Günün tozu toprağını duşa teslim edip yenilenmenin ardından; damağımızda geçmişten bir lezzetle, şu hayattaki en güzel anlarımızdan birini yaşadığımız, çiçek gibi akşamın izi kalmış mekânına doğru; biraz ayyaş, biraz pervasız ve bayım bayım bayıldığımız ara sokaklarda, bir an öncenin adımlarıyla yürüyoruz. Büyük heveslerle vardığımız sokağa giriyoruz ki... O da ne?!
25.06.2016 Cumartesi
Mekânı karşı çaprazdan gören, karşısındaki binanın önündeki masalardan birine oturuyoruz. Anında kaynaşıyoruz sokağın tüm paydaşları ile. Hoş geldinize geliyor, sokak sakinlerinin en tatlısı. Tepemizde... Önce biraz sert ve soğuk, kişilik analizi yapıyor, sanırım sonrasında da geçer notu veriyor. Sırnaşma sırası onda, sürekli istemem yan cebime koyun pozlarıyla dolaşıyor civarımızda.
Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, bembeyaz örtülü bir masada, sımsıcak bir sokakta ve şairin mekânının tam karşısındayız. Özellikle istediğimiz, şehre onun için geldiğimiz, ilk görüşte kaynaştığımız ve bir çiftin işlettiği mekânın genç garsonu sipariş için geliyor.
"Hoş bulduk."
"35'lik rakı lütfen."
Meze seçimini en güvendiğim kadına bırakıyorum. Sokakta, bir duvarın dibindeyim ve sandalyemin arkasında, gerektiğinde çalıştırmak için oraya koyulmuş şirin bir pervane var. Nerede olduğumuzu hatırlatacak bir de ayna. Oturduğum yerden kalkmaya hiç niyetim yok, keyfim şahane. Onu izliyorum. Zengin meze dolabının başında... İletişim muhteşem.
"Bir Girit ezme lütfen."
"Beyaz peynir lütfen."
"Bir levrek marin lütfen."
"Bir de patlıcan salatası lütfen."
Donanıyor masa. Karşımızdaki kültür merkezinin dış masalarında bir kaç kişi sohbette. Sokaktan, mekânla aramızdan, insanlar geçiyor. Kilisenin çanı çalıyor. Hava henüz anason kokmuyor. Güzeller güzeli bir yaz akşamı. Çalan şarkılar yakışıyor sokağa. Göz alıcı, yeterli porsiyonlarda mezeler ve buzzzz gibi rakı.
"Tek lütfen..."
"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."
'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.
O halde, yarasın!
Usulca başlıyoruz. Levrek marin nar dokunuşu ve alttan alta hissedilen misket tadıyla şahane bir katılımcı, patlıcan salatası da bir çok yerde masaya gelenlerin aksine henüz baygınlık aşamasında olmadığı gibi az rastlanır bir tazelik ve lezzette... beyaz peynir tabağı Egeli... Girit ezme ise bir assolist varsayılabilir olsa da tevazuyla ve biz birlikte güzeliz havasıyla masada. Kullanılan zeytinyağı ise sanki sarımsak dokunuşlu... ve Egeli sonuçta.
Harbiden meyhaneler devrine ucundan yetişebilmiş bir tıfılım ben. Burası bir meyhane mi yoksa lokanta mı dersek, bizce âlâ bir meyhane. En kralından üstelik. Öyle beş yıldızlı, yapay bir samimiyetle başımızda her daim biten değil de, özellikle yükünü almışken mekân, yanımıza yakın bir yere gelmesini beklediğimiz, gözümüz yakaladığında seslendiğimiz, şıp deyince garsona ulaşamadığımız, gerektiğinde kalkıp da meze dolabına gidebildiğimiz, meyhaneciyle iletişebildiğimiz ve bundan da mutluluk duyduğumuz yerdir meyhane... Buraya kalabalık gelip, mezelerin her bir porsiyonunun masadaki onca kişiye yetmesi gerektiğini düşünüp sonra da küçücüktüler diye eleştirmenin hiç bir manası yok. Keyfine yazık etme kardeşim, ya çok çeşitle tadımlık kur masanızı, ya da iki-üç kişiye bir hesabı yap. Değil mi ama?!
"O halde sıhhatimize!..."
Keyfimiz 90'a takılan gol gibi. Bir çoklarının aksine ne meyhaneciden ne de garsondan bir şikayetimiz yok. Lezzetli mezelerle tadını çıkarıyoruz yaşamın. Üstelik Nazım Hikmet Kültür Merkezinin önündeki gençler gittikçe kalabalıklaşıyorlar... Konu da kaçınılmaz olarak militan günlere geliyor. Bu çocukları o günün gözleri ile bakarak eleştirebilir, hatta küçümseyebilir kendilerini eski tüfek olarak tanımlayan bir kısım statükocu, katı, havalı ve de aslında sadece lafazan kendini beğenmişler... Ama ben onların cinsiyetsiz, sorgusuz, henüz derinlik kazanıp da zenginleşmemiş, inanmışlık yüklü klişelerle bezenmiş, 'aşığınım ama çekingenim' soslu sohbetlerindeki sıcacık samimiyete... bayılıyorum. Cıvıl cıvıl bir gençlik katıyorlar akşamımıza. Masaları birleştiriyorlar şimdi... Uzun masalarına 70'lik rakılar ve mezeler geliyor. Gülüşleri ve müziklerimiz karışıyor bir birine. İstim alıyor gece... Ve sokak.
"Gençliğinize o halde!.."
Sıcak için gidiyor meyhaneci kadına en sevdiğim kadın, ahtapot bacağı ızgarayı öneriyor meyhaneci ki onun âlâsını daha sonraki bir zamanda, kadim bir şehrin kadim bir semtinde ve harbi bir Rum meyhanesinde yiyeceğimizden henüz haberimiz yok. Karar veriliyor...
"Bir karides güveç lütfen."
Hımmmmm âlâ bir güveç, karidesi geride bırakmayan bir sadelikle pişirilmiş, tadı tuzu yerinde, lezzetli suyu tam da ekmek banmalık, üstelik karidesler bu sabah çıkmış denizden...
Ve 35'lik rakının son yudumları...
Saatler saatleri, neşe neşeyi, huzur huzuru kovalarken, ara çaylar da falan derken, katmerleniyor rakının masası. Topyekûn, pek tatlı, "Yaşamak güzel şey be!" kardeşim dedirten bir serkeşlik kokusunun tadı bulaşıyor sokağa... Hülyalanmaya başlayan kafalar, sarhoşluğa doğru usulca giden kelimeler, gülüşler, arafta kalma halleri bir karara varıyor gönüllüce.
"Bir 20'lik rakı lütfen."
"Bir beyaz peynir ve kavun lütfen."
"Bir de bir miktar çörek otu lütfen."
"Hımmmm peynirin üzerine biraz çörek otu ve biraz zeytinyağı?!"
Bir yandan yürüyor, çokça gülüyor, biraz da usulca, tabii ki kazayla, tatlı tatlı sırnaşıyor, yalandan biraz biraz sallanıyor, yine kazayla dokunuyor, güzel güzel sözler fısıldıyor, kuytulara bayılıyor ve sonuçta pek de sevdiğimiz otelimiz İbis'e varıyoruz. Tatlı resepsiyonistimizle selamlaşıyor, asansöre ulaşıyor, küçük koridoru peltek fısıltılarla geçiyor ve gördüğümüz en güzel otel yataklarından birine atıyoruz kendimizi.
Alsancak Garı ışıklı bir sakinlik içinde...
O da ne?!'nin ne'si
Bir şangırtı kopuyor kafamın içinde, camlar parçalanıyor ve şaşkınlıkla birlikte hayıflanma çöküyor bedene. Güzeller güzeli bir akşamın izi sinmiş Ara Sokak kapalı. Toparlanma alameti üst üste yığılmış masa ve sandalyelerin dibindeki, dükkândan gelen tek bir lambanın aydınlattığı masada üç kişi sohbette; mekânın sahibi çift ve bir kişi daha. Önce bittiğini düşünerek ürküyorum. Sonra, yarın Cumhuriyet Bayramı, ondan mı? diye düşünüyoruz. Pazar akşamları kapalı demek ki sonucuyla içimize su serpiyoruz. Daha üzücü olansa Nazım Hikmet Kültür Merkezi artık sokakta yok. Gençlik de. Yitik fotoğraflar hanesine bir çentik daha... İçim düşüyor.
Kıbrıs Şehitlerini kesen sokaklarda dolaşıyoruz. Gözümüz mekânları kesiyor. Şartlanmışlığın verdiği bir abandone durumu var bünyemde... kendimi çekemediğim çok ama çok ender zamanlardan birindeyim. İki üç tur atıp sonunda ilk uğradığımız popüler sokağın başındaki gireni kapan mekâna çöküyoruz. Aslında.... sokakta gördüğümüzde bayıldığımız bir mekânla kırık bir aşk da yaşıyoruz... Beylerbeyi! Çok seviyoruz kendisini, dışarıda boş bir masa da var lakin bayağı kalabalık, erkek egemen ve gürültücü bir masanın ne yazık ki dibine sıkışık...
Modum düşük, mezeleri seçmekte bile zorluklar içinde kalan bir çekilmezlik halindeyim. Gözümü ısıramıyorlar. Tazelik kokusu ne yapsam ne etsem de bulaşamıyor yüzüme... ben bile tanıyamıyorum kendimi. Beylerbeyi'nin pişmanlığı da iyice çöküyor içime. Geliyor siyah takım elbiseli garson ve meze tepsisiyle bir komi.
"35'lik rakı lütfen"
"Bir peynir lütfen"
"Bir Girit kabağı lütfen"
"Bir şundan lütfen"
"Şu nedir"
"İçinde şu, şu şu var olan şudur"
"O şu'dan lütfen"
Tatlı mı tatlı kadında bir sorun yok. Bense uyuz bir çocuk şımarıklığının tüm çekilemezliklerinden örnekler veriyorum. Bir çıkabilsem şu ruh halinden. Acaba kulağımdan çekip tokatı bassam düzelir miyim? Şu yan masadaki yat kaptanı adam da bi sussa.
"Tek lütfen..."
"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."
Al işte, Yeni Rakıya Efe Rakı bardağı. Uffffff en sevmediğim marka su. Aman allahım bu buzların hali ne? Hangi çeşmenin suyundan yaptınız bunu ya? Ahhhh ahhhh ah nerede o cam gibi buzlar ah!
Oysa ben bir bukalemunum.
"Seni seviyorum."
"Seni seviyorum."
İlk yudum... içimin sesi devam ediyor: "Bu ne ya!" Suyu ve buzu kafama takmak için elinden geleni ardına koymayan dilimi koparsam sorun çözülür mü acaba? Kesinlikle yardıma ihtiyacım var! Şu çocuk şımarıklığım var ya, biliyorum ki asıl beni üzüyor. Şu beni bile şaşırtan halim, kıymetlimin neşesine limon sıkmak isteyeceğim en son hal bile değil. Her şeyin farkında olan bir rüyanın içindeyim ve çıkamıyorum sanki. "Bari buzlar cam gibi olsaydı yaa!.." Mezelere, yememekte ısrarcı ama aç bir çocuk burun bükmesi ile çatal ucu dokunuyorum. "Beyaz peynir neyse...". Girit kabağı ölmüş olsa da içindeki suya batmış yağa zeytinyağı muamelesi yapabilirim yine de. Bak bunun içinde patates ne alaka, üstelik de ölü demeyip, hani bu da yoğurt sonuçta diye düşünürsen sanki becerebilirsin gibi falan derken.... hayata dönüyorum.
Sonrası iyilik güzellik. Yan masa boşalıyor ve hemen çocuklu bir çift ve muhtemelen kayınbiraderleri ile dört kişilik bir aile yerleşiyor. Kaptan bir 70'lik daha istiyor. Hanımefendisi usuldan içiyor. Kaptan jelatinden yeni çıkmış küfürlerle telefonda bir işle ilgili biriyle görüşüyor. Şu pek külhanbeyi ve pabuç bırakmaz hali ayılınca nasıldır acaba? Aile masası ile sohbetleri her ne kadar çocuk için kırmızı noktalar içeriyorsa da kimsenin şikayeti yok. Masadan masaya laf atmalar gönüllüce. Güzeliz. Sokağa hakim olansa ışıl ışıl bir neşe. Son yudumlar.
Beylerbeyi'nin önünden geçerken onda kalan aklımızı da alıyoruz yanımıza. Kıbrıs Şehitlerine çıkınca bir La Puerta esintisi çarpıyor suratımıza. Ne güzel bir akşamdı ama! Sokaklara gire çıka yürürken ve hoşumuza giden bir sokaktan çıkarken... bir palyaço ile karşılaşıyoruz. Full aksesuar bir palyaço ama!. Kusursuz. Sokak tiyatrosu için lolipop satıyor. Bize uyar. Alıyoruz. Bütün bir para veriyoruz ve gönlümüzden geçen rakamı almasını istiyoruz. Onunsa para üstü vermeye hiç gönlü yok. E biz kaççınn kurasıyız? Samimiyetsizliğin ve sempatik olmayan bir uyanıklığın tüm makyajı dökülüveriyor kaldırıma... Bir anda soğuyoruz. Ama stratejiyi, her ne kadar kullanım çirkin ve kirli olsa da "takdir" ediyoruz! Dilenmenin ultra hali!
Bir tur daha atıp, sessiz sokakları da arşınlayıp en başından ve yeniden giriyoruz Cumbalı Sokağa. Sevdik valla. Hatta çok sevdik sokağı. Baş taraftaki epey cümbüşlü mekânın sokağa atılmış rakı masalarında klas insanlar, sanki bir filme yerleştirilmiş hoşlukta çalıp söyleyen mini bir fasıl grubu eşliğinde, birlikte söyleyerek haftanın yükünü atıyorlar; şık, katılımcı ve gönülden eğlence tavanda ve sıcacık... iki adım sonrasında bu kez daha genç insanların olduğu ve bir rock grubunun çaldığı, gözleri genç, gözleri hülyalı hoş bir mekân daha. Sapına kadar renkli bir sokak; hem genç hem olgun. Kakofoni yaratmayan tatlı bir gürültüsü var. Ne ararsan varlar arasında muhteşem bir ahenk... O halde Kırmızı. Nispeten daha sessiz ama başlangıçtaki coşkunun da ulaştığı -ilk görüşte- sevdiğimiz mekânın sokak masalarından birine oturuyoruz.
"İki bira, biri 33'lük lütfen"
Sokaktan insanlar geçiyor. Her biri bir hikaye katıyor. Mesela şu kızlı erkekli genç grup; kızlardan biri sarhoşluğun zirvesinde, diğer kız ve iki oğlan mutedil. İnce ve hoş kız sarhoş ama taşkın değil, sızmış, birinin omuzunda, diğerlerinin desteğinde uyumaya doğru yürütülüyor. Bir derdi olmalı! Alkol arası hap... mı? Üç genç adam ki radara 10 metre önceden yüksek konuşmaları ile girdiler: Birinde klavyenin çantası, ikisinin elinde gitar var, az önce çaldıkları mekândan aldıkları paradan hoşnut değiller. Pek minnetsiz ama acabalı, yine de kabadayı, "Bir daha çalmayalım abi, bize iş mi yok," havasında konuşarak yürüyorlar. Adım gibi eminim çalacaklar. Çünkü tam da eldeki bir gelecek ikiden iyidir konumundalar.
Terk edilmesi zor bir sokaktayız. Üstelik en güzel saatlerinde. Bir romanda rast gelsek kıskançlıkla imreneceğimiz, okumayıp yaşayacağımız, kendimize döndüğümüzde yüzümüzü tatlı bir gülümseme ile yakalayacağımız lezzette, şahane bir sokak: 1448, Cumbalı ikinci kısım. Hahhh şu abla, ve şu abiler, şu karşıdaki masadakiler mesela... Bir pavyondan buraya düşmedilerse hiç bir şey bilmiyorum ben. Abla Pavyonun gözdesi, bozuk sesiyle sahnelerin assolisti, kocaman kocaman, üstelik siyah beyaza yakın afişleri var. Abilerden biri küçük esnaflar çarşısının büyükçe esnaflarından biri. Ailesini seven bir baba. Öteki abi gençten, arastadan, çekingen ama dili racon bilir, kibar. Hani şu solist altı saçları sarı boyalı olan genç kadın var ya, hani abla onu ona yapar mı acaba? Saygılı. Mesela abla lavaboya yönelse ikisi de ayağa kalkıyorlar. Çiçek aldıkları, sahneyi çiçeğe boğdukları, ayağının dibine çakma şampanya şişeleri doldurdukları kesin. Hesapları da arastanın abisi ödedi. Öyle de babacan. Bi de konuştuklarını duyabilsem. Uzaktan değil ama. O masanın tepesinde ve görünmez olsam, o tatlı, o efendi çapkın ve esnaftan iki adamın, o aşık hallerinin lezzetli sıcağını yakından görsem. Gece boyunca ablanın vicdanı masanın üzerinde. Cüzdan kopartıcı asla değil...
Falan derken hesabı ödüyor, bayram için donatılmış sokaklardan serotonin yüklü usul adımlarla geçiyor, bu kez açık olan Münire'de kahve içen insanların kenarından yürüyor, bu gezinin oteli bu sokakta ve bu olmalıydı diyerekten asansöre biniyor, küçük koridorda atılan bir kaç adımdan sonra satırlar geceye karışıyor. Onun içinde eriyip sızıyorlar.
İki Zamanlı Pek Eğlenceli Uzunca da Bir İzmir Masalı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder