18 Temmuz 2019 Perşembe

Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha!

Öncesi


 4 Haziran 2017

Çiğ tanelerinin kokusu sinmiş odaya... Tazelenmişiz üstelik! Bahçe henüz kıpırdanmış, konak çalışanlarının sesleri tatil sabahı tonunda. Perdelere yansıyan günün ışığı parlaklık vaat ediyor. Sevgi dolu, paylaşımcı, şefkatli ve serotonin yuvası konağın köşe odasında, kalabalık sofralara alışkın bir konaktaki Pazar sabahının yüzlerimizde açtırdığı gülücüklerin, tadını çıkarıyoruz. Uzun ve kıymetli bir masalın misafirleri olarak yaşadığımız anların hikayemizi nasıl çoğalttığının, ona ne türden renkler ilave ettiğinin fazlası ile farkındayız. Bu mutluluk uyanışı ile güne merhaba diyoruz.


"Günaydın."

"Günaydın."

"Kahvaltıyı bir kişilik alalım lütfen,  fazlası ile Mükellef çünkü."

Eğer hayatınızın önemli bir kısmını müstakil bir evde yaşamışsanız ve sevgi dolu bir aileniz varsa, ve bu sevgi geniş ailenize de sirayet etmişse özellikle pazar günlerinizin anlamı, o günlerdeki çocukluk yıllarınızın tatları bambaşkadır. O tatların tüm yaşamınıza kattıkları da... O yüzden bu konakta ya da Ottoman Suites by Sera House'da* yaşayanları tanıdıkça, yaşadığımız hiç bir an şaşırtıcı gelmiyor. Oysa ki kalınacak yer seçimini yaparken, olaya sadece ticari bir işletme-müşteri ilişkisi noktasından baktığımızdan -doğal olarak- farklı bir his yaşayacağımız beklentimiz de yoktu. Sürpriz, bir otel konaklaması içinde değil de bildik, tanıdık bir evde misafir olmamızdı ki bu vurgu bile tanıklıklarımıza haksızlık oluyor... biz bu evin halkından biriyiz ve bu konağa aitiz duygusu aslında hissettiğimiz! İstanbul'a karıştığımız her anı daha da anlamlı kılan, onunla bağımızı çoğaltan, şehre, huzur bulduğumuz bir evden çıkıyor olmaktı.


Mükellef  Kahvaltımız istemediğimiz ikinci tabak yerine muhteşem bir menemen ilavesi ile geliyor. Menemene muhteşem demek hakkımız ve yetkinliğimiz var; çünkü onun en iyi yapıldığı, bu konuda namı olan, hatta menemencilerinin sıra sıra olduğu emsalsiz bir yol üstü lezzet coğrafyasına, Çakallı'ya sahip bir şehirde yaşıyoruz.

Su damlaları tazeliğindeki bir bahçede güzel güzel kahvaltımızı yapıyoruz. Sırt çantalarımız hazır, odada bizi bekliyorlar. Planladığımız tarihte bir kazaya uğramasın diye aylar öncesinden rezervasyon yaptığımız odanın konaklama bedelini ödemek için kafeterya bölümüne geçiyorum. Gülşah Hanım orada.  Uzatıyorum kredi kartımı. O "İçime sinmiyor, kur farkından oluşan kısmı almayacağım," diyor. "Sonuçta Booking.com üzerinden yaptığımız rezervasyon bir akit bizim için ve oradaki para biriminin TL karşılığını ödemeyi kabullenmişiz ki buradayız," diyorum. O yine de oluşan farkı eksilterek tahsil ediyor kartımdan konaklama ücretini. Bir de kahvaltı sonrası kahvesi ikram ediyor; güzel insanların içtenliği ile.

Bu ülkede bu fırsatı yakalamış kaç insan o tümün içinde önemli bir miktar tutan paradan vazgeçer ki?

Bir cevabım var aslında: Yüreği güzel atan, ahlaklı, şefkatli, esnaf tavrı muhteşem babaların esnaf tavrı muhteşem çocukları.

Bu aile olma duygusunu iyi bilen biz iki kişi odadan sırt çantalarımızı alıyor, güzel anlar yaşatan bu güzel odaya görüşmek üzere, diyor ve kilitleyip her daim bayıldığımız holde kalıyoruz. Yüreği güzel kadın konağın defterine menemenin de altını çizen güzel cümlelerini yazıyor. Anahtarları teslim edip, memnuniyetimizi ifade eden cümlelerimizin altını bir kez daha çizerek vedalaşıyoruz. Bakkalımızla selamlaşmayı ihmal etmiyor, Mevlüt'ün** uyarısı ile biraz hızlanıyor ve bizi Kadıköy İskeleye götürecek otobüse biniyoruz.

Geniş bir Üsküdar turu atarak, yeşil ve ulvi yerler, Stadyum, alışveriş merkezleri, canlı çarşılar, sakin caddeler geçerek vardığımız Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Numune'nin ruhu dinlendiren şefkatli yeşilliklerinin teskin ediciliğini hissediyor, Haydarpaşa Garı'ndaki trenlerle bir otobüs penceresinden vedalaşarak iskeleye varıyoruz.


Tadını çıkararak vapurun ve sabahın, Karaköy'e geçiyoruz. Bu kez İstanbul Modern'e uğramıyor ama buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Tünele gitmek için beklediğimiz bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı ışıklar yeşil olunca da geçiyoruz; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! Ve bir kez daha tüneldeyiz. O olmazsa olmazımız! Kimileri için Füniküler bizim için Tramvayla İstiklal'e varıyoruz. Sanki hâlâ sağ çamurluğunun yolcu tarafından görünebilir yerindeki mekanik taksimetreleri ile Amerikan menşeli taksiler... ya da taksi dolmuşlar  geçiyor caddeden.


Galatasaray Lisesi'nde pilav günü. Bahçe şenlikli. Saint Antuan'da ise pazar ayini. Çok kere önünde kaldığım, parmaklıklarının arasından baktığımda bu zamandan değil de bir başka boyuttanmış hissi aldığım  kutsal alanın daha önce görmediğim, bilmediğim bölümleriyle tanışacağımdansa habersizim. Usulca giriyoruz. İlk şaşkınlığım kapının içeriden görünüşüne. İnanılmaz bir hayranlık içindeyim ve sanki bir başka ülkedeyim. Apartmanlarına ve özellikle huzurlu renklendirmelerine bayılıyorum. Kilise binası ile şekillenmiş algım tasavvurlarının ötesinde hoşluklarla karşılaşınca kocaman bir şaşkınlık yaşıyor ve bunu kendi gerçeklikleri ile eşleyemeyince de olan biteni rüya sanıyor...


Onun çocuk şirinliğindeki karmaşasıyla bir masala dahil edilmiş ben, Antuan'ın öyküsü ile de zenginleşince; kemerler, binaların romantik, masal yumuşaklığındaki renkleri, pencere önlerindeki çiçeklerin bu görsel bütünlüğe verdiği hoş katkı, zarif ve göze sokulmayan nakış işçilikler ve tüm bu detayların birlikteliği ile ortaya çıkan güzelliği gülümseyen bir şaşkınlıkla ve tane tane izliyorum.


İçerideyse dua var ve sessizlik konusunda özellikle uyarılıyor insanlar. İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından inşa edilmiş olmasına şaşırmıyorum; çünkü sandığım bir başka ülke de İtalya. Ama buraların kilise inşasından önce bir eğlence mekanı olduğunu, daha sonra da tiyatroya evrildiğini öğrenmek sempatimi kat kat yukarı taşıyor. Komuta merkezimin canlandırmaları beni o mekanların içine de sokuyor; görüyor ve yaşıyorum.

Mumlarımızı alıyor, yakıyor, gömüyor ve kendi dualarımızı ediyoruz. Hatta sıralardan birine oturup bir süre bu ulvi alandaki ulvi loşluğun ve tatlı ama sessiz bir tonda gelen, usulca da bir yankısı olan ulviyetli sesin tadını çıkarıyoruz. En sevdiğim kadın tecrübeli ki daha görkemlilerini, Yeni Yıl ayinini görmüşlüğü var. Bense bir ilk yaşıyorum. Gelir amaçlı olarak çıkıştaki masalara yerleştirilmiş olanların içinden Müslümanlar Arasında St.Antuan Küçük Çiçekleri adlı kitaptan iki tane alıp yeniden ve biraz daha zenginleşmiş olarak caddeye karışıyoruz.

Plak ve Kaset satıcılarından gelenlerle, sokak çalgıcılarının müziklerinin oluşturduğu kakofoniye kulak kesilmişken yanımızdan geçen damalı Chevrolet'lerin -ama 64 modellerinin- içindeki Yeşilçam yıldızlarımızı işaret eden genç erkek ve kızların heyecanlı bakışlarına, arabalar durduğu anda bir imza için koşuşturmalarına, onlarla birlikte aynı noktalara odaklanan insanlarımıza siyah beyaz gülümseyen gözlerimizle bakıyoruz.  İçimizi şefkatli bir özlem, sıcacık yapıyor.

Biz iki taşralı İstanbul'u hak ettiği gibi yaşıyoruz! 

Sanki?


Gözlerimiz binaların yukarılarına bakarken; mimarilerinin güzelliği üzerine konuşurken; ufak ufak caddeyi adımlarken ve bütün bu güzel hissiyatları ruhumuza çizdiren anlatılarımızın ardından gözlerimizi yere indirdiğimizde bir bakıyoruz ki  Çiçek Pasajı'ndayız! Ne garip değil mi? Hay bizim haylaz ayaklarımız!

Hayat bu kapağın altındaysa bize de tadını çıkarmak düşer, deyip, biraz da hayatın içinde olduğu için hemen caddeden girişteki mekana, çöküyoruz.

"İki fıçı bira lütfen."

Efes'in yeni bardaklarının tasarımını klas buluyoruz.  Mekanı da beğeniyoruz. Kutsiyetli alanlardan sonra canlı hayat kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor. Biz mutlu mesut sohbet ederken  pasaja pilav gününden sıyrılmış, eski günleri yad eden ablalar-abiler geliyor. Kelli felli, kariyerli, resmiyetli hallerini çıkarıp atmış abiler, ablalar tümüyle o günlerin ruh halinde, okuldan kaytarmış ve yasak şeylerin tadında, felekten çalınmış bir güzelik katıyorlar an'ımıza. Yudum yudum içerken buzzz gibi biralarımızı; öğrenci afacanlıkları, hoca dedikoduları, kopya hikayeleri, kim kimi seviyordular, şen kahkahalar, genç sesler dolu cümlelerle şenlendiriyorlar masamızı.

Öte yandan Pasaj da bir yakalandı mı bırakılası değil hani. Hele uzaktan sevmek zorunda olunca insan!

"İki fıçı bira daha lütfen."

Bizden daha içerde ve çaprazımızdaki mekanda donanımı yerinde bir masada oturan Abi belli ki ahali tarafından değer verilen, güngörmüş, masanın tadını çıkarışından anlaşıldığı üzere eski günlerin tozunu yutmuş, hafiften kabadayı, gönül zengini olduğu kadar dünyalığı da olan şahane bir karakter. Masanın donanımı racona yakışır. Abinin içme biçimi şahane. Usul usul bir öğle rakısı, şişe bir büyüğün neredeyse yarısı. Bir 35'lik ilavesi ile de tamamlanır sanki masası... Bir başka karakterle birlikte içiyorlar ki diğeri; Abinin sessiz olmasın diye masa, ne söylese dinleyecek, haddinin farkında, derdini ya da serzenişlerini ya da anlattıklarını  taşımayacak, aynı klasmandan olmayan ve bam teline dokunmayacak, daha genç,  garip ama yakışır da bir kalender.


Sonra tüm bu güzel karakterleri ve Pasajı geride bırakarak yaptığımız kısa bir İstiklal turunun ardından Kafe Ara'da Ara Güler'in fotoğraflarına bakıyor, oradan Galata Kulesi'ne doğru yürüyüp Karaköy'e çıkıyor, ilk vapurla da Kadıköy'e geçiyoruz. Dönüş klasiğimiz için uğramamız gereken yerler var!


Önce Baylan'a. Marleyleri nedense kiradan kurtulup da satın aldığımız, fiziksel olarak da bizim dediğimiz ilk evin sıcaklığını ve o yılları hatırlatıyor bana. Bir de şimdi yerinde yeller esen Sümer Pastanesi ile hâlâ yaşayan Birtat'ı...

Oturuyoruz masalardan birine... uzantılarını gördüğümüz ama öncesini sadece filmlerden bildiğimiz bir zaman diliminde bugünü yaşamak ne güzel. Fakat! Olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında görkemli avizeler olan, ahşap zeminli, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı; Rus sandığım,  topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, boynunda üç sıra kolyesi ile orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle bir hanımefendinin servis yaptığı; yazmaktan ve anlatmaktan bıkmadığım bir çocukluk anısı Sümer Pastanesi'nin yerini hiç biri tutamaz!  

"Bir kup griye lütfen."

"Bir sup lütfen."

"İki de limonata lütfen."



Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan ve dönüş vaktinde yapılması mutlak alışverişlere.

"Vişne likörlü çikolata lütfen."

 Şimdi sevdiklerimiz için  Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Bir kez daha İstanbul'a Kadıköy'den veda vakti. İstikametimiz Havabüs.  Hava ilk yaz güzelliğinde. Yürürken birer çikolata. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

"Ölelim o halde!"


Güzel uçuş... Karadeniz'in üzerine uzamak üzereyken uçak, evi görme çabası... denizin içindeyken ve daha da uzayacağını sanırken uçağın sağa usul usul yatması... burnunu düzeltip de alçalmaya devam ettiği andan itibaren tüm sahil şeridini izleyerek şehirle aşkın tazelenmesi... iyice açılan flaplarla az sonra tekerin değeceği son dakikaya kadar denizin ve içindeki küçük teknelerin sunduğu manzara... beklenen ve beklendiği anda betonla buluşan tekerlerin temas anıyla birlikte asılınan frenler... pist sonunda taksi hızına eren uçak... sabırsız yolcuların rahatlamış hareketliliği... bagajdan gelen sırt çantaları ile buluşma... havaalanından çıkar çıkmaz içilen sigarının dumanı.

Bir kez daha...

Ne güzel! 




 *O tarihte, Ottoman Suites by Serotonin olan ad, muhtemelen bir itirazla Sera House olarak değiştirilmiş.
**Cep telefonu olmayan benim, yol arkadaşımın telefonundaki Moovit uygulamasına taktığım ad.


5 yorum:

  1. kadıköy Çarşısında en sevdiğim iki yer Baylan ve Hacı Bekir, oralarda isem bir sebep yaratıp uğramasam olmaz. :)
    Bu yazı iki sene öncesini anlattığına göre, Hacı Bekir'in yeni yerine uğrama imkanınız oldu mu sonradan? Üst kattaki salonda oturup çay içmenizi öneririm.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 2018 Mart'da da gitmiştik ama algı doğrudan alt katta olduğu için ve bilmediğimden uğramamıştım... bir sonrakinde aklımda, teşekkür ederim:)

      Sil
  2. Aaah Baylan ve kup griyesi ve de o nostaljik eski vapurlar gibi kokan arka bahcesi....80 lerin sonunda resim kursuna gitmek icin geldigim gunler ...Altini ustune getirdigimi sandigim Kadikoyu ndeki guzergahimin onemli adreslerinden biriydi Hacibekir,Baylan ve de Genclik kitabevi ve de kartla eve telefon ettigim Kadikoy Postanesi,Evlendirme Dairesinin oradaki Bostanci dolmus duraklari...

    YanıtlaSil
  3. Sahi bir de Beyaz Firin

    YanıtlaSil
  4. Sevgili Adsız,

    İstanbul'un her bir yeri başka elbette, ne kadar bozulursa bozulsun birileri tarafından, o, mutlak geçmişten bugüne izlerini tıpkı kardelenler gibi fışkırtıyor. Yeter ki geçmişten bugünlere taşınmış mekanların yeni kuşakları özlerini yitirtmesinler, geleneğe sadakatten uzak durmasınlar. Kişisel olarak, ayrık otlarını görmezden gelmeyi, yok saymayı becerebiliyorum; o zaman güzellikleri kalıyor bana ki bu anlamda taşrada yaşayan bizlerin işi daha kolay:) Beyaz Fırın'ı bilmiyordum, teşekkürler onun için de:)

    YanıtlaSil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP