Bir tetikleyiciye ihtiyacım varmış, sadece. Ben kadar isteyecek, taşlarla dost olabilecek, yorulmak nedir bilmeyecek, yürümekten, tırmanmaktan üşenmediği gibi zevk alacak, coğrafyayla ve onun geçmişiyle bütünleşecek bir tetikleyiciye...
Fikir, bu fikrin hayal dünyasının sunduğu ön izlemeler pırıl pırıl parlıyor, heyecandan ölüyorum. Araştırmaya başlıyorum. Bir konaklama yeri ilgimi çekiyor. Hayatımın her anlamda düzene girdiği, fikriyatımdaki işleri sıralı bir şekilde hallettiğim ve kişisel hayallerime yeniden alan açabildiğim bir zaman dilimine adımlar attığım süreçte beni gören Tanrı öyle bir armağan yolluyor ki bana, tamamlanıyorum. Onu buluyorum...
Kars'tan dönüyoruz, araya bir iki yer sıkıştırıyoruz, bahar geçiyor yaz yaklaşıyor, karar veriliyor ve aylar önce kafama taktığım konaklama yerinden rezervasyonu yapıyorum. Pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı yola çıkıyoruz. Yan koltuk bende. Sürücüye bayılıyorum ve onu izlemeyi, onunla sohbeti yola tercih ediyorum. Üç, üç buçuk saatlik bir mesafe ve sevdiğim güzergâhlardan biri...
Çorum'u geçiyoruz ki güzel bir müzesi vardır. Bir de Konak! Çoğu zaman Ankara ve ötesine giderken ya da dönerken kesinlikle uğradığımız, geleneksel yemekler yapan, bunları geleneksele uygun sunan, şerbetleri âlâ ve her anlamda geçmişi yaşatan hoş bir mekândır; üç kızkardeş tarafından işletilir ki adı Kâtipler Konağı olan bu mekân aile yadigârıdır ve kesinlikle uğranılasıdır... ama bu kez uğramadan geçiyoruz. Önünden defalarca ama defalarca geçtiğim kavşağa varıyor ve sola dönüyoruz. Bir anda her şey değişiyor; toprağın rengi, gökyüzünün rengi, ruhlarımızın rengi, her şey... Alçak dağlar, uzun düzlükler ve ay çekirdeği tarlaları arasından sakin, sessiz bir yolda ilerliyoruz. Bir eşiği geçtik, zamanda sıçradık, karmaşık ve kalabalık, heyulası tavanda bir dünyayı geride bıraktık sanki!
Yaklaşma sürecinde... yaklaşırken... küçük kasabanın "banliyösünü" geçerken... öyle çocuk, öyle meraklı, öyle yetişkin, öyle sevinçliyim ki... Bir huzurun, sessiz bir huzurun ama sıkı bir dostluğun, unutulmaz izler bırakacak bir zaman yolculuğunun ipuçlarının fena halde farkındayım. Dar yoldan ferah mı ferah bir meydana ulaşıyoruz. Kasabanın merkezine uzak ama kadim başkente kıvrılan yolun köşesinde kalacağımız yer. Görür görmez vuruluyoruz. Hevesle, Toprağın ruhuna uygun bir hevesle ve özenle yaratıldığı hissedilen, mobilyaları köy tadı veren konaklama noktamıza bayılıyoruz. Şırıl bir derenin sesi serinlik katıyor odaya. Muhteşem bir sessizlik. Köy hoşluğunda, konforu kendine özel, meyve ağaçları ile dolu kocaman bir bahçesi olan bayılınası bir konaklama noktası burası. Hittite Houses.
Serin odada uzanıyoruz bir süre. Pertek'e, dedemin evine, onun serinliğine ve arktan gelen suyun sesine ne kadar da benziyor ruh halim. Müşkülpesent insanlar değiliz, bin eleştiri yapılabilir belki; konforun başka bir şey olduğunu düşünen bünyeler için... Biz samimiyete, verilen emekteki heyecana, coşkuya ve etrafla benzeşen, ayrık otu gibi durmayan, oralı gibi hissettiren mekânların hastası iki insanız ki burası unutulmazlarımızdan olacak, eminiz.
Yolun ve duşun keyfinin ardından başka bir zaman diliminde, bundan çok çok eskide ve kadim bir uygarlığın içinde onlarla birlikte olmanın heyecanıyla geçiyoruz; yolun karşısındaki, aynı kişilerin işlettiği diğer tesise.
Öğrendiğimiz mesafe biz için yürünebilir ki niyetimiz de yürümek. Fakat genç adam arabayla gitmemiz konusunda ısrarcı. Neden acaba?!
Yürümekte kararlı olduğumuzu anlayınca önerisini yeniliyor. "Arabayla gidin, otaparkta bırakır, sonra yürürsünüz," diyor. Arabayla gidiyor, kapıdan geçip iç otoparkta bırakıyor ve ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz. Park yerinin hemen önü bilinen en eski kütüphane; izleri var ve gerisi hayal dünyamızın; üstelik bu sıradan bir kütüphane değil, 32 metre uzunluğunda iki katlı bir bina, altı depo ve aynı zamanda bir arşiv burası, devletin belgeleri de burada ki Hititler bu anlamda öncü: Dünyanın ilk barış anlaşmasını, Kadeş'i* imzalamış ve bunu belgeye dökmüş bir uygarlık söz konusu olan. Üst kat ise beş odadan oluşuyormuş ve 3000-3500 belge ve eser barındırıyormuş. Kütüphaneciyse önemli kişi, belgelerden kaynaklı bir hakimiyeti var ve Kral bir yere gittiğinde yönetimi ona teslim ediyormuş. Bu alanda bir avlu ve bir de kral yolu var ki bir tür devlet agorasıymış bu bölge.
Alandaki zümrüt rengi kübik taşsa hemen dikkatimizi çekiyor. Başındayız ve direk uzaya bağlıyoruz mevzuyu... Ne de eğleniyoruz, sözcüklerimizle. Tanrıların Arabaları'nı ve Yıldızlara Dönüş'ü okumuş insanlarız. Üstelik ben, rüzgârının estiği, dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, hayal dünyası yerinde bir tıfıl olarak okumuşum... Bu taşın ve diğer pek çok kalıntının minyatürlerini satan bir genç adam yanaşıyor, rehberlik yapabileceğini söylüyor. O an elindeki objelerin aynılarına Antakya'da emekli bir öğretmenin çok sevimli dükkânında da rastlayacağımızdan habersiziz. Hititler her yerde!
Bu yazıda kalıntılarla ya da fotoğraflarla ilgili derin bilgiler bulamayacaksınız, ama olur da bu yazı heveslendirir ve orada olmak istersiniz; işte o zaman bir kaç kitabı okumak yarar getirebilir. Hatta derin okumalar istemem, uğraşamam, şöyle kolay, hikâye anlatır gibi bir şey olsun, diyenlerdenseniz; "Muazzez İlmiye Çığ'ın, arkadaşı Sümerolog Hatice Kızılay'ın kızı İştar'ın dilinden yazdığı Hititler ve Hattuşa adlı kitabını okuyun," diye bir öneride bulunabilirim: basit gelebilir, çocuğa anlatılmış gibidir ama yormaz! Fotoğraftaki surlarsa önemli. Kısa bakanlığının ülkeye çok şey kazandırdığını düşündüğüm Ertuğrul Günay'ın el atmasıyla ve Hititlerin kullandığı malzemenin aynısıyla yapılmış kendisi... Surlara bu kez uzaktan bakmak için bulunduğumuz daha yüksek alanın ucuna yürüyünce önümüze çıkan dev şarap küpleriyse bizi bizden alıyor, "Hımmm gerçek bir küp şarabı," diye iç de geçiriyoruz. Kader işte; yeter ki alına yazılan güzel olsun. Bir gün Tiflis'de, ona yakın bir köyde yapılan gerçek küp şarapları içeceğimizi, keyiften öleceğimizi henüz bilmiyoruz.**
Sonra bir başka kayadan vadiyi seyrediyoruz, uzun uzun. Yeni surların yapıldığı sürenin uzunluğuna bakıp ki 5 yıl, bu koca başkentin tamamının da surlarla çevrili olduğunu düşününce; içinden çıkamıyoruz bu uygarlığın vardığı noktanın. Ve biz bu kadim şehrin henüz toplu iğne başı kadar bir noktasındayız şu an!
Hava sıcak, Hitit başkenti kocaman ve yolu yokuş. Arabaya binmeden önce telaşla koşuşturan, dili dışarıda su arayan sevimli köpekle merhabalaşıyoruz. Pet şişeyle su içirmeye çalışıyor enn sevdiğim kadın ama, o kadar susamış ki köpek su ziyan olacak gibi. Bir plastik bardak bulup dolduruyoruz, nasıl bir içmek o görmek lazım... Sonrasında biraz seviyor, oynaşıyor ve vedalaşıp, yokuşları -arabayla- tırmanmaya başlıyor, sıklıkla duruyor, fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Sfenksli Kapı'nın önündeyiz ki en gizemlisi bu, altında, dış tarafı taşla kaplı piramid şeklindeki suni tepenin içinden geçen uzun bir tünel var. Yer Kapıdan girip gizli tünelden yürüyerek Hattuşa'nın dışına çıkılıyor. Elbette giriyor ve çıktığımızda gördüğümüz manzaraya, akan suya hayranlıkla bakıyor, en çok da o suyun kenarındaki ahşap evi kıskanıyoruz. Sonra da dış merdivenlerinden çıkarak piramidin tepesine; hayallere bağdaş kuruyor, bunları dile getirip eğleniyoruz.
Yine ülkemizden kaçırılmış ama yine Günay'ın çabalarıyla geri alınmış heykelleri kendi topraklarında görmek mutlandırıyor insanı. Bir Alman çift var, yaşça bizden büyük, Land Rover'ları bilim insanı hissi uyandırıyor, alanda sıklıkla karşılaşıyoruz; şu an tabaklarını çıkarmışlar, güzel bir ağacın altında ve su kenarında, şehre bakarak yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyiyorlar. İmreniyor ve bir fikir oluşturuyorum.
Yer Kapı ve doğu ve batı ucundaki Aslanlı Kapı ile Kral Kapısı surlar üzerindeki önemli kapılar. İşte tam orada ennn sevdiğim fotoğrafçının, bütün konsantrasyonuyla bir noktaya odaklandığı anda fotoğrafını çekiyorum ki ödül alması işten değil. Model muhteşem, duruş muhteşem, eller yukarıda, taşlar devasa... yakın ayarını yaptı, ve tık.
Artık Hattuşa'nın en üst noktasındayız. Zirvedeki yanyana, kayalara oyulmuş küçük odalarda duvar resimleri var; onlara bakarken, uygarlığın boyutlarını iyice hissediyor, uzaylı esprilerini peşi sıra diziyoruz. Bilmiyoruz!
Tanık olduklarımızı, mesela kütüphanenin boyutlarını düşününce ve elbette raflarındaki kil tabletleri, ve hatta her şeylerini belgelediklerini ve sakladıklarını da düşünürsek bu kadim halkın; hayal, ona bağlı olarak da bilim kurgu cümleler kurmamak ya da onları aklın içinde çevirmemek mümkün değil. Her ne kadar Erich Von Daniken'in bahsettiğim kitaplarının etkisinde kalmış, gerçekliklerine çocuk yaşlarda inanmak istemiş, hatta inanmak hoşumuza gitmiş olsa da kesin olan, burası akıl almaz bir uygarlığın başkenti: insanın düşünce dünyasını zorluyor.
Nişantepe Yazıtı, şaşırtıcı. Koca bir kaya yığını tesviye edilerek düzleştirilmiş ve Hititlere ait, en uzun olduğu söylenen ve 11 satırlık hiyeroglif yazıdan oluşan; Hattuşa’nın bilinen son büyük kralı II.Supiluliuma’ya ait olduğu ama içeriğinin ne olduğu bilinmeyen bir yazıt oluşturulmuş ki etkiliyor. Kalıyoruz bir süre, arkasına dolanıyor, yerleşim olduğunu düşündüğümüz küçük, saklı bir vadi ile karşılaşıyor, üzerine hikâyeler oluşturup resmi kurumlara, kütüphaneye ve dolayısıyla şehir merkezine uzak, tapınaklara yakın bir bölgede, Yukarı Şehirde de olsa burada yaşamak keyifli olurdu, diye düşünüyoruz.
Şimdi zirveden, sadece izi az kalmış kaleden, bütün şehri toplu izlemenin tadını çıkarıyoruz. Sadece surlarla çevrili şehri değil, şehire gelebilecek tüm tehdit alanlarını da görebilecek bir nokta burası!
Şehrin öte yakasını, mahallelerini dolaşarak inmeye başlıyor, inerken bir çeşme ve yalağında durup serinliyor, inmeye devam edip çıkışa varıyor ve Müzenin Dükkânı'na uğruyoruz. Alanı ve kafeteryasını beğeniyor, Hattuşa Şehir Merkezine veda ediyor, Tanrıların kutsal zirvesine, Yazılıkaya'ya doğru yol alıyoruz. Bir dağdan indik ve şimdi bir başka dağa tırmanacağız. Yol güzel, sürüş keyfi var, kalabalık değil ve manzara açısından şahane.
Yazılıkaya'nın seyir terası gibi bir geniş alanı, ve bu alanda da satış yapan dükkânları ve kafeleri var. Hattuşa'da yorgun düşenler için ideal bir dinlenme noktası.
Aşağı şehirde de, oradayken bahsetmeyi unuttuğum bir çok önemli dinsel kalıntı ve tapınak var! Bunların en önemlisi 1.Tapınak: Hititlerin en büyük tanrıları olan Fırtına Tanrısı Teşup ve Arinna şehrinin Güneş Tanrıçası'na adanmış olan, Büyük Tapınak... Hayal modum, görkemini ve hatta bir ayin anını HD kalitesinde sunmuştu!
Yazılıkaya'ysa sanki bir açıkhava tapınağı gibi... gibi değil bütünüyle öyle! İçinde dolaşmak ilginç; bir labirent sayıp öyle dolaşmak eğlenceli geliyor. Kayaların arasına saklı, biri büyük iki galeri var. Galerilerin duvarı sayabileceğimiz kaya yüzeylerinde taşa kazınmış Tanrı ve Tanrıça heykelleri var ki bayağı kalabalıklar... Çok zaman harcamıyoruz burada ama harcanılası bir yer. Hititleri iyice anlamak ve hissetmek ve yorulup da bezmemek için iki günü bölüp Hattuşa'ya ve buraya ayırmak gerek! Elde dökümânlar olursa da şahane. Gerçi nete bağlanıp bilgiye ulaşan akıllı telefonlar da var ama! Kağıda dokunmak daha mı güzel acaba?
Zevkli bir yoldan zevkli bir dönüş, kapanmadan müzeye yetişmek istiyoruz. Arabayı tesisin önünde bırakıyor, bir soluklanıyor ve müzeye doğru yürüyoruz ki bizim konakladığımız yer bu anlamda çok avantajlı. Müzeyle de hemen ama hemen kaynaşıyoruz. Küçük kasabayla uyumlu, küçük ama çok iyi döşenmiş ve düzenlenmiş, insana başını okşayıp yanağından bir makas alsam hissi veren bir yerdeyiz. Mutlu ediyor bizi. Yavaş adımlarla dolaşıyor, hoş da vakit geçiriyor, sanki gün içinde biriktirdiklerimizin ve aldığımız hazzın sağlamasını yapıyoruz burada. Elbette çok da fotoğraf çekiyoruz. Rahat koltuklarına misafir oluyor, onu dinliyor, sohbetine bayılıyor, şirin bahçesinde soğuk bir şeyler içiyor, teşekkür edip ona ve genç personele; bu güzel günü kutlamak... hatta kutsamak için önce eve geçiyor, sonra da karşıya, tesise doğru yürüyoruz.
"İki bira lütfen."
"Bir patates kızartması lütfen."
"Bir de kızarmış sosis lütfen."
Mutfakta bir abla var; çok tatlı, elinden güzel iş çıkar duygusu veriyor, atıştırmalıklarımız, içine batırmalık iki sosla birlikte geliyor. Dışarının sakinliği ve akşamın ruhları dürtükleyen saatleriyse burada, Boğazkale'de bambaşka... Ortalık tahminlerimin aksine çok sakin, hafta sonu olmasına rağmen tur kalabalıklarına rastlamıyoruz. Yavaş, sessiz ve huzur veren, dokusu kaybolmamış küçücük bir kasabadayız ve bu o kadar güzel ve o kadar kıymetli ki...
O halde,
"Hattuşa'ya, onun halkına, bu güzel akşama ve bize!"
Masalardan birinde gezdiğimiz noktalarda sıklıkla karşılaştığımız genç bir İtalyan ve ondan bir kaç yaş daha büyük Japon iki arkadaş var, belki de burada tanıştılar! Ortak dil İngilizce, çok da keyifle biralarını içip sohbet ediyorlar. Başka da kimse yok. Canımız yemek de istiyor ki sabahtan beri bir şey yemedik. Soruyorum; ne var, diye. Hitit Kebabı varmış... Hımmmm... yaratıcılığa şapka çıkaralım! Meraklanmıyor değiliz?!
Küçük güveçlerde geliyor Hitit Kebaplarımız. Ama bu bildiğimiz güveç!
Hemen bukalemun yeteneğimizi kullanıyor ve Hitit ülkesinin güzel mutfağından çıkan, daha önce hiç tatmadığımız Hitit Kebaplarımızın tadını çıkarıp, buz gibi Hitit biralarımızın ve cırcır böcekli bu güzel, iz bırakacağı kesin akşamın tadını çıkarıyoruz. Mutluyuz, çok mutlu hem de... ve çok eğleniyoruz.
"İki bira daha lütfen..."
Ve Sonra...
Eve geçiyoruz ki odanın içinde derenin akşam senfonisi... ağaçların ve yabani çiçeklerin hoş kokusu... gecenin muhteşem serini... ve pırıl pırıl yıldızlar var. Gece ve sokaklar bizi çağırıyor! Çıkıyoruz. Hattuşa'ya doğru köy tadında, gecenin sesleri eşliğinde, çocukluk anılarımızdaki dede yörelerinin sıcaklığında, yıldızlardan ve seyrek evlerden yansıyan ışıkta flörtöz adımlarla yürüyoruz. Hitit ülkesinde olmak muhteşem, ama Enn Sevdiğim Kadın'la olmak daha daha muhteşem. Fakat o an, tam da köprüden derenin gece senfonilerini seyrettikten az sonra... yolun ortasında bir beyazlık görüyoruz.
Bir minik tavşan bu!
30.07.2016
* Kadeş Anlaşması üzerine detaylı bir yazı ve araştırmacı blog yazarlığı nasıldır, için buradan lütfen!
**Rastlaşma ile ilgili cümleler bu yazıdaki 5.fotoğrafın altında, ilginizi çektiyse buradan lütfen
Devam yazısı Boğazkale içinse buradan lütfen.