"Oh ne âlâ yasaklar kısmen bitti." Dedim...
Dedi.
Oysa tam kapanmada sanki umutlarımız da içe kapanmıştı ve Ben dahi insan ve hayat boşluğu ile dolu, sanki hep tekrar edecekmiş gibi, biraz biraz dalgaya vurdurarak Kopyala Yapıştır başlıklı bir yazı bırakmıştım tarihe... Ama çok şükür ki çok uzamadan, çantadan tavşan çıkarabilen muktedirimizin gönlü hoş iktidarı sorunu birden halledip, salıverdi iplerimizi...
E biz de unutmayı sevenler kulübünden olduğumuza göre!!!
Mekânlar gümbür gümbür gümbürdedi birden. Misal benim mahallede denize nazır iki katlı mekânın üst katında eski Türk filmlerindeki gibi renkli ve yanıp sönen ışıklar altında ve henüz gün geceye yeterince dönmemiş bir akşam üstünde dans eden genç kızlar ve erkekleri görünce ki sosyal mesafe hak getire... Alkol duvarını henüz aşma saatlerinde değilken üstelik an itibariyle... "Rabbim sonumuzu hayretsin," diyerekten çekiyorum la havle...
Eve doğru devam ediyordum ki karşımdan gelmekte olan bir genç kız grubu, etek ve bluz boylarından ve yırtmaçlarından anlaşılacağı üzere, seyir halindeydiler akılacak geceye... Kendimden utandım elbette... "Yuhh sana dinazor nedir bu yüzündeki maske?" Dedim...
İki kocaman kahve mekânındaki kısmen ferahlığa kanaat notuyla geçer verirken ve devam ederken yola ve varmak üzereyken ona, umutla düşündüm ki bu bir marka sonuçta! Lakin Hayal Kahvesi nam diyara vardığımda, "Ohh... masalarda üç sandalye, ne güzel," diyecektim ki tam; "Hadi dış masalar tamam da, sanki dışarıymış gibi gözüken ama aslında pek dışarı gibi durmayan kısımda, kapalı günlerin gelir açığını kapatmak için sanki unutulmuş da mesafe..." dedim.
Sonra benim demode kafam uyandı tabii ki işe...
Lebalep olmalıydı memlekette her köşe!
Sonra içimden şüpheci, dedikoducu, paranoyak, geyikçi bir kaç kişi daha çıkıverdi; "Ben de olsam öyle yapardım olsaydı o zekâ bende," diye başladılar: "Bu alkolikler ve dahi göbeği, omuzları açık, etek boyları bilekten epeyi epeyi yukarıda, göğüs çatalları ortada ve bizden ırak ve de bir kısmın "Z Kuşağı... Z Kuşağı," diye parlattığı ve umut pişirdiği ile kısmen bu kuşaktan sayılabilecek -ki ben saydım- yetişkinleri de tez vakte kadar telef olursa..."
Nasreddin hoca geldi aklıma o ara ama ben de kendimi asansörün kapısında buluverdim. Sonra... Enn Sevdiğim Kadın'la çooookk uzun, çoookkk tatlı sohbetin içinde diyar değiştirirken ve az önce saçmalayan, hatta kendince esprili olduğunu sanan kişiyi de bir yandan soyunurken ve normalime ulaşmışken... "Bir manin yoksa eğer," diyerekten bir teklifte bulundum. Kulağıma zıplayan bir bedenin ayak sesleri geliyor...
....
Cumartesi saat 13 civarı...
İçinde fotoğraf makinemle birlikte bir şişe olan sırt çantasıyla ve dahi elinde yine bir şişe ve kitaplar olan bir torbayla ve elbette sırt çantasının askısından geçirilmiş yağmurluk ve poları ile trene yürümekte olan ayaklarımın sesi...
Sokaklar ve hayat lebalep... Ne güzel!
Varıyorum istasyona...
Sevinçli bir çocuğum an gereği çünkü: Nihayet HES kodumu yükleyebildiğim Samkart'ımı ilk kez okutacağım ve uzun zaman sonra trene ilk binişim olacak bu! O ara oturduğum banktan Feşmekan'a göz atıyorum. İlk ve son gelişim Pedersen Hoca ile olmuştu ve ne de unutulmaz bir gündü.* Mekâna "Taze haftanın içinde bir gün, mutlak seninleyim," diye sesleniyorum. Ve varıyorum Rektörlük Durağına... Kartımı okuturken gözüm park yerinde... İşte orada! Sol kapı açık, yanaştım, sağ ön kapıyı açtım. "N'aber?" Sırt çantam ve torba arka koltukta...
Başım dönüyor birden...
Tazelik kokusu geliyor. Gözlerim O'na kitleniyor.
Boynuna atlayasım var da aramıza Covid-19 giriyor.
Bir Çıtır'ın yan koltuğundayım.
Güllerim açılıyor.
Sohbetli sohbetli gidiyoruz. Hava bir kapalı bir açık. İşi şansa bırakmamalıyız babından öncelikle pideleri garantiye alalım diyor ve üç ay sonra bir kez daha Dedem'e varıyoruz.
"Bir kıymalı ve bir köy peynirli pide, paket lütfen."
Geçen geldiğimizde başlamış olan tadilat tamamlanmış; dış masaların olduğu alan dış masa ihtiyacı nedeniyle biraz genişletilmiş ama bu nar ağacına patlamış; çünkü yok. "İşte bir pandemi zararı daha..." Ülke ölçeğinde şöyle bir düşünüyorum o an ve ortaya çıkan tahmin ürkütüyor beni...
Ve işte! Cennete kıvrılan kavşaktaki hoşgeldiniz direğinin üzerinde bir Leylek... Gelmiş! Yoksa... yoksa orada bir küçük baş mı var? Süpeerrrrr! Bakkala geçiyorum. İki kola, iki su ve elbette BizBize markalı gofretleri kapıyorum. Bu kez vanilyalının yanına bir de kakaolu ekliyorum ve o ara gözlerim Dark olana da takılıyor ama, abartma diyerek geri çekiyorum onları.
Ve yaşasın! Osmanlı Yörük Çadırı açık. Aradaki üç ay zihnimde yok. İçim Tirit çağırıyor lakin hoş bulduk. Ne tatlı insanlar, bu kez daha önce görmediğimiz bir genç kadın ve bir genç adam var. El mi değiştirdi ki diye düşünmeden edemiyorum. Sonra öbür ablaları da görünce bir ohh çekiyorum. Mevsimi olmadığı için Tirit yok elbette. O halde sac kavurma!
O nasıl bir sac kavurma ama! Muhteşem ötesi. Miss gibi salata ve ev yapımı turşular... Miss gibi köy ekmeklerini bana bana götürüyoruz. Tadı tuzu, acılığı yerli yerinde... Kaz tiridindeki başarının bir tekrarı bu. Missler gibi, lezzeti başdöndürücü bir ayran! Bayılıyoruz geçirdiğimiz zamana ve şaşırıyoruz ödediğimiz paraya... çünkü?
Çıkarken damakları zevkten on köşe insan hallerimizle ellerine sağlık, diyoruz genç adama ve "Tiritten geri kalmadı, ama sizin tiritten," diyerek de altını kalınca çiziyoruz. Dünya Çevre Günü bugün. Ben bilmiyorum tabii ki, öğreniyorum. Oysa jandarmanın taksisini ve karşılaştığımız bir kaç çakarlıyı görünce anlamalıydım gari.... Ve ve ve an itibariyle geçen yıl son dakikada gördüğümüz, sona kalmış Leylek, yeniden yuvasında. Bir sürü naz, bir sürü cilve... Kızdı mı yoksa nerelerdeydiniz, diye bize? Ve nihayetinde, epey kareden sonra, bize çektirmenin hınzır gülümsemesiyle veriyor pozunu.
"Bugün madem Dünya Çevre Günü," diyor Enn Sevdiğim Kaptan ve dalıyor bugüne kadar hiç sapmadığımız bir yöne... Önce bir tahmin savaşı içinde buluyorum kendimi. "Burası geçen yıllardan birinde daldığımız patikanın solu tercih ederek girmediğimiz devamı olabilir," diyorum. Bu olasılık ikimizin de kafasına yatmış şekilde devam ediyoruz çünkü az önce selam vererek motoruyla geçen Abi, düşünüyoruz ki o saklı köyden.
Ve bu yeni güzergaha yeni doğmuş bebek şaşkınlığındayken henüz biz, bir nokta diyor ki "Durun yolcular!.." Hadi gelin de durmayın. Repertuarda olmayan kuş sesleri dikiyor kulaklarımızı. Ama minicik minicik göller?!
Şımartıyor doğa... Bir kitapçı, kafe ve de bir kaç odası olan bir plan atıyorum ortaya; tam da bir alttaki fotoğrafın olduğu nokta da... Oradan blok blok apartmanlara bağlıyorum işi, bir çocuk şımarıklığı ile uzattıkça uzatıyor, işi havuzlu villalara kadar taşıyorum. Maksadım O'nu kışkırtmak lakin oltaya gelmeyeceğini de düşünüyorum ama o kadar güzel ki ortam şımarıklıklar yapmadan da edemiyorum; çünkü onun vereceği tepkiyi seviyorum.
Ve bir süre sonra varıyoruz o hayalleri ortaya saçtığım noktaya... Hem de tam geçerken gözümün bir ağacın köklerinin altındaki oyuğa takılmasıyla... Geri geliyoruz ve iniyoruz çekik gözlüden. Ağaç bizi çağırıyor; itirazsız yürüyoruz. Ve... ve... ve!
Burada epey zaman geçirdikten sonra bir gün bu noktada piknik yapmaya karar veriyoruz. Sonra bu yeni keşif yolda devam ediyor, daha önceden keşif bir patika ile hayal ettiğimiz gibi kesişmediğini anlayınca vardığımızın o eski günkü dönüş yolu olduğuna karar vererek sola, o kavşağı bulmak maksadıyla dönüyoruz ama bir yağmur inceden inceden uyarıyor; ıslak bir zemindeyiz ve yağarsa sorun yaşarız düşüncesiyle geri dönüyoruz. Bir süre sonra sola bir bakıyorum ki dar bir koridor; sık ağaçlar arasında ve saklı. Duruyoruz. İniyor ve dalıyoruz. Saklı bir cennet daha... Dişi Tarzan işbaşında, uzun şarmaşık gibi tepeden aşağı sarkan dallara asıldı çoktan... Kuşlarla iletişim kurarak ve yola izler bırakarak yürüyoruz, derinlerine. Yürüyoruz... yürüyoruz.... yürüyoruz ve! Su üzeri nilüfer tarlası... Enfes bir çadır kurma noktası. Sessiz doğanın derinlerinde saklı cennet bir nokta daha. Gece... ateş... ve doğanın müziği! Nasıl ama?
Şimdi mandaların peşindeyiz, onlarsız bir delta düşünemeyen birisi var! Toplanma bölgelerinde yoklardı. Yol boyunca göremedik ve mutlak görmemiz gerek... Ama önce benim marteniçkamı bağlamam lazım çünkü hayallerimiz büyük. Enn Sevdiğim Kadın Sahil Kafe'nin yoluna sapıyor, her zamanki ağaçların önünde duruyor ve ben nihayet asıyorum marteniçkamı... O ara ayak üstü üç dilim pide götürüyorum, ve kolalarımızı içiyor, denizi seyrediyoruz. Deniz kumları epey taşımış ve neredeyse toprak yolu geçilemez kılmış ama olsun, bizim kaptan tropy sever! Veee işte oradalar! Sahil Kafe dolaylarında, silip süpürülmüş kaçak yazlıklar mıntıkasında.
Sevinçli, zıplamalı bir buluşma. Üstelik yanlarında bebeleri de var. Acaba diye düşünerek, biraz endişe ile yanaşıyoruz ki birisi bizi tanıyor. Bir sorun yok, ayak üstü iki kelam edebiliriz. O ara ben de bir koşu gidip koca sahilde tek kalmış teknenin fotoğrafını çekebilirim. Hatta şuraya da beş yıldızlı bir otel kondurabilirim. Lakin yine bir itiraz. Mandalar çok tatlı, güneşe öyle bir yatmışlar, öyle bir gevşemişler ki ben de olsam kıpırdamam. Tanışıklık verenle iki lafın belini kırıp diğerlerine de iyi günler dileyerek en sevdiğimiz ara yola tam giriyorduk ki bahçe çitine asılı maskeyi fark ediyor kaptan. Çekmeli ve pandemi koleksiyonuna eklemeli...
Günün ruhları dürtükleyen saatlerini galeriç ormanlarının içinden geçerek kutluyor, son düzlükte, günün pastoral ışığı fren yaptırıyor. İniyoruz bir tablonun içine. Bir örneği ilk kare olan fotoğraflar çekiyoruz üst üste. Sonra, ana yola çıkıp bize numara çeken leyleğin ahşap telefon direği üzerindeki evinin dibinde duruyoruz. Bu kez gülümsüyor... Gayet de güzel pozlar veriyor. Bugün aslında coğrafyanın kocaman bir sürprizi var; Doğu Leylekistan'a bir nazire mi yoksa bu?!
Pirinç tarlaları...
Hem de ilk kez, bu yıl. Düne kadar mısır ve buğday tarlası olan yerler pirinç tarlası halini almış... Ve tarihe güzel bir not! Fotoğraf çekmiyoruz çünkü daha ışıklı bir planımız var. Ve fakat o kadar yakışıyorlar ki deltaya ve batmakta olan güne...
Hımmmmmm dondurma yemeliyiz...
Çünkü az önce minik ve çok şirin caminin önünden geçerken, bisikletinin diğer yarısı dondurma tezgahı olan ve tam da bu caminin önünde beklediğimiz, gelince de aldığımız külahtaki dondurmaları çocukluk tadında götürdüğümüz ve bir yandan da tatlı tatlı sohbet ettiğimiz Abi'yi andık. Özledik.
Uğrak noktalarımızdan birindeyiz. Ama Enn Sevdiğim Kadın arabanın bagajını açmalı önce!.. Çünkü kocaman ama masum bakışlı bir sokak köpeği gözümüzün içinde. Bir ölçek mamayı her daim bagajda olan torbanın içinden aldı, onu çağırdı ve ağacın altına döküp mamayı, buyur etti. Yeriz biz o kuyruğu ve bakışı
Biz de çocuk şenliği içinde köşebaşındaki mekâna uçabiliriz.
"Sade, limonlu, çilekli, karamelli dondurma lütfen."
"Parça çikolatalı, cevizli, sade, çilekli, karamelli dondurma lütfen."
Yolda giderken ve vakit günün ruhları dürtükleyen saatindeyken müzikçalardan bir şarkı beni benden alıyor: Öyle bir içime işleyip yükseltiyor ki... Sözlerinden bir cümle tümüyle içgüdüsel bir coşkuyla elimi hareketlendiriyor... Ve vites kolunun üzerindeki zarif elin üzerine götürüyor. Dilim bunun altında kalmıyor, yürek ona eşlik ediyor ve ağzımdan kontrol dışı iki kelam çıkıveriyor
"Bu şarkıyı sana ben söylemeliydim!"
Çünkü iki kase dondurmanın 30 TL'ye vardığı noktada (geçen yaz iki kasesi 16 TL idi) iki kişi doyuran, yanında salatası, turşusu, koca iki bardak ayranı ve ekmeği olan yemeğe 55 TL. şaşırtıcı. Şaşkın ekonomimiz hakkaten uçuyor!