Hayatımın, kendi başıma yaptığım çok zevkli, çok genç ve hikayeli, Che Guevera'nın filmi de yapılmış Motosiklet Günlükleri kitabındaki seyahatinin, -o yılın fotoğraflarını kullanarak yazmayı çok istediğim- otomobille yapılmış bir benzerinin, antik zamanlara bir yolculuğun en önemli uğrak yerlerinden birine, yıllar yıllar sonra gidecek olmanın emsalsiz ve kıpır kıpır heyecanı ile uyanıyorum sabaha. Önce, güzel düzenlenmiş ve renkleri doğru seçilmiş banyomuzun keyfini çıkarmalıyız ki tazelik kokan sabaha tazelikle katılabilelim. Bir kahvaltı planımız yok. Ama başka bir planımız var! Ne güzel ki burada da tepemizden uçaklar geçiyor ve neyleyim ki seviyorum alçak uçuşta geçen yolcu uçaklarını izlemeyi...
28 Ekim 2018 Pazar
Mini sırt çantalarımıza gerekli olanları yerleştirip, sessizce odadan katımızdaki küçük koridora çıkıp, biraz alçak tonda fiskos yaparak asansörle lobiye iniyoruz. Otelin geneliyle uyumlu, modern çizgiler taşıyan, hoş ve abartısız bir lobisi ve sade bir şıklıkla düzenlenmiş bir kahvaltı bölümü var. Dışarısıysa rengârenk bir canlılık içinde. Mutlu Pazar sunuyor...
Kapıdan adımımızı attığımız an çıtır çıtır, taptaze bir sabaha kurulmuş, aynı çıtırlık ve tazelikte bir pazarla karşılaşmak şahane. Ülkenin bütün yöreleri buraya birer örnek yollamışçasına güzel kokan, üzerlerine serpilmiş minicik çiğlerin tazeliğinde, misler gibi bir sabah. En tatlı yol arkadaşım tezgahlardan birinin başında; çıtır çıtır Amasya elmaları sırt çantasına...
Alsancak'sa henüz sabah mahmurluğunda, sokaklar gecenin yorgunluğunu henüz atamamış bir sakinlikle uyuyor. Dostlar Fırını biraz sonraki kalabalığına hazırlanıyor. Diken diken bir heyecanla en sevdiğimiz noktalardan birine, bir kez daha Gar'a doğru yürüyoruz.
Gar'a paralel geniş bulvara vardığımızda hayat biraz daha hareketleniyor, perondaysa hafta sonu planlarına bizimle aynı hedefi yerleştirmiş olduklarını hissettiren insanlar ağırlıkta... Bir kaçı bisikletleri ile oradalar. Pırıl pırıl bir güneş, turist modunda güzel insanlar ve günlük telaşlarının peşinden koşanlar... Her şey yolunda. Tren perona yanaşıyor.
Cumhuriyet Bayramı'na hazırlanan küçük yerleşimler, bayraklarla donatılmış sokaklar, evler, okullar, kamu kurumları, bir bir geçilen istasyonlar derken Kuşçuburun'a varıyoruz. Yaşamımıza izi sinen akşamlardan birinin usul bir rüzgara takılmış kokusu geliyor uzağımızdaki verandadan. Selam çakıyoruz uzayıp giden bağlara...
Torbalı'ya varınca aktarma için iniyoruz. Güzel bir istasyon, canlı. Aslında, hazır aktarma için inilmişken, bir iki saat ayırarak yapılabilecek güzel de bir şey var burada. Özellikle meraklıları için bir toplu gösteri. Türkiyenin en büyük otomobil müzesi Torbalı'da. Hani 'Neredeyse tüm hayatı otomobil dünyasının içinde geçmiş sen niye gitmedin?' diye sorarsam kendime, 'görmediğim ne var ki,' derim. Sonra bu ukala bakışımdan bir kaç adım geri gelir ve öncelikten kaynaklı zaman tayini yapamama mazeretinin arkasına atarım kendimi. 'Lâkin, misal, bir kez daha aynı güzergahta bir seyahatimiz olursa, bir müze sever olarak kesinlikle giderim,' diye düşünürken bizi Selçuk'a götürecek trenimiz perona yanaşıyor.
Artık bina kalabalıklarından iyice sıyrılmış güzergahta, yüzlerinde gergin çizgiler olmayan, günün tadını çıkarma merakındaki insanlara ve bir kaç bisiklete kalıyor tren. Demir yoluna eşlik etmeye başlayan kara yolundaki araçları izlemekse çocukça bir lezzet: Bir tepenin üzerinde oturup, misal Süpürgeç Dağının eteğindeki İskender Emmi'nin yemyeşil bahçesinde, ya da Yumurta Taşında*; önce benden yukarıda, sonra göz hizamda, sonra benim altımda kıvrılarak giden virajlardan toz koparan otomobilleri... bir tren penceresine eşlik eden kara yollarını... ya da kara yolunda bize paralelken yok olan, sonra bir dağın ardından dibimize sokulan, sonra yine kaybolan, bir köprünün üzerinden geçerken saklandığı yerden çıkıp da altımızda bitiveren, dumanı istimli trenleri izleyen bir lezzet... Şu ansa, bir tren penceresinden baktığım yolda, uzun yıllar öncesinde, gencecik bir çocuğun direksiyon sallarkenki keyfinin saçlarını okşuyorum. Yüzümde şefkatli bir gülümseme, en iyi iki arkadaşımdan biriyle gittiğimiz güzergah üzerine, güzel güzel cümleler sıralıyorum... Trense, gittikçe yavaşlıyor...
Geçmişin izleri hemen istasyonun çevresinden başlıyor. Bir turizm kasabasında olduğumuzu hissettiriyor yeteri kadar uyanmamış olsa da sevimli sokaklar. Küçük, şirin park, yaşça nispeten daha büyük insanların oturduğu klasik sandalyeleri tahtadan kahve, daha çağa uyanı, turistik eşya satan dükkanlar ve epey büyük bir taş bina ki içinde müze olan, güneşli sabah ve pırıl pırıl havayla birlikte pek güzel geliyorlar insana... İlk hedefimiz, onun için kahvaltıyı es geçip açlığımızı elma ile dindirmiş olmamıza rağmen yerel bir lezzet. Buralara kadar gelip de yemeden olmaz! İki noktadan birini, Tolga Çöp Şiş'i arıyoruz. Şimdi şık bir bulvar olmuş ana yola çıktığımız anda karşı tepenin üzerinde sütunlar ve kemerler görüyorum. Hiç yabancı gelmiyorlar bana... kesinlikle tanıyorum.
"St. John ya burası?!"
Oysa ki aklımın ucunda bile yoktu. En sevdiğim kadın doğruluyor, yoksa şaşırmış olmama mı şaşırıyor! Ben için kaç yıl eskide oysa, öyle değişmiş ki etraf. O gün, bir uzun yolun kenarında ıssız ve sessiz bir yerken, bugün neredeyse küçük bir şehir olmuş Selçuk'un iki yakasının tam ortasında. Uzun yıllardır görmediğim bir dostu görmüşçesine seviniyorum şimdi. Hah Tolga Çöp Şiş de burada! Sevimli, renkli masaları ile şirin mi şirin bir mekan; küçük verandasına kadar uzanan ağaçların dibindeki küçük su birikintisinin şırıl şırıl serinliği ile küçük bir cennet. İki güleryüzlü genç kadın ve bir genç adamdan oluşan sıcacık bir lokanta. Lâkin henüz hazır değilmiş. Olsun... St.John'ı gezer öyle geliriz.
Kutsal alanın geçmişte boş olan arka kısmında yeni bir Selçuk oluşumunu görmek algı açısından sorunlu olsa da memleketin kaderi deyip geçiyorum. Geçemediğim bir şey var ama... duvarlardaki yazıların her yerdeki evrimine bayılıyorum.
"Uzun yıllar önce sanki kaderine terk edilmişçesine kenarda duran alanın çeki düzen verilmiş hali daha güzel mi acaba?" diye düşünmeden de edemiyorum. İncil yazarı ve İsa'nın 12 havarisinden biri olan St.John tarihsel açıdan çok önemli bir şahsiyet, merak edilirse ayrıntılı bilgiler içeren, alanla ilgili detaylı fotoğraflarla desteklenmiş aşağıda verilmiş linke dokunarak ulaşılabilecek, çok da güzel yazıyı* okuyabilirsiniz.
Sanki bu tepenin yıllar yıllar öncesindeki, nizam görmemiş hali kendi doğallığı içinde, bu kıymetli Aziz'in bir obje olmaktan uzak mütevaziliğini öne çıkaran inzivasıyla daha doğal, daha ruhani ve daha sıcaktı gibi geliyor şimdi bana... Buna rağmen fotoğraf çeken insan sayısındaki kadın ağırlığına bakınca da, bu ilgi ve gelişimin gelecek kuşaklara daha çok bilgi aktarmaya vesile olacağına ve alanın mana ve değerini daha önem atfederek anlamak ve bağnazlıktan uzak bakış açılarıyla özünü hissetmek adına gelişeceği noktasında umutlandırıyor da beni. Eskideki metalaşmamış sakinliğini ve ruhani halini tercih eden bana rağmen geçmişteki yalnızlık ve ıssızlığından kurtulmuş olmasını gözlemlemek de bir yanıyla ısıtıyor içimi. Bir gün kaktüs yapraklarını kazıyarak üzerine kendimize dair izler bırakmaktan vazgeçtiğimizi görürsem de ülkem insanı adına bir aşama daha kaydettik diye sevineceğim sanırım.
Kalenin içindeki taş yollarla döşenmiş, her ne kadar yorucu gibi dursa da yokuşları tırmanırken, kale yaşamı ile ilgili canlandırmalarımız pek eğlenceli oluyor. Ovadaki bir ilaçlama uçağı, iyice alçalıp da ovaya paralel hale geldiğinde muslukları açıp ilaçları püskürtüyor. Hoş zamanlar geçiriyoruz kalede... inerken önümüze serilen geçmişe tepeden ve topluca bakarken genel manzaranın tadını çıkarmayı da ihmal etmiyoruz. Alanın, uzaklara bakarken yorgunluğu soyunduracak, kadim zamanlardan bir serinliğin içindeki kafesi ise çok davetkar, lakin bizi de bekleyen şirin bir serinlik var.
"Hoş geldiniz."
"Hoş bulduk."
"İki çöp şiş ve iki kola lütfen."
O ara yine nedense Koreli bir ihtimal de Taylandlı olduklarını tahmin ettiğimiz, çoğunluğu gençlerden oluşan kalabalık bir grup geliyor mekana. Fonetikleri ve meraklı soruları cırım cırım ama sevimli de bir müzik katıyorlar ortama.
Mekanın sevimliliğine yakışır bir hoşlukla düzenlenmiş şiş tabakları geliyor. Misssler gibi.... Güzel insanların işlettiği lokanta şirinlikte on numara beş yıldız. Bulunduğu alan ana yol kenarında olmasına rağmen adeta bir vaha. Sanki saklı bir bahçe... Dükkanın giriş kapısını gören bir masaya oturuyoruz. Yaklaşık 5-10 metre derinliği olan 20-25 metrekarelik minyatür vadinin tepesindeki korkuluklara yaslanmış sevimli bir masaya... Vadicikten gelen nemli çiçek kokuları eşliğinde keyfini çıkarıyoruz misss kokan etlerin ve uçlarına yerleştirilmiş tam kıkırdaklaşmamış olsa da küçücük yağların. Hoş sohbetler ettiğimiz lezzetli bir tazelenme anı.
Henüz çöp şişleri bitirmemişken birer tabak daha koyuluyor masaya. Önce şaşırıyoruz, sonra bayağı da iyi olan porsiyonun devamı olduğunu düşünüyoruz... Fakat sonradan gelip de yola daha yakın masalardan birine oturan belli ki esnaftan ve müdavim bir beyefendinin iki porsiyonluk tabağını görünce bir yanlışlık olduğunu düşünerek soruyorum. Anlaşılıyor ki bir yanlış anlama var. Muhtemel ki iki çöp şiş cümlemiz ikişer olarak yorumlanmış. Kalkıyor diğerleri masadan.
En azından benim içesim olmamasına rağmen kolaylıkla da terk edemeyeceğimizi hissettiğimiz sevimli alanda ikram edilen çaylarımızı, sırf bir an keyfi için, zamanın ruhunu hisseder bir yavaşlıkla içmemizin ardından, kredi kartı kullanılmayan mekana ödememizi yapıyor, Efes'e nasıl gidebileceğimizin bilgilerini alıyor, kendilerine geçirdiğimiz bu güzel zaman dilimi için mutlulukla ve gönülden teşekkür ederek düşüyoruz yola.
Bulvarın kenarındaki kaldırımdan tarif edildiği üzere doğruca yürüyoruz, aydın bir kasaba efektini yol boyunca hissettiriyor Selçuk. Kısa bir yürüyüşün ardından varıyoruz otogara. Sol çaprazdan Efes diye seslenen abiyi görünce adımlarımızı biraz daha hızlandırıyoruz. İki kişi daha binince de yola koyuluyoruz.
Yeşil bir yolda ilerleyen kısa bir yolculuğun ardından Efes'deyiz. Giriş kapısının hemen ön kısmındaki canlılık, dükkan çeşitliliği, her renkten insan kalabalığı göze hoş geliyor. Başrollerden birinde şovlarını sergileyen dondurmacılar ve elbette uzun kaşığın ucundaki külahı kapmaya çalışan turistler var. Adeta bir bayram panayırının içine düşülmüşçesine hoş bir neşe hakim coğrafyaya. Epeyi değişmiş buralar, tüm ihtiyaçların karşılanacağı bir giriş olmuş ama girişten bir süre yürüdükten sonra kalıntılarla karşılaşmak St.John'daki duygunun bir benzerini yaşatıyor bana. Bir hayvanat bahçesine girer gibi hissediyorum kendimi. Bir süre sonra adapte olsam da ortama, o eski duyguyu ne yazık ki hissedemiyorum. Sanki alanın özüyle bütünlük sağlamayan, onu metalaştıran bir takım girişimler geçmişle duygusal bir bağ kurulabilmesi noktasında sınırlar oluşturuyor gibi geliyor bana.
Tiyatro başrolü kapsa da, uzaktan bir kaç fotoğrafını çekip eski zamanda henüz açılmamış bölüm için sağa kıvrılıyoruz. Mutluyuz. Bir başka zaman diliminde, metalaştırılmışlık duygusundan hızla sıyrılarak, geçmişle senkronize olup eskinin ruhunu tüm hücrelerimizde hissederek dolaşıyoruz. Hayatımın bir duyguyu yansıtması açısından, çaktırmadan çekilmiş en güzel fotoğraflarından birini burada çekiyorum: tepede bütün parlaklığı ile bir güneş, eski zamanlardan mermer bir sütün, o sütuna büyük bir sevgi ile yanağını yapıştırmış ve gözlerini mutluluğa kapatmış, yüreği an itibari ile tüm uzuvlarına sıcacık bir şefkat ve sevgi eklemiş, taşlarla aramızdaki ilişkinin “seviyorsam gidip konuşayım bence” aşamasındaki çok hoş bir kadının, reyting rekorları kıran hoş bir fotoğrafını... Efes gittikçe ve kendi hikayelerimizle harman oldukça iyice Efes oluyor bizim için.
Sosyal medya hesapları için özel ama çok da sevimli pozlarla fotoğraflar çeken her yaştan ve her ırktan insanları izlemekse süper. Sonuçta yeryüzünün en güzel alanlarından biri ve günün ışığı muhteşem... İnsan kalabalığından nasibini almamış ve algılarda pek yeri de olmayan alanın tadını çıkarıyor, tüm ücralarına gire çıka neredeyse sebze tarlalarına ulaşıyoruz. Zirai mücadele uçağı hâlâ görev başında fakat bu kez göz hizamızda... yine yukarıdan alçalıyor, alçalırken başlıyor ve bir gösteri uçağı şenliğinde bırakıveriyor ilaçları sebzelerin üzerine. Ekili alanın bitiminde püskürtme bitiyor ve içten alkışlarımızla yeni hamle için yükselmeye başlıyor.
Bizse Liman'a giden caddeye varıyoruz. Tiyatronun tribünlerine hiç çıkmadan sağa kıvrılıyoruz. Yıllar öncesi ıssızlığından sonra bunca insan kalabalığını görmek sevindirici... Celcus Kütüphanesi tek yüzü kalmış olsa da bir başka elbette ve en çok ilgiyi gören noktalardan biri hâlâ.
İçinde devam eden çalışmalardan ötürü mü bilemiyorum ama Yamaç Evlerinin belki de şimdilik saclarla kapatılarak şehirden tecrit edilmiş ve de ekstra bir ücretle gezilebilmesi hali soğuk geliyor bana. Bunun bir başka yolu olmalı sanki.
Çok sayıda rehberli grubun farklı dillerdeki anlatımları ve insanların soruları ile katılımları renklendiriyor şehri. Aşk Evi mesleğin eski eski zamanlardaki ulviyetini ve de kutsiyetini anlatır bir sıcaklıkla karşılıyor ziyaretçilerini, muzip ve sıcak bir tebessümün yanağından makas alası geliyor insanın. Kütüphanenin karşısındaki taşta yer alan yönlendirici ayak izi ile kadın figürü de antik çağlardan manidar bir tebessüm artırıcı olarak katmerliyor ve sevgiyle gülümsetiyor insanı.
Kuretler Caddesinin kalabalığına dahil oluyoruz yeniden. Hadrianus ben için kıymetli şahsiyetlerden biri. Egemenlikleri altındaki diyarlara özenli bahçeler düzenlermişçesine bir incelikle ve zevkle dokunurken budur dedirten yapılar oluşturan insanlar başımızın tacı. Ona ithafen yapılmış tapınağında dua ediyor ve seviyoruz kendisini. Efes'in Kedisi kadim zamanlardan beri gelen bir bilgelikle gözlemde; bazı insanların alakasız aşırılıklarına ayar olmuş belli ki. "Ama onlar da başka ve sevimli bir renk katıyorlar," desek de bilgece gülümsüyor kendisi...
Parlak günün güneşi, fotoğraf çekenler ve gezenler için elinden geleni ardına koymuyor. İnsanlar mutlu, ülkenin siyaset karmaşasından, onun karabasanlarından sıyrılmış, ciltleri renklenmiş mutlu insanlar arasında dolaşıyor olmak bir manada rüya tadı da veriyor. Kirli gündemlerden uzaklaşmak adına güzel de bir tercih sanki coğrafya...
Şimdi sondan başa doğru, bir film esnasında jeneriğe göz atar bir lezzetle tüm kalıntıların üzerinden bir kez daha geçerek güncel hayatın ritmi uysal, mutsuzluk izi taşımayan, çocuklar ve çocuklaşmış büyüklerin pek de keyifle eğlendiği, ağaçlarla halvet olmuş alışveriş ve yeme içme alanına çıkıyoruz. Efes'in görkemine göre küçük kalan sıkışık mağazasında bir tur atıp, dolmuş durağımızın söğüt altındaki serinliğine varıyoruz. Şirin alanda, huzurlu bir sessizlik içindeki bir bankta tadını çıkarıyoruz yaşamın. Artemis tapınağına gitmeyi hedefleyen bir anne oğul soruyorlar "Nasıl gidebiliriz" diye... Bir sütundan öte bir şey olmadığını söyleyerek gereksiz bulduğunu beyan ediyor bir kaç kişi... kaçınılmaz olarak küçük bir taşın başında uzun dakikalar kalan insanları düşünüyorum ben de... Bilgi edinme merakı varsa insanın bazen bir küçük parça, görkemli pek çok yapıdan fazlasını çizebiliyor insan aklına oysa...
Bu kez ana yola farklı bir yoldan gidiyor minibüsümüz, Meryem Anadan gelen yolun kavşağından geçerken, yıllar yıllar önceki hiç bir kalıntıyı es geçmeyen seyahatimizin, kilisenin hemen önünde yaptığı muzurluk ve kiliseden dışarı gelen olağanüstü taze kadın sesinin kurdurduğu ve peşine taktığı an geliyor aklıma. Gülümsüyorum.
Çok gezdik, çok eğlendik ve acıktık. Şimdi daha popüler bir çöp şiş noktasına... Burası otogarın tam karşısında ve Efes'e dönülen kavşağın hemen köşesinde; daha ferah, daha canlı, daha kalabalık, daha bilinen...
"İki çöp şiş ve iki ayran lütfen."
