Güneş az önce doğmuş ve odama vuruyor. Ona uyanıyor ve sabah mahmurluğundaki ısıtıcılığına gülümsüyorum. Başucu bardağımdan bir yudum su içiyor, yeniden kafamı yastığa koyuyor, tavana da gülümserken gün içi planları yapıyorum: Peynircime uğramalıyım, kahvaltı için de sıcak poğaçalar hayal ediyorum. Türkan'dan aldırabilirim!..
Yataktan çıkasım yok, sağımdaki yastıktan sarı kapaklı tuğlayı alıyorum; geldiğim sayfa sayısı nedeniyle gülümsüyorum. Gülümsememi dürten şeytansa sanki dostummuş gibi bir tonlamayla, "Hayatına iki kitap daha katmış olabilirdin, aynı sürede," diye bir cümle sarf ediyor. Oltaya gelmiyorum...
Çünkü zevkle okuyorum. İki açıdan seviyorum kitabı: Birincisi bir gezi kitabı, üstelik bir öykücü ve romancı tarafından yazılmış, üstelik öyle sıradan biri tarafından da değil! İkincisi, o ülke ve benzerlerine çok eskiden beri ilgim var. Televizyonunu sıklıkla izliyor, ülkenin değişik yerlerindeki meydanlardan yaptığı açık hava konserlerine ve o konserler esnasındaki drone çekimlerine bayılıyor, dolayısıyla da kendisini görmemiş olsam bile yapıları, şehirleri, kültürleri ve yaşamları ile ilgili canlı ve görsel bir hafızam var.
Kitabın satırlarındayken ve yazarla birlikte adımlarken köylerini kasabalarını ve hatta şehirlerini; girdiği lokantalardan zevk, yemeklerinden ve şaraplarından tat alabiliyorum. Üslup öyle güzel, yazar öyle dalgacı ki çoğu zaman kitabın içinden geçip yağmurlarda ıslanıyorum. Çoğu zaman da; kitabı bıraktıktan sonra mesela, neden yazmaya 10 yıl daha erken başlamadım, diye, hayıflanıyorum. Biriktirdiklerimi, iş için bile olsa anlatılası coğrafyalara yaptığım sık seyahatleri, tanıdıklarımı ve tanık olduklarımı yazmalıydım, diyerek, iç geçiriyorum.
Bir süre sonra da kitabı bırakıyor, salona geçiyor, camları açıyor ve denizi salona dolduruyorum. Hemen üsteki damlalıkta artık yeni nesil kuşlar var. Kusura bakmasınlar ama tatlı oldukları kadar da gevezeler. Sonra blogumu açıyor, gelen yorumları yanıtlıyor, son yazımın devamı olacak olan için yerleştirdiğim fotoğraflara üç paragraf ekliyorum ki normalde bugün yayımda o olacaktı!
***
Sonra akşam oluyor, mesaim bitiyor, son verileri kaydediyor, kısa bir atıştırma sonrası televizyona biraz bakıyor, daha serin olan yatak odama geçip uzanmak ve kitabıma devam etmek istiyorum. Bir can sıkıntım var, sabahtan... Bir bardak su ve az önce soğutulmak üzere dolaba koyulmuş bir kadeh şarapla birlikte geçiyor ve kitabı elime alıyorum:
Uyku emareleri yok, taktığım mesele yüzünden kitap da yürümeyecek belli. Dönüyorum salona, dizilerde de aradığımı bulamıyorum ve favorilerime eklediklerime geçmeden önce filmlere şöyle bir göz atıyorum. Bir afişte duruyorum. Aldığım sinyaller güzel, üstelik komedi yazmışlar. Âlâ.
Sen Komedi misin Peki?
Giriş izleyiciyileri tam anlamıyla filme hazırlıyormuş meğerse! Zengin bir ailenin çocuğu, orta yaşı sayısal olarak tüketmek üzere, kadınlara ilgisi tümüyle bedensel, yaşlanma kaygılarını da sporla ve arabasıyla halleden ve yaşamla ilgili zevkleri şık, yakışıklı bir adam.
Spoiler vermeden yazmaya çalışıyorum ama uzun uzun anlatma arzumu ve aldığım tattan taşan coşkumu frenleme konusunda epey zorlanıyorum, bu da biline!
Film ilerledikçe oyuncular oyuncu olmaktan çıkıp sahici oluyorlar. Bir gerçek an duygusundayım, film çekip alıyor beni, artık onunlayım. Üzüldüğüm anlar var, güldüklerim var. Bazen alkışlamak istiyor ve bazen de dürtmek... Bazen korkuyorum! Bazen talep ediyor, bazen çüşşş, diyor, bazen "Ya öyle bitmezse!" diye ürküyor, bazen de ileri sarsam da kaygılarımı gidersem, diye düşünüp müdahale etmek istiyorum.
Öyle sahneler var ki ve öyle anlar... öyle işte!
Mesela sekreterine bayılıyorum, çok güldürüyor beni. Başlangıçta, anne evine döndüğü anda ve Abinin tavırlarına bakınca da bir yandan gülüyor ve başka yolda ilerleyecek bir film sanırken o sıralar, hafta sonundaki aile yemeğinden sonra başka bir yöne çevriliyorum. Esas kadın karakterle tanışınca da düşünce dünyalarımda yeni ufuklar açılıyor. Onun filmin bir yerindeki sözüyle de nefessizliğe düşüyorum.
Çok güzel müzikleri ve şarkıları var filmin ki hayatımda ilk kez bu kadar hızlı hareket edip o şarkıları arıyorum ve soundtrack'ini buluyorum ama şarkı ismi vermeyeceğim, tanıdık gelenler de olacaktır, diye düşünüyorum.
Kusura bakmayın, sadede bir türlü gelemiyorum çünkü filmden kalan duygu ve tat çok. Ve ben neredeyse her anı yazmak istiyorum... hatta yazacak coşkumu zaptetmekte zorluklar yaşıyorum. O kadar mutlu bir film izleme anıydı ki bugün yazmazsam, bir başka günde başka bir yazı olur diye korkuyorum. O kadar hoşluk var ki aslında uzun uzun anlatmak istediğim... ve o kadar çok, güzel, umut tazeleten, hayat sen ne güzelsin, dedirten duygu...
Mesela sayfalarca yazabileceğim ve izleyenlerin bayılacağı bir kaç yemek anı var. Onlardan birinin öncesindeki cümle, mesela! Diğer birindeki "Müziğin sesini biraz alçaltır mısınız," isteğinin ardından gelen şarkıcı ve şarkı... Ve an kesinlikle şarabı çağıracak emin olun.
***
Aslında sürekli beni geren, heyecanda ve hatta diken üstünde bırakan yönetmene ve hinliğine de iki çift laf edesim var ama yaşattığı gece muhteşemdi, diyor, fazlaca ipucu vermemek için de burada bırakıyorum. Üstelik de büyükçe bir fedakarlık daha yapıp okuyanlar için; kendi duygularımla detay geçeceğim ve dantel gibi işleyebileceğim bazı sahneleri de yazmaktan alıkoyuyorum kendimi. Takdir edersiniz ki bu, uzun uzun anlatmayı seven coşkun ruhum için ne kadar zor bir durum!
Fakat filmin son sahnelerinde ben gülerken gözümden aşağı benden habersiz sızan sıvıdan söz edeceğimi de aklınızdan geçirmeyin..
Filmin daha ortalarındaykense bir anda hiç saati fark etmeksizin direk tuşladığım telefonla Enn Sevdiğim Kadını aradığımdan, saate bakınca hemen telefonu kapattığımdan, sonra onun beni geri aradığından: Bin özürle... Uyandırdım mı? diye defalarca sorarak bu filmi paylaşma arzumdansa, görüldüğü üzere söz etmiyorum.
Sorun, Peki Neden?
Eğer Enn Sevdiğim Kadın olmasaydı...
Bu filmin ardında nasıl bir duygu oluşurdu bünyemde, diye de düşünmüyordum!
Sonra bakalım bizim insanımız ne düşünmüş, diye merak ediyor, üzerine yazılmış pek bir şeye rastlayamıyor ama bir zamanlar yıldızı olduğum sinema sitesinde bir kaç yoruma rastlıyorum. Biri hoşuma gidiyor ve onu bir pas olarak alıyorum: "İzlenmese pek de bir kaybın olmayacağı daha çok +50 yaşlara hitap eden akıcılığı düşük film."
Gülümseyerek düşünüyorum:
Duygular mı değişti, yoksa insanlık mı? Bazı kuşaklar var ki Love Story'lerle, kağıda yazılan mektuplarla büyüdü, insanların ayrışmadığı, mahallenin bir anlamı, paralı olmanın çok anlamlı olmadığı yıllardı, öğretmenler bir şeyi anlatırken hayata da dokundurtuyorlardı... O yıllarda çocuktular ki iyi ki de hep çocuk kaldılar.
Bir kuşak da var ki eski zaman tarihi güzellemeli diziler, hızlı mesajlar, hızlı tıklamalar, kabadayımsı ve duygudan ziyade matematiği dayalı satacak televizyon dizileri, tek yönlü ve bilgiden ziyade kavga dövüş içeren oturumlar, yalan ve iktidar güzellemeleriyle dolu çıkar gözeten patron gazeteleri ve mizah yokusunu sulu sepken komikliklerle dolu filmlerle büyümek zorunda bırakıldılar... ve bırakılıyorlar. Ve ne güzel ki bir bölümü söküp atabiliyor bunları yaşamından. Ama bir gerçek var ki bugün kolay ulaşılabilenler, eskinin ki kadar derin ve emek sarf ettirici değiller!..
Aşk olduğu söylenenler bile!
*Google Translate Herkes Ayakta, olarak çevirdi filmin adını ve bir kusur varsa ona aittir. İzlediğim Portaldaki Türkçe adı ise Aşk İçin'di.
**Filmin yönetmeni, iki senaryo yazarından biri ve erkek oyuncusu: Franck Dubosc
Kadın Oyuncu: Alexandra Lamy,
Son dakika: Kendisini Fransız Mutfağı adlı fimde oyuncu olarak izlemişim.