Haçapuri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Haçapuri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2018 Perşembe

Pazar Pidesi, Bit Pazarının Nurları ve Tbilisi'ye Veda

 Sıralı okumayı düşünürseniz, buradan başlayın lütfen.
 


Öncesi

Erken uyanıyoruz. Öğlen evi teslim edeceğiz. Otobüsümüz yerel saatle 18'de. Çanta hazırlıklarımız ve son kontrollerimizin ardından evi toparlayıp avluya bakan ortak merdivenin geniş alanına konulmuş masada son kahvelerimizi içiyoruz.

Gün Pazar. Pazar demek pide demek. Tiflis'de pidenin adı ne? Haçapuri. İlk geldiğimiz gün, anahtarları teslim alma ve tanışma faslında ev sahiplerimizin Gürcü yemekleri ile ilgili olarak, lezzet açısından öne çıkardıkları ve fiyatlarının da uygun olduğunun altını çizerek tavsiye ettikleri mekana gitmeyi düşünüyoruz. Üstelik kendisi mahallemizde, ve bu güne özel aksiyonları izlemek için doğru bir noktada. Biraz da yolu kısa tutmayıp, özellikle bulunduğumuz noktadan bir üst caddeye çıkıp güle oynaya, baka göre geniş bir tur atarak, çoğu zaman günün sürprizlerine şaşırarak  ulaşmayı düşünüyoruz kendisine.


4 Haziran

Avludan çıktığımızda Davit Aghmashenebeli Caddesi  sabah sakinliğinde, hava açık, ısı güzel; Pazar gününe yakışır bir ışıltı var günde. Bu kez Spar'a gitmek için sürekli kullandığımız caddenin bir sonrakinden çıkmaya karar veriyoruz.  Her biri geçmişten izler taşıyan, önlerinde durulası evlerle kaplı Cadde de buna şık bir sürprizle karşılık veriyor; ağaç dallarına kurulmuş küçük evler kategorisinden, iki bacaklı el yapımı bir mini apartman. Üstelik mavi yahu! Fazlası ile gülümsetiyor.



Bu cadde de tesadüf ki bir süre sonra sağa kıvrılıp sürekli kullandığımız cadde ile birleşerek Spar'ın önüne varıyor. Bu kez Fabrika'ya çıktığımız yola devam etmeyip köşeden sola yürüyoruz. Evler önlerinde kalıp uzun uzun bakmalık. Aslında yabancısı değiliz, Spar'a her geldiğimizde, ya da küçük parkında oturduğumuzda kendisi ile temasımız var. Bu kez arşınlayıp iyice tanımak ve hissetmek istiyoruz kendisini



Her bir eve hayranlıkla bakarak yürürken binalardan biri, önünde kontak kapattırıyor istemsizce. Mavilerin etkisi var tamam ama kapı önündekilerden hariç olarak tabelası ve pencerelerinden süzülen objeler takılınca göze, çaresiziz. Bir dükkan burası; züccaciye mi desem, abajurlar dahil narin porselenler, şık ve süslü ev eşyaları ya da objeler satan mı desem, bilmiyorum. Gün Pazar ve kapalı an itibariyle. Allahtan kapalı, içindeyken bir müşteriden öte züccaciye dükkanına girmiş fil efekti yaratmamız işten bile değil. Öylesine sevimli ve davetkar.


Sıklıkla şirin, pek manalı duvar yazıları ve grafiti örnekleri ile karşılaşıyoruz. Genel duruma bakınca çok milletli bir yerleşim bölgesinde olduğumuzun farkındayız; bu renklilik ekonominin alt katmanlarından olsa da çok neşeli.


Pazar rehavetinde ya da ayininde olan, kadim ağaçlı caddelerde salına salına yürümek pek güzel. Aslında bırakılacak gibi de değiller. Her bir ev ya da bir kamu sağlığı merkezi, kocaman bir hastane geçmişten bugüne epey hikaye anlatıyorlar ve insanın eli hiç birini boş geçmek istemiyor.


Derken uzaktan sezdiğimiz ama çok da anlamlandıramadığımız heyecan dolu, hatta ürkütücü, tehlike arz eden bir aksiyonun ortasındayız şu an. Güzel ve zarif  Hanımefendi, kesinlikle bir kahraman. Özel mi özel bir kadın. Çok gördük de böylesini ilk kez görüyoruz. Video kaydı için her şey hazır, en sevdiğim kadın kayıtta.


Elindeki uzun ağaç dalına taktığı ciğerleri ağacın dallarındaki kedilere uzatıyor. Etini alan kedi yola devam edip çatıya çıkıyor ve orada keyfini çıkarıyor yemeğin. Fakat bir de güvercinler var güzergah üzerinde. Biz, sanırım güvercinlerden daha tedirginiz. Bütün kediler istihkaklarını alıp, güvercinlerin yanından geçip çatıya ulaşıyorlar. Sonra hanımefendi içeriden aldığı bir kapla geri dönüyor. O içeri girdiğinde adeta güvercin yağıyor balkona. Şimdi onların yem saati. Gülümsetiyorlar. Anlatılır bir kalabalık değil, şahane bir seyir hali. Kesinlikle görülmeli. Gülümseyip selamlaşıyoruz bu şahane hanımefendi ile.


Şimdi mahallenin başka ülkelerden gelmiş renk renk insanlarının yaşadığı bölümündeyiz sanki.  Hissediliyor bu. Evlerden birinin odalarından birinden vazgeçilerek evrilmiş küçük ve sevimli bir  butik göz alıyor. Kozmopolit Mahallenin Gürcü sahibeli sempatik butiği. Aslında ürünleri Made in Turkey'mi? diye merak ediyorum, böyle olacağı konusunda yorum da yapıyorum ve en acar muhabirimiz uçuveriyor karşıya.Yanılmışım.


Yemyeşil bahçesi hareketli, kubbeleri mavi ve toz sarısı renkli kiliseyi boş geçmiyoruz. Arka tarafa kurulmuş masalardaki yiyecekler göz alıcı. Bir nikah töreni olduğunu hissediyoruz. Kadınlar, çocuklar ve erkekler şık ve her şey pırıl pırıl. Masaların örtüleri bembeyaz. Bir tur atıp çıkıyoruz bahçesinden. Aslında kalıp izleseydik, hatta arkasından gelecek kutlamaya icabet etseydik pek güzel olacaktı. Yan sokağa bakan kapısının  tam karşısındaki duvarlar devasa, pek de güzel grafitilerle süslü; Fabrika'nın sol cephesi. Önünden biraz yukarı çıkıp sola dönüyoruz. Biraz ilerledikten sonra tekrar alt caddeye doğru inerken köşebaşındaki bakkala su almak için giriyoruz. Hareketli bir bakkal. Üstelik sürprizli! Buram buram taze pişmiş hamur kokuyor.


Üç genç kadın tezgahın arkasında ve hiper aktif bir satış anı. İki küçük suyu kapıyoruz lakin o kokunun sahipleri, çeşit çeşit hamur işi de bizi kapıyor. Seç seçebilirsen! İçerdeki aksiyona ve kadınların hızına bakınca, meşgul edersek kanımızın dökülebileceği hissine kapılıp hemen iki, üzeri pudra şekerli pastayı işaret ediyorum.


Henüz sıcak, pufuduk pasta içindeki marmelat ile birlikte misler gibi kokuyor. Hoppidi hoppidi yürürken bir taraftan da yiyoruz pastalarımızı. Bir ara sokağa girip benzerlerine çokça rastladığımız, yine üç yol ağzındaki tuğlalı binanın önünden aşağı kıvrılıp Spar'ın önünden aynı caddenin öteki tarafına doğru yürümeye başlıyoruz. Elbette ki mimari baş döndürücü ve sanki çarlık dönemi Rusyasındayız. Binaların mimarileri ve görkemleri bir başka zaman dilimine taşıyor bizi. Önlerinde kalmamak elde değil, bir kaçı restore ediliyorlar ki beni resmen geçmişte yaşatan, bu manada en etkileyen bölge oluyor burası.


Geniş zamanlara ihtiyaç duyurduğu kesin; özellikle geçmişe ve o dönemlere karşı hissiyatı kuvvetli insanlar için. Deklanşörden eli çekmek mümkün değil, fotoğrafı sevenler için.

Biraz daha aşağıda hemen Leo Tolstoy Caddesi'ne dönülen köşedeki de bir başka güzel. Yeri gelmişken yazar adlarının caddelerde olmasının elbette büyük yazarlar olmaları ile ilgisi var, ama eski zamanlarda bu tür "sakıncalı" insanların sürgün edildikleri yermiş Tiflis aynı zamanda.


Benzerlerinden nüanslarla ayrılan binayı uzun uzun seyredip gecesi başka güzel Leo Tolstoy'a kıvrılıyoruz. Tiflis'in en çok ayak bastığımız alanındayız şimdi: Saarbrücken Square.


İlk gün önerilen ama kendi önceliklerimiz nedeniyle son güne bıraktığımız, aslında neredeyse her gün bir şekilde önünden geçtiğimiz Tiflis Pub'ın dış masalarından Kura Nehri'ne ve Kuru Köprü'ye (Dry Bridge) en yakın olanına oturuyoruz. Meydan bütünüyle görüş alanımızda. Bir Pazar Klasiğinin gurbetteki versiyonu bu. Gerçek bir pazar günü!  Hissiyatlarımız fena halde relaks. Güneşin bulutların arasından sıyrılıp da kendini göstermesineyse azıcık daha var. Birazdan masamıza düşeceği kesin.


Alman pub'larını andırıyor mekan. İçerisi de pek hoş, göz alıcı bir sadelik, görkemli ve tutarlı bir uyum var dekorasyonunda. Kış hayalleri bile kurduruyor insana. Yine şirin, güzel, yumuşak ifadeli ama tebessümü eksik bir genç kız. Yine insanı boğmayan, kıvamında bir ilgi, ve yine sorulara verilen samimi cevaplar.

"Bir peynirli haçapuri lütfen."

"İki peynirli, iki de kıymalı hinkal lütfen."

"Bir bira ve bir de kola lütfen."


O ara kaldırımın kenarına ve biraz ilerimize siyah bir minibüs yanaşıyor. Mekandan çıkan şık takım elbiseli, güneş gözlüklü karizmatik, hatta havalı, saç kesimi yeni moda bir adam minibüse doğru yöneliyor. Hemen arkasında elinde dosyalarla yine şık, kumral, 40 yaş civarı genç bir kadın. Biz de başlıyoruz gıybete, biz derken ben. Mafyatik bir iş adamı olduğunu, kadının da onun sekreteri olduğunu söylüyorum. Sonra kızlı erkekli bir kaç genç daha biniyor arabaya. Arka kapak açılınca kameraları görüyorum. O zaman kurgudan çıkıp teşhisi tam koyuyorum; bir televizyon ekibi bu, muhtemelen Amerikalı. Beyefendi de programın hakikaten havalı, bir o kadar da kasıntı, star pozlu, bence kaprisli sunucusu. Çocukluk hayallerim fazlası ile imreniyor şimdi. Adama değil yönetmene.


Enfes bir koku kaplıyor masayı, sonradan ilave edilmiş bir parça tereyağı usul usul erimiş olanla kaynaşırken ortaya çıkan, iştah açıcı bir aperitif sanki. Önce hinkallerin tadına bir bakalım ki peynirli olanı ilk kez deneyeceğiz. Hem de usulünce.


Hımmm usulünce?.. Hamurun içine hapsedilmiş lezzetli suyu dökülmesin diye önce sapından üst kısmı düz gelecek şekilde tutup, ufak bir ısırık alıyoruz. Sonra suyunun bir kısmını çekiyoruz, ki çok âlâ bir lezzet bu. Sonra yine kalan su ile birlikte sap kısmına kadar ısırıp, çiğnedikçe kendimizden geçiyoruz. Bu, Linville'dekinden daha lezzetli. Azıcık ama! Biz sap kısımlarını da yiyoruz. Aslında isterseniz onları içeri gönderip kızarttırabiliyorsunuz ki biz tercih etmiyoruz. Bu arada bira da pek lezzetli. Haçapuri çıtırlık noktasında Finüküler'de yediğimiz kadar başarılı değil fakat sanki bu daha yerel bir üslupla pişirilmiş, daha kalın ve yumuşak bir hamur, lezzetle ilgili bir sıkıntı yok, çok da keyifle yiyoruz ama sonuçta skor Haçapuri:1 Samsun Pidesi:1 oluyor.


Kuru Köprün'ün üzerinde usul usul hareketlilik başlıyor, bir Lada meydan tarafındaki ucuna yanaşıyor. Başta gitarlar olmak üzere, diğer malzemeler duvar dibine dizilmeye başlıyor. Sonra kahvaltı masası kuruluyor kenar bir yere. Çaylar demleniyor ve birazdan esnafların sabah kahvaltısı başlıyor. Bir süre onları izliyoruz bira ve kolalarımızın tadını çıkarırken. Ev sahiplerimizin altını çizdiği gibi memleket ölçeğimize göre çok ucuz kalan 17.73* Lari tutarındaki hesabı kredi kartı ile ödeyip pek sevdiğimiz garsonumuzu da boş geçmeyip, mekanın içinde son bir tur atıp, tabii ki bu güzel sabah keyfini yaşatan herkese teşekkür edip  Köprüye doğru yürüyoruz. 


Bir süre kalıyoruz üzerinde... evdeyken salonun camından sürekli gördüğüm, zikzaklar çizen robotik  ışık gösterisini bir Tiflis hatırası olarak aklıma nakş ettiğim göz alıcı cam bina ve arkasındaki Radison Blu'yu birlikte fotoğraflamadan geçemiyorum.

 

Dedaena Park'ın içinde sanki sanat festivali var. Eski Long-Playler'den radyolara, gümüş kaşıklardan porselenlere, çanak çömlekten zarif kristal kadehlere, giysilerden takılara kadar ne ararsanız var burada. Parkın etrafındaki kaldırımlar boyunca sıra sıra dizililer. Sovyetler Birliği'nin Glasnostla birlikte dünyaya açılma döneminde pek çok şehrimizde rastladığımız tezgahların benzerleri bunlar. Şahane bir Bit Pazarı.


Resimler... resimler... resimler. Ah şu el yapımı bebekler! Birinde aklımız kalıyor. Abla bir bir liraya mal sattıkları dönemi çoktan aşmış. Alıcıyı gözünden yakaladı çoktan. Üstelik bebek mavi elbiseli.

"Ne kadar bu?"

"100 Lari."


Aklımız kalmadı mı?  Fazlası ile kaldı. Kendimle mücadele etmedim mi? Fazlası ile. Eğer abla resimlerdeki peşin satan gibi bir poz takınmamış olsa... bizdeki duygunun farkına varıp da burnundan kıl aldırmaz bir havayı dışa vurmasa... onun el emeği olduğunu düşünsem... bir pazarlığa yol verecek bir eda sunsa...   pazarlığa girişir, niyetinden ve samimiyetinden emin olur, o parayı, hatta daha fazlasını istese onu da verip alırdım. Lakin bir sanatçı hassasiyetinden yoksun, başkalarının emeğini pazarlayan bir kurnaz satıcı tavrıydı gözüme çarpan.


Biz de teselliyi şu sevimli mavi kargada buluyoruz hemen. Tam o esnada iki güvercin çeşit çeşit tablolarla dolu, rengarenk  meydana sanki uzun bir takip uçuşunun ardından zınk diye konuyorlar. Arkadaki pek çapkın, fena asılıyor ötekine. O nereye o da oraya. Gülümsetiyorlar. Öndekinin pek manidar nazına mahkum takipteki. O bir mahcup  mecnun. İndikleri ve yürüdükleri yön anlamlı. Sanki... evet sanki... başkalarının duymadığı bir müzik var. Hissediyoruz. O da ne? bu bir dans. Pek romantik bir an. Şimdi ressama doğru yürüyorlar. Yüzümüzde çok sıcak, sevimli bir tebessüm. Kalıyoruz öylece.


Normalde 12'de teslim edeceğimiz evi dün Linville'deyken mesaj atıp 14'e uzatan ev sahibemiz nedeniyle  biraz vaktimiz var. Hızlı bir şehre veda partisi yapabiliriz. O halde Hemingway'e.

Dışarıdaki yüksek masalardan birine oturuyoruz. Güzel mekan Papa Hemingway! Biraz ileride de Jack London var. Ne sevimli bir cadde bizim cadde. Gariptir, içimizde en ufak bir ayrılık hissi yok. Sanki buralıymışız gibi bir duygu bu.

"Bir kadeh kırmızı şarap lütfen."

"Bir kadeh beyaz şarap lütfen."

Şarap seçimini en bayıldığım yol arkadaşıma bırakıyorum. İçeri geçiyor ve inceleme başlıyor. Mekan sahibi Hemingway hayranı, giyimi ve tarzı pek güzel. Bir müzede her biri nadide eserlermişçesine anlatıyor şarapları. İşini ne denli bir sadakat ve keyifle yaptığı camdan dışarı yansıyor.


Belki bir akşam, mekan yükünü almışken, masalardan insan sesleri yankılanırken derin sohbetlere kulak kesilsek, pek "entelektüel" tartışmaların içinde gezinsek, bir iki kadeh yuvarladıktan sonra şu masalardan birinde Hemingway'in bir şeyler karaladığını da görebilirdik kesin. Çünkü içinde kıymetli cümleler kalmış, ruhu olan küçük, sevimli bir mekan Papa Hemingway.


Şaraplarımız geliyor. Abi sohbetli. Bir süre sonra çekilmesini de biliyor. Hımmmmm baharat kokulu, karanfil ve tarçın nüanslı kırmızı bir şarap. Üstelik bunlar da küplerde fermente edilmiş. Benim beyazım da serin ve narenciye ferahlığında. Güneş öyle güzel ki. Cadde canlanma saatlerinde. Keyfimiz fena halde gıcır. Seviyoruz seni Tbilisi.


Yudum yudum hissederken anın kıymetini, güzel güzel kelimelerle birbirimizin gözlerinde kayboluyoruz. Yaşamın güzel anlar hanesine bir çentik daha atarken, en bayıldığım kadının telefonunda yeni bir mesaj. Yine tatlı ev sahibemiz, bir İngilizce öğretmeni kendisi, gördüğümüz en güleryüzlü Gürcü. Zamanı bize bırakıyor. O halde 16 uygun. Mutabığız. Seviyoruz seni Nino. Yudum yudum Hemingway o halde!


Artık eve geçip çantaları alma vakti; seyri ve keyfi güzel caddemizde sallana sallana, hoşumuza giden mağazalara gire çıka yürüyoruz.


Güneş, zaten hikayesi güçlü, fazlası ile sevimli caddemizi ve bizi şefkatli sıcağı ile pışpışlıyor. Günün usul usul kalabalıklaşmaya başladığı saatler geliyor. Bugün Pazar!


İlk gün evin avlu kapısının hemen kenarına kıvrılmış bu sevimli köpeğe ilk anda  "Selam Puik." diyorum; Ontorio Kurtlarının Kaptan'ı Swing'in köpeği Puik. Bizimkini yaratan sanatçı da ondan ilham almıştır belki.


Buluşuyoruz Nino ile evin kapısında.*

"Sevdiniz mi?"

"Çooooooooooooookkkkkkkkkk."

İşini öyle heyecanla yapıyor ki öğretmenliğinin yanı sıra ve öylesine seviyor ki evlerini, iyi şeyler söylediğinizde öyle bir pırıltı çıkıyor ki açığa, anlatılamaz. Duydukları fazlası ile mutlu ediyor onu, yazın diyerek de paylaşmamızı istiyor düşüncelerimizi; öylesine masum, öylesine yumuşak ve öylesine çekinerek ki... Yanağından makas alası geliyor insanın.


Komşularla selamlaşıp, sırt çantalarımızı yüklenerek garajlara gitmek üzere çıkıyoruz güzel anlar geçirdiğimiz avludan. Puik ile de vedalaşıyoruz. Kuru Köprü'den son kez geçip biraz daha yürüdükten sonra bir taksi durduruyoruz. Bu kez iletişim zor. İngilizce fayda etmiyor. O ara duraktaki genç kızdan yardım istiyoruz. Garajlara gideceğimiz kısmını hallediyoruz. Şimdi pazarlık kısmı. Sonuçta 8 Lari'ye anlaşıyoruz.

Küçük ve eski bir otogar, bize sevimli geliyor. Otobüsümüz ki geldiğimiz, peronda. Hostesimiz yazıhanedeki hanımefendi ile sohbette. Bizi fark ediyor.

"Hoş geldiniz?"

"Hoş bulduk."

Çantaları veriyoruz. Üst katta caddeyi de gören banklardan birine otuyoruz. Ellerimizde kahve kokusu.


Kitaplar çıkıyor çantadan. Yeraltı Demiryolu. Yazar Colson Whitehead ile yeni tanışıyorum. Gelirken, evde sabah erken uyandığımda kanepeye uzanıp okurken,  içimde bir ukala türüyor sürekli; bildik, yeni bir şey söylemeyen bir roman vurgusu yaptırıyor dilime. Hatta bıraktırmayı bile düşündürtüyor bana. Ukala işte! Sonra bırakmayı yakıştıramıyorum kendime, ticari bir mantıkla, çok satabilecek kitap planlamasıyla yazıldığı vurgum usulca alanı terk etmeye başlıyor. Onun yerini, tamam bildik bir hikaye ama!... söylemi alıyor usul usul. Sonra bırakamaz oluyorum. Nasıl bir hikayeye dahil olma haliyse benimki, okumuyor bizzat görüyorum şimdi. Sonra başlangıçta kitapla ve yazarla ilgili kurduğum tüm cümlelerimi yutuyorum.

Artık hava kararıyor ve biz bu kez Gürcistan'ın 3.büyük şehri ve parlamentosunun taşındığı Kutaisi üzerinden dönüyoruz. Banliyösü, ışıl ışıl bir şehirden öte ışık yoksunu bir kasaba tadı veriyor.

Yapımı ve işletmesi Metro'ya ait -şık- Batum Otogar'ında yemek molasının ardından sınıra varıyoruz.

Bu sefer daha sakin kapı. Gürcü polisinden geçip, galvaniz sac kaplı uzun koridora giriyor ve ilk free-shop'a dalıyoruz. Bu Gürcülerinki. Cin, viski ve iki şişe cacha alıp ikişer şişe halinde pay ediyoruz.

Şimdi bizim kapıdayız. Çantalar x-ray'e. Bu kez sorun çıkıyor. Görevinin hakkını veren kadın polis elimizdeki poşetlerin -yüksek alkol derecelerine sahip oldukları için- limiti aştığını söylüyor. Kalıyoruz.

"Gürcü tarafından mı aldınız?"

"Evet."

Geçirmeye pek gönlü yok.

"Bizi uyarmadılar, uyarsalar almazdık."

Sanki yumuşayacak.

"Özellikle öyle yapıyorlar. Bizimkinden alsaydınız uyarırlardı."

"Çantada bir de şarap var. "

"Ev sahiplerimizin hediyesi."

Aslında bizim kapıda sorun çıkarılabileceği konusunda uyarmıştı free-shop'daki genç kadın. Ama biz Türk'üz; ufacık bir limit aşımından sorun çıkmaz bizde biliriz, duygusalız nasılsa, iş görmeyi severiz. Hatta görevini hakkıyla yapan, kanunsuzluğumuzu görmezden gelmeyen insanı kınarız. En sevdiğimiz cümle "bu seferlik idare et"tir. Eden de adamın dibidir bizce.

Sonuçta iyi niyetimizden şüphe etmeyen kadın polisimiz kıyamıyor bize.

Dönüş, özellikle Türkiye'ye girdikten sonra sürekli durup yolcu almalar, indirmeler yüzünden yorucu ve sıkıcı olmaya başlıyor.

Kerasus'taki mola ruhu açıyor.

"İki yayla çorbası lütfen." 

Üzerine biraz pul biber. Deniz. Erkenin tatlı serinliği. Lezzetli çorba, sıcacık pideler...

Ekip tam kadro bize yakın bir masada. Mevzu gidişteki trafik cezası. Başka otobüsteki bir hostesin aldığı ücretin içerdikleri üzerinden gıybet... Açık sözlü olduğunun altını çizen, bunu  pervasızlığına paye yapan patron-şoför. Otobüse fazla hostese alakasız bir örnek üzerinden mesaj.

Gün ışıması. Karadenizin güzelliği. Geçilen pek çok yerleşim. Minibüs... Ve Ev.


  

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Yoksa Çok mu Sevdik Biz Tbilisi'yi...

Günlerden bir gün, sabahın erkeninde uyanıyorum, o eşsiz titreme ve tadına doyulmaz heyecan çoktan bedenimi sarmış, sevinç paçalarımdan çekiştiriyor ve sürekli aynı şeyi tekrar ediyor: "Biz, Tiflis'e gitmeliyiz!"

Bir şey var; kuvvetli bir aşkın çekim alanında bizi ısrarla tutan garip ama çok da tatlı bir şey bu. Çok daha popüler, çok insanın "Ora varken ora mı?" diye burun bükeceği şehirler geçmiş aklımızdan çok kere... Düşünmemişiz, 'O da bizi sever mi?' diye.

Bir ev buluyorum. Booking.com'dan. Göz göze geldiğimiz anda vuruluyorum. Basit bir kriterimiz var bizim; şehir ve o şehirde yaşanacak hikâyemizle uyumlu, baş rol dağılımında sorun yaratmayacak bir paydaş olması. Hissim kuvvetli ve 'kesinlikle' diyor, 'o'. En şahane yol  arkadaşıma linki gönderiyorum.

Bayıldı bile. Kalınacak yer cepte.

En kolay ulaşım otobüsle. Garip ama öyle. Karadenizden uçakla ulaşım aktarmalı; Samsun-İstanbul-Tiflis, Tiflis-İstanbul-Samsun. Aktartmadaki bekleme süreleri uçuş süresinden fazla. Uzun otobüs yolculuklarını özlemişim ayrıca. İlkyazın doğada yarattığı fışkırışın tadını çıkarmalıyız! Üstelik coğrafya Karadeniz!

Batum-Tiflis tren yolculuğu ise bir ukde.



30 Mayıs

İki gündür sağ ayağım, tabanı yere basılamayacak biçimde ağrıyor, acı veren bir ağrı bu; yoldan vazgeç dedirtecek biçimde, kaybedilecek maliyeti  göze aldıracak derecede bir ağrı. Yoğun bir tedavi uyguluyorum ama nafile.

Yolda olmak, isterse 2 saatlik olsun, benim için kargaşadan, akıp giden hayatın çirkin yanlarından kopma, her şeyi unutma ve yolun sunduğu hikâyelerin içinde kaybolup harikalar diyarı ile buluşma hali. Öte yandan bir şehri yürümeden gezmek hiç de bize göre bir şey değil. Değişik seçenekler geçiyor kafamdan. Olmadı burada oturacağıma orada oturur, en azından geçmişin ve bugünün oradaki kokusunu hisseder, pencereden akıp geçen zamana bakar, evde, yerel tatlar ve içeceklerle kurulmuş bir masada, en sevdiğim yol arkadaşımı dinler, gülüşünde ve gözlerinde kaybolur, onun heyecan yüklü anlatımıyla şehrin tadını çıkarırım. Planım bu.

Uyandığımda bir şey yok, geçti mi diye düşünüyorum. Bir yandan korku var içimde. Basmaya korkuyorum. Yüzleşiyoruz acıyla. Moral biraz bozulsa da yılmak yok. Birden kışlık outdoor ayakkabıları denemek geliyor aklıma, yapısı sağlam ve ayağı sabitlemeyi beceriyor sonuçta. Deniyorum, biraz acı olsa da basıp yürüyebiliyorum. Seviniyorum. O halde bu ayakkabılar geliyor. Diğer seyahat eşlikçilerim ile birlikte sırt çantamı hazırlıyorum.

Servis saat 15'de. Bir telefon konuşması ve son teyitleşme. O benden önce binecek.

Son kontrollerimi yapıyorum, her şey tamam. Sırt çantamı alıp düşüyorum yola. Yazıhane eve yakın.  Biraz acı hissetsem de sağlıklı yürüyebiliyorum. Servisi bekliyorum. Birazdan en sevdiğim yol arkadaşımla buluşacağız. Üzerine basmadığım sürece bir ağrı yok. "Hahh servis de geldi!" Benle kaç seyahat yapmış sırt çantamı yüklenip biniyorum servise.

O da ne! Yol arkadaşım serviste yok.

"Başka bir servis  mi var?"

"Hayır"

"Üniversiteden bir arkadaşım binecekti."

"Yazıhanedeki kıza işaret ettim, var mı yolcu diye, kimse yok dedi."

"Mümkün değil, en az yarım saat önce gelir o."

"Geri dönemez misiniz?"

"Dönemem, minibüsle Denizevleri'ne gelsin orada beklerim" 

Buluşuyoruz Denizevleri'nde. Görevli kızın hatası, dışarıda bekleyeceğinin altını defalarca çizmesine rağmen unutuvermiş. Belki de yerinden kalkıp da bakmadığı için bindiğini düşünmüş yolcunun ve yan yola girip yazıhanenin önüne gelmeyen, üzerinde şirkete ait bir ibare olmayan midibüsün şoförünün ana yoldan yaptığı işareti cevaplamış muhtemelen kendisi.

Neyse, an itibari ile her şey yolunda. Yola gitmenin o kıpırtılı, diken diken, hep çocuk ama hep çocuk heyecanının, tadına doyulmaz meraklarının, doğan güneşin, batan güneşin, parlak ve kocaman ayı takip etmenin, mola yerlerinin ve defalarca geçilmiş olsa da kasabaların, şehirlerin, girilen küçük garajların, oradaki telaşların  tadını çıkarma zamanı.

Biraz eski olunca insan eskinin güzergâhlarını da anıyor elbet. Perşembe'nin, Yalıköy'ün içinden geçen, denizin bazen altınızda bazen yanınızda olan hallerini, güneşin denizin üzerinden batışını, doğuşunu, Giresun'u Rio'ya benzetmeme neden olan adasını arıyor insan. Çevre yolları ne yazık  izin vermiyor o güzel anların, kıvrıla kıvrıla giden yolların, her virajın çıkışının sunduğu sürpriz güzelliklerin tadını çıkarmaya. Belki de bir sürprizi vardır yolun kim bilir, işte bu, işte böyleydi bizim yolumuz da dedirteceği bir yer.

Hava geceye döndükten bir süre sonra yemek için mola veriyor otobüs. Memnunuz yolculuktan. Hostesimiz tatlı bir genç kadın. Gürcü. Otobüs için fazla olduğunu bile düşündürtüyor insana.

Şirin bir yer, öyle çok otobüslü mola yerlerinden değil, yemek tezgâhı, fırından çıkmış Karadeniz pideleri çağırıyor. Bi bakalım o halde: Tek kalmış güveç 'ben, ben' diyor. Gözüm onda. Cacık göz alıcı. Hımmmm pilav şehriyeli. Küçük pideler fırından, sıcacık. Mutfakta çalışanlar ve yemek verenler kadın. Gürcü olacaklarını düşünüyoruz.

"Şu güveci alalım lütfen."

"Bir de cacık."

"Ve bir pilav lütfen."

Çok az pide ve suları da alıp arka taraftaki açık bölüme geçiyoruz. Deniz dibimizde, ay denizin üstünde. Ve martılar... Hava şahane bir yaz serinliğinde. Mutluyuz. Tadını çıkarıyoruz yiyeceklerin.


"Hımmmmmm âlâ bir güveç."

"Güzel ve serin bir cacık."

"Ve şahane bir eşlikçi olarak pilav."

"Kesinlikle."

Pidelerin kalanlarını martılara atıp, çaylarımızın tadını çıkararak bu güzel ilkyaz akşamını içimize çekiyoruz. Kalkma vakti. Haaa mola yeri Giresun civarında solda, kavşaktan dönüp gelmek gerekiyor eğer gidiş yönündeyseniz. Adı Kerasus. Beklentinizi çok yukarıda tutmayacaksanız, her şeye bir sebep bulan biri değil de koşullara bakıp samimiyetin farkını hisseden, yolu ve yol mekânlarını seven biriyseniz tadını çıkarın.



31 Mayıs

Giresun, Trabzon, Rize, Hopa derken Sarp sınır kapısına varıyoruz. Kapı sakin, bu güzel. Otobüsteki tüm eşyalarımızı alıp iniyoruz. Önce çıkış pullarımız için 15'er TL ödüyoruz.  Suratlarımızı ve kimliklerimizi dikkatlice inceleyen yakışıklı genç polis basıyor damgayı. Nedense en sevdiğim kadının pasaportuna bakınca, Balıkesir'den nereye çıkış yapıldığını merak ediyor. Yunanistan'a cevabı merakını gideriyor. Sanki illa da bir haşarılık, ya da muziplik yapması gereken sevimli bir çocuk. Kesinlikle eğleniyor işini yaparken ve bu yakışıyor film karakteri kılıklı gence.

Üstü dahil her tarafı saclarla çevrili, upuzun bir koridordan yürüyoruz; bilim-kurgu bir film ya da bilgisayar oyunu tadında, gizemli, metalik ve ıssız bir yol. Free-Shop'ları şimdilik es geçiyoruz. Biraz daha yürüdükten sonra açık bir alana çıkıyoruz. Gürcistan'a hoş geldik.  Oradan aydınlık, tuvaletleri hariç, temiz ve ışıltılı bir binaya giriyoruz. Kadın polis çok ciddi. Sovyet terbiyesi almış belli. Sıfır mimikle inceliyor kimlikleri ve bizi. Emin oldu ve bastı damgayı.

Sırt çantalarımızı x-ray'den geçirmek için bekliyoruz şimdi. Bavul taşıyan Gürcü hamallar bizim yandan geçebileceğimizi söylüyorlar. Geçiyoruz. Biraz ilerde aynı tarafa geçmemiz gerekiyor ve x-ray tam karşımızda. Polis Türkçe konuşabilen genç biri. Bu da bizimkine nazire yapar bir yakışıklılıkta. Güleryüzlü.

"Çantaları x-ray'den geçirelim mi?"

Gülümsüyor. Esprili.

"İlaç, içki, ziynet falan var mı?"

"Yok."

"Buradan geçebilirsiniz."

"Teşekkürler." 

Gümrük çıkışındaki geniş alanda diğer yolcularla otobüsü bekliyoruz. Otobüste süresini doldurmuş bir Azeri yolcu varmış, sınır dışı edilen. Onun yüzünden süre uzuyor biraz. O arada Tiflis'e varana kadar ihtiyaç olur diye 10 Dolar bozduruyorum. Para az diye kuru çok önemsemiyorum. Aynı alanda bile kurlar farklı, ayrıca fazla bozdurmanıza gerek yok.

Yeni gün yavaş yavaş ışımaya başlıyor. Doğa muhteşem, Eski Sovyetler Birliği izlerinde gözlerim.  Bizim coğrafyanın tahribi ve betonlaşmasının aksine, son derece bakir ve 'Karadeniz'in yeşili bende' diyen bir coğrafya. Muhteşem manzaralar eşliğinde keyifle yol alıyoruz. Batum'a varınca denizle buluşuyoruz yeniden. Eski Sovyet toplu konutları dökülüyor ama izleyene yaşattığı tat başka. Tek katlı binalar, küçücük dükkanlar, eskilik, sokakları süpüren kadınlar bir zaman yolculuğunun oyuncuları. Öte yanda yeniden kurulan bir şehir var: Bir Las Vegas Junior. Kumarhaneler ışıltılı, yapımları süren otellerin hepsi dünya markası. Tüm inşaatlar tamamlanınca başka, bambaşka bir şehir olacağı kesin. Dünya zenginlerinin yeni kumar ve eğlence merkezi. Bense eskinin izlerindeyim; sayfiyedeki kuvvetli hikâyeler anlatan evlerin, demir yolunun, eski köprülerin, kolhozların ve doğanın.

Artık daha çok düzde gidiyoruz. Batum'da şoför değişti ve yenisi epey hızlı. Duble yollarda Amerikan kılıklı ekip arabaları. Bir yerleşim merkezine, Lanckouiti'ye girdiğimizde duruyoruz. İnecek biri var diye düşünürken arkadaki polis arabasını görüyorum. Radara yakalandık kesin! Bekleme süresi uzayınca iniyoruz aşağı. Hostes koltuğundayken, emniyet kemersiz yakalanmış kameraya. Ekibin tüm çabaları yetersiz kalıyor. 1000 TL karşılığı bir ceza yiyorlar, ikinci kez olduğundan. Şoförün ehliyetini alıyorlar ve uyumaya çekilmiş şoför yeniden direksiyona geçiyor.


Tüm o süreçte bu şirin yerleşimi, Lanckouiti'yi, otobüsten fazla uzaklaşmadan gezmeyi ihmal etmiyoruz. En sevdiğim kadın bir evin bahçesindeki siyah köpekle dostluğu kurdu çoktan. Bi de dikkatimizi çeken borular var; bunlar havada ama yerleşim ve kırsalı boyunca uzayıp gidiyorlar, önce su için olduğunu düşünürken, doğal gaz boruları olduğu kanısına varıyoruz sonunda.


Sevmiştik ekibi ve üzülüyoruz cezaya. Gerçi Ankara'dan Tiflis'e giden otobüsün, indi bindilerle birlikte yaptığı hasılat içinde çok da büyük bir kayıp olmadığı hissini veren bir rahatlık da var kendilerinde.

Kahvaltı için mola vakti; küçük, şirin, biraz derme çatma, inadına sevimli, doğanın içinde bir yer.  İzci kampında sayabiliriz kendimizi. Hımmmmm yemekler güzel, kahvaltılıklar da, bir çorba içsek mi? Tuvaletlerden sorumlu teyze sert ve titiz. Tuvaletler tüm ilkelliğine inat tertemiz. Sonuçta bir köyün kıyısındayız. Demir yolundan kütük yüklü katarlar geçiyor. Sık ve yemyeşil ağaçların arasındaki bir yokuşu, tadını çıkara çıkara tırmanıyorlar. Selam çakmayı ihmal etmiyor makinist. Bir tren delisi için eşsiz bir manzara. Yolunuz açık olsun. Çorbam lezzetli. Güneş şefkatli. Ekip neşeli.


Dağları, sonsuz yeşili, aşağımızda kalan köyleri, düzlükleri, masmavi ve çağıl çağıl ırmakları izleye izleye sabahın ve ikram edilen kahvelerin tadını çıkarıyoruz. Yer yer uyumamıza rağmen gece, en ufak bir yorgunluk hissimiz yok. Oysa ne kadar da endişeliydim, günü ziyan edersek diye.

Düz bir yolda ağaçların ve yeşilin içinde ilerliyoruz, çok küçük bir yerleşime yaklaştığımız belli, ileride sola keskin bir viraj var, ve görüş alanımda ilgimi çeken bir şey. Önüne geldiğimizde bayılıyoruz gördüğümüze; şirin, ama çok şirin, minicik bir yiyecek satan yer,  AVM'lerin içindeki pideciler gibi, hani tasavvur edin diye öyle diyorum, yoksa bu çok kendine özgü, yazıları ve renkleri çok şirin, mini, içine girilemeyen, bağımsız bir dükkân, tezgâhın arkasındaki, önlüğü üzerinde, tertemiz abla çok tatlı. "Ahhh bir dursa otobüs!" Geçiyoruz önünden. Lezzetin kokusu buram buram. Ve sonuç itibari ile oluyor kocaman bir ukdemiz daha. Aklımız sende abla. Bir gün mutlaka!

Tiflis artık iyice hissediliyor. Tabelayı ben uyurken geçmişiz ama bölgeyi tanıyorum.  Zestafoni. Şarap Bölgesi. Ve eski başkent Mtshketa. Arabaylaysanız peşin peşin uğrayın bence. Tiflis sizi severse bırakmayabilir! Hem öğlene doğruysa varışınız, ya da daha geç vakit, bir kadeh hoş geldik şarabı içersiniz kim bilir? Arabayı kullanan hariç ama.

Şehire giriş insanı korkuya kaptırıyor, 'Bura mı ya?' benzeri bir duyguyla... ırmağın rengi şaşırtıyor, aldanmayın, alışıyorsunuz sonuçta. Gözlerim etrafta, ah burada inebilseydik keşke, tahmin ettim ki bizim mahalle... otobüs şehrin içinden geçip garajlara varıyor. Önce Old Town'a nasıl ulaşacağımızı öğrenmemiz gerek. Hımmmm hostesimiz var!

"Old Town'a nasıl gidebiliriz?"

"Old Town????!!!"

Biraz anlatmaca.

"Haaa Marjanishvili. Önce Marjanishvili'ye gitmeniz lazım, sonra oradan devam edersiniz."

Bir taksici ile konuşuyor, 15 Lari istiyor, çok diyor, 12'ye iniyor ama onu da kabul etmiyor ve garajların dışında bir taksi bulmamızı öneriyor. Teşekkür edip çıkıyoruz garajlardan.

"Biraz yürüsek mi?"



Tbilisi Loves Us 

Geniş ve bol ağaçlı bulvarda yürüyoruz, karşıya geçmelerde çekingeniz. Öyle yazılarda öyle şeyler vardı ki dersiniz tüm şoförler kasap ve medeniyet bu şehre hiç uğramamış. E sonuçta İstanbul trafiğinde yıllarca karşıya geçmeyi başarmışız. En sevdiğim kadın korumam altında. Vururlarsa önce bana vursunlar.  Sıkıntı çekmeden geçiyoruz karşılara. Güzel ve yeşil bulvarda yürürken, birikmiş insan kalabalığı dikkatimizi çekiyor. Az önce telefona "Tbilisi loves you." cümlesi düştü.  

"Yaşasın, sevdi bizi!"

"Çak."

Televizyon kameraları ve basın ve de halk tıka basa. Soruyoruz nedir bu diye. İki gün önce halk çok geniş katılımlı bir yürüyüş yapmış meğerse, mafya ve onunla iş birliği içinde olduğunu düşündüğü polis teşkilâtı hakkında. Bu kez polisler eylemde. Kaldığımız dört gün boyunca bu olayın tüm yansımalarına tanıklık edeceğimizin henüz farkında değiliz ama. Ve demokrasi bilincinin bu şehre nasıl yerleşmiş olduğunun tadına. Şehrin kullanıma açık ağının adı Tbilisi loves to you. Bir çok bölgede ulaşım var ve işe çok yarıyor kendisi.



Biraz daha yürüdükten sonra gayet şık ve zarif ve ciddi bir hanımefendiye soruyoruz.

"İngilizce biliyor musunuz?"

"Evet."

 "Marjanishvili'ye nasıl gidebiliriz?"

"Şu otobüsle ya da şu numaralı minibüsle gidebilirsiniz."

"Kart nereden alabiliriz."

"İleride bir metro istasyonu var, oradan alabilirsiniz."

"Teşekkürler."

Özellikle gençlerle İngilizce iletişim kurmak mümkün, Onunla İngilizce konuşurken, birbirinizle Türkçe konuşmanız sonucunda  "Türk müsünüz?" diye Türkçe soran kişilerle karşılaşırsanız şaşırmayın. Kısacası iletişim kolay. Üstelik benim İngilizceyi fluently konuşabilen bir yol arkadaşım var.

"Bir taksiye binelim o halde."

Abi Gürcü. Bir şekilde iletişiyoruz. 10 Lari istiyor, sonuçta 6 Lari'ye anlaşıyoruz. Konuşkan. Kartını veriyor hemen, hani çevreye gitmek isteriz diye. Önerilerde bulunuyor. Bilinç altına reklam faaliyeti çok göstere göstere olsa da sevimli. Tatlı adam. Avradı Azeriymiş, ondan kaynaklı kısmen anlayabiliyormuş Türkçeyi. Bi de sussa. Mahalleye geldik, ve bayıldık Marjanishvili Meydanına. Şimdi bizim caddeyi bulacak abi. Sora sora buluyor. O bölgeye taşıt giremediği için bizi çok yakın bir yerde bırakıyor.

Davit Aghmashenebeli Street. Güzel caddemiz. Barlar Sokağı bir nevi. Pırıl pırıl genç kızlar; İngilizceleri güzel, tam da bizim Çiçek Pasajı ve benzer yer garsonları gibi mekânlara çağırıyorlar. Ama biz önce "evimize" gitmeliyiz. İşte şu pembemsi cepheli binada bizim "evimiz". Güzel olduğunu biliyorduk da canlısı başka oluyor elbet.


Demir kapıdan giriyoruz. Güzellik ve Masaj salonu olan dairenin camından avluya bakan genç ve de güzel kıza soruyoruz, üst kat olduğunu söylüyor evimizin. Ev sahiplerimiz bizi bekliyor. Tatlı insanlar. Film yönetmeni ve İngilizce öğretmeni bir çift. Son temizlikler yapılıyor. Anahtarları teslim alıyoruz ve içerideyiz.


"Burası çooooooooooooooooooooooookkkkkkkkkkkkkkkkkk güzel yaaa!"

Komşularımız da. Kısa bir yerleşim eyleminin ardından, dışarıdaki masada avlunun tadını çıkararak kahvelerimizi içiyoruz. Sonrasında duş, kısa bir dinlenme ve kendimizi sokağa atma zamanı. Evde a'dan z'ye her şey düşünülmüş; çok iyi elden geçirilmiş ve çok da zevkli döşenmiş. Masanın üzerindeki kırmızı şarap klas. Çalmak isterseniz bir de piyano var. Mesela içimizden biri çaldı. Duvardaki yağlı boya resimler aile fertlerinden, özellikle de hanımefendinin elinden.


Avludan çıkar çıkmaz her biri çağıran şirin kafelerin önüne düşüyoruz. Önce buralarda olduğunu düşündüğümüz Ziraat Bankasını bulup biraz Lari çekmeliyiz. Bu cadde üzerinde olduğunu görmüştüm şehir haritasını incelerken ama otobüs garajlara giderken de başka bir bölgede önünden geçmiştik. Muhtemelen taşındı, belki hâlâ burada ufak da olsa bir ofis vardır umudundayız.


Evden çıktıktan hemen sonra, yeni doğmuş bebek gözlerle etrafı incelerken bir avlunun içinde gelin-damat görmek hoş oluyor. Ama asıl hoş olan fotoğraf tamamlayıcısı unsurlar. Avlunun kemerli girişi ise kaymaklı ekmek kadayıfı. Şemsiyeler zaten rüya gibi. İçerdeki kafe gözümüzden kaçmıyor tabii ki. Belki bir akşam biralarının tadına bakarız. Tbilisi ilerleyen zamanda iyice anlayacağımız üzere sürprizleri bitmeyen bir şehir. Mesela ev sahibemizin bile bilmediği, muhteşem bir mekânda yemek yiyip şarap içtik bir öğleden sonra desem, bu, sürprizli şehir iddiamın altını çizmiş olur di mi?


Lüks bir otelin kapısındaki şık üniformalı gence soruyoruz. İngilizce.

" Ziraat Bankası nerede?"

Konuşma İngilizce devam ederken yukarıda bir yerde bahsettiğim olayı yaşıyoruz ve Türkçe devam ediyor konuşma. Bir tarif veriyor ama orada yok banka, emin oluyoruz ki benim gördüğüm yere taşınmış. Boş veriyoruz para çekmeyi. Ahhh şu koca bina. Muhteşem bir dış cephe. Helâl olsun yapana.


Cadde ağaçlık, binalar hoş, havamız güzel. Tbilisi'yle iyice kaynaştık. Mutluluğumuz katmerleniyor. Baka dura meydana varıyoruz, enteresan, hiç terlemedik. İstasyonun olduğu binayı tahmin ediyorum. Yine de soralım ama. Bingo! Önce minik miktarlarda dolar ve euro bozduruyoruz; ben küçük bir yere, yol arkadaşım euro bozamadığı için banka nizamındaki bir döviz bürosuna.. hem kur iyi hem de kurumsal kalitesi yüksek bir yer. Hemen Marjanishvili Meydanında ve metro istasyonunun olduğu binanın yanında. Metro, otobüs ve teleferikte geçerli  kartlarımızı da ikişer Lari karşılığında alıp beşer Lari de yükletiyoruz. Tam anlamıyla Tiflisli olduk şimdi.


Biraz meydanda oturup etrafı izliyor, terası olan mekânlardan birine oturup bir şeyler atıştırsak mı diye düşünüyoruz. Bundan vazgeçip geldiğimiz yolu geri dönüyoruz. Eve yaklaşınca soldaki caddeye sapıyoruz. Binaların tarihsel skalası epey geniş. Binlerle ifade edilen yıllar öncesine dayanan binalar bile var. Mahallemizin Spar'ıyla tanışıyoruz bu arada. İki tane armutlu gazoz ve üzeri şekerli pastayı kapıyoruz ve karşısındaki parka konuşlanıyoruz. Tam karşımızdaki küçücük bakkalaysa bayılıyoruz. Keşke oradan alsaydık. Köşedeki yerel marketi de yazdık aklımıza.


Gazozlar nedense fazla tatlı geliyor bu kez bana. Bitiremiyorum. Parktan yukarı doğru yürümeye devam ediyoruz ve sola giden caddeye baktığımızdaki büyük bina dikkatimizi çekiyor.

"Fabrika olmalı burası."

"Kesinlikle Fabrika"

Neredeyse her Tiflis  yazısında mutlak görülmesi gereken yer olarak önerilen mekan. Dışarıdan pek etkilemiyor da avlusuna yönelince tamam dedirtiyor.


Eski bir fabrika'yı kocaman bir hostel yapmışlar. Avlusunda canlı müzik çalınan güzel mekânlar var. Yaz akşamları tadı çıkarılası bir yer. Düz bir bina demeyin ve kesinlikle akşam saatlerinde binanın içine girin, kocaman lobisi, mutfağı ve yemek bölümünü gezin. Cıvıl cıvıl öğrenci kaynıyor, hatta imreniyor insan.


Dışarıda biraz oturuyoruz. Mekânlar inceleme altında. Burada mı takılsak bu akşam? İki mekânı gözümüze kestirdik yalnız dışarıdaki masalar dolu. Fıçı üstü iki masa ve yüksek sandalyeler var, uzun süreli bir oturma için uygun bulmuyoruz. Hımmm şu mekân da güzel. Oturuyoruz. Menü ve biraların 33'lük oluşu cazip gelmiyor. Bu kez bizim caddedeki mekânlar için ona doğru yürüyoruz. Düğün fotoğrafı çekilen avludaki mekân ilgimizi çekmişti lakin dolu. Sonuçta isli Gürcü sosisleri, füme et ve bira alıp evde masa kurmaya karar veriyoruz. Şimdi alışveriş için üst caddeye. Mahallemizin marketinden alışveriş yapalım ama. Giriyoruz. Şarküteri reyonuna bayılıyoruz lakin iletişim zor. Ürünlerle ilgili bilgi alışverişini sağlayamıyoruz. O halde Spar'a... hem mezeler de vardı onda.

Eleman İngilizce konuşabiliyor. Aynı ürünlerden var burada da... yerel lezzetler yani. Bir kaç meze, iki farklı sosisten yeter miktar, iki kişilik füme et, ekmek, kabuklarıyla haşlanmış dereotlu ve baharatlı baby patatesler, 2,5lt Kozel, 2 şişe de 50'lik Gürcü birası kapıyoruz. Biralar sudan ucuz, diğer içkiler de... Mesela 2,5 lt Kozel, 7,5 Lari. Kur 1TL 0,56 Lari an itibariyle.


Sosisler hafifçe tavaya değerken, masayı hazırlıyoruz. Hımmmmm füme et... bir tadalım bakalım. Lezzetli.. Kozel aşığıyız zaten. Ama Gürcü biraları başrolü alıyorlar. İs tadı, kuvvetli biralar, aromalar, sohbetin dibi, yolun hafızaya yer etmiş tadı, avludan gelen televizyon sesi, yan daireden avluya düşen müzik, karşı balkondaki yaz sohbeti, uzaktaki Radison'un ve yanındaki binanın ışık gösterisi, karşı tepedeki, ışık saçan dev uzaylı(!), kolektif bir uyumla muhteşem bir senfoni sunuyorlar bize.

"O halde şerefine."


Yoksa Tiflis de mi Bizi Çok Sevdi?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP