Şuradan başlayan üçlemenin son yazısıdır!
Son günden sonra
Güneş yatak odamın perdelerini aşarak ve sessizce süzülüyor içeri... Günün en erkeni, şahane bir Öküzgözü-Boğazkere kupajından biraz da serinletilmiş bir kadehi usul usul, hissede hissede dönmüşüm geceye...
Ve güzel uykunun derinlerinden çıkıp kıpırtılı bir heyecana uyanmışım.
Dün akşam çocuklarla laflamanın vakti uzatması, saatin yatma saatlerine denk gelmesi, yine uyandırırım kaygısıyla ve isteğimi bastırarak ama bu ikircikli halden de kurtulamayarak telefonun tuşlarından uzak tutmuştum kendimi.
O'nu düşünüyor ve gülümsüyorum.
Sabahın beş buçuk altısı gibi... Yıllardır ve her gün O'na yazdığım ve bana yazılan, sayıları kaç binleri aşmış -kısa, uzun- mektupların tadı geliyor gözlerime, gülümsüyorum. Sonra nedense İskele'nin üzerinde; deri montu, kotu, omuz hizası, muzur kız çocuğu saçları ve o andaki duyguları ile O.
Çaktırmadan çektiğim ve bayıldığım o an fotoğrafları bir de...
Alıyorum bir kez daha Pusula'yı elime, açıyorum 414'üncü sayfayı: kitabın son bölümü ve bölüm başlığı 06:00.
Ağırlıkla romanın iki ana karakteri arasındaki mektuplar...
İlerlerken ve kitabın lezzeti üzerine düşünürken 446'ıncı sayfada kalıyorum, çünkü: oradaki bir paragrafı bloga taşımalısın, diyor, içsesim. Önce üşeniyorum; yatak rahat, odam sessiz bir huzur veriyor, güneş iyice yayılıyor, cam aralığından denizin kokusu bu huzurlu sabaha usulca katılıyor, dingin ve gülümseyen ruhumun da kıpırdayası yok.
Bir yandan da keskin bir tavsiye içermeyen, alıcıları önemseyen, pişmanlık hissi yaşamalarını istemeyen tereddüt ifadeli yazımı düşünüyorum.
Oysa ben bayıla bayıla okumuştum: ruhunu iyi tanıdığım, zevklerini bildiğim insanlarıma bağıra bağıra; alın, okuyun bu kitabı, derken yazıdaki bu çekingen tavrım neden, diye soruyorum.
Bir kahve istiyor canım. Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Güneş bu kez sağ yandan verev giriyor ve uzuyor parkelerin üzerinden Batı'ya doğru. Deniz sakin dalgalarıyla bana doğru geliyor.
Çok Sevgili ....., diye başlayan mektubun özellikle bir bölümünden bazı cümleleri kitaptan bir tat vermek için karar verdiğim üzere yazmaya başlıyorum. O ara tam ben yazmaya başlamışken kankam, şu bayıldığım içsesim, "Şiir," diyor, "şarkı," diyor, "eklemelisin," diyor. "Üstelik mektuptaki "Himzo
Polovina'nın yorumunu tavsiye ederim," sözlerine kulak vererek..."
Sayfa 446
Bosna folklorunda sevdalinka denilen geleneksel şarkılar vardır. İsmi Türkçe bir söz olan sevdadan gelir ki o da "siyah" anlamına gelen sawda'dan alınmıştır..........
........Şimdi hediyen:
........Sana bir şarkı, bir sevdalinka sunuyorum: Küçük bir hikâye anlatan Kraj tanana šadrvana. Sultanın kızı gün batarken şadırvanın temiz sularının şırıltılarını dinler; genç bir Arap esir her akşam muhteşem prensesi, gözlerini ayırmadan, sessizce izler. Esirin yüzü her seferinde biraz daha sararıp solar; sonunda bir ölü yüzü kadar solmuştur. Kız ona adını, nereden geldiğini ve aşiretini sorar; adam ona adının Muhammet, memleketinin Yemen, aşiretinin de Asra olduğunu söyler: sevdalanınca ölenler bu Asralılardır, der.
Türk ve Arap motifleri taşıyan bu şarkının sözleri sanılacağı gibi Osmanlı dönemine ait bir şiir değildir. Safvet Beg Basagic'in bir eseridir bu -Heinrich Heine'nin ünlü şiiri Der Asra'nın çevirisidir......
Bir çevirmen tarafından iyi ki haddi bildirilmiş, o had bildirmeyle hayatının en güzel yazılarından birini yazmış bir blog yazarı olarak: Bu kitabı anlaşılır dipnotları ile lezzetli kılan Ebru Erbaş'a teşekkür ediyorum.
MIGUEL BONNEFOY - Mucit
34 dakika önce