Önce peynircime uğruyor, eksikleri alıp sırt çantama atıyorum. Şimdi pastanedeyim, o da sakinlik içinde. Reyona yanaşıyor, üzeri profiterollü, etrafı ince çikolata kasalı pasta için tamamdır diye düşünüyor, daha önce yediğim tek kişilik pastadan hareketle içinde de profiterol var mı diye soruyorum. Benimle ilgilenen hanımefendi bunu bir başka kişiye soruyor. O da var deyince onayımı tamamlıyorum. Sonra büyük oğlanın talebi doğrultusunda tatlılara geçiyor, tadımlık olsun diye toplamda yarım kilo olmak üzere "Sarma ve şöbiyet, lütfen," diyorum. Torbalar elimde çantam sırtımda eve dönüyorum. Benim için görev tamamlanmış durumda. Buradan ötesi küçük kardeş şefin görevi.
Gün içi işle meşgulüm, televizyon açık ve Arte'nin peşi sıra konserleri, eşlik ediyorlar bana.
Akşam üzeri telefon uyarıyor ve bana "Enn Sevdiğin Kadın arıyor," diyor. Heyecanlanıyorum. Onu bu pandemi sürecinde kendimden bile esirgiyorum. "İki dakika sonra aşağı iner misin? diyor. Bekliyorum ve mavi kuşu köşeyi dönüyor. O kadar güzel ki. "Çok tatlısın," diyorum. O gülümsüyor. Yıl sonu yorgunu. Ona Can Yayınları'nın iki kitabı yüzünden siparişimdeki diğer kitapların da yetişemeyeceğine dair kitapçımın mesaj attığından söz ediyorum. Bu çocuk benim aslında üzüntüsüne, çocukça bir eksiklik hissine bir mazeretin ardına saklanarak uyguladığı teselli eylemi. Bir torba uzatıyor bana. Bense bu yıl, hayatımın en keyifli heyecanlarından olan hediye paketleme zevkimden yoksun kalışımın hüznünü yaşıyorum ve bunu yine masum bir çocuk tadıyla, dolaylı da olsa seslendiriyorum. Bir ihmal değil bu, ama o keyif yoksunluğunu, hediye şeyler alma telaşlarımı, sonra onları tek tek ve heyecanla seçtiğim parlak kağıtlarla paketlemenin ve O'na ve diğer insanlarıma ulaştırmanın tat eksikliğini tamir edecek bir şey de değil ben için. Çünkü ilk kez bu yıl, yeni yıldan bağımsız olarak özellikle seçimleri onun yapmasını istediğim bir yıldı ben için. Ama o kadar yoğun bir iş temposu içindeydi ki, şu ana kadar çok kere sormama rağmen bir geri dönüş almamıştım. Kitaplar bir nebze de olsa tesellim olacaktı. Tabii ki iki lafın belini kırıyoruz. Amasya konuşuyoruz. Ben onu dinliyor ama daha çok da hayranlıkla onu izliyorum; bir şey anlatırken ki gülüşüne, coşkusuna bayılıyorum. O gidiyor, ben yukarı çıkıyorum. Alıyorum şirin çantanın içinden çok şirin torbayı. Enfes çikolatalar. Türkân yapmış! Muhteşemler. Hem bütün ve fındıklılar var hem minik minik meyvelerin daha doğrusu ince dilimlenmiş portakal kabuklarının üzerine kaplı çikolatalar. Hepsi birbirinden güzel. Sütle açılmış, tadından yenilemeyecek karamel latte lezzetinde ve içi iri fıstıklı olup ilk anda bunlar pestil mi diye düşündürtenler ise muhteşem ötesi. Dayanamıyorum. Oysa akşama hiç şaşmaz gelenekselimiz Hindi var.
Mesaim bitiyor. Televizyona takılıyım. Küçük kardeşi arıyorum, oğlan geç geleceği için hindiyi yarın mı yapsa diye soracağım ama aslında bu bir önerme olacak. O ise fırına attığını ve üç saati kaldığını söylüyor. Babaanne-Anne geleneği devam ediyor, iç pilavlı hindi ağır ağır pişiyor.
Bir süre sonra uçağın yolun yarısını geçtiğini fark ediyorum; biraz daha yaklaşınca kardeş onu almak üzere yola koyuluyor ve bir süre sonra da fırın görevini tamamlıyor. Hindi şimdi demleniyor.
Ondan bir süre sonra da araba bahçe duvarına yanaşıyor. Biraz soluklanma. Şimdi hindi dağıtılmak üzere masanın üzerinde. Görüntü muhteşem. Şef el aldığı şeflerin muhtemelen bu kez de yüzlerini kara çıkartmıyor.
Servisler tamam ki o süreç ne kadar kaliteli pişirildiğini gözler önüne seriyor. Dış yüzeyine ve doldurmadan önce içine başta zeytinyağı ve salça olmak üzere şef tarafından gereken tüm işlemler yapılmış. Sıcakla birlikte gelen koku mesajı sevinçle veriyor. Pilav kararında üzümleri ile birlikte etten gelenleri son derece iyi bir araya getirmiş ki pirinçler kararında bir canlılıkta ve bünyelerine aldıkları ile birlikte müthiş bi senfoninin ortağı durumundalar. Hindinin kendisi baklava gibi; ne parça alınırken sorun çıkarıyor ne de damakla paydaşlık halindeyken. Diri ve parlak görünmesine rağmen beyaz etleri dahil bir sertlik hissettirmediği gibi kıvamında bir dengede duruyor. O halde şefe kocaman bir alkış.
Ne kadar keyifli olursak olalım. Yine de eski, çok daha kalabalık, tombalalı uzun yılbaşı akşamlarının tadı yok. Pandemi etkisi mutlak ama bugün o günlerin kalabalığında değiliz. Oysa eskiden amca ve yenge, dört kuzenle birlikte 6 kişi gelir. Bizim aileye bayılan arkadaşlarımız nerede kutlamış olurlarsa olsunlar mutlaka gecenin bir vaktinde bize katılır. Çoğu zaman büyüklerimizin memleketlisi ve burada görev yapan ahbaplar o akşamda olur. Yenir, içilir, sohbetler edilir, espriler yapılır, anılar peşi sıra dizilirdi. Kocaman bahçenin içinde bir evdik ve zevkten sadece yılbaşı, bayramlar gibi özel günlerde değil, her hafta sonu kalabalıklarımız sayesinde ölürdük. O kadar güzel insanlarla o kadar güzel bir birliktelikti ki anmadan ve hep bir eksiklik hissetmeden yılbaşı kutlamak artık mümkün değil. Ne kadar başarılı bir masa kurup, ne kadar keyifli dakikalar yaşasak da ve an itibariyle eski evin yerinde ama coğrafyası değişmiş bir bölgede yeni bir binanın katlarında oturuyor olsak da, o eski günlerin sıcacık ve çok kalabalık tadı artık mazi. Ama şu pandemi biterse bir gün, ve yaşam normale dönerse; umudum ve dileğim yakın zamandaki çok keyifle yazdığım nişan ve düğündeki gibi bir yılbaşı akşamı organize edip, özellikle o eski günleri yaşamamış kuşağa, kocaman aile olmanın ve birlikte coşmanın tadını hissettirecek ve kalıcı kılacak bir örneği göstermeyi üzerime farz kılıyor ve şimdilik hayal ediyorum.
O halde pastayı kesebiliriz.
Pasta beni hayal kırıklığına uğratıyor. Çünkü ilk dilimi kestiğimde görüyorum ki daha önce yediğim pasta gibi beyaz kremalı değil ve iç kısımda da profiteroller yok. Beklenti gerçek olmayınca kısmi bir çöküntü olsa da bünye toparlıyor kendisini, masadakiler diğerini bilmedikleri için de onlar çok beğeniyorlar ve memnunlar durumdan. O zaman tatlı yiyelim tatlı konuşalım. Yıllar sonra ilk kez bir yılbaşı masamızda benim içtiğim bir bira dışında alkollü hiç bir şey yok. Oysa özel bir içki ve tabii ki kuruyemiş alışverişi yapılır, tombala kesin oynanır, saat 12 olduğunda dışarı çıkılır, av tüfeği ile diğer seslere katkı yapılır, Albay Mustafa Amca, Eflatun Amca hariç, ve Komiser Mehmet Dayı, Amcam ve Baba silahları ile takır takır sayarlarken bundan çocukça bir zevk alınır ve masa her yıl, sadece hindi ve pilav değil diğer mezelerle birlikte tam tekmil hazır olur, hediyeleşilir ve gecedeki herkes herkesin yeni yılını tek tek kutlardı.
Baklavalar, diğer tatlılar ve pastaların hepsi de Annem, Nurhan yengem, Türkân Teyze, Yüksel ve İjlal Ablaların ellerinden çıkmış olurdu.
O zamanlar buralar karşı dağın tepesindeki köyün deniz kenarındaki "verimsiz," dolayısıyla para etmez topraklarıydı!