Ocaktan gelen kokular ilk ip uçlarını atıyor. Hımmmm köftecilerin kullandığı tüplü ızgaralardan değil bu... gerçek bir mangal. Heyecan yapıyoruz.
Masamıza bakan sevimli genç kız bir güzel ve zengince donatıyor onu. İki kişi için bizce fazla ama göze de hoş geliyor.
Hahhh çöp şişler de geliyor! Acıkmışız. İşte budur dedirten ateşin tadı burunlarımızda. Çok âlâ... Önceki yediğimiz de güzeldi tamam, mekan ve hizmet de çok sevimliydi, sıcaktı, samimiydi, ona da tamam. Ama bir kıyassa söz konusu olan, Çöp Şiş, daha iyisini bulana kadar budur. Günün ruhları dürtükleyen saatlerinde, çok da yoğun olmayan şehirler arası trafiğin şehire karıştığı bir noktada mutluluğu katmerleyen bir lezzet anı yaşıyoruz. Daha ne olsun...
Bu keyifle ve kendimizden emince yürüyoruz caddeyi. Otogarın hemen arkasındaki pazar yeri ve toptancı dükkanları Pazar istirahatinde. Garın kokusunu aldığımız hoş kafelerle süslü, yeşillikler içindeki cadde belli ki bir sosyalleşme alanı. Yorumlarımız ve canlandırmalarımız pek neşeli. İstasyona varan caddeye gelince sola kıvrılıyoruz ki bir kaç adım sonra... o da ne?!!!.
Tren telaşı ile karşıya geçmeye çalışırken kendimi bir motosikletin önüne atmam, sonra benim telaşla bir hamle yapacağımı anlayıp da durmuş motosikletteki abiye bir özür hareketi yapmamdan ve onunla gülüşmemizden az önce küçük ama çok şirin, ama çok şirin, dışarıya bakan mini bar tezgahlı bir mekanla -mecburen- kısa süreli de olsa göz göze, büyük bir aşk yaşıyoruz: Belli ki müdavimleri kendilerine has raconları olan, gerektiğinde iki bira ya da bir şişe köpek öldüren kapıp, özellikle tren raylarının sakinliğindeki saklı yerlerde küçük kağıtlar üzerine yerleştirilmiş bir kaç derme çatma meze ve özellikle plastik bardaklarla kafa yapan, paylaşmayı bilen, kafayı bulup raydan çıkanlar olduğunda sarhoş ağızlarla ortamı sakinleştiren bir kaç bilgeyi de içinde barındıran güzel insanların ve kim bilir kaç kez devrim yapmış, okumuş üflemiş, literatürün pek de güzel klişeleriyle konuşmayı bilen emekçi insanların da takıldığı kozmopolitliği bile eşitlikçi mekanla... Tahrik etmiyor mu bizi?.. Fazlası ile... Lâkin biz de treni kaçırmamak için hızlı adımlara geçmişiz çoktan... Ukdeler hanesinde üzücü bir çentik daha... Günün rengi, saati, henüz yükünü almamış mekandaki usulca biralarını içen bir iki kişi ve barın ardındaki şahane abi ile bir vaha burası... Kaçmazdı ama kaçıyor işte.
Treni kaçırmıyoruz ama! Yoksa o mu bizi bekliyor? İstasyon girişinde hararetli bir tartışma var. Olaya polis dahi müdahil olmuş. Küçük çocuğunu ücretsiz geçirmeyi kendine hak gören bir vatandaşın görevini yapan gençten bir güvenlik görevlisine höykürmesi ile gelişen bir olay anladığımız üzere... Bir süre sonra anne baba çocuk da biniyorlar trene... Bu kez "haklı" gerekçelerini yaratarak ve duyurgan bir ses yüksekliği ile anlatırken yakınlarındaki insanlara, vagon halkı olarak nasibimize düşeni de alıyoruz?! Çok şükür ki Torbalı'ya varıyoruz.
Aktarma sonrası geçtiğimiz trenin penceresinden dışarı baktığımda görüyorum ki gün sunuyor yine. Az ötemizdeki eski ve kesme taştan küçük ve bayılınası istasyon binasının bankında tek başına yaşlı bir hanımefendi uzağa bakışlarından anlaşıldığı üzere bizim bulunduğumuz alandaki seslilikten tümüyle bağımsız ve tecrit bir dünyanın içinden, gelecek bir uzun yol trenini bekliyor. Gözlerim onda. Aklımın albümüne kazınmış kıymetli fotoğraflar hanesine bir ek daha... Tren usulca kalkıyor ama benim onda takılı gözüm geride kalıyor, kaybolunca resim onun önünden geçen rayları izlemeye devam ediyorum. İki zamanlı bir an. Anılar akıyor gözlerimin içinden; zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem ve Babıda* ile yaptığımız eşsiz seyahatlerin istasyon anları...
Gün batımının alacasında güzel güzel alanlar geçerek giriyoruz şehire, iyice doluyor tren, renkleniyor kalabalık, çeşitleniyor sesler... ve Alsancak Garı. Vedalaştığımız tren Menemen'e kadar gidecek. Bir ampul ışıldıyor o an!
Perondan çıkınca sağa dönüp Retro Festivali alanına yöneliyoruz. Dün gece niyetimiz o olmasına rağmen ne yazık ki gidemediğimiz Barış Manço gecesinin hayıflanması ile... Kapıda şık giyimli, illaki güler yüzlü, epey ilgili bir genç kadın ve bir genç erkek karşılıyor bizi. Genç kadının tembihli ve eğitimli ilgisi, güler yüzlü ve şirinlik abidesi tavrı yine de pek sıcak, sevimli ve sempatik geliyor bize. Okşuyoruz ruhunu. Çantalarda açtırıp bakarak bomba, silah kontrolü... Teknoloji çağında tebessüm ettirici bir durum.
Stantlarda genç insanların olması ki hazırlayanlar da onlar olduğuna göre pek hoş. Ellerinden geleni yapmışlar ve sevimli kılmışlar festivali. Otomobiller kısmında uzman desteği, ve özellikle Amerikan arabalarının modellerini ayırabilmek için püf noktaları veriyorum; çok tanıdık, çok da sevdiğim birine. Yiyecek içecekler de bile eskiyi çağırmışlar kesinlikle... alkış. Plaklar, pikaplar, radyolar, televizyonlar, kitaplar, kıyafetler takılar, pamuk helvalar derken pek bir eksik de bırakmamışlar. Dans gösterileri yapan çift pek güzel, karanlıkta doğru noktalara odaklanmış eski gazinolarda rastlanılan türden, kasnak içine yerleştirilmiş farklı jelatinlerle renkleri değiştirilen ve dans eden çifti bir dairenin içine yerleştiren ışıklar ve salon da... genç grubun, eskinin düğün ve cafe-dans orkestralarını çağrıştıran yapısı ve de eski şarkıları yorumlama biçimleri tıpkı basım.
Hiç ukalalık yapmadan, küçümsemeden, çabaları takdir edip, müşteri memnuniyetli yüzlerimizle çok da eğlenerek çıkıyoruz alandan. Garın bekleme salonundan keyifle geçiyor, sevdiğimiz kavşakta tramvayın burnumuzun dibinden kıvrılarak geçişinin tadını çıkarıyor, rayların üzerinden geçiyor, sakızlardan futbolcu fotoğraflarının çıktığı, onları alt üst oynayıp da yutulanlarla çoğalttığımız günlerden beri Altınordu sempatizanı olan ben, soyadını uzun yıllar oynadığı takımın adını alarak değiştiren efsane futbolcu Sait Altınordu'nun heykeline sevgiyle selam çakıp, kısa bir dinlenme ve tekrar geceye akmak için ara sokaklardan sokulgan adımlarla otelimize doğru mutlu insan yüzlerimizle yürüyoruz.
*Süpürgeç Dağı Tunceli'nin Pertek ilçesinde, Yumurta taşı ise aynı ilçenin Mercimek Köyündedir
*Babıda, konuşmaya ilk adımlarını atmış çocuk dilimde babaannedir ki dilim gelişince, hatta kazık kadar adam olunca bile zevkle kullandığım bir ifadedir..
*St. John ile ilgili tarihi bilgiler içeren fotoğraflarla desteklenmiş güzel yazı içinse buradan lütfen,, ki o yazı sizi Efes'e de götürecek.
Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder