Geçen hafta cuma akşamı Palmiye Kafe'de çay-kitap yaparken birden gaza geliyorum. Engiz'e gitmeyi, kahvaltı niyetine Merkez Lokantası'nda alemin en güzel kelle paça çorbasını sirkeli sarımsaklı, pul biberli tam tekmil götürmeyi hayal ediyorum. Ön izleme mükemmel; bir an kendimi orada ve sahnenin içinde buluyorum. Derenin kenarındaki kahvede ve de çınar ağaçlarının en kadiminin gölgesinde serin serin kitap okuyor, o sırada girerken sipariş verdiğim sade kahve yanında bir bardak su ile masama geliyor.
Elbette bununla sınırlı kalmıyor olan biten. Öğleden sonra, diyelim ikindiye az varken kadim çınarın altından kalkıyor, ağır adımlarla şirin kafe restorana doğru yürüyor ve masama gelen tatlı genç kıza bir yoğurtlu Adana kebap lütfen, diyor, yoldan yüksek verandanın en kenar masasında akan trafiğe göz atarken, kola ile götürüyorum kebabı...
Elbette tatlı gerek. Bundan iki yıl önce, pandemi zirvelerdeyken her şeyin makinede ve 60 derecede yıkandığını vurgulayan mini tabelası ile bizi bizden alan, iki tatlı, cıvıl cıvıl genç kızın garson olduğu, bir genç adamın çok zevkli bir noktadaki yol kenarı sevimli mekânı Engiz Balkaymak'a varıyorum bu kez. Limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı ve sade olmak üzere beş cins dondurma seçiyor, minik masalarından yola en yakın olana geçiyor, usulca ve günü batırırken dondurma kâsemi bekliyorum.
Cumartesi tüm bunları hayata geçirmek üzere çıkıyorum yola. Önce trenle o yöne gidecek minibüslerin olduğu garaja gitmem gerek... İstasyona yanaşırken sıcak ve minibüs, fikrime geri adım attırmaya çalışıyorlar.
Fikrimse direniyor.
Ben kendimi çınarın altında kitabımla görüyorum. Adımlarım kararlı. İstasyona çok az kaldı.
Fakat nem?!
Çelişkiler içindeyken ve istasyonun turnikelerine varmışken son anda fikrim planı değiştiriyor. Çıkardıklarının yerine en çok gittiğim kafeyi yerleştiriyor ve bu kez bulvarın gidiş yönüme doğru sağ tarafını tercih edip, sıklıkla karşılacağım trenleri sol yanıma alarak gezinti adımları ile yürümeye başlıyorum. Az gidip uz gidip Ömürevleri kavşağına varıyorum. Fikrim yine müdahil ve ben bir ikilemdeyim. Sola dönüp ışıkları geçsem en çok kitap okuduğum pastane...
Sağa dönüyorum.
"Bir San Sebastian lütfen,"
"Bir de limonata lütfen."
Elbette bununla sınırlı kalmıyor olan biten. Öğleden sonra, diyelim ikindiye az varken kadim çınarın altından kalkıyor, ağır adımlarla şirin kafe restorana doğru yürüyor ve masama gelen tatlı genç kıza bir yoğurtlu Adana kebap lütfen, diyor, yoldan yüksek verandanın en kenar masasında akan trafiğe göz atarken, kola ile götürüyorum kebabı...
Elbette tatlı gerek. Bundan iki yıl önce, pandemi zirvelerdeyken her şeyin makinede ve 60 derecede yıkandığını vurgulayan mini tabelası ile bizi bizden alan, iki tatlı, cıvıl cıvıl genç kızın garson olduğu, bir genç adamın çok zevkli bir noktadaki yol kenarı sevimli mekânı Engiz Balkaymak'a varıyorum bu kez. Limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı ve sade olmak üzere beş cins dondurma seçiyor, minik masalarından yola en yakın olana geçiyor, usulca ve günü batırırken dondurma kâsemi bekliyorum.
Cumartesi tüm bunları hayata geçirmek üzere çıkıyorum yola. Önce trenle o yöne gidecek minibüslerin olduğu garaja gitmem gerek... İstasyona yanaşırken sıcak ve minibüs, fikrime geri adım attırmaya çalışıyorlar.
Fikrimse direniyor.
Ben kendimi çınarın altında kitabımla görüyorum. Adımlarım kararlı. İstasyona çok az kaldı.
Fakat nem?!
Çelişkiler içindeyken ve istasyonun turnikelerine varmışken son anda fikrim planı değiştiriyor. Çıkardıklarının yerine en çok gittiğim kafeyi yerleştiriyor ve bu kez bulvarın gidiş yönüme doğru sağ tarafını tercih edip, sıklıkla karşılacağım trenleri sol yanıma alarak gezinti adımları ile yürümeye başlıyorum. Az gidip uz gidip Ömürevleri kavşağına varıyorum. Fikrim yine müdahil ve ben bir ikilemdeyim. Sola dönüp ışıkları geçsem en çok kitap okuduğum pastane...
Sağa dönüyorum.
"Bir San Sebastian lütfen,"
"Bir de limonata lütfen."
*
Başkana İki Ölü Balık Gönderen Adam, öyküleri ile beni benden alıyor. Aslında ilk bir kaç öyküde kısmen topallıyorum ki bu bazen olur. Louis de Berniéres daha önce okumadığım bir yazar ama Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni film olarak izledim. Dolayısı ile film yönetmenin imgelem dünyasından çıkmış bir görsel, elimdeki kitaba şıp diye adapte olabilmem için bir katalizör değil. Neyse uzatmim bir iki öykü sonra yazarın üslubuyla benim bünye senkronize oluyor ve ötesi lay lay lom.
Ama iki öykü var ki onlar için bile bu kitap alınır, diyorum.
Bunlardan ilki Emanet, diğeri ise Andouil ve Andouillette Tatile Çıkıyor.
Kitap fena sarmış durumda, bir nefes için kafamı kaldırıyorum o ara ki masamda Trileçe var; az önce çay içmişim, onların yanında poğaça yemişim, bir de limonlu soda söylemişim ve hiç farkında değilken gün pazar olmuş ve ben kitaba Afiyet Pastanesi'nde devam etmekteymişim.
Elbetteki şaşkınım; ne hayal ederken nerelere uğramış ve nereye varmışım. Allahtan kendime gelmem kısa sürüyor ve bunun babannemin hikâyelerindeki cinin işi olduğunu düşünüp şaşırmıyor ve olan biteni normal buluyorum.
İşte tam o sırada Prudente De Moraes'in Boş Gecesi adlı öyküye başlıyorum.
Kaptı beni ki bir kaç sayfa sonra içindeyim; ne yaman bir abla, zımba gibi, rabbim sahibine bağışlasın falan derken tam anlamıyla ters köşe bir final. Berniéres şahsına dönüp ne fırlamasın sen, diyesim geliyor da dilim yaşına hürmeten frene basıp salmıyor cümleyi dışarı.
Dilim cümleyi salmıyor ama ben bir zaman sıçramasıyla kendimi sahilde yürürken ve akabinde de bir dondurmacının balkonunda buluyorum.
Bulmasına buluyorum da durum çok ürkütücü!
*2 yıl önce..