O etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
O etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2022 Perşembe

Bir Mavi Aşk

Yakın tarihli şahane bir Sinop akşamını yazarken birden ayakları yerden kesilmiş ruhumdan zapt edilemez kelimeler fırlıyor: "Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu.

Bir an ödüm kopuyor!

Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!.."*


*

Şu an yazmakta olduğumdan önceki yazıda da; yine bir Mavi'de biramın keyfini çıkardığım esnada kulağıma ulaşan ve içinde Bodrum geçen cümleler beni  bir zaman sıçramasıyla çok uzun bir geçmişe götürüyor. Ve şu cümleler dökülüyor tam da bu nedenle günü anlatan yazının son satırlarına: "Elbette Bodrum Mavi, sadece Ortaçgil değildi. O zaman bir Mavi akşamında göz kenarlarımızı ıslatan şarkı bugünlere de aynı hislerle, kopsun gelsin!"

Yazının sonuna elbette o şarkı geliyor ve yazı orada, şarkının gerçek sahibinin sesi ve gitarı ile bitiyor.

Bitiyor ama ben Bodrum'a gittiğim bir başka yılda, o andan sadece iki yıl sonrasında ve bir başka andaki şarkıda tam anlamıyla kalakalıyorum; O'na kilitli gözlerimin kenarlarında birikenleri saklama gayretiyle...

Ve bir önceki yazımın altındaki bir yorum bana şu cümlenin de olduğu bir cevap yazdırıyor: "Ama bu yazının en sondaki italik cümlesi bir yazı için tetikledi, çoookkk yıllar önceki o güne gidip yazarsam, yazarken kesinlikle -masada- Filtresiz-Chivas ortaklığı olacaktır!"**

Bugüne kadar blogda yüzlerce yazıyı belki de yüzbinlerce kelime ile yazdım ama hayatımın en güzel günlerinden birinden ve o günün ortağındansa, anonim bir yazıdaki tek bir cümle dışında hiç söz etmedim:

"Kiminin, bir Bodrum akşamında Aziz'in barında tanışıp, sadece ikimizde öyle hayal ettik diye, sanki bir ömürdür berabermişiz tutkusuyla yaşanan bir günlük heyecandaki gerçekçiliğini..."


Şu an sabahın erkeni, yanımda Filtresiz-Chivas işbirliğiyle oluşmuş bir boilermaker yok. Ama daha güzel şeyler var. Hiç anlatılmamış ama kıymeti hep bilinmiş; akla geldiği anlarda bazen gerçeklikten koptuğum ama gerçek sandığım bir rüya mıydı o diye düşündüğüm 32-33 saatlik o günü, bu yazının tüm kontrolleri bittikten sonra bir okur gibi  okumaya başlayacağım anda kesinlikle,  içine bir shot Chivas salınmış 50'lik bira dolu bardak, yanımda olacak.

**

Çok zor bir süreç ve ben bir abiden öte artık bir "babayım". Hayatla ilgili kararım net: Ben asla evlenmeyeceğim.

Askerlik bitiyor. Her yıl Eylül ayında Bodrum'da buluşmaya karar veriyoruz; grubumuzun üç kişisi, biri Bodrum'da olmak üzere Ege'de yaşıyorlar. Apo nişanlanıyor, onun töreni için önce İzmir'e, oradan da Cemal'le birlikte Aydın'a gidiyoruz. Çok nadir takım elbise giyen ben, Arkadaş için çiğ et bile yerim. Nişan, odalarımızın ayrıltıldığı otelde. Hazırlanıyorum ve törenin olacağı salona geçiyorum. Yüzükler takılıyor ve eğlence başlıyor.  Zeybek oynamak şart! Adlarımız anons ediliyor. Kaytarmaya meylimiz çok. Damadın asker arkadaşları piste. Heybede ilkokulda alınmış folklör eğitimi olsa da artık havamız ağır abi, oysa bugünden bakınca yaş çocuk. Tabii ki kaytaramıyoruz. Bir kız var, esmer ve hoş. Gözlerimiz buluşuyor. Nişan bitiyor ama gece bitmiyor. Apo'nun bir arkadaşı pastanesini açıyor; erkek takımı oradayız, fotoğraftan az sonra anlaşılabileceği üzeri fena içiyoruz ve başım ağrıyor. Sonra otele bizim için ayrılmış odalarımıza dönüyoruz. Sabah Bodrum'a gideceğiz.

Bu benim ikinci Bodrum seferim, ilkini inşallah İzmir'den çıkabilirsem efsane gezi etiketli yazılara ilave edeceğim bir gün.

Sabah kotumla ve spor gömleğimle ve ayakkabılarımla buluşuyorum. Sırt çantama her ihtimale karşı yedek bir şeyler atıyorum.


Öğle üzeri deniz kenarı bir mekânda oturuyoruz. Biraz dolaşıyoruz, ben Aziz'le kalıyorum onlar dönüyorlar. Aziz Bodrum'un en güzel, tam bir Ege köyü tadındaki o yıllarının en popüler restoranlarından Kortan'ın her şeyi. Gittiğimiz hiçbir barda para ödemiyoruz. Böyle de bir ilişki var esnaf arasında. Gece Mavi'nin yanındaki bir yere gidiyoruz ve tabii ki rakı; bize bir yat imalatçısı da katılıyor. Fikret Kızılok o zamanlar köyün bitimi sayılacak Mavi'de. Mavi ile henüz bebe olan Halikarnas arasındaki yol üzerinde hiç bina yok. Kortan'ın karşısındaki otelin bir odasını açıyor Aziz ve oda benim. İyi geceler diliyoruz, sabah kahvaltı saatini söylüyor ve gidiyor. O sıra sırım gibi, ben yaşlarda, yani 21-22'lerde, sırtında gitarı ile bir genç kız kata çıkan basamaklardaki son adımını atıyor. Elinde bir çanta sırtında da kılıfında bir gitar var. Yabancı olduğunu düşünüyorum. Karşı odama geçerken gülümsüyor. Gülümsüyorum. Anahtarı kilide uzatırken yükleri zorluyor, fark ediyorum. Çantayı ve gitarı alıyorum. Teşekkür edip, içeri giriyor.

Nişandaki kızın gelinin kız kardeşi olduğu gülerek kulağıma fısıldanmıştı. Sabah sokağın canlılığına uyanıyorum. Sabah rutinlerini halledip restorana geçiyorum. Aziz restorana yanaşmış balıkçı motorundan balık seçiyor. Kocaman bir taneyi süsleyip, ağzına da bir limon tıkıştırarak soğutucunun vitrinine koyuyorlar. Planları akşam gelecek bir grup için onu pişirmek.

Ben masaya oturmaya yelteniyorum. "Bar'a hazırladım kahvaltıyı tertip," diyor. Aziz askere geç gelenlerden, aynı tertip olsak da biz 20 iken O 30'a yakın olgun bir adamdı; arkamızı toplamayı, gözü kara eylemlerimizi kapatmayı kendine görev addetmiş bir siliciydi.

Manzara enfes. Kahvaltı bar tezgahında. Deniz şlap şlap duvarlara vuruyor. Ne ararsan var bir gün. Ama aynı tezgahta ve bir taburenin üzerinde ne arasam, nerede ararsam arayıp da bulamayacağım bir şey daha var: Akşam yardım ettiğim, aklımı da alan kız. Üçlü bir sohbet başlıyor. Aziz arada günü organize ediyor, elemanlara talimat veriyor, bardan uzaklaşıyor. Sohbet cıvıl cıvıl. Bodrum'a yakın bir yerde yazlıkları olduğunu, kendisinin üniversite son sınıf öğrencisi olduğunu falan öğreniyorum. Hani hiç tanımadığınız birine yolculuk esnasında yan koltuğunuzda olduğu için bir merhaba der ve orada kalırsınız ya... Durum burada ve anda fena; konuştuklarımız yeni şeyler de olsa tadı cıvıl cıvıl. Farkındayım ki bir kor düştü gökten ve biri bana biri O'na. Aziz bir şeye ihtiyaç var mı bahanesiyle yanaştığı anda "Bugün sahnen var mı?" diye soruyor. Ama adıyla seslenerek! Bugün sahnesi yok. Bana da dönüp "Buraneros, benim çıkıp akşam için biraz alışveriş yapmam gerek," diyor. İkimiz de gülüyoruz. Aziz de gülüyor. Sonra çıkıyoruz O'nunla birlikte; sahnesi yok, bana kendi Bodrum'unu gösterecek. Mekânın önünden geçiyoruz. Ben Big Ben'den, Veli'den, hiçbir barın hatırını kırmadan bir gece acaip içtiğimizden ve Han'dan söz ediyorum.

Anlıyorum ki varlıklı bir ailenin kızı. Ekonomik bir gerekçesi yok, seviyor şarkı söylemeyi ve kazandığı parayı harcamayı. O'nunla akşam birlikte orada olmak istediğim bir yer hayalim var. Mavi. İçim içimi yiyor ama teklif boğazımdan öte gitmiyor. Kendi hayallerimi, başıma geleni ve yarım kalmışlığımın beni üzdüğünü ama bir yanıyla da hazır olduğumu, sürpriz olmadığını ama hayallerim konusunda frene bastırdığını anlatırken, ilk kez bir insana bu kadar açıldığımı fark ediyorum.

Yat limanına yanaşırken onu Veli'ye davet ediyorum. Cin tonik'de karar kılıyoruz. Ona iki yıl önce bu barda otururken en can iki arkadaşımdan efsane geziyi birlikte yaptığımızın bardaki, kafayı epey bulmuş bir adamla yat pazarlığı yaparken bir yandan da adama gelen viskileri nasıl götürdüğünü, fakat bunu kendi sarhoş olduğu için mi yoksa adamın fark edemeyeceğini düşünüp parayı ona ödetmek için özellikle mi yaptığını anlayamadığımı söylüyorum. Öyle güzel gülüyor ki yeşile çalan gözleriyle. Bir sarışıncı değilim ama o da sarışın değil ama sarışın, uzun saçlarının rengine erimişim çoktan; kokusunda yok olmaya dünden razıyım. İçim lime lime eriyor olsa da hâlâ "Aşk mı, o ne ki?" yıllarımda ve havalarındayım ama??!!! Bana bir sorsa, kalbimi bir dinlese, bütün foyalarım dökülecek...

Birer cin tonik ne çabuk bitti diyebilecekken ben saat öyle demiyor. Ama diyor ki "Günün ruhları dürtükleyen saatlerindesiniz."

Bodrum'da güneş ne de güzel batar!

Çıkıyoruz. Kalbim Mavi diye basbas çimdikliyor her yanımı. Ona tepki verirken içimde ya herro ya merrocu bir cevval türüyor. "Gidelim mi?" diyorum. "Gidelim," diyor. Artık Mavi'deyiz; hava, Fikret Kızılok'un sahne alma karanlığında. Cırcır böceklerinden ve deniz sesinden öte bir sesin duyulamayacağı kadar sessiz ve binasız yılları Bodrum'un. Fikret Abi, söylüyor. O söyledikçe biz söyleyemiyoruz ama: ikimizin de sığınacak, dökülecek, güvenilecek bir  kuytu aradığı kesin. Sadece elimi değil kalbimi de ter basmış durumda. Bedenlerimiz konuşuyor. Ruhlarımızsa alttan alta gerekeni yapıyorlar ve biz farkında değiliz. Sözlerimizde bir sıkıntı yok da... hani neden saçlarının kokusunda yok olamıyorum; niye cesaret edip de dilime, elime, koluma yol veremiyorum. Üstelik onun hazır olduğunu, üstelik beni sezdiğini de hissediyorum.

İlk kez pervasız değilim ve ilk kez hata yapıyor olmaktan korkuyorum.


Fikret Abi şarkısının sonuna gelirken o yanımdan kalkıyor; Fikret Abi ona gülümsüyor. O bir kaç kelime söylüyor. Fikret Abi bana bakıyor; sonra ona dönüyor, gülümsüyor, sonra bana dönüyor gülümsüyor. O alçak taburenin üzerine sağ bacağını koyuyor. Fikret Abinin bıraktığı gitarı oraya yerleştiriyor. Ayakta, kusursuz bir heykel gibi. "Allahım ben... yoksa benn... yoksa yoksa... ben?" Sol eli akorların üzerinde.... İkimiz de biliyoruz ki bu bir son gece. Gitar susuyor, kendini O'na teslim ediyor. O'nun gözleri bende. Ben zaten hep onun gözlerinde. İlk notayı vuruyor ve sonra sel olup akıyor.






Şarkının finali yaklaşırken çok nadir yaptığım bir şey yapıyorum. Aslında yapan ben değilim. Duygularım. Yürüyorlar. Kendimi O'nun önünde buluyorum. Elimi uzatıyorum. Elini uzatıyor. İkimizin de göz kenarları ıslak. Bütün seslere sağırız. Orada bir saniye daha duramayacağımızı biliyorum. Ödemeyi yapıyorum ve çıkıyoruz. Göz yaşları isyanda, "Bir koyverin bizi bacım abim," diye zorluyorlar. Gülüyoruz. Koyveriyor, o na da gülüyoruz.

Otele yanaşırken Aziz'e uğruyoruz. Hiçbir şey sormuyor ve demiyor. "Bir dakika bekleyin," diyor ve bir şişe iyi soğutulmuş Doluca Moskado ve iki kadehle dönüyor.

Artık buna dayanılmaz. Doluca Moskado bir simge. Hayatımın en zor döneminin en muhteşem gecesinden... Ama bu kez de hayatımın en unutulmaz gününden bir armağan. "Tanrım benim arkadaşlarım niye bu kadar güzel!?"

Elbette dibini buluyoruz. Moskado'nun hikâyesini anlatıyorum. O gözümün ıslaklığını alıyor. O'nun odasında sızıyoruz. Uyandığımda o hâlâ uyuyor. Saçını okşuyorum. Odamdan sırt çantamı alıyor. Aziz'in oraya geçiyorum. Bir çiçekçi soruyorum. Aziz benle geliyor ki kazıklanmayayım. Gül aldığım çok nadirdir, kır çiçeklerini severim. Saat veriyorum. Tam kırçiçekleri şu saatte lütfen diyorum. Güller de şu saatte, şu bara lütfen. Aziz, otobüse kadar benle geliyor. Aydın'a doğru yola çıkıyorum. Kafamı cama yaslıyorum. İki damla yaş düşüyor.

*Sarayda Çarpan Tava, 8.fotoğrafın alt paragrafı.

**Şu yazının yorum kısmında.



Moskado'nun Hikâyesi yazının 7.Paragrafında.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP