Sütçü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sütçü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2022 Cumartesi

SÜTÇÜ - Anna Burns

Kitabın okunmayanlar bölümünde yer alma tarihi 28-08-2020.

Onu siparişe ekleme nedenim 2018 Man Booker ödülü.

Yazarı tanımıyorum. Satın aldığım kitaplar konusunda bir sıralamam yok. Bazen son gelen ilk okunan olabildiği gibi bazen de eski gelenlerden birini elimde bulabiliyorum.

Aynı yazarın peş peşe kitaplarını okuduğumsa nadirdir.

Man Booker almış yazarlara yakın durmama rağmen Anna Burns abla ile bir sıcaklık oluşmadı aramızda.

  Fotoğrafını ilk gördüğümde elektrik alamadım sanırım!

Az önce çamaşırları yıkamış, ben fotoğrafına bakarken de arka bahçesinin ağaçtan ağaca gerilmiş çamaşır iplerine leğenden tek tek alıp, sıkıp silkeleyip onları asarken gördüğüm soğuk suratlı komşu teyze muammelesi yaptım ona.

Bir garip huyum daha vardır ki eğer bir dergide bir gazetede ya da bir söyleşide bir şey kulağıma sızmadıysa kitap hakkında; kim ne yazmış diye araştırmadığım gibi mahallemde de bir soruşturma yapmam. Dolayısı ile kendisi ile iki yıl boyunca kitaplığa her gitttiğimde ve ilgim başka bir kitaptayken sadece ve elektirik almadan -belki- ara sıra öylece bakışmış olabiliriz.

Sideways'deki "Bekler her şarap belli bir ânı," lafına ezelden beri bayılırım.

Yakın tarihte kısa kitaplar siparişi vermiş ve tek tek okumaya başlamıştım. Bir tür ara sıcak muammelesi yapmıştım onlara da... Çok sayfalı kitaplara bir anlamda ısınma turu. Yorulmak istemediğim türden, bir yudumda bitecek iştah açıcılar yani.

Güzel kitaplar okuduğum, bilmediğim yazarlarla tanıştığım, onları mekânlarıma götürdüğüm ve çok da hoşuma giden bir süreçti. Skor yaptıkça sevindim, bu vesileyle de okunmayanlar bölümünden okunanlar bölümlerine epey transfer yaptım ve uzun kitaplar için kendimi hazır hissedince de Sütçü'yü çektim raftan ve yatağımın başındaki okuma ışığımı yakarak okumaya başladım.

O anda da hemen, ilk bir kaç cümlede, şiddetli bir aşk oluştu aramızda.

İrlanda'ların ikisi ile de ilgiliydik. IRA'ya sorgusuz bir sempati duyardık, duyardım. Sonradan kabul edilemez bulduğum eylemlerini pek sorgulamazdık, çocuktuk, ruhumuz macera şarkıları çalıp söylüyordu, boyumuzdan büyük kitaplarda yok olmuştuk ve çapımız henüz sorgulama aşamasına geçebilecek olgunlukta değildi. Tüm bu yetersizliklerimize rağmen içimizde kor kor devrim ateşi yanmaktaydı. Romanı elime aldığım şu anki yaşımdaysa olmuş, tadı yerinde bir meyva gibiydim. Bir alt yapım vardı yani; olan biteni görmüş geçirmişlikler de içeren bir birikimle sorgulayacak derecede.

Kapıldım kitaba. Anna Burns soğuk görünümüyle çelişecek derecede esprili bir hanımefendi... Kara mizah kategorisine sokulacaktır bazı bünyeler tarafından üslubu ki bence kesin?! Fakat bana hiç de kara gelmemişti, çok iyi kullandığı mizaha ve aslında ciddiyetli bir dönemi anlatımındaki yazı diline vuruldum.

Fakat Duygu Akın!

Çevirisinin tadını buram buram hissettirdi bana.

Dersiniz ki çatır çatır İngilizce bilen biriyim de şıp diye anlayıverdim, hatta İngilizce aslıyla kıyaslayarak bu fikre eriştim. Tabii ki yok böyle bir şey! Bütünüyle bir his benimki... Kafa dengi bir ablamız saydım onu da. Hani, dedim, bir masada bir şişe şarap açsak, masada yakın bulduğum kitaptan karakterler, yazar ve çevirmen ablalar olsa... Düşündüm de bence şişeler yetmezdi sohbetimize. Tabii ki IRA ve İrlanda, siyaset gelirdi masaya ama ömrü kanımca bir, bilemedik iki kadehlik olurdu.

Mesela o masada kitabın çevirmeni olarak göremezdim, okurken de çevirmen gibi göremediğim Duygu Akın'ı. Kitabın kahramanlarından biri gibi hissettim onu çünkü okur olarak ben de öyleydim. Yani cümbür cemaat romanın içindeydik. Bir yolculuk haliydi; mekân değiştirmiştim ve sanki kelimelerle tariflenen kanlı canlı -gerçek- anların içinde keyiften ölüyordum. Bazen gerçek dünyama dönüp ayaklarım yere bassa da kitabı elime almamla birlikte kapaktan geçip satırların yarattığı görsel dünyaya karışıyor, harfler yok oluyor, şimdi bir serseri kurşuna kurban gidip de ölürsem endişeleri yaşıyordum.

Sonuçta kitabın içinden çıkıp da bugüne dönmeyi ya beceremezsem; eşim dostum, ailem yıllarca beni arayıp durmak zorunda kalacaklardı ki bu da büyük bir acı.

Ancak kapağı kapatmayı başarıp da bir şekilde gerçeğe döndüğüm ânlarda elimdekinin kitap olduğunu fark ediyordum ki bu çok nadir başıma gelen bir durumdu. İş güç, dünya işleri derken, mesai biterken ve İrlanda mekânlarından ve etraftan tanıdıklarımın dünyasına bir ân önce dönmek isterken; sanki gün boyu onları özlediğim bir hazzın içinde kavruluyordum... Çünkü ortamla ve karakterlerle kurduğumuz bağ ve keyifler çok güçlüydü. Sanırım bu duyguyu bundan epey epey bir süre önce Kar Yağacak' ı okurken yaşamıştım.


Aslında IRA, terör, devlet terörü kitapta baskın ve ana konu değil, bir fon. Akan hikâye başka. Gündelik ve insan halleri; her biri özel, ilginç ama her birimizin tanıdığı tipler fakat yazarın üslubu ve çevirinin başarısı kanımca kısa sürede onlarla ve çevreyle tanışmamıza sebep olmakla kalmıyor, başta dediğim gibi arka kapağı kapatana kadar çok keyifli, aynı mahalleli bir paralel hayat yaşatıyor bana... Bir ana karakterimiz var, 18 yaş civarında bir genç kadın. Bir de "belki-erkek arkadaş"ı var. Pek tatlı kendisi ve ailesi; ilginç annesi, küçük kız kardeşleri, biraderler, kayınbiraderler falan. Çok karakterli olmasına rağmen ilginçtir, üç karakteri aklında bir arada tutamayan beni hiç zorlamıyor yazarın üslubu. Bir okuma değil de yaşama olmasını sağlayan bu sanırım. Yine çok uzatmaya meylim var çünkü bu yazıyı yazarken tüm kitap baştan sona bir yaşanmışlık kareleri olarak gözümün içinde akıyor.

Lakin siz yine de bana uymayın çünkü kitabı çok sıkıcı bulanlar da varmış; kulağıma sızdırılan bilgilere göre... Bir tavsiyeci değilim ân itibariyle ki çoğu kitap yazılarımda çok beğendiysem şiddetle öneririm diye altını çizerim kitapların... Şu ân çok bayılmış, onu enn kitaplarım seviyesine yerleştirmiş olmama rağmen çok çekimserim. Normalde 360 sayfalık kitabı üç, bilemedim dört günde bitirim ki bu on günü buldu. Çünkü bir kez daha altını çizersem: Bir okuma değil yaşamaydı benimki... Tüm bu övgülerim sizi asla yanıltmasın; Sütçü, belki de beni bekleyen bir şaraptı. O nedenle bir kitapçıda elinize alıp, biraz zaman ayırarak göz atın önce, derim. Sonra çok güvendiğiniz eleştirmenler söz etmişlerse kitaptan, yazılarını okuyun, kafanıza uyarsa ne âlâ...

Ah ben yine! Kısa keserim demiştim yazıya başlarken, nasıl anlatacağımı bilemem diye düşünmüştüm ama sanırım kervanı yine yolda düzmeyi başardım; içimden sürekli fışkırmakta olanların çenelerini kapatmak, Sütçü'den hiç bahsetmemek zorunda kalsam da...

Yazarken gaza geldim elbette ama kendimi tutmayı da başardım mı yoksa yazarken dahi kitabın içinde kaybolmuş olmam nedeniyle yeterli mi buldum yazdıklarımı pek emin değilim! Bana bu seferlik de bye; kitabın içine kaçıp, publardan birinde bira sipariş edip ana kahramanı, yazarı ve çevirmeniyle iki lafın belini kırmaya gidiyorum.

Kalın sağlıcakla...



Kar Yağacak merak edilirse buradan lütfen!

27 Haziran 2022 Pazartesi

Yağmur Güncesi

Güne derin bir uykunun ardından erken uyanıyorum sanırken salona geçip telefonu elime alınca anlıyorum ki geç kalmışım. Çünkü telefonda bir arama var. Oysa en çok sevdiğim şey O'nu son dakikada arayıp iyi yolculuklar dilemek. Elbette hemen geri arıyorum. O Ankara'ya doğru yol alıyor. Keyifli bir konuşma, cıvıl cıvıl ve coşkulu. Gün için düşlerim vardı ve iyice gaza geliyorum. Alaylı bir meteorolog olarak gökyüzü ile temasa geçiyorum ve görünen o ki yağmur fena. Bir an erken çıksam ve yağmur başlamadan hayalime varsam diye düşünüyorum ama o sırada kendimi bilgisayarın ekranında parmaklarımı da fare üzerinde görüyorum.


Bu karasızlığımı çabuk alt ediyorum. O sıra yağmurun sesi içeri ulaşıyor. Bir tedirginlik bünyeyi ele geçirmeye çalışıyor; müdahil oluyorum. Kesme şeker değiliz sonuçta diyorum ancak hissediyorum ki sıkı yağacak. Bu nedense daha da tahrik ediyor beni. Çünkü gökyüzü atmazsan kendini dışarı pişman olursun diyor ve altını çiziyor lafının. Hızla giyiniyorum. Kitabımı ve okuma gözlüğümü sırt çantama atıyorum. Bir de mini fotoğraf makinesini... Kısa kollu bir tişört, üzerine incecik ama su geçirmez yağmurluk yeterli. Balkondan kısa bir hava kontrolü. Yağmurun şiddeti şu an rölantideyim diye sesleniyor lakin onun rölantisi de 8 silindirli Amerikan arabası kıvamında. Alaylı meteorolog başına geleceklerin farkında ama doğanın bu tadını da çıkarmak gerek diyor ve kendini bahçe kapısını açarken buluyor. Kapüşonu çoktan geçirdi kafasına. İstikamet en çok kitap okuduğu pastane.


Yağmurun sesine bakıyor. Dinliyor... bayıldığı metal grubu Apocalyptica kıvamında. Ağaç altlarından gitmeye çalışıyor ama güzergâhın tamamını düşününce sudan çıkmış balık olacağı kesin. Tamam üst tarafta bir şey yok fakat kot pantolon ben oraya kadar dayanamayabilirim diyor. O zaman en çok kitap okunan pastaneden vazgeçiliyor ve Deniz Kızı Kafe'deyiz. Bir çok "sığınmacıya" rağmen cam kenarında ve deniz tarafında boş bir masa el sallıyor ki kendisi ile tanışıklığımız var. Buna seviniyoruz elbette.

"Bir cheesecake lütfen"

"Bir de çay lütfen"


Yağmur şiddetini artırıyor. Tavanımıza vuran sesler senfonik ve çok keyifli. Kitabım zaten fıstık ve daha önce söz ettiğim üzere konu lise yıllarıma, devrimci hallerime, o çağlarda yakınlık duyduğum bazı coğrafyalardaki sol örgütlere bugünümden bakarken o günleri de yaşamak anlamında şahane. Yan öyküler muhteşem. Zaten yazar Anna Burns'ün esprili üslubu çoktan beni teslim almış durumda; yani her şey yolunda... Derken görüş alanımdaki iki kişi, yağmur tam gaz yağarken ve sırılsıklamlarken battı balık düşüncesiyle ve oldukları gibi kıyafetleriyle kendilerini denize atmasınlar mı; tam anlamıyla al gözüm seyreyle ve gül durumu...


Derken ve o sırada arka masadaki boşanma evresinde olduğunu, anlaşmalı mahkemesine bir hafta kaldığını cümle alemin duyduğu mini şortlu ablamız alemlerin tadından ve bir mekândan, masaya sonradan ilave olan kız arkadaşına söz ederken aynı masadaki pek konuşma fırsatı bulamayan muhtemelen yeni ve efendiden erkek arkadaşın haline, benim sırtım dönük olduğu için diğer masalardan aldığım yüz ifadelerinden yola çıkarak anlıyorum ki hep birlikte acıyoruz. Abinin üçüncü akşam olarak üstelik; bahse konu çok övülen üç katlı mekânda bu akşam da paraları saçılacak çünkü.

Hımmmmmm... Acaba boşanılacak eski eş de mi oraya takılıyor ya da ona haber uçurulacak bir yer mi?


Ve yağmur duruyor. Ödememi yapıp çıkıyorum. İlk ve yağmur nedeniyle vazgeçtiğim hedefime doğru yol alıyorum. Ve masamdayım. Elbette Trileçe... Ve limonlu da bir soda. Sakinlik diz boyu. Kitapta yok olmak için her şey var. Ben de yok oluyorum. Enteresan olan şu ki bu kitaba kadar kimsenin dikkatini çekmeyen bir yazarmış Anna Burns ve bu kitapla başta Man Booker olmak üzere, Orwell Politik Kurgu Ödülü'nü ve de Ulusal Kitap Eleştirmenleri En İyi Roman Ödülü'nü almış ki an itibariyle verdiği okuma tadıyla da gönlümün sultanı kendisi. Elbette çevirmen Duygu Akın'ın hakkını teslim ederek... Epeyi ve hoş vakit geçiriyoruz ve az önce arka masamızda oturan ve boşanma evresinde olan abla gibi gecelere akmasak da bizim de akabileceğimiz yerler var diyerek şimdi de İskele Kafe'ye doğru yol alıyoruz.


Ve varıyoruz. Profesyonel fotoğraf makinesini almamış olmanın pişmanlığı ile... Deniz tarafında pırıltılı bir mavi hakimken kara tarafında enfes bir gri. Küçüğüm iş başında; enfes kareler çıkarıyor. Bulutlar resmen şov yapıyor. Sabahki kimsesizliğin yeri doldurulmuş. Kenar bir masa bulamazsam endişesi taa uzaktan sarıyor beni. Kenar masa bulamazsam fikrim dönmek. Evet, hemen girişte ana karaya bakan kısımda bir masa boş. Çok arzuladığım bir yer olmasa da olur derken geçen haftaki masanın boş olduğunu farkediyorum ve uçar adım giderken de bayıldığım limonatayı sipariş ediyorum geçiştiğimiz genç garsona. Polis botu o sırada kürek çekmekte olan kanoya yanaşıyor. Açıkta Sahil Güvenlik tur atıyor. Bu kez nedeni ilgimi çekmiyor ama yağmur kokusunu içime çekiyor ve kitabın dünyasına dalıyorum.


Gerisi iyilik güzellik...



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP