11 Nisan 2025 Cuma

BİR Günlüğü 17- ÖRDEK

Alemlerin En Siberine Düştüm Bir Zamanlar

Yazıldığı 2008'den, henüz blog yokken ortalıktadan bile epeyi epeyi önce...

3.Bölüm


*


Bomboş bir evle yüz yüze kaldığında... Bir süre elini ayağını iş dışında ortalıktan da çekince, kendi normallerine dönene kadar konuşacak birilerini ararken, yani ihtiyaçtan keşfeder bu alemi şaşkın ördek... Üye olmadan önce; "Bu alem nasıl bir alem?" diye kurcalarken, yaş aralığı üzerinden bir arama yapmış bir sayfa profile ulaşmıştır. İçlerinden bir tanesi dikkatini çekmiş, tıklayıp profilin tamamını açmaya çalıştığında buna yetkili olmak için üye olmak gerektiği uyarısıyla karşılaşmıştır. Rumuzu çocuklukta evin kitaplığında gördüğü, aklına kazınmış çok ünlü bir klasik romanın adı olan bu profilin mesleği, kendini anlatıyor bölümü, sistemle ilgili eleştirileri, beklentileri ve zevkleri üzerinden ipuçlarını bir bir tespit ettikten sonra hedefini belirleyen kahramanımız ertesi akşam olduğunda, hemen bir profil oluşturur kendine ve o hedefe bir mesaj yazar. Mesajı oluşturup gönder dediğinde gitmemekte direnen mesajın ardından, ''Hey kardeş! O kişiyle iletişimin için önce paraları sökül bakalım!'' uyarısı gelir. O anki statüsüyle sadece göz kırpılabildiğini öğrenince; o kişinin profilinde göz kırpmalara yanıt verilmeyeceği uyarısı olduğunu da fark ettiği için onu kalbine gömüp, resimsiz bir başka profile yönelir.

Göz kırpar, bu kez göz kırpmaya yanıt gelir. Ha, bu arada sistemin kendi messenger'ı olduğunu da fark eder! Onu bilgisayarına kurup, oradan girişimlerde bulunsa da durum aynıdır. Kendisi sadece göz kırpabilmektedir. Günlük hayat, iş güç, mevsim normallerinde devam ederken, ev hayatı hâlâ ıssızdır. Bu ıssızlığı o alem meşgul etmekte, bir şekilde de doldurmaktadır.


Siberalem Bulvarı adını verdiği, online olanların yürüyüşe çıktığı bilgi bandını izlemek hoşuna gitmektedir. Bulvar kalabalık olsun diye on kadar favori eklemiştir. Bulvarda o akşam kitap rumuzlu esas kadın ile göz kırpmasına karşılık aldığı diğer kadını görünce; gurbette, yabancılık çektiği bir yerde iki tanıdıkla karşılaşmış gibi sevinmektedir. Ama! Klasik kitap rumuzlu kadın henüz ondan habersizdir. Ve kahramanımız ona hiç bir şekilde ulaşamadığından, karşılıksız bir yakınlıktır bu...

Bu arada, kendi profili göz kırptığı diğer kadında kabul görmüş olmalı ki kendisi bulvara çıktığında, o kadından mesajlar gelmektedir.

Kadın adamın oyun oynadığını, onun da alemdeki diğerleri gibi olduğunu sanmaya başlamıştır, bu cevapsızlığı karşısında.

Sitemkardır kelimeler. Adamımız, bu yanlış anlaşılmaya çaresizdir. Oradaki genele benzetilmesine içerler. Ama kendini de ifade edemez. Karşıdaki selamı sabahı keser ve konu kapanır. Bu yanlış anlaşılma üzmüştür adamımızı. Aklı, aslında dalgalı uzun saçlı kadındadır. Bir süre daha kararsız kalınca ve hayatındaki; yani zamanı tükenmiş mektubun satır aralarındaki kadın, henüz kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız halindeyken... İpin gergin olduğu ama kopmadığı, öfkeli ama sevgili oldukları süreçte; aradığı bir başka kadın, bir başka aşk değildir. O, bir kelebek aramaktadır. İlerde bir gün, bunun ne demek olduğu sorulunca kendisine, anlatmıştır kelebeğin anlamını. Ve anlamıştır da kelebek değerini...

O günlerin en sosyal olayıdır alem. Akşamların yalnızlığını doldurmaktadır. Ve bir ay üyelik satın alır şaşkın ördek, dört evvel zaman önce (ki bu bugünden bakınca yaklaşık 20 küsur yıldan bile epeyi önceye tekamül etmektedir.) Alemde biraz daha büyüyüp, aklı iyice ermeye başlayınca, beş kuruş para vermeden de bu işin yapılabileceğinin, yani karşıdaki profille iletişim kurulabileceğinin yöntemini bulur. Kadınları çok çok daha fazla etkileyen ve çok iyi sonuç alan bu yöntem hoşuna da gitmiştir. Heyecan vericidir. Eğlencelidir.

Alemin acemisidir ama gerçek hayattaki davranışlarıyla oradadır; yalansızdır, tuzaksızdır, bir ince de fırlamadır. Ve an itibariyle fazlasıyla romantiktir, duygusal bir evrededir, karışıktır ve farkındadır. Parayı bastırıp geçiş hakkını alınca; o akşam, dalgalı uzun saçlı kadına uzun, özellikle rumuzuna vurgu yapan, profili dikkatli okuduğunu ortaya koyan, hatta o profilin derinliklerini de fark eden hoş bir mesaj yazar. Bir iki gün sonra mesaja yanıt gelir, başarısına sevinir. Şunlar yazmaktadır kısaca mesajda: ''Aldığım en uzun ve bu kadar fark edildiğime şaşırdığım bir mesajdı, ilginç!''

Uzun bir birliktelik sarsıntıdayken, hatta sona gideceği kesinken, ve çok uzun yıllardır gözlerini ve duygularını bir başkasına kapatmış bir sürecin sonuna ilerlerken; öyle ortada bir ruh halinde, ilk kez dışarıdan birine, evlilikten sonra ve ayrılma aşamasındayken -an itibariyle meçhul- bir başka kadına yönelişidir de şaşkın ördeğin...

9 Nisan 2025 Çarşamba

BİR Günlüğü 16- PİLAVCI

Dün akşamüstü, hava, dolayısı ile yağmur, biz geliyoruz diyor. Soğuksa kar tadında... Al sana yaz arkası kış.

Dün yaz bugün kış.

İncecik yağmurluğumu montuma ekliyorum. Bu havaları seviyorum. Önce bir şeyler atıştırmam gerek. Fikrim ve bünye araştırma halindeler, bense soğuğun tadını çıkarıyorum. Sonuçta fikir ve bünye bir kaç seçenek içinden yeni açılan Pilavcı'da karar kılıyorlar. Bana uyar, merak da ediyordum, çünkü dışarıya yansıyan görüntüsü çok hoştu ve beni özellikle çağırıyordu.

Giriyorum kapıdan içeri,

genç, güleryüzlü ve konuşkan bir ses beni karşılıyor.

Mekân güzel düzenlenmiş, insanı boğmuyor, masa ve oturma düzenleri göze hoş geliyor. Mutfak alanı neredeyse oturma kısmıyla eşit hacimlere sahipler, kasa ve buzdolabı ile bölünmüşler,

dolayısı ile mekân insanı yormayan, aşçı dahil, tüm materyalleri görmeye olanak tanıyan, hoş, sevimli ve de kasılmayan bir görünüşte...

O kankalığa hazır da ben biraz daha tartmak istiyorum mekânı ve tavırları.

Tavuklu pilavı seçiyorum geniş menünün içinden, elbette turşu da istiyorum. Biraz sonra masama geliyor tabak, görüntü pek hoş, tavuk etleri ne güzel ki kuşbaşı doğranmış ve öyle pişirilmiş,

 küçük taneli bir pirinç pilavı,

taneler önce küçük görünse de gözüme, sonra alışıyorum. Pirinçler erimemiş, dişe gelir kıvamda... Ben önce biraz yadırgayıp eleştirmeye başlamıştım ki sonra dedim her aşçısının bir metodu vardır, oradan bak...

Baktım ve kabul ettim.

Turşular pek hoştu, aynı tabakta olmalarını da takdir ettim çünkü yerleştirme pek güzeldi. Keyifle yedim keyifle bitirdim...

Ve bir tek bile pirinç tanesi bırakmadım.

Çünkü küçükken ve biz özellikle pirinç pilavını bitirmeden kalkmaya teşebbüs ederken, babannem ve annem o kadar çocuğumuz olacağını söylerlerdi...

Elbette o yaşlarda ve bu çağlarda onca çocuğa bakmak zor.

Bir tane bile pirinç bırakmadan masadan kalktım ve kasaya yürüdüm. Tatlı kız kredi kartı silahımı çektiğimi fark etmişti... Posu uzattı ödememi yaptım. 180 TL. çok gelmedi, çünkü alıştırıldık ve hatta pilava 10 TL verdiğimiz günleri bile bir hokus pokus sonucunda unuttuk, unutturulduk.

Aşçıya ve genç kadına ve güleryüzlü genç adama teşekkür ettim, ve tam gidiyordum ki genç adamın elini uzattığını fark ettim, tokalaştık ve iyi akşamlar dileyip dışarı çıktım.

Gökyüzü hâlâ minik damlalar gönderiyordu bana...

Sanki bir mesajdı bu...

Bense enn sevdiğim kadını düşünüyordum, nedense hâlâ siyah elbisesiyle görüyordum O'nu...

Eve yaklaşmıştım,

o sırada fikrimden bir müdahale geldi. Beni Afiyet'e yönlendirmek istiyordu.

Saate baktım, gün henüz erkendi. Evin önünden geçtim, yürümeye devam ettim. Şimdi Afiyet'teyim,

yağmur hâlâ ıslatıcı değil.

Bir sup söyledim,

iki tane de elmalı minik rulo.


İkisi de çok güzeldi,

şekersiz, bir fincan çayla tadını çıkardım.

Yağmur hızlanmıştı, yağmurluğumun başlığını kafama geçirip boğaz kısmını da sıktım. Hoplaya zıplaya, keyfimle muhabbet ederek eve varmıştım ki midyecinin açamadığı büyük şemsiye ile uğraştığını gördüm,

selamlaştık,

şemsiyeye el attım ve birlikte lastiğin içindeki yuvasına oturttuk,

O teşekkür etti ben de iyi akşamlar ve hayırlı işler diledim.

Eve varmıştım,

kapıdan içeri girip yağmurluğu çıkardım ve astım,

çalışma masama geçip bilgisayarı açtım.

Enn sevdiğim kadını arasam diye düşünürken saate baktım, burnumda tütüyordu ki telefon çaldı.

Elbette O, enn sevdiğim...

Şahane konuştuk, şahane güldük

Rusça öğrenmeye karar vermiş,

Rusça dinlemeye bayılacağıma eminim...

Ve ben O'nun iflah olmaz hayranıydım, konuşma süresi boyunca O'na,

bir kaç kez daha bayıldım.


4 Nisan 2025 Cuma

BİR Günlüğü 15- SEMİH

Yıl 1980 öncesi... Mahallede top oynuyoruz, futbol; sokak arasında. Bazen de etrafımızdaki okullardan birinin bahçesindeki potalarda basketbol.

Cıvıl cıvıl çocuklarız.

Çok da gözükara...


Bizim apartmanın çatısına çıkıyor, enfes bir deniz manzarasını karşımıza alıyor, mehtaba şarkılar söylüyor, deniz esintili sohbetler ediyoruz.

Mevsimlerden yaz...

Fuar ışıl ışıl.


Ön tarafımızdaki yazlık sinemanın perdesini bizim çatıdan bütünüyle görebiliyoruz.

Vesselam keyifli çocuklarız...

Eylemci aynı zamanda...


Asılmış sinema afişlerini minik bir operasyonla asıldıkları panolardan geç vakit indiriyor, koleksiyonumuza ekliyor, yerlerine bizim afişleri asıyoruz. Bazı akşamlar fırını gözlüyor, gecenin yarısında çıkan sıcacık ekmeklerden alıyor, aralarına evden getirdiğimiz miss gibi tereyağlarını gömüyor ve çatımızın sunduğu enfes manzaralara yaslanarak, neşeli cümleler eşliğinde -birasız olmaz- zevkle ve evlerden gizlice götürüyoruz; diş fırçalarımız ve diş macunlarımız yanımızda!

Kız arkadaşlarımız var, futbol bile oynadığımız... yakın zamanda adını andığım tatlı kız da.

Vesselam keyifli bir mahallenin, şık bir caddenin keyifli çocuklarıyız.

Anket defterlerinin biri geliyor, biri gidiyor. Her şey çok güzel...

derken.

Günlerden bir gün Ünye'ye gitmekte olan bir minibüs durduruluyor. Arkadaşlarımızın en sakini, dört ablanın küçük kardeşi Semih silahlı askerleri görünce panikliyor...

O bir çocuk, biz gibi.

Ve minibüsten indirilen başka insanlara uyarak tarlaya doğru kaçıyor.

Askerler Semih'i kıskıvrak yakalıyorlar. O bir çocuk, 16'sında ya var ya yok... Biz gibi.

Korkudan ölüyor, ulaşabileceği kimse yok, bir temiz dayak atıyorlar, dipçikler insafsız, ağzından laf almaya çalışıyorlar, O sanki bir terörist; oysa bir çocuk. Konuşacak bir şeyi olsa konuşacak da... nasıl anlatacak Fidel'i Marx'ı, Lenin'i, Che'yi falan...

Sonra haber bir şekilde ulaşıyor, aileyle birlikte gidip alıyoruz Semih'i, pamuklara sarıyoruz.

Ve sonrasında bir ürkek Semih oluyor bu neşeli çocuk.

Aradan yıllar geçiyor, hepimizin askerlik vakti geliyor. Buraneros adlı genç askere gidiyor, arkası sağlam; çünkü bölüğüne amcasının ulaştığı, duruma anlayışlı, çok yetkili bir şahıs sayesinde yakına geliyor.

Oysa birliğini çok sevmişti ve eğitimli bir tank şöförüydü. Leopar'ların ilk sürücülerindendi... Ankara Mamak bu özel askerlerin eviydi artık... Lakin baba öldü haberi geldiğinde, gecenin bir yarısındayken, Buraneros gözyaşları içinde tankıyla vedalaşıyor.

Ve sonrasında Genelkurmay'dan çok tepede bir general ile amcanın görüşmesi sonucunda, özel izinle şehrine yakın bir birliğe geliyor.

Görev yerinden şehrine sıklıkla gidebiliyordu artık; Semih'le ilgileniyordu, diğer arkadaşları ile birlikte... Uykudan sıçramaları azalmaya başlamıştı Semih'in, sonra da yüzü gülmeye...

O gencecik kalpler başarmıştı, arkadaşlarını geri döndürmeyi...

Günlerden bir gün, karargâh katında nöbetteyken, kozmik bilgiler önündeyken, teleks çalışmaya başladı. Buraneros çıktıyı alırken duvarda asılı listeyi fark etti. Daha önce de yazmıştı, listedekilerin neredeyse tamamı liseden arkadaşlarıydı. Yeni mekânları işkencehanelerdi.

Semih sonrasında pek ayar tutmadı. Bazen normal Semih oluyor, sonra dalıp gidiyor ve bir sıçramayla da geri dönüyordu. Listenin başında Altan vardı, can arkadaşım; bir altında Raşit, can arkadaşım ve diğerleri.

Ben neredeydim şimdi. Sıkıyönetim savcılarının şoförleri olarak yanlarında...

Biri daha önceki yazılarımda da söz ettiğim gibi çok şeker bir savcı, ideolojik anlamda bir tavrı olmayan, temiz yüzlü, dürüst.

Diğeri tam anlamıyla faşist.

Kime düşmek istersin dense ve elimde olsa herkesi şeker savcıya yönlendirirdim kesin...

Burada bir kez daha devre kessem iyi olacak sanki...

Semih ufak tefek hasarlar da olsa, desteklerimizle birlikte yolunu buluyordu yavaş yavaş ve bayağı zorlayıcı ve uzun bir sürecin sonunda yine şen çocuklar olarak bir araya gelebilmiştik.

O kara günlere biralar açarak, o günleri, işkenceleri anlatarak güle oynaya uğruyoruz ara sıra.

Bize kulak kesilenlere de havamızı atmaktan geri durmuyoruz.

Ne olursa olsun acıya bal eylemek mümkünmüş!

Ülke tarihindeki yeri çok özel bir dönemden kesitler yazmak,

tanıklıklar ve anılar biriktirmiş olmak,

insana acılardan kaçış olarak pek de havalı gelebiliyormuş!

31 Mart 2025 Pazartesi

BİR Günlüğü 14- ENN


Sevdiğim Kadın,

dün telefon açtın ya bana...

Yine ayaklarım yerden kesildi.

Ses kulağımın dibine geldi,

ben de oraya...



Kenara çekildim sonra...



Etrafını saran çocuklardaki coşkuyu izledim.



Biliyor musun, oradaki mezarlığı severim ben,


daha önce de söylemişimdir,
muhtemelen.



Onun yamaca yaslanmış, ağaçlar arasına saklanmış haline,

bayılırım ben.


Ve elbete dağın tepesindeki bir gözeden çıkıp kasabanın orta yerinden yokuş aşağı tam gaz akan çağıl çağıl suyla ayak üstü sohbetlerimize de...



Ahşap köprüleri asla unutmam.



Birden düşündüm;

babadan devir mesleğin bana kazandırdıklarını...



Ben yeni yetme bir delikanlıyken,

ve iş peşinde koşarken,

mesela bir yaz gününde okullar tatilken,

yan yana geçmiş olmamız da muhtemel.



Sen yaz tatili için gelmiş bir kız çocuğu,

ben de yeni yetme bir delikanlıyken...



İki gündür zihnimde sen,
gözlerimdense bir film akıyor...
Her şey canlı...

 

günlük işlere dokunabiliyorum,

mesela bu yazıyı akordsuz yazabiliyorum,

ve garip bir şey var,

ben yine de seni siyah, parlak,

etek boyu dizlerinde elbisenle;



traktörün sürücü koltuğundan -bana-

gülerken, görüyorum.




Çocukların senle paylaştıkları anı kıskanıyorum,

gülüşlerine ve koşuşturmalarına, ölüyorum.



Ne çelişkiler içeren bir durum değil mi?



Kumrular tepemde, ben uzakta ve denize dalgınken,

kendimi yakalıyorum.



Bazen kendimi yazmaya başlamışken buluyorum.

Akan cümlelere şaşırıyorum.

 

Şimdi bir şarkı seçmeliyim, sözü olmayan.


O müzik seni anlatmalı bana...



Becerebilecek miyim hayal ettiğimi...



bilmiyorum.

İnadımsa elinden geleni ardına koymuyor,

biliyorum.

Ve bir kez daha altını çizmek istiyorum ki,

sen aradığındaki telefon konuşmamıza,

bayılmıştım,


bayıldımmm.


Velhasıl anladım ki ben...

yani ben...

ben yani...

seni gerçekten,

yürekten,

ama çok yürekten,


seviyorum.



29 Mart 2025 Cumartesi

BİR Günlüğü 13- BİRA

Dünkü yazı bir sürü an, anı ve manzara sunuyor bana...

Musluğu bozuk, dağ başındaki bir çeşmeden akarcasına kelimeler dolaşıyor zihnimde...


Ne kadar çok hikâye biriktirmiş olduğumu düşünürken,
zamanı istediğim anlara geri sarsam istiyorum.



Ve ömür diliyorum hayattan.



Çok değil,



varsa kalbini kırdıklarım,

onarmak istiyorum.




Hayatıma dokunmuş her avuca,
özel cümleler bırakmak istiyorum...



Bir koşu gidip bira alıyorum...

Ve bir paket yoğurtlu ve mevsim yeşillikli patates cips...

Ve Nazan Öncel'e başvuruyorum.



Sözleri iyi geliyor...



.

28 Mart 2025 Cuma

BİR Günlüğü 12- DÖKÜLMECE

Yıllar yıllar önceki bir sürece dair... Yıllar yıllar önce yazılmış... Ama gün yüzünü şimdi görmüş bir yazı...

**


Yaa, senin anlatım dilinin özel bir tadı var. Seni ilk tanıdığım günden beri bu tadı alıyorum, hissediyorum ama bir türlü tarif de edemiyorum...

Nahif, hüzün benzeri alışageldik ve tek sözcüklerle tanımlamak güç.

Bir gün bu dilin verdiği tadı, hissiyatı tarif edebilecek sözcükleri bulup cümleleri kurabilirsem; sanırım o zaman oturup derin tasvirleri olan bir roman da yazabilirim.

Güzeldi yani,

şansı kenara bırakıp ihtimalin tadını bilen ve seven biri için...

Sabah kurmayı düşündüğüm bir oyun ile bu yazının genel-anlamına gün boyu güldüğümü de belirtmeliyim.




Güzel sorular... da!

Şu meseledeki gibi sanki cevapları da:


Aynı kelimenin farklı karakterlerde ya da aynı karakterin farklı ruh hallerinde farklı anlamlar yüklenebilmesi hali...

Nüansları görmek lazım, doğru cevaplar için.

İyi bir sohbetin çok lezzetli bir konusu olabilir ama!

Not alim




de... kaç şişe şarap gerekir ki acep?

Düşünmeye değer.

Şişe sayısını yani...

Filmi izlemediğim için oradaki durum üzerine edecek bir lafım yok,



Çekilebilirim.



"Yenilmek," "daha iyi yenilmek," benzeri ifadeleri senden öğrendiğimi itiraf etmeliyim, çünkü en sıklıkla senin yazılarının içinde rastladım.

Aynı kelimenin farklı hallerdeki farklı anlamlarını öğrendiğim günden beri kastettiğini en iyi anladığım ifade edişlerden biri oldu bu,

teşekkürler.

Bir de  bir yoruma bıraktığım cümledeki gibi olmalı sanırım,

yaşamda zenginleşmenin doğru yolu...

Cevabın ancak yaşarken ve yaşatırken verilebileceği, hatta belki o zaman bile eksik kalacağı soru halleri olsa gerek bunlar,

öyle değil mi?





Şöyle demişti çocuk: "Yaşamayıp da pişman olacağıma, yaşayıp da pişman olayım," ki ben kastedilen pişmanlığı da genel tanımının ötesinde bir anlam ile olumlayarak alıyorum.

Amma yazdım yahu...

Sıksam suyunu çıkarırdım sanki.




Günün sözüydü benim için; yaşamayıp da pişman olacağıma, yaşayıp da pişman olayım, cümlen...

ve elbette buradaki "pişmanlık" kelimesinin genel tanımının ötesindeki anlamını biliyorum.

Sağolasın.



Şarap şişesi ve kelime sayısı birbiriyle yarışa girer sanki,

gibi geldi bana ve bitmez bu sohbet...


ama yine de edilmeden bilinmez tabii.

26 Mart 2025 Çarşamba

BİR Günlüğü 11- MERTLİK

Yıl 1977 ya da 1978, sınıftayken ve dersteyken bir haber geliyor,

Demirel başbakan.

Alpaslan Türkeş uçakla gelmiş,

parti otobüsü ile de Çiftlik Caddesi'nden geçecekmiş...



Bu iki lider hakkında binlerce olumsuz cümle kurabilirim!

Ama!


Birisine bakınca da "zemzem suyuyla" yıkanmışlardı demekten kendimi alamıyorum!



Çiftlik, "kurtarılmış" bölgemizin ve şehrin en önemli ve en popüler caddesi.



Sınıf boşalıyor,

diğer sınıflar da bir araya gelince caddeye çıkıp asfalta yatıyoruz.



Otobüs D.S.İ tarafından geliyor ve Çiftlik'ten geçecek.

Mecburen duruyor.



Polisler bizi asfalttan kazımaya niyetli,

bizse asfalta yapışmış durumdayız;



asfaltla birlikte kazınabilirsek ne âlâ.

Otobüs anons yapıyor,

bizde tık yok. Ve sonuçta caddeye girmiyorlar, polisler çekiliyor ve üst yollara doğru çıkıyorlar.


Zafer bizim!



Önceki gün traş olurken, berberdeki genç çocuklarla gündemi konuşuyoruz. Geçmişi anlatıyorum. O günün önemli yanı benim açımdan o otobüsün caddeye girmek konusunda ısrarlı olmaması, ve Alpaslan Türkeş'in itidalli davranmasının yanı sıra anlayış göstermiş olması.

Elbette o yaşta ve o olay anında böyle düşünmüyorum. Bir zafer kazandık diye değerlendiriyorum.

Ve sohbette olduğumuz çocuklara bunun altını çizerek diyorum ki:

Bir de şimdiki adama bakın.

Ve bir kaç gündür yaşananlara...



O yıllarda miting konusunda rahatlıkla izin talep edebiliyorduk,

ve o izinler veriliyordu.

İstasyon Mahallesi'nden başlayan ve Cumhuriyet Meydanı'na ulaşan bir güzergâh ayrılıyor, bütün fraksiyonlar oluşturduğumuz kortejle meydana kadar yürüyor, yol boyu ve orada istediğimiz sloganları atıp marşlar söylüyor, konuşmalar yapıyor;

sonra da yine topluca mahallerimize ulaşıyorduk.



Ve eminim ki şu an eğitim sisteminin içine edenler, o kuşağın kültür ve bilinç düzeyinin kenarından bile geçemezdi!

Diyorum...


*Fotoğraf, Enn Sevdiğim Kadın tarafından çekilmiştir.

24 Mart 2025 Pazartesi

BİR Günlüğü 10- PENFRIEND

*...



Mina rakastan sinua,* diyor bir gün. Uçuyorum fakat bir yandan da dilin Orta Asya Türkçesi ile benzerliğini düşünüyorum. Dünyamdaki bir numaralı kız oluyor Anne. Ne hayaller kuruyorum. O günün koşullarında tek iletişim olanağımız gitmesi ve yanıtın gelmesi toplamda neredeyse 30 günü bulan mektuplar. Ama okul dönüşlerimde apartmanın bize ait posta kutusundaki, günlerce yokladığım o renkli zarfı görmenin tadına da paha biçemem. Yüzüm ışıldıyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor, sanki asansör gitmiyor sanıyorum. Kapıdan girişim, defterleri kitapları bırakışımdaki hız anlatılamaz. Tüm ayrık otlarımdan kurtuluyor, kolamı alıyor, yanına da mutlaka tatlı bir şey buluyorum. Yaşamımın en güzel halleri hanesinden bir ritüel bu. Avrupa ile erişilmez bir bağ! Sanki mektubu okumuyor, Anne ile yan yana kucak kucağa sohbet ediyorum, neredeyse kokusunu duyuyorum. Hatta bir yaz o İrlanda'ya dil okuluna gitmeyi düşünüyor, ben İngiltere'yi düşünüyordum ancak o yılların koşullarında, döviz çıkarma miktarlarına koyulan sınırlar yüzünden ben gidemiyorum. O bana İrlanda Cork'tan mektuplar atıyor...


Cümlelerini de içeren uzunca bir yazı yazıyorum, başlığı Pen Friend'lik Müessesi olan... Yazı elbette geçmişte yaşanmış pek çok şeyi de tetikliyor. Üzeri çizilmiş pek çok an var. Ve bunların hepsi, babanın çok çok erken ölümüyle birlikte, sadece hayallerde yaşıyor.

Sonra günlerden yakın bir zamanda bir gün sevgili blog arkadaşımız Şule ve sevgili eşi Finlandiya'ya gidiyorlar. Ve Şule bunu blogunda yazıyor. Aslında hayat bu yazıyı okumamla birlikte önüme bir fırsat da bırakıyor.

Henüz liseliyken ve sık mektuplaştığımız, birbirimize müzik kasetleri, plaklar yolladığımız 16'lık yaş sürecinde, İrlanda Cork'daki bir yaz okulunda Anne ile buluşmayı hayal ediyorum, bunu Anne ile yazışıyoruz.

Benim bir korkum var, babamın erken öleceği hissi bu... Bu nedenle içgüdülerim beni sürekli kararlarımdan geri döndürüyor. Anne bana sürekli yazıyor, ben bir süre sonra arkası olamayacağı için bu enfes arkadaşlığın... ve kafamdaki karmaşalar ve okulla ilişkilerim yüzünden; yazmayı bırakıyorum. Bir kaç mektup daha yazdıktan sonra benim nedensizliğim ve sessizliğim yüzünden o da bırakıyor.

Ve yaş yerini bulunca da kurduğum bütün planlarımı hayata geçirebilmek için askerliği aradan çıkarmaya karar veriyorum.

Ve kader bir kez daha bana o hayallerin hepsini çöpe at diyor,

çünkü henüz askerliği aradan çıkaramamışken ve 20 günlük taze bir askerken babam ölüyor.

Sonra...

Elbette yıllar yıllar sonra,

ve çok yakın bir zamanda, yani sevgili Şule ve sevgili eşinin Finlandiya'ya gittikleri ve yazısında bahsettiği zamanda, o üniversitenin sitesini tıklıyorum; bir de ne göreyim, Anne o üniversitede profesör,

aynı soyadı taşıyor.

Ve hâlâ çookkkk güzel bir kadın ve geçmişte yaşanmış enfes bir sürecin karakteri olarak,

beni sıcacık bir gülücükle başbaşa bırakıyor.

Lakin çok sayıda aynı ad soyadla karşılaşıyorum, bu da bende bir tereddüt oluşturuyor. Fakat fotoğraf da ısrarla O benim diyor. Şimdi bendeki fotoğrafını arayıp bulmam, artık elde olan fotoğrafla birlikte bunu bir kaç kişiye onaylatmam,

ve bu defteri de kapatmam gerekiyor.

Ve belki de Enn Sevdiