Bandırma Vapuru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bandırma Vapuru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2022 Cuma

Kırık Hayal Mutlu Son

3.Kısım

1.Kısım

İkinci de geçiyor, şimdi gelecek olansa hedefe götürecek tren. İstasyonun benim istikametim yönü de yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. Arkada, deniz yönündeki koltuklardan birine oturuyorum. Belirli saatler dışında çok sakin olmasını seviyorum bu trenin ve bugün Allah'tan Samsunspor'un maçı yok.

Rabbim yolcu olan kimseyi o trene düşürmesin!

Bir kez hem gidişte hem dönüşte denk geldim ki yol boyu zıplama ve tezarühattan gına geldim.

Tren hareket sonrası köprüye tırmanırken fotoğraf makinemi hazırlıyorum. Hava muhteşem ve bir saat sonra muhtemelen pırıl pırıl bir güneş olacak. İnsanlar piknik alanlarında, mangallar tütüyor, salıncaklar kurulmuş çocuklar top peşinde. Kış ortasında piknik. Şahane...

Tren penceresinden akıp giden zamanı seyre dalıyorum.

Plajsa kış tatilinde. Barınağa doğru yol alırken makinem ve ben hazırız. Gemiler de hazır. Tankerler, Petrolofisi tanklarına sırayla akaryakıt boşaltacaklar, alargada sıra bekliyorlar. Kayak da yapılabilen su sporları alanı da mevsim gereği olarak boş.


Barınaktan geçerken fotoğraf çekiyorum ama beğenmiyorum çünkü bulunduğum koltuk açıları kullanmak açısından sıkıntılı. Balıkçı tekneleri aut. Bir başka sefere bırakıyorum fakat buradaki balık lokantasına gelmeyi bu kez net biçimde kafaya koyuyorum.

"Yaa işte!" diyorum sonra; "mevcuttakiler iktidar olmadan önce bu ve belediyenin diğer işletmelerinde ve özellikle Yalova Vapuru'nda püfür püfür deniz eşliğinde rakı içilebiliyordu; üstelik bundan rahatsızlık duyan, şikayetçi olan kimse de yoktu çünkü mükemmel yönetiliyorlardı."


Bandırma Vapuru'na yaklaşırken Gazi Kovan'ın* öyküsü düşüyor aklıma; bir de vapurun makine dairesinden müze yapılan kısımdaki Atatürk'ün kıyafetleri ve yaşam kültürü...

Diyor elbette tam o anda içimden bir isyan: Neredeeen nereye!

Bir süre sonra denizden ayrılıp iç kesimlere dalıyoruz ve her o bölgeye geldiğimde şöyle bir dikiliyorum çünkü içine raylar kaçmış bir insanım. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in içinden geçiyoruz sanıyorum.

Ve son durak Tekkeköy'deyiz.

Doğrudan ringe yürüyorum ama kapı duvar. Sağa sola bakınıyorum, kimse yok. Görevliye soruyorum; bugün Pazar olduğu için seyrek gidiyormuş ve şoförüne sormalıymışım; ancak şoför ortalarda yok. Olsun diyorum; kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum ve ilk hayal kırıklığım: Dönüşlerde İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı yok. Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda keyfime keyif katardım.

Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu ama temelli yok oluşuna üzülüyorum. İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam Tekkeköy Gar'ı.

Şehrin Kırıntısı adlı, hep ilgimi çeken ama hiç girmediğim ve yine dolu mekânın önünden geçiyorum. Hedefim pideci olsa da ayaklarım sola kıvrılıyor, bünyem garı görmeden geçmek istemiyor ve ona doğru yürüyorum. Uzaktan da olsa bir şüphe oluşuyor içimde çünkü güzel havaya rağmen dışarıda masalar yok. Yıkım... Bayıldığım okuma alanım kapalı. Parkı süpürmekte olan görevliye önce "Kolay gelsin," diyor, sonra soruyorum: "Bugün mü kapalı yoksa hep mi?" Aldığım yanıtla anlıyorum ki pandemi onu da vurmuş. Bir şangırtı kopuyor bünyemde. Hemen toparlanıyorum. Park neşeli. Çocuklar oynuyor, insanların keyfi yerinde. Kıvrılıyorum oradan tekrar ana caddeye.


Bir an pideciyle ilgili şüphe oluşuyor içimde. "Yoksa o da devretti mi?" İçeri girince soruyorum. "Pide yapıyor musunuz?" Hamur başındaki kitle şaşkınlıkla bana bakıyorlar. "Ee" diyorum "iki yıl neredeyse." Gülüşüyoruz ve terasa doğru merdivenleri adımlıyorum. Her zamanki masamızdayım. Şu dereye bayılıyorum. Alabildiğine köy ve artık bir şehire benzeyen yapılaşmaların uzağında ve hâlâ eskinin tadında bir noktadayım. Sağ çaprazımsa mağaralara kadar açık bir manzara sunuyor bana. Çok tatlı bir kız yanaşıyor masama. Lise başında ya da ortanın sonunda. Bir an Görele Pidesi yapıyorlar mıydı diye düşünüyor ve menüyü istiyorum.


Kıymalı yumurtalı diye çıkmıştım yola ama düşüncem buralara kadar gelmek değildi. Şimdi ikilemdeyim çünkü buranın Trabzon peynirli-yumurtalısı çok güzel. Kavurmalı da kışkırtıyor bir yandan.

"Bir kıymalı yumurtalı lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen"

Yanıma kitap almadığım için pişmanlık yaşıyorum. Ortam çok huzurlu ve hoş. Sırt çantamdan blogun 6.cildini çıkarıyorum. Pidem gelene kadar kitabın boşluğunu onunla dolduruyorum. Genç garsonum pidemi getiriyor. Miss gibi köy yoğurdundan ayranımı masaya koyuyor. Ben teşekkür edince de uzaylı görmüş gibi şaşırıyor ve gülümsüyor ki pek şirin bir an.


Pide beni şaşırtmıyor. İncecik ve çıtır çıtır bir hamur, rafadan bir yumurta. Uçlardan birini alıp yumurtayı yayıyorum, diğer parçaların üzerine. Sonra da sinemada çerez yiyen çocuk tadında elime aldığım dilimleri yavaş yavaş götürüyorum. Boşları alırken genç kız ben kalkıyor, kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. O yine gülümsüyor. Ödeme için en alt kata iniyorum.

Ödememi alan genç kadına bahşiş kutularını soruyorum. Masama bakan bu şirin kızı övüyorum. Uzaktan akrabaları olduğunu öğreniyorum sorunca. O isterseniz çağırim diyor. Hoşuma gidiyor çünkü bahşiş kutusundan pay edilsin istemiyorum bu kez. Gülümseyerek geliyor. Sarıya yakın saçlarının üzerinde, tıpkı eski filmlerdeki gibi kumaş bir bant var; saçlarının renginden havasına kadar ki tüm detaylar ilk gördüğüm andan beri bende o yılları yaşatıyor. Ona uzatıyorum masanın üzerindeki parayı. Çok iyisin işinde, diyorum. Aferin sana diye ekliyorum. Biraz utangaç ama sevinçli ve pek hoş gülümsüyor.


Bu kez istasyona farklı bir yoldan gidiyorum ve oraya vardığımda uzağına düşeceğimi biliyorum. Eskinin ekim alanlarının üzerinde şimdi koca koca binalar var. Yepyeni bir şehir. O eski, tütün ekilen, sebze tarlaları ile şehri besleyen, içinden Çarşamba Treni geçen eski köyün esamesi yok, en azından merkezinde ama tüm bu görkemli binaların arasında tıpkı eskisi gibi ekilip biçilen, içinde tavuklar ve koyunlar olan ve bu değişime inatla direnen bir yer var. Önündeyken izin alıp bir fotoğraflarını çeksem diye aklımdan geçiriyorum. Çok meşgul bir anlarında oldukları için bunu da erteliyorum. Şehrin Kırıntısı'nın en ucunda olduğu yeni ve üzeri kafelerle dolu bulvara dönmekten vazgeçip, belediyenin yaptığı görkemli Osmanlı Hamamı'na doğru devam ediyorum.

Onu geçince de artık şehirlerarası yola varıyorum ve onun altından yürümeyi tercih ediyorum. Güneş çok hoş. Yeni stadımızın bulunduğum yerden görünüşü de... Artık tren raylarının kenarından yürümekteyim. İstasyonda bir tren var. Yetişme ihtimalim az gibi... Acele etmiyorum. O da kalkıyor zaten.

Kısmet!!!


İstasyona ağır adımlarla yürürken geliş yönünde bir tren fark ediyorum ve biraz hızlanıyorum. Yan yana geçişiyoruz ki o manevra noktasına gidiyor. İstasyonda oturuyorum. O yanaşıyor ve yine keyifli, bu kez daha uzun bir yolculuk başlıyor; bizim istasyona kadar aktarmasız yaklaşık 30 kilometrelik bir yol. Trene düşen akşamın rengini ve geçtiğimiz yolun gölgelerini seviyorum. Günün en güzel, ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz. İstasyonları tek tek, dura dura devam ederken ve Mavi Işıklar İstasyonu'ndayken kafamı bir kaldırıyorum ki karşı koltuğumda o üç kız. Karşılıklı gülüşüyoruz. Kılıçdede'deki ânı ve düşüncemi anlatıyorum; gülüyorlar. İzin verir miydin peki diye soruyorum; önceki yazıda kullandığım fotoğrafı onlu çekmeyi düşündüğüm kıza.

Gülüyor...


*Gazi Kovan

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP