5 Ekim 2021 Salı

Gün Pazardı Ve Yolda Bir Adam Yürüyordu*

Üçlemeyi tamamlamaya kararlı Buraneros. Sabah erken uyandı yine. Bu kez eylemi değil de kitap üçlemenin son kitabını aldı eline, biraz okudu. Dün bir an gaza gelip karar verdiği ama içinden bir müdahale ile ve pek de kibar olmayan bir tavırla çüşşşlediği fikrini bugün hayata geçirmeyi düşünüyor.

Şimdi çalışma odasında. Meteoroloji gün için yağmur gösteriyor. Buraneros kendi tahminlerine daha çok güveniyor. Yıllardır burada ve Meteoroloji Bölge Müdürlüğü ile komşu. Çok insan tanıdı. Eskiler daha kafadardı. Kampüs alanında bir lokal vardı ve içki de içilebiliyordu ama O daha çocuktu.

Okula daha erken gitmesi gerektiği için babayı beklemiyor bu kurumun servisi ile gidiyordu.

Buraneros şu an pencereden dışarı bakıyor...

Gökyüzünü kolaçan ediyor...

Alaylı bir meteorolog O...

Yağmur izleri var! Ama bir şiddet içermiyor. "Yağmurluğu alırım, bir de polar," diyor.

Bir pazar keyfi mutlak görünüyor.

O ara bilgisayarını açıyor, son yazılarını okuyor, bloglarda bir tur atıyor. jaluzileri açmıştı zaten ve oturduğu yerden bir göz daha atıyor. Yağmur izi var günde ama bu renk her an değişebilir. Bundan emin. Çok kararlı; bugünün keyfini mutlak ve hayal ettiği gibi yaşayacak.

Biraz daha zaman geçiyor...

Gökyüzü göz kırpıyor...

Aramızda sır, diyor. Buraneros'a usulca fısıldıyor: Kesinlikle yok, diyor, bugün yağmur.

"Ama," diyor, "senin için; bu renk, yağmur fonlu bu güneş.

Al günü, çıkar keyfini.

Yakıştır!"


Buraneros dışa vurmasa, dile getirmese de bugün için sessiz saatlerde sessiz bir mekân, derinden bir müzik, manzara deniz, açıkta balıkçı tekneleri ve kendine özel bir zaman talebinde zaten.

Uygun saati düşünüyor.

Hatta son yazısını kendisi oradayken yayınlanmak üzere ayarlıyor; yazının son kısmına da okurlarına yönelik bir gönderme yerleştiriyor ve merak edenler olursa diye de mekândaki bir akşamına yönelik iki yıl önceki bir yazısının linkini bırakıyor.

Gelince de kaldırıyor...

Görünen o ki her şey yolunda. Buraneros'a düşense topu boş kaleye yuvarlamak..



Gönlüme Uymuşsa Asla Boş Geçmem


Şimdi sahilde...

İskelenin arkasında ve az açıkta üç gemi var.

Dün de oradaydılar. Çok kere niyetlenip, gitsem ve fotoğraflarını çeksem dedim ama erteledim. Bugün yine üşeniyor ve planımın peşi sıra sürükleniyorum. Keyifle yürüyorum. Polar gerektirmiyor hava. Günün rengi muhteşem. Çocuklar oyun parkında; bisiklet yolu canlı. Varıyorum Rock City'ye. Saat 13:30'u biraz geçmiş. Süzülüyorum dış kapıdan. Üzeri kapalı ama hayata açık verandaya geçiyorum. Tatlı bir loş ve kıvamında bir müzik. Benim için. Eminim. Bir an denize doğru ve aynı çizgide dizili son masayı düşünsem de onun içe doğru paralelinde bir grup var. Sohbet ediyorlar. O zaman onlara çapraz düşecek şu masa uygun.

Oradayım...

Sırtım gruba ve mekâna dönük.

Kendi ada'mı yarattım sanki.

Bandanalı genç adam geliyor. Menü önümde, bir göz atıyorum. Fikrimde musluktan akan fıçı bira var.

"Bir fıçı bira lütfen."

"Fıçı biram yok," diyor.

"O zaman Tuborg filtresiz lütfen, 50'lik," diyorum. Atıştırmalık istiyorum ki O, özür diliyor ve mutfağın üçte başladığının altını çiziyor.

Günü ıskalamaya hiiççç niyetim yok.

Kitabımı açıyorum. Genç adam masa başımda. Buzluktan çıkmış enfes bir bardak...

Açıyor buzzz gibi birayı, eğiyor bardağı ve usulca dolduruyor birayı. Teşekkür ediyorum.

Türkçe ve yabancı dilde bir seçki, tabii ki rock. Öyle güzel bir ses ayarında ve öyle güzel sıralı ki çalan şarkılar, bana sorsalardı üşenir, bu kadar güzel bir liste de yapamazdım.

Bira, müzik, ıssız mekân ve keyifli bir kitap!

Daha ne olsun!.


Çok mutluyum. Hayalim ötesinde bir andayım. Günün ruhları dürtükleyen saatlerine doğru yol alıyorum ve usulca içiyorum biramı..

İlerleyen dakikalarda çalışanlar teker teker işbaşı yapıyor. Ben kitapta kayboluyor. Arada gözümü ondan alıp uzak ufuklara bakıyor. Biramdan minik yudum alıyor. Yoldan gelip geçenlere bakıp, sonra kitabıma dönüyorum...

Arada bir saati de kontrol ediyorum... Mutfağı bekliyorum.

Günün hakkını vermeden asla!


Biram bitmek üzere. Saate bakıyorum. 15:16. İş başı yapan gençlerden salona bakana ve kaliteli genç adama işaret ediyorum. "Mutfak başladı mı?" diye soruyorum. Ohhh başlamış! Bu kişiden önce genç bir kadın içeri girmiş, açık alanı yürürken dikkatimi çekmiş ve onun nedense aşçı olacağını düşünmüştüm.

Enn Sevdiğim Kadın'la geldiğimiz, ama çoookkkk keyifli akşamda, O'nun tavsiyesiyle sigara böreklerini yemiş ve bayılmıştım. Özünde bugün, böreğe niyetli de gelmiştim; mutfak açık değil diye vazgeçmemiş ve sabretmiştim.

Menüyü istiyorum tekrar, aslında Müslüm Gürses tavuk ağırlıklı olması itibari ile biraz aklımı dürtse de... "Bir Orhan Gencebay, lütfen" diyorum. "Böreklerden birini çıkarıp yerine patates eklemek mümkün mü?" diye soruyorum. Elbette, diyor genç adam. Kısa sürede geliyorlar. Görüntü muhteşem. Biramı tazelermiymişim.

Elbette, elbette tazelerim, sonuçta tazelenmek için buradayım.

"Tuborg filtresiz, 50'lik lütfen.".


Önüme koyulan sepet muhteşem. Sigara böreğini önceden biliyorum. Patatesteki başarılarını da. Paçanga bir star havasında; imza istesem mi? Merak ettiklerimi sona bırakmak gibi bir huyum da var. Sigara böreği, patates şeklinde usulca başlıyorum. Biramı usulca içiyorum. Keyfi zamana yayıyorum. Enn Sevdiğim Kadın İstanbul'da. Dönüşünde bir gün... ama bu saatlerde bu kez... ve bu sakinlikteyken mekân, onunla takılmayı hayal ediyorum.

Bir yudum bira... Bir ısırık paçanga...

Gidip aşçıyı öpesim geliyor. Muh-te-şem.

Keyfim pek âlâ.

Günse gittikçe güzelleşiyor. Kitap çoktan çantada ve Buraneros an itibariyle başka bir sanatla meşgul. Sabırla, hissede hissede, hayatın bu anının keyfini çıkarıyor. Gözünün önünden bisikletleriyle, arabalarıyla, binbinlerle, motosikletlerle, yürüyerek insanlar geçiyor. Fonda rahatsızlık vermeyen bir tonda, asla kendini baskın kılmadan, anın tüm bu güzellikleriyle ortaklaşan ve iyi bir cihazdan çıktığı belli bir müzik çalıyor..


Son lokmalar ve son yudumlar... Ve artık eve gitme vakti. Ödememi yapıyor, teşekkür ediyor, sırt çantamı asıyor ve çıkıyorum dışarı. Önce yolu daha ileri doğru yürümeyi düşünüyorum ki orada başka hoş mekânlar var. İrish Pub ve tapas yapan, havası da öyle olan bir mekân, kahve dükkânları, burgerciler ve marina.

Sonra...

Dönüşü ve mesafeyi düşününce bundan vazgeçiyorum.

Üstelik markete de uğramam gerek.



Rock City'de iki sene önceki akşam, önü arkasıyla daha uzun bir yazı olarak tam da şurada.

*Başlığın Yolda Bir Adam Yürüyordu kısmı önceki yazıda bahsedilen bir kitabın adıdır. Ve Sevgili Zeugma tarafından başlık olarak yazıya uygun olduğunun belirtilmesi üzerine söz verildiği gibi bu devam yazısında kullanılmıştır.

3 Ekim 2021 Pazar

Güneşi Uslu Cumartesileri Severim

Soğuk bir gün izleri vardı sabah. Çalışma odasına erken düştüm. Jaluziyi açtım. Görüş alanımda deniz.

Güne bakıyorum...

Bir yandan kargo bekliyorum ve bu anları çok seviyorum.

Kitaplarım gelecek.

Bir edebiyata taktım. O edebiyattan bulduklarımın hepsini aldım.

Hah, tam şu anda gün bir sinyal çaktı.

Usuldan gözlerime fısıldıyor. Planlarından vazgeçme, bugün havam güzel, diyor.

Göz kırpıyor, mesajı aldım, diyorum.


Banyoya atmam gerek kendimi. Mussano uyuyor. Kargoyu kaçırmaktan korkuyorum. Çünkü saat aralığının verilmediği ama kodun gönderildiği mesaj az önce düştü telefonuma.

Kahvaltıyı dışarıda yapmak ve o esnada elimdeki üçlemenin son kitabına başlamak istiyorum.

Şu kargo bir gelse!

Meçhulü beklemek vakit kaybı.

Sesleniyorum Mussano'ya, açıyorum kapısını.

"Kapı açık kalsın, ben banyoya giriyorum."

Kodu yazdırıyor, Sen teslim al, diyorum.

Giriyorum banyoya tam, zil ses veriyor. Çıkıyorum ve sesleniyorum.

Kapıdayım, diyor Mussano.

Bir ohh çekiyorum.

Her şey yolunda...


Traş sonrası çıkıyorum banyodan. Alıyorum koliyi, açıyorum. Tek kalmış olan kitabın biraz zedeli olduğunu görüyorum. Bir tepki oluşuyor ama sonra diyorum ki kıymetini bil. Bir daha basılır mı belli değil.

Çünkü Sevgili Leylak Dalı'nın önerdiği bir kitap var o ülke edebiyatından. O gün bugündür kitabın peşindeyim ama nafile.

Aslında tek bir tane, bir sahafta var. Fiyat... sıkı durun... 160 TL.

Beklerim, nasılsa basılır.

Bu arada ilerleyen saati de göz önüne alarak, kahvaltıyı öğle yemeğine çeviriyorum. İki mekânlı bir planım var!


Önce kitap okuma pastaneme gitsem, sonra da Gloria Jean's Coffees'de köşe masamda kahve içip kitaba devam etsem, diye düşünüyorum. Sonra çöplüğünden uzaklaşma esnafını kolla, diyor içsesim.

Bir lokanta var. Ara sokaklardan birinde. Kısa bir süre önce açılmıştı. Hoş gibi duruyordu ama fikrimi bir türlü buyur edemiyordu. Son bir haftadır, o sokaktan her geçtiğimde, yeniden açıldığını fark ediyor ve bir başka elin değdiğini de hissediyorum. O ise bana her geçişimde fısıldıyor. Aklım çelindi, kalbim ondan yana.

Biliyorum ama?

Sonuçta soruyorum kararıma.

Anlıyorum ki kararım net. Banaysa uymak düşer. Dışarıdaki şirin menü tahtasını okuyorum. İçeri bir göz atıyorum. Tümüyle cam ve açılır ön cephesinden içeri süzülüyorum. Çok şirin. İlk masaya oturdum; görüş alanım sokak, maskem çantaya.

Hoş bir genç kadın.

Güleryüzlü.

Sordum, devralmış.

Bir mercimek çorbası ve tavuklu pilav lütfen, diyorum. Sonra da afiyetle yiyorum.

Tabii ki sohbet ettim?


Oradan çıkıyor, aynı sokağın devamındaki, yakın zaman önce açılan, beğendiğim ama henüz içini bilmediğim kahvecinin önünden geçiyor, çocukluğumu bilen ara sokakların kocaman bir keyifle tadını çıkarıp, sahilden dönerek gelmeye karar veriyorum.

Bizim buraları çok seviyorum.

Hiç fotoğraf çekmiyorum. Hatta duvarlarda grafitiler olan ve denize çıkan dar bir sokağın fotoğrafını bloga koysam ve başka bir coğrafya düşündürtme ihtimalinden dolayı "Neresi burası?" diye sorsam diye bile düşünmeme rağmen yapmıyorum. Sahile ulaşınca sağa, doğu yönüne kıvrılıyor, bir süre sonra tekrar bir ara sokağı giriyor, o yol üzerinden de Holmes'a ulaşıyorum.


Dış ve şirin masalarda oturacağım kesin. Kitabım çantamda. Şimdi içerdeyim. Sessizlik!

Okuma bölümü solda. Koca kitaplığın önündeyim. Kitap okuyanlar, bilgisayarlarıyla meşgul olanların arasındayım ve sessizliğin muhteşem huzuruyla kitaplara göz atıyorum.

Şimdi de beni daha çok ilgilendiren pasta ve tatlı ve kahve reyonunun önündeyim. Sorduğum cheesecake'in sosundan kalmamış. San Sebastian öneriyor genç adam. Bir Amerikano demiştim, yola çıkarken... Önerimi kabul ediyor, genç adama iletiyor ve dışarıda olacağımı söylüyorum.

Kitabıma devam ederken geliyor kahvem ve San Sebastian'ım. Kahvenin sıcak olacağını düşünerek biraz bekletiyorum. Sonra ilk yudum.

Kahve ile ilgili soru işaretlerim var. Sebastian'ı çok beğendim. Detay yazmıyorum çünkü bu iki şirin mekâna tekrar gelmeyi düşünüyor ve ikisinden de izin alarak daha çok fotoğraf çekmeyi ve onlara özel bir yazı yazmayı düşünüyorum.

Uzunca kalıyorum, milyon kere geçtiğim sokağa bu kez dışarıdan biri gibi bakıyorum. Son yudum, son Sebastian'ın ardından kitabı, gözlüğü çantaya atıyorum.

Bu keyifler üzerine şu Buraneros kul bu kez uzun sahilin batı yönünü yol belleyip yürüyor.


Arada durup coşkun dalgalarla laflıyor. Fotoğraf makinesi mutlu, çünkü artık iş onda. Bazen geniş ve yemyeşil kaldırımdan ayrılıp denize sıfır betonların üzerindeki banklarda oturuyor.

Rock City'yi geçtikten biraz sonra... Bir an Rock City'de bira içip bir şeyler atıştırmayı düşünüyor ama içinden bir müdahale bu düşünceye edepsizce "Çüüşşş!" diyor.

Tavır biraz ağır olsa da hak veriyor.

Çünkü sakin düşününce bunun iş olsun diye yapılacak boşboğaz bir şımarıklık olduğunu kabul ediyor.



Gün artık Pazar ve Rock City için buradan lütfen.

1 Ekim 2021 Cuma

Sonuçta Bir Pazar Günü

Uyanıyorum. Kalın perdelerim kapalı. Kenar ucundan bir renk, afacan bir çocuk gibi sızmış. Oyuna çağırıyor beni. Binada ve dışarıda uyku sessizliği. Damlalıktan odaya sızan en ufak bir tıkırtı yok. Bütün yaşam uykuda. Bu  sızıntı sanki bana...

Alıyorum fotoğraf makinemi. Yatak odamın balkonundayım. Uca yürümeliyim diye düşünürken kapılıp gitmişim uca. Oradayım. Telaşlıyım. Ağaçların ardındayken başlıyorum. Onun da benim de acelemiz yok aslında. Ahhh o sabahın tatlı esintisi... Sonra yeniden yatağın sıcağına.

Güne müjde sanki.


Saat dokuza doğru çıkıyorum evden. Kuzenler ve eşleri de burada; İstanbul'dan ve Pertek'den geldiler. Pertek'den gelenler de aslında İstanbul'dan. Ama çağın şansı, nereden istersen çalışmaya olanak veriyor.  Uzat uzatabildiğin kadar sevdiğin, çocukluğunun yoğrulduğu topraklarda olmayı.

Pide yaptırmaya gidecek kardeş, bir saat sonra falan. İçler hazırlandı. Halam da burada. Benim fikrimse önceden.  Sevgili Zeugma'nın yazısıyla tetiklenip başlayan süreçte yazdığım Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği başlıklı yazıda kurduğum bir cümleye dair.

Belki de son bir şans!

"Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha..." demiştim o yazının bir bölümünde.

Sabah uyandığımdaysa aklım dürtmüştü beni. Bir hatırlatma yapmış ve demişti ki "Hatırla burası ihaleye çıkmıştı ve Kütahya Porselen grubu otel yapmak için almıştı burayı. Otelin mimarisi ile ilgili dev fotoğrafını  bile yerleştirmişlerdi. Usulsüzlük nedeniyle iptal edilmişti ihale. Sonra bir ahhh çekmemek için... istersen!"

Haklıydı.

İlk olarak onların evinin olduğu sondan bir önceki aralığı çektim. O zaman bu yol yoktu. Duvarlardaki yeşil de kiremite yakındı. Evi geçtikten sonraki son gülüşme noktasını ve onun bir kaç adım geri dönerek lojmana girdiği aralığı çektim sonra. İlk beklediği ve ben oraya gelince gülüştüğümüz aralığı, en son da deniz kıyısından gelip önünde vedalaştığımız ve bir süre ardından baktığım, onun dönüp güldüğü girişi ve yolu çektim. Yani sondan başa gittim aslında.

Tüm bunlardan önce bizim sokaktan henüz çıkmamışken kuzenlerin erkek olanları ile karşılaştım. Yürüyüşten geliyorlardı. Ayaküstü lafladık ve ben sırt çantam, kitabım ve planımla devam ettim.

Nasıl bir sabahsa ben için, pideden bile vazgeçtim.

Bir an İskele Kafe sakinken denizin ortasında otursam, bir fincan çay söylesem, bir de tost diye düşündüm. Ve dibine kadar yürüdüm. Hava kapattı ve çok esiyordu. Bir süre bir balıkçının yanında dikildim ve denizi seyretttim. Sonra karasızlığıma son verip okuma pastaneme gittim; kitabımı çıkarıp masaya koydum, içeri geçip iki farklı börek ve bir derotlu poğaça seçtim.

Ve çay. Sonra bir çay daha...

Sonra bulvarı geçtim ve sahile doğru ara sokaktan inerken tam... Kahve Dünyası'na daldım.

"Üç top dondurma lütfen."

"Vanilyalı, kahveli ve bal bademli lütfen."

Tabii ki keyfini çıkardım. Sonra kitap okuma noktalarımdan birine doğru biraz da umutsuzca yürümeye başladım.

Görüş alanıma girdiğinde ise sevinçten zıpladım. Üç banklı yerde sadece bir kişi vardı ve denize en uzak olandaydı.

En yakın olan ve diğeri boştu.

Hızlandım.

Çünkü kıyıda fotoğraf çeken bir çift vardı.

Önce yaz yorgunu cankurtaran kulesi ile limanla vedalaşmış gemilerin hali etkildi beni ve çekmeden duramadım.

Gözüm bir yandan çiftte ama!


Bir kaç poz daha çekebilecek vaktim var, diye düşündüm.


Kimselere kaptırmadım ve denize en yakın banktayım.

Sırt çantamı ona bırakıp, denizin görünen alanı daha fazla ışıklanmadan telaşla peş peşe fotoğrafını çekiyorum


Artık kitabımla başbaşa kalabilirim ki bu da bir başka üçlemenin; yazarın ana karakter olduğu enfes bir üçlemenin ikinci kitabı.

Oysa ilk kitabı yine bir üçleme olduğunu bilmeden almıştım ve yolumuz Yunanistan ve Atina'ya çıkmıştı. Yine meslek icabı bir varıştı ve akıp gitmişti. Şu anki kitapta İngiltere'deyiz. Yine edebiyat dünyası, toplantılar ve ilginç karakterle ve tanışmalarla ve yazın dünyasından ruh halleri çeşitli insanlarla bir aradayım. Sadece onlar yok, ev tadilatta, farklı ülkelerden ustalar çalışıyor. Bir alt komşu var ki huysuz. Ayrıca Amanda ile tanışmış olmak hoş.

Son kitapta yolumuz nereye çıkacak bilmiyorum. An itibari ile merak da etmiyorum. O yerinde huzurla sırasını bekliyor.

Kitabı bırakmaya niyetli değilim gibi. Aslında birazdan toparlansam iyi olacak çünkü bina halkı ve kuzenlerle sohbet beni bekliyor.

Üstelik akşama nişanımız var.


Kuzenlerle birlikte gelen bir kişi daha var ki bana büyük sürpriz. Nezaket Teyze. Sümer Teyzenin ablası. Pertek'ten... Ve o da tüm aile büyüklerimiz gibi Mercimek asıllı. Zılgıtları ve oyunları ile havuz başındaki nişanın yıldızı olacağından, şehir sosyetesini şöyle bir sallayacağındansa henüz haberimiz yok.

Biz erkek tarafıyız, çok kere adamlar harbiden çok yakışıklı dediğim ve yaşları birbirine yakın üç sırıklardan iki numaraya, dolayısıyla geniş ailemize bir kız katıyoruz.

Ama önce bağdan yeni toplanmış, uzun bir yoldan gelmiş çıtır çıtır Öküzgözü üzümlerimi ve Pertek tulum peynirlerimi dolaba koymam gerek.

Badem içli ve sade pestillerimle, dut kurularımı da daha kuru bir dolaba taşımalıyım.

Hımmmmm babannemin sandığı bende, hem üzerinde televizyon var!

İyi fikir!



Üçlemenin 2. yazısı Güneşi Uslu Cumartesileri Severim.

29 Eylül 2021 Çarşamba

27 Eylül 2021 Pazartesi

Az Konuşmak İyidir Kitaplar Hep Renklidir

İnternette, bir kitapçıda, kitaplara bakıyordum. Volvo Kamyonlar gözümü aldı. Ben de onu aldım. Malum ki, sıklıkla dile getirdiğim üzere kuzeyin ve yazarlarının hastasıyım. Fakat Bu Norveçli'yi tanımıyordum. Edepsiz diye mi pek bilmiyorum ama o güne kadar gözüme çarpmamış olması da enteresan.

Böyle durumlar için sıklıkla kullandığımız ve aslı şaraba dair olan ve Sideways'den aşırma cümleyi bir kez daha kullanıyoruz: Bekler her kitap belli bir ânı!

Vitrin her zaman önemli ve bir satıcı bilmeli ki 3 saniyesi var. Bu bir üstat tespiti. Kendisi Benotton'ın kurucusu. Kulağa küpe bir söz!

Kastı şu: Öyle bir vitrin yapmalısınız ki önünden geçen ve o an için fikri vitrin olmayan insanı yakalamalısınız. Öyle bir vitrin yapmalısınız ki onu bu üç saniye içinde baktırmak için bir yem bulmalısınız.

Ben işte bu kitapla öyle karşılaştım.

Volvo Kamyonlar!

Beni gözümden yakaladı ve çekip aldı. Üstelik dumanı üstündeydi. Taze sandım ama sonra öğrendim ki aslında öyle değilmiş.

Çok uzatmayayım, hemen sipariş verdim; başka bir kaç kitapla birlikte. Gelince kitaplar, koliyi açmanın, onlara dokunmanın hemen ardından, okunmayanlar bölümüne yerleştirdim.

Elimdeki sıkı bir kitabın ardından da lay lay lom bir kitap okusam dedim; onlar diğer kitaplarla kaynaşıp ortama alıştıktıktan kısa bir süre sonra, ve mesleki formasyondan da kaynaklı olarak  158 sayfalık bu kitabı diğer bekleyenlerden özür dileyerek çekip aldım raftan.

Yazar Erlend Loe bir cin. Ana karakteri gibi de edepsiz. Bir de  epey yaş almış bir hanımefendi var. Kafası hep güzel. Bunlarla sınırlı değil elbette. Aşklar var. İlişkiler var, falan. Kısacası okuma boyunca biribirinden ilginç çok insan katıyor hayatımıza Sevgili Erlend. Ve fakat, ilk kitabın kapağından anlaşılacağı üzere bir de Geyik var!.. Önemli bir şahsiyet. E bir geyik varsa o zaman doğa ve doğal yaşam da olmalı! O da var. Porno film dünyası, ondan bir kesit, oranın ilginç karakterleri, farklı etnik kimlikler, maketler yapan ve bir hikâyesi olan Abi, ummadık anlarda rank diye çıkıveriyorlar önümüze.

Sonra...

 
Kaptırmış gidiyordum ki Volvo Kamyonlar'a -yazarı bilinmiş olduğu üzere tanımıyordum- merak edip kimdir, necidir diye araştırmaya karar verdim. Neredeyse bir ben bilmiyormuşum diyecektim ki tam, özel bir okuyucu kitlesi olduğunu anladım. Buna bir klan da diyebiliriz. Fanlar kulübü desek daha mı iyi acaba?

O arada, okur kitlesini ve dolayısı ile yazarı daha yakından tanımak üzere ora bura gezerken ve bakınırken, aslında elimdeki kitabın tek değil üç kardeşin ortancası olduğunu öğrendim.

Derim hep, beni kollayan bir ilahi güç var diye.

Şükrederim!


İşte bu fark edişle diğer iki kitabı da aldım ve toplam sayfa sayısı bir tuğla oluşturan takım tamamlanmış oldu.

Klandan bir güzel insanın, ülkemizde bu üçlemenin yanlış sırayla yayınlandığını ve son çıkmış olmasına rağmen Volvo Kamyonlar'ın aslında ikinci kitap olduğunu yazmış olduğunu da gördüm.

Diğer iki kitap gelince yine de künyelere baktım ve gördüm ki, klan mensubunun söylediği doğruydu: Norveç'deki yayın sırasına göre ilk kitap Doppler ki kahramanımızın adı, ondan sonra Volvo Kamyonlar ve sonrasındaki de Bildiğimiz Dünyanın Sonu'ydu.

"Artık bu bilgiler de cepte olduğuna göre Volvo Kamyonlar'daki bayıldığım abla Maj Britt'le şimdi vedalaşabilir, kısa zaman sonra tekrar görüşeceğimiz için onu özlemenin tadını da bir süre çıkarabilirim," dedim.

Ve Doppler ile baştan aldım. Pastanedeydim. İki kişilik masanın Lozan Caddesine bakan koltuğuna oturmuştum. Konsept kahvaltıydı ve sıcacık su böreği; yanına da çay söylemiştim.

Aman aman... Kapıldım gittim.

Güldüm edepsiz cümlelerde, yüzüm kızardı, utandım. Sonra alıştım. İnceden bir modern dünya, sistem, doğaya eziyet eleştirisi de sezdim. Pek çok özel, farklı etnisiteden insanla daha da yakınlaştım. Norveç özelinde kuzeyde yaşamanın ne olduğunu bir kez daha anladım. Biraz tazelendim. Finli ve İsveçli Penfriend'lerimi sıklıkla andım.

Onu sonra, benim için de bir ilk olan Gloria jean's Coffese'e taşıdım. Bir Amerikano söyleyip yanına da frambuazlı cheesecake ekledik. Birlikte denize ve yoldan geçenlere baktık. Servisimizi yapan genç kıza güzellemeler yazdık.*

Sonra birden içim sızladı ve dedi ki: "Bugünün koşulları o yıllarda olsa kesin oralardaydın, hep dile getirdiğin kültürü bizzat yaşamış olacaktın."

Buna pek kulak asmadım, çünkü o yaşta mektuplaşmanın yarattığı hayallerin de tadını çıkarmıştım.

Pandemiye küfür edecektim ki tam, dilimin ucundan aldım.

Çünkü dünyanın en ilginç beş tren hattından söz eden bir belgeselde rastlaştığım treni araştırmış, bulmuş, intrerrail biletlerini erkenden almayı tasarlamıştım. Ve en az 15 gün, ama özü bir aylık bir tur planlamış, bunu da enn sevdiğim kadınla paylaşmıştım. Mutabıktık.

Bu yaz muhtemelen oralarda olacaktık.

Neredeyse bir nefeste okuyup bitirdim üçlemeyi. Daha ilk kitap Doppler'i bitirmemiştim ki Ernerd Loe'nun ülkemizde çıkmış tüm kitaplarını aldım. Onları fazla ciddiyetli kitapların ardından arasıcak yapma fikrindeyim. Hafif oldukları için değil, eğlenceli oldukları için...

Ama!

Dilek Başak.

Muh-te-şem.

Dili bilmem. Dolayısı ile orjinalinden bir kıyas yapamam. Ama hislerime ve ruhumun aldığı tada güvenirim. Bu nedenle, mükemmel bir çeviri olduğuna eminim hatta abartmadan Norveççe aslından okudum bile diyebilirim.


*Linkteki yazının 15.fotoğrafının üst ve alt paragrafı.


Bir kaç gün önce üçlemenin son kitabı Bildiğimiz Dünyanın Sonu üzerine yazılmış yazıya bir yorum yazdım ve son cümlesi şu şekildeydi: Sondan başa gelim de ilginç olabilir!

25 Eylül 2021 Cumartesi

Aşk Aşktır Ve Bu Film De Onu Pek Güzel Anlatır

Kasım 2019*

"Ay film güzeldi ya, hem de çok güzel! Levan Gelbakhiani müthiş oynuyor, öylesine sahici ki ve öylesine sevdiriyor ki kendisini, sanki bir filmde değil de hayatın içindeymişçesine bir sahiplenmeyle ondan ve duygularından yana oluyor insan... Müzikler âlâ zaten, hakeza danslar da... Duygu resmetmelerse anlatılır gibi değil. Peki ya o güzel şehrin eskimiş, geleneksel ve bayıldığımız avlulu evlerine ne demeli?! Elbette ki kendimi çok ait hissettiğim ülkenin ve şehrin sokaklarına dört gözle baktım; fakat ilk kez izlediğim ve anlatım diline bayıldığım yönetmen Levan Akin, filmin önüne geçirmeden, incelikli bir dille sahnelere taşırken ülkenin belirgin renklerini, ana hikâyeyi yormadan, bazen flu fonlar şeklinde öyle güzel yerleştirmiş ki bütünün içine; gören birine işte sevdiğim ülke bu, dedirtiyor. Ve Ana Javakishvili, Mary karakterinde şahane; bir dans partneri olmaktan öte, sevmek ve dost, arkadaş ve sevgili olmak nedirin cevabını enfes veriyor; güzel oynuyor ve sevimli kılıyor kendini; tüm duygu renkleri ile.

Ferzan Özpetek tadının izleri vardı filmde, ya da ben öyle eşleştirdim, lakin çok sertleşmese de yönetmen, yine de savunusunu son derece naif bir biçimde yapıyor ve mesajını da "sertçe" veriyor. En katı ve hoşgörüsüz kalbi bile yumuşatacağından, en azından düşündürteceğinden eminim. En güzel yanı şu idi kanımca: İki erkeğin yakınlaşması ve filmin ve de tek taraflı gibi gözükse de aşkın ve saf duygunun önüne geçmeyen, kısacık ama vurucu sevişme sahneleri "ahlaki" açıdan sert gibi gözükse de ki an itibari ile beni bile, belki de filmin başındaki pornografi çağrışımları yapan -gereksiz- uyarı yazısından kaynaklı olarak uyuz bir önyargının esareti ile rahatsız etti ama sonuçta aşk, sadakat temelli bir duygusal kırılmaya neden olan sahne, ve bu duyguyu şahane vurgulayan, şaşırtıcı derecede sahici esas oğlan Levan Gelbakhiani ve de esas oğlanın çocukluktan beri partneri olan Mary'nin bu ilişkiyi hissetmiş olmasına rağmenki yaklaşımı, en homofobik şahsı bile düşünmeye, daha anlayışlı ve insancıl bakmaya sevk edebilirdi ki kanaatimce eder de.


Velhasıl-ı kelam yönetmen becermiş bu işi, hem de en katı yaklaşımların, en ahlakçı duyguların kalbinde dahi bir sıcaklığa sebep olabilecek bir şefkatle.

Sinemadaki şahıslarsa şu şekildeydi: Bir adam; muhtemelen bu dünyadaki seks nasıl diye gelmiş olabilir, pornografik beklentilerle tabii ki, belki de sanatsever bir şahsiyetti; salonun ışıkları izlenimlerimi yanıltmış olabilir! Onun arka sırasında "türbanlı," spor ve hoş giyimli, ayaklarını ön koltuğun tepesine uzatan, sanatsever, çağın gereklerinin farkında, kendine ait bir dünyası da olan ama bunu biraz da dışa vurmayı seven -ki bu halini o kadar güzel anlayıp o kadar çok sevdim ki- genç kız... onun bir arkasında yine "türbanlı", türbanını iğne ile tutturtmuş, sinemayı seven, bu sanata ilgi duyan entelektüel bir genç kız daha... Ve bilet veren kızın sonradan D'yi G anladığını fark eden, önce biraz gerilen ama sonra da bundan şikayetçi olmayan, muhtemelen blog yazarı, çok tatlı ve hımmmm bi kadını çok sevdiğini düşündüğüm, ukala, magazin yazarı kılıklı, havalı bi adam. Terasta, göstere göstere kitap bile okudu o adam... ve sanırım bir kez daha bu saatte bir film izlerse, ardından, ışıklı manzara eşliğinde, Lounge'da bira içip bişiler atıştıracak."


*Alıntının olduğu yazının tamamı.

23 Eylül 2021 Perşembe

O Halde Börek

Üçleme bu bölümle başlamıştı...



Müzik de ruhun gıdasıdır ki bazı coğrafyaların müziği miss gibi börek kokar!




Çıkıyorum evden. Bahçe kapısından sokağa geçiyorum. Biraz önce aramama geri dönmüş ve sekize on kala çıkarız demişti, kardeş. Misafiri var ve ben sokak sabahının tadını çıkarırken bir yandan, bekliyorum. O ara jaluzileri inik çalışma odamın pencerelerine bakıyorum. Fransızın üzerinde iki kuş. Derin bir mevzuya şırıl şırıl akıyorlar. Öteki odanın penceresinde de durum aynı. Bir kaç poz çekiyorum fotoğraflarını. Biraz sonra hoop üsteki damlalığın içine... Orası evleri.

Saat de sekizi geçti ve kardeşten iz yok. Yanaşıyorum salon penceresine doğru. Kanepede uzanmış, bakışları sokak yönünde değil. Telefonuyla meşgul. Belli ki vakit geçiriyor ve anlıyorum ki misafir henüz hazır değil. O ara araba bipliyor. Kilitler açıldı diye düşünüyor, kapıya hamle yapıyorum. I-ııh açılmadı. Sıcacık böreğe ve hayal ettiğim ana yetişemeyeceğim diye tedirgin ve heyecanlıyım. Bu nedense bir gerginliğe sebep olmuyor. Mutlu bir sabahtayım. E günlerden cumartesi...

Geliyorlar, kapı açıldı. Günaydınlaşıyoruz ve ben arkaya geçiyorum.

Keyifli bir yol. Bir 12 kilometre sonra şehir içine kıvrılıyoruz. Oradan üst bulvara. Onun kavşağından sola dönüyor, bulvardan ayrılıp yokuşa sarmadan önce, "Beni şu köşede bırak, girme o yola boşuna," diyorum. "Yürüyecek misin?" diye soruyor. "Şurası zaten," diyorum. O an, bana serbest çağrışım yolunda bir senaryo yazıldığını bilmiyorum. İçine iyi bir fotoğraf makinesi koyduğum ve bir de kitap olan sırt çantamı alıyorum; askısından geçirdiğim ince hırkamın yere değen kapüşonunu toparlıyorum. Sağdaki kocaman bahçeli, içini çok iyi bildiğim, en can iki arkadaşımdan diğerinin biz lise yıllarındayken oturdukları ama şimdi kaymakamlığa ait bir bina olan ki buna da yıkılıp da yerine apartman dikilmediği için çok çok sevdindiğim eski Rum evine bakıyorum.

Ondan sonra yolum Börekçi. Fakat o arada hayatımda önemli yeri olan ve aşağı doğru yokuş bir sokağı geçiyorum. Ve onu, şu yazının şurasına gelince anca fark ediyorum. O evden bir sevgiliyi, gördüğüm en güzel gelini, çocuklarıma bir tatlı anneyi, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızı  almıştık. Gelin arabası üç harfliydi ve metalik maviydi; şu an, az önce beni onun beyazı ile bırakan küçük kardeş askerden izinli gelmişti ve sürücüm oydu. Mahallenin çocukları kesmişti önünü. Bilirim ki isterse sıyırıp geçerdi. Arkadaşlarım çocuklara dalmak üzereydi ki... o müdahale etti ve adetin gereğini yaptı. Sonuçta stajı benim yanımdaydı. İşte ben bir garip cilvesi olarak zihnin, börekçiye giderken bunların hiçbirini hatırlamamış, kaç yüz kere geldiğim sokağa dönüp de bakmamıştım bile. İlginç?!

Kadıköy'ün yokuşuna kıvrılınca yoldan içe doğru, küçük bir alanını bahçeye çevirmiş küçük çay ocağı dikkatimi çekiyor. Ohh diyorum; böreği alır, maskeyi burada çıkarır keyfime bakar, hatta mahalle esnafı ile iki lafın belini de kırarım.

Ve İstanbul Börekçisi'ndeyim. Yıllar sonra...

"Günaydın, hayırlı işler."

Günaydın diyor; temiz yüzü güleç, bembeyaz önlüklü ve beyaz aşçı kepli genç adam. Bu an çok hoş bir heyecanla gülümsetiyor beni. Küçük mekânın kapı girişindeki mini vitrini ile kasa ve de onlardan bir tık içeri doğru da üç masası var. Kapıya en yakın olana oturuyorum. Sabah müşterileri geliyor. Kadınlı erkekli, yaşlı genç. Kahvenin alçak sehpalarında yeme fikrinden vazgeçiyorum çünkü bu sabah devinimi, alışverişteki ve de işe yetişme telaşındaki insanların yüzleri çok hoşuma gidiyor. Sonuçta böreği alıp mini çay bahçesine gitmek yerine burada yemeye karar veriyorum. Patatesli de yaptıklarını öğreniyorum ama ben klasikçiyim. "Bir porsiyon börek; peynirli ve kıymalı karışık lütfen," diyorum. "Bir de küçük çay, lütfen."

Geliyor tabağım. Üzgünüm ki tepsilerin fırından çıkıp gelmesine ve ben oradayken camekanlı tezgaha taşınmasına tanık olamıyorum, çünkü geç kaldım. O ilk kıyır kıyırlık gitmiş, yağ ve hamur nispeten katılaşmış. Isıttırmaya gerek duymuyorum çünkü lezzetten öte bir önceliğim var bugün. Hikâyenin devamı!

Önce bir zincir olup olmadıklarını soruyorum. Olmadığını öğrenince, şu şu mekânlarla bir ilişkiniz var mıydı? diye giriyorum konuya. O dışarıdaki bir beye sesleniyor. Anlıyorum ki patron o. Elindeki çayı ile geliyor ve karşımdaki masaya oturuyor. Sima bir yerlerden gözümü ısırıyor. Diyorum böyleyken böyle... Modern Pazar'ın oradakini biliyor ve ikiliyi hatırlıyor. Ben onun bilmediği evveliyatını da anlatıyorum. Sonra diyor ki benim yerim önceden Shell'in oradaydı. Diyorum biliyorum orayı, mağazaya giderken yürürdüm çoğu sabah ve bir sabah orada görünce dükkânı diğerinin devamı diye düşünmüştüm. Bunu da hiç sorgulamamıştım. Ve alırdım börek poğaça.

Ama bir yirmi yılı var yine de diye ekliyorum. 23 yıl önce Kocaeli'nden geldiğini ve orada başladığını söylüyor. Eskilerin yufkayı nasıl açtıklarından bahsediyorum. Biz de öyle açıyoruz, diyor. Buraya özellikle, sırf  o eski hikâyenin peşine takılarak geldiğimi ve  bu fikrimin nasıl geliştiğini anlatıyorum. "İnternette fotoğrafımız mı var?" diye soruyor. "Evet," diyorum. "Google çekmiş ve haritaya koymuş, ben de oradan buldum ve geldim." Şaşırıyor ve görmek istiyor. Telefonundan açıp gösteriyorum. Sonra da bu hikâyenin buralara kadar taşınmasına neden olan Sevgili Zeugma'nın yazısını...

Keyifli, iki güzel insanla hoş sohbetli güzel bir sabah yaşanan... Dükkânı seviyorum. O kadar tatlı ve meraklı bir sohbetin içinde kalınca zaten ilk anına da yetişemediğim börekten pek bir şey anlayamıyorum ama çok keyif alıyorum. Sohbetin lezzeti, merak, eskiye dönüşler ve çay, böreğe baskın geliyor.

Teşekkür ediyorum, ellerinize sağlık çok güzeldi eskiyi hatırlattı diye ekliyorum. Ama merkezi yerde olmayan bu kıymetli emek için çok da üzülüyorum. Koca bir tabak ve çaya sadece 12 TL ödüyorum ve kilosunu yeni 45 TL'ye çıkardıklarını duyunca ve bunu pahallı bulan tanıdıkları ve geveze birine bakınca da şok oluyorum. Çünkü kardeşim az sonra bir marka börekçiye uğrayacak ve personeli için bir tepsi börek alacak ve iki fiyat arasında yaklaşık 3 kata varan koca bir uçurum olduğunu biliyorum.

Vedalaşırken bu emekçi ve güler yüzlerle, "Bir sabah daha erken geleceğim, o gün önce çay eşliğinde sadece böreğimi yiyeceğim ve görüntüsü kıyır kıyır şu poğaçalarınızın da keyfini çıkaracağım," diye söz veriyorum kendime. Sonra da fotoğraflar çekip bir de keyif çayı içeceğim... Sonra da sadece sizden söz eden bir yazıda belki de böreğinize övgüler dizeceğim." cümlelerini kuruyorum.

"Tekrar çok teşekkür ederim, ellerine sağlık, hoş bir gün başlancıydı, hoşçakalın," diyerek kapıdan çıkarken karşıdaki  bina bir başka sayfayı açıyor. Çünkü o evin katlarında şehrin en popüler kumaşçısı ailenin abisi, yengesi ve eşinden boşanmış ablası, bir katında ise kurucu babası ve annesiyle birlikte, "Kiminin her şeyini sunarak bir türlü yaratamadığı duyguyu: Yalnızca çantasından çıkardığı bir Tadelle'yle yaratabilen, bir kartpostalın arkasına yazdığı şiirle duygularımı göz ucuma yığabilen insan güzelliği..." oturuyordu.

Anıların ve az önce yaşadıklarımın keyfiyle yürüdüm. Hakan'a vardım ve tişört baskısı yapan bir makine almış olduğunu gördüm. Bir fikrim vardı. Eski Büyükşehir Beldiye Başkanı abi ile bir cenazede karşılaşmış ve fikrimden söz etmiştim. Çok hoşuna gitmişti ama sonra bu fikri hayata geçiremeden  o milletvekili olmuştu.

Uzun bir zamandır baskılı tişörtle ilgili benim bir hayalim var.

Yaptırınca blogda paylaşacağım.

Söz...


19 Eylül 2021 Pazar

Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği

Öncesi


Başlangıçta hemen gideyim duygum yoktu. Aslında araftaydım. Erken gitmek makbuldü, onu çok iyi biliyordum. Tepsi fırından tezgaha ben oradayken gelmeliydi ve ben onların tepsiden alınıp camekanlı vitrine yerleştirilmesini beklemeli, sonra da siparişimi vermeliydim.

Hava henüz aydınlanmamış olmalı, sokak lambalarının sıcak ışıkları şapkalarından başlayarak genişlemeli ve bir huni şeklinde inmeliydi  caddeye... Ben yanımdaki o güzel kızın nefesini, sesinin bıcır bıcır kelimelerini yanağımın dibinde hissetmeliydim. Sonra ona, yüzüne bakmadan, gözlerim ileri bir noktadayken, hiiiçç ben sana yangımın rüzgârı göndermeden, en cool halimle iki kelâm etmeliydim. O, tatlı gülümsemesi ve hadi yedim bunu da cinliği ile beni biraz daha kavramalı, yine hin bir gülümseme ile iyice sokulmalıydı bana. Kelimelerinin nefesi, ve onun kocaman sevgisi kışın ortasında bile baharı hissettirmeliydi.

**

Hep de öyle olurdu çünkü!..

Ben biraz hıyardım Erkek adam pozlarımla yürürdüm. İnce lafları bile benden çıkar gibi değil de racon gereği söyler gibi yapardım. Ama bilirdim ki o yemez. Sonra gevşerdim. Ben olurdum. Elimi beline koyar. Onu Osmanlı Bankası'nın  zaman eskisi binasının giriş kuytusuna çeker. Kolumu dolar elimi illaki bel çukurunda tutar, kendime çeker ve tek bir öpücükle; bütün duygularımı deryalar gibi önüne dökerdim. Yazı beklerdim. Onun saç kesimini ve rengini çok severdim. Aramızda çok mesafe yoktu. Oradan işaret eder, ben tamam der. Onun elinde bir kitapla yürüdüğünü görür, heyecanlanır; O bizim bahçe kapısını açtığında, evin önüne gelene kadar alt kata inerdim. Gözlerimle dinlerdim Onu. Kalbim atardı. Onu o an odamda görürdüm, fikrim dürterdi. Ama Ona bunu bir türlü söylemezdim.

Tüm okul sezonunda hep yapmayı düşündüğüm şeyi gözden geçirir. Bir an önce gel yaz derdim. Yaz gelirdi. Kıyafetler incelir. Bazı bölgeler açılırdı. İlk yazdı. Kapıdaydı, elinde bir kitap vardı, bahaneydi. Belli ki ilk kez birlikte sahile gidilecekti. Çam ağaçlarının arasından yürüdük. Askılı elbisesi, şahane göğüslerini saklamaya çalışsa da beceremiyordu, belki de elbise bana kıyak atıyordu, hissetmiştim ve bu yüzden de ekstra sevmiştim. İyi ki de beceriksizsin diye bir de göz kırpmıştım. Bahçenin tellerine vardık. Çiti aşıp kumsala, oradan da denizin sesi için kıyısına uzayacaktık. Beklediğim andaydım, hayal olsa da antremanlıydım, bir kış boyu dersimi çalışmıştım. Bir anda sağ kolumu bacaklarının arkasından geçirip, sol kolumun desteğine yatırıp kucağıma aldım Onu. Boynuma sarıldı ve gülüyordu. Sanki bu durumu da biliyordu. Öyle güzeldi ki. Nefesinin sıcağı nefesimi kesti. Aştım tel örgüyü; dalgaların kırıldıktan sonra vardıkları son noktaya kadar taşıdım Onu. Sonra usulca yere bıraktım. Sağ kolum... daha çok da ellerim nasıl mutlu.

Taşırken Onu; öyle güzel, öyle mutlu gülüyordu ki, kendimi bir filmin kahramanı sandım. Bir de şansımız vardı. O zamanlar buralar hep kumsaldı. İki yanımızdaki; biri onlarınki diğeri kamp olmak üzere kamu kurumlarının varlığı, onların denizin içine kadar çektikleri tel örgüler, bizim alanımızı da kimseler giremez yapıyordu.

Oturduk.

Yüzümüz denizde. Ayaklar çıplak, ayakkabılar dört metre geride. Dalga kırılıyor, deniz makara yapa yapa geliyor ve ayaklarımıza muzırca dokunuyor. Sonra çekiliyor.

Biz biribirimize bakıyor, gülümsüyoruz. Sonra gözlerimizi yine ufka dikiyorduk. Elimi eline doğru götürüyorken O onu yakalıyordu ve parmaklar birleşiyordu. Ne de güzel bacakları vardı. Sere serpeliğine bayılıyordum. Dizlerden bükülmüş, etek uçları ıslak, dizin üstünü geçer biçimde çekilmiş elbise ile bütünleşmiş film karelik bir an daha. Çok az konuşuyorduk. Çok gülüyorduk. Arada bir dönüp ânı ve bakışlarımızı yakalıyorduk. Çirkeflik yok. Arzu var. Ama kalpler öyle güzel ki fırsatı ganimete çevirmek fikri asla yok. Yaş 17'nin eşiğinde. Forma numaram hâlâ 16. Uzak ufuklara bakarken aklım bir ön izleme sunuyor, hayalim müdahil gördüklerime, bayılıyor, hevesleniyor, kararım netleşiyor hatta bu önizlerin birinde Ona iyice yanaşıyor, sağ kolumu sırtına koyuyor, onun desteği ve sol kolumun yardımı ile önce kolunu boynuma taşıyor, sonrasında göz göze ve nefes nefeseyken... onu kumlara doğru yavaşça yatırıyorum. Sonra  bir dalga... ama şakacı bir dalga üzerimizi aşıp geri çekiliyor. O yine gülüyor. Ben de muzır bir espri yolluyorum dalgaya. Sonra da Onun dudağından tuzu alıyorum. O zaman mıncırıyordu beni ve daha daha bir keyifle gülüyor, beni sırt üstüme döndürüyor, dalga üzerimden geçiyor, çekilince de bu sefer o benim tuzumu alıyordu. Kaç sefer sonra çekiyorduk kendimizi kıyıya... 

Sırılsıklam sarılıyorduk birbirimize..

Öyle de kalıyorduk.

Güneş iş bende çocuklar diyor, gereğini yapıyordu. Sonra da el ele, ayaklarımız denizde, sınırları aşıp yürüyorduk. Sonra güneş dağların ardına çekilmeye başlarken, ona el sallıyor, kurumun sahil tarafı kapısında vedalaşıyor, bir süre Onu ardından izliyor, dönüp gülümsemesine bayılıyordum.

Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha...

 
Ah o araf halller! Ne güzeldi.  Ahh onun coşkulu saflığı, sevgisi, güzelliği... ne güzeldi.

Saatlerce oturduk. Çok az kelâmla o kadar çok konuştuk. O kadar çok ki yankıları kaç on yıl sonra bile duyuluyor. 
 
Çok mu sevmiştim.

Evet çok sevmiştim.

Onla geçen zamanlarım çok güzeldi. Ama ah kahrolası o aşk işte. Ne zaman ve kime çakacağını asla söylemezdi. Onu hiç kırmadım. Hiç kimseye açmadıklarımı ona rahatlıkla açıyordum. İkimizde solcuyduk ama o Halkın Kurtuluş'u sempatizanıydı. Kitap paylaşırdık ama asla iki farklı ve zıt fraksiyonun insanı olarak aidiyetlerimizin teorilerini eleştirmemek için tartışmazdık.



Ara ara düşünürüm. Nerededir, ne yapar? diye. Görsem ve yazdıklarımı ona okusam ne hisseder bilmek isterim bir yanıyla... ama derim ki sonra,  O hep 16 yaşında.

Sonra...

Yıllar yıllar sonra... Bu günden en fazla 4-5 yıl önce bizim ikinci binanın altındaki emlak ofisinde otururken ve  laflarken... kadın elemanlar mutfakta Ankara'dan gelmiş bir müşteri kadınla sohbet edip çay içiyorlardı; bir süre sonra elemanlardan biri mutfaktan çıktı ve yanıma geldi. "Siz 19 Mayıs Lisesi'nde mi okudunuz?" diye sordu. Evet, dedim. "Bayan adınızı biliyor, okulla doğrulamak istedi," dedi. Abisiyle gelmişti ve sorduğunu bilsin istemiyordu. Dolayısıyla anladım ve tek bir kelam etmedim. Karşı karşıya da gelmedim.

Şimdi tam da burada kesmek vardı yazıyı. Ama yapmayacağım. Muhtemel ki dedim: O lojmanlardaki onun arkadaşı kızlardan biriydi, çünkü onun bir abisi yoktu!


Sıcak haber soğuyabilir, ilk yazıyı okuyanlar anlarlar ki bu karakter börek sabahlarında yeri olmakla birlikte börekten önemlidir ve ilk yazıda kendisinden minicik bahsedilmiştir.



Böreğin son hikâyesi ise tek bölümde ve pek yakında... Ve tam da şurada!


Bu da şarkımız; ama farklı bir yorumla.



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP