle. Sanırım bira ve alkol yok sizde, diyorum ve durum netleşiyor. Hayal kırıklığı yok ki bir umut Hayal Kahvesi'nin yerine gelmiş olmasıydı... Çıkıyorum, bir şeyler yeme fikrim var. Bir ân, hemen yandaki Anemon'a geçmeyi, onun enfes manzaralı restoranında bira içmeyi düşünüyorum; niyet sağlam ve hatta kendimin oradaki ön izlemesini de yapıyorum. Sonra bundan vazgeçiyorum. Bunu enn sevdiğim kadınla yapmalıyım, diyorum. Sonra bazı mekânlar daha geçiyor aklımdan, bu doğrultuda yürürken, kapandı diye düşündüğüm ve çok üzüldüğüm kadim bir lokantanın ki adı Gar, ama bu esnaf işi... Gardaki Gar Lokantası bir efsaneydi; o binayı aklı evveller yok edip bulunduğu yerden daha geride yeni bir bina yaptılar ve halt ettiler ki onun acısını bu esnaf lokantasının tadıyla dindirmek istiyorum. Önünden geçtikten biraz sonra bütün fikirlerimi revize edip geri dönüyorum.

"Az, sulu köfte lütfen."

"Az, pilav lütfen."

"Pilava biraz kuru fasulye atmamı ister misiniz?"

"Evet, lütfen."

Pilavda arpa şehriye var yahu!

Bu lezzetle bu kez dolmuşa biniyorum, trenden vazgeçtim; zaman kaybetmek istemiyorum ve bizim mahallenin büfesinin önünde ineceğim. Revize edilmiş fikirlerim var!

Dolabı açıyor, bu kez bir kutu Budweiser, raftan da bir küçük paket fıstık alıyor, soğuğun ve yağmurun tadını çıkara çıkara eve geliyorum. Ken Loach'ın şahane filmi Meleklerin Payı'nda gördüğüm ve hemen aynılarından aldığım lale ağızlı ve ayaklı viski kadehlerimden birine yarısını doldurup biranın, küçük kase fıstığımı da yanıma alıp ekranımı açıyor ve bu yazının ilk satırlarını yazmaya başlıyorum.

Dışarıda kar soğuğu enfes bir kış var. Deniz mutedil.



*Garda Kitap ve Füruzan bahisli o gün.

**O çocuğun unutulmaz günlerinden ve filmlerinden biri bahisli film yazısı.

*** İtalyan Usulü Soygun 

21 Kasım 2019 Perşembe

Filmin Tadıyla Güne Devam

 Öncesi

Yeniden Samsunspor'dayım. Filmle tetiklenmiş günü çoğaltmak için, gelecek treni bekliyorum.  Yükünün çoğunu bu istasyonda bırakan trenin istediğim koltuğunu seçebilme hakkımı kullanıp,  solda ve cam kenarındakilerden birine oturuyorum. Antrenman sahasındaki minikler ve tel örgünün dışındaki banklardan zevkle ve büyük hayallerle çocuklarını izleyen ebeveynler, iç ısıtıcı. Yeşillikler içindeki tenis kulübünün şıklığına, onun solundaki göl ve iskelesine ve de bir zamanlar, özellikle gün batarken terasında yemeğin ve içkinin keyfine doyum olmayan belediyenin işlettiği enfes manzaralı ama şimdi içkisiz aile lokantasındaki anılara selam çakıyorum. Kocaman ve de yemyeşil, gün itibari ile piknik şenliğindeki küçük ormanı geçerken, iyice yükselen ağaçların arasındaki anfitiyatrodan gelen yaz seslerine kulak kabartıyorum. Bandırma Vapuru ve kıyısına demirlediği alanın hoşluğu ve elbette Gazi Kovan'ın,* her hatırlandığında göz ucuna mutluluk damlaları getiren hikayesi, vapurun alt salonundaki Atatürk zarafeti, O'na hayranlığımı çoğaltırken, bir kez daha gururlanmama sebep oluyor bu şehir. Su kayağı parkuru, akabinde açık deniz, balıkçı tekneleri ve irili ufaklı su araçları derken; balıkçı barınağındaki yine belediyeye ait lokantada balık yesem mi hayali kuruyorum.


Sol yanım alabildiğine deniz, sağ taraf ise bir süre demir yoluna paralel, akan trafiği ile seyri zevkli kara yolu ve hemen onun bitimiyle başlayan ve yükselen yemyeşil dağın tepesinden arkaya uzanan orman... Ve o ormana doğayla uyumlu, ağaçtan bir restoran yerleştirerek; doğal bütüncüllüğü hiç bozmadan, yıllardır oradalarmış gibi bir uyumla yerleştirilmiş  masalarla piknik alanları da yaratan eski belediye başkanlarını sevinçle anıyorum. Şehri 80 öncesi uzun yıllar, sonra da bir dönem yöneten ve şehre ihanet içinde olan bir başkanın yok edişlerinin; kenti denizden uzaklaştırma gayretindeki peşkeşlerinin; ideolojik ve ticari hainliklerle pek çok eski evin yıkılıp yerlerine ucubeler dikilmesine izin vererek, belki de dünyanın sayılı old town'larından birine sahip olabilecek şehrin bu imkânını elinden almasının izlerini silerek; iki farklı partiden olmalarına rağmen, geçmişi  yok edilmeye çalışılmış şehirden bambaşka bir şehir ortaya çıkarıp, belki de yüz ölçüm oranları ile bakıldığında ülkenin ve belki de dünyanın en uzun ve halkın kullanımına en açık sahillerinden birini yaratan iki başkana** bir kez daha şükran duyuyorum. 

Güzergâhın eski, yani TCDD treninin çalıştığı dönemindense hiç bahsedesim yok. Ne güzeldin sen Çarşamba Treni, deyip geçiyorum. Bugüne ait olanın tadındayım. Sonuçta içine raylar kaçmış bir insanım. Coşkun denize bakıp kitabımı açıyorum. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in*** içinden geçiyoruz sanıyorum. Oysa eski ve gerçek tren Kerimbey'den sağa döner, yavaşça inen korkulukların çın çın sesleri ile taşıt trafiğine kapanan ana yolu geçip uzaklara gidiyormuş hissi veren yeşilliklerin içine dalar, küçük ve saklı yerleşimler geçerek Çarşamba'ya varırdı; ne de güzel varırdı! Yine de, aslı bir tramvay olsa da, Kerimbey'i geçerek Çarşamba'ya varmasa da, bu tren de güzel. Eskinin bağ bahçelerinin izi kalmış tek tük evleri geçerken çocuk oluyorum. Küçük bir çam ormanı içindeki, babamın bir arkadaşına, ama klas bir arkadaşına ait olan benzinliği anımsıyorum. Güzel ailemizin izlerini seviyorum. Ve Tekkeköy İstasyonundayım! Bugün şenlikli. Üzerinde formaları ile maça gelen kızlı erkekli gençler, kurdukları masalarla açık hava restoranı tadı veren köfte ve ciğerciler, sıcak simit kokuları, eskilerde stat çevrelerinde tek tük bile görülemeyen kadın sayısının çokluğu, ve tüm bu hoşlukları parlatan enfes bir güneş. Fakat tren her bu, son durağa vardığında hazır olan ring bugün yok, ya da henüz gelmemiş derken geliyor. Binip de kartımı okutmak isterken, şoför yarım saat sonra kalkacaklarını söylüyor. Hımmmm maç yüzünden sanırım! Aslında stat, kapalı salon, taraftarlar, şenlikli açık hava ve satıcılarıyla kalma hissi veriyorsa da alan, gözümde tüten ve hayalimde olan bir şeyler de var. Açtığım kitabımı kapatıyorum ve yürümenin tadıyla yola vuruyorum kendimi.

Artık yeni inşaat alanlarıyla başka ve tarım alanları yok edilerek elde edilmiş yeni ve "modern" bir bölge doğuran ve neredeyse küçük ölçekli bir şehir kıvamına gelen eski köyün merkezine doğru, o nahif halinin izleri yoğun kısmından yürüyorum.  Köyden kalan ve hâlâ var olan izlerin varlığına seviniyorum. Tam merkezine, meydanına gitmek gibi bir niyetim yok. Bir an, köy içindeki, terasını ve oradan gördüğüm ağaçların arasından akan dereyi izlemeyi sevdiğim, hoş düzenlenmiş mekanın; kenarını koparıp kıymasının ortasına konulmuş yumurtasının rafadan sarısına dokunarak götürdüğüm karabiber kokulu pidesinin tadı aklımı çelse de, bundan vazgeçiyorum. Belediyenin muhteşem kararı ile kafeteryaya evrilen, üstelik güzel de evrilen, rayları korunarak etrafında güzel de bir park oluşturulan eski gara doğru yürüyorum. Bir kaç hafta evvel keşfettiğim, sakin, hoş, karmaşadan uzak, çalışanları ile güzel bu alanı ve onun batı yönüne yerleştirilmiş bambu masalarında ve rahat koltuklarında  oturup, bedeni ısıtan güneşin şefkatiyle kitap okumayı seviyorum.


"Merhaba, nasılsınız?"

"Hoş geldiniz."

"Şu üç kuru pastadan ikişer tane ve dört tane de ekler lütfen."

"Bir de sıcak çikolata lütfen."

Kitabımı çıkarıyorum. Soluduğum hava keyifli. Ağaçlar, binanın hoşluğu, görüş alanımdaki bir kaç ev ve  köy tadındaki bahçeleri, mutlu ediyor beni. Okuduğum kitap âlâ... Kalem Kültür'ün her ülkeden hikâyelerle oluşturulduğu konseptin bir ürünü olarak Sessiz Harfler Antolojisi! Ülkeyi zaten çok sevmiştim. Bir sempatim var, fakat bu hayranlık kendi ölçeklerimle ve bana hissettirdikleri noktasında objektif olmayacağım anlamına da gelmiyor tabii ki! Okuduğum ve her biri farklı yazara ait öykülerde bahsedilen alanlarda bulunmuş olmak, ülkenin hissettirdikleri ile doğru orantılı duygular hissetmek, gülümsetiyor beni. Öne çıkardığım hikâyeler ve yazarlar da var elbette. Özellikle iletişim çağının hayatımıza kattıkları dönemlerde yaşayan ve bu döneme dair öyküleri pek de tatlı bir mizahla anlatan daha genç yazarlar...

Fakat eskiler de muhteşem. İşin özü, Çağdaş Gürcü Edebiyatından Sıra dışı Öyküler alt başlıklı bu güzide kitap; az sonra sanki tren gelecekmiş hissi veren bu garın güzel kafeteryasında, günün ruhları dürtüklemeye başlayan hoş güneşli ama nispeten mevsim serini şu saatlerinde, "Ne güzelsin sen hayat," dedirtiyorlar bana. Ana yemek muamelesi yaptığım kuru pastaları bitiriyorum o ara. Daha önce yediğim ve tadına bayıldığım, bazılarının yaptıklarının aksine küçük ölçekli ve aslına uygun ekler ile sıcak çikolatamın keyfini çıkarma vakti. Muhafazakâr bir belediye tarafından işletilen mekanın, yüzü aydınlık "türbanlı" ama gençliği ve zamaneliği buram buram çağ kokan tatlı ve güleryüzlü genç kız, sempatik ve sıcak bir nezaketle bir isteğim olup olmadığını sorarken, kitap okuduğum için pek rahatsız etmek istemediğinin de altını çiziyor. Kendisinin de kitap okumayı sevdiğini belirtiyor. Muhafazakâr kesim olarak tanımlanan bu genç kadınların ne denli kitaba yöneldiklerinin, pek çok fuarda ve kitap satılan alanda tanığıyım. Hatta anne olanlarının, kendilerinden esirgenmiş olan eksiklerini çocuklarına kapattırmak için nasıl bir çaba içinde olduklarının da.

Okuduğum kitabı merak ediyor tatlı, genç ve sıcak garsonum; anlatıyorum, serinin diğer kitaplarından da bahsediyorum. Hatta bir başka seferde ona bir kitap getirmeyi, aklımdan geçiriyorum. Bir de su istiyorum.


Eklere zaten bayılmıştım, bu kez de bayılıyorum. Sıcak çikolatam da pek keyifli ki şeker ilavesine de gerek duymuyorum. Fakat bilindiği üzere fotoğraf makinemin pili bitik, o halde bu fotoğraflar nereden diye bir soru akla gelebilir, dikkatli okuyucular tarafından. Bu fotoğraf iki hafta önce bir vaha gibi cadde aralığından görüp de Gar ile tanıştığım günden. Kitapsa Danimarkalı yazar, soyadı Acaba? dedirten Simon Pasternak tarafından yazılmış, ikinci dünya savaşı sırasında geçen, güçlü tasvirlerle savaşı ve Nazileri ve savaşın öteki yüzünü fon yapan, enfes bir polisiye.

Güneş çekildikçe hava soğuğunu hissettirmeye başlıyor. Kalkma zamanı geldi. Ödeme için kasaya geliyorum. Burnunun kenarında zarif ve minik bir taş olan bakımlı "türbanlı" genç kadına mekanı ve belediyenin tavrını övüyorum. O ise buranın içki içip kavga edenlerin bulunduğu bir harabe oluşunun altını çiziyor. Benim takdirimse yıkılıp başka bir şey yapılabilecek kıymetli bir alanın korunmuş, yenilenmiş ve halkın kullanımına açık hale getirilmiş olmasına.. Müzeyi gezmek isteyip istemediğimi soruyor. Bugün açık olmadığını biliyorum ve bunu ifade ediyorum. O ise benim için açabileceğini söylüyor. Bense, bir hafta sonu en sevdiğim kadınla geleceğimizi ve o gün gezeceğimizi belirtip, teşekkür ediyorum. Kim bilir; belki de canlı müziğin olduğu bir akşam olur bu!..

Parkın içinden geçerek arka taraftan çıkmak için yürüyorum, raylara basmak istiyorum, hatta üzerlerinde yürümek, tam o sırada park alanının dışındaki biraz da yüksek kaldırıma bir taksi çarpıyor, doğal olarak jantlar yamuluyor. Abi düz yoldan gelip de şu küçük virajı nasıl dönemedin ve bu işi nasıl becerdin? diye sorasım geliyor da sormuyorum tabii ki. O hali ile arabayı geri alıp bir süre gidiyor ama arabanın gidesi olmadığı gibi gidecek hali de yok. Aslında o tarafa bir ev için yönelmiştim. En sevdiğim kadının bayılacağı iki terk edilmiş evden biri bu, elbette fotoğraf çekemiyorum ama bu anlatmayacağım ve onun bayılmayacağı anlamına gelmiyor.


Şimdi eskiyi terk edip, tarım alanlarının imara açılmasıyla oluşmuş alanlarda yürüyorum; arada hala eski halinde ekili, içinde inekler, koyunlar, tavuklar olan evlere rastlıyorum. Elbette bu evlerin çocukları, büyüklerin bu dünyadan göçmesini bekliyorlar, ülkenin ne yazık ki gerçeği bu durumu biliyorum. Fakat bu bölgede de bir hoşluk var. Geniş, cetvelle çizilmiş ve birbirini kesen caddeler akıllıca. Üstelik binaların çoğu boş olduğu için bir gerçeklikten öte fantastik bir rüya tadı var. 4-6 yaş çocuğa da mı kuran kursu eleştirisi yaptığım camiyi, mimarisi ve etrafındaki bahçesi, yeşilliği ve çay alanı ve ulvi havası nedeni ile seviyorum. Onun parke taşlı sokağına giriyor, oradan geniş bulvara çıkıyorum. Yeni sosyalleşme alanı olduğu belli bu genç caddedeki bir iki kebapçı ve pastane dikkatimi çekiyor. Ama yıkılmayı bekleyen ve an itibari ile işe yarar malzemeleri hurdacılar tarafından sökülmüş ve an itibari ile sanki bir savaş bölgesindeymiş de bombalardan bu hale gelmiş görüntüsü veren apartmanın, akşamın loşluğu ile buluşunca ortaya çıkan hali; buna bayılacak birini hatırlatıyor hemen bana... kahrolsun ki makinenin pilleri yok. Olsun diyorum, nasılsa birlikte geleceğiz?

Şehrin Kırıntısı adlı en sosyalleşmiş kafeden sağa dönüyor, simit dükkanı iken bir kısmı -yeni-balıkçı ve balık lokantası olmuş mekanda bir gün balık çorbası içmeyi düşünüyorum. Aslında ayaklarımın giresi var da, ben engel oluyorum. İstasyondayım.

Ve akşamın içinden geçecek, geldiğim güzergâhın daha uzağına gidecek, günün ruhları dürtükleyen bu saatlerinde günden biriktirdiklerimle birlikte manzaraların tadını çıkaracağım trendeyim!

Daha ne olsun...? 


*Gazi Kovan

**İki Başkan, linkteki ve linkin yönlendirdiği yazıda adı geçen kişilerdir!

***Öksüz Brooklyn, Jonathan Lethem tarafından yazılmış,  karakterleri ve onların öyküleri ile renkli eğlenceli ve okuması keyifli bir polisiyedir.!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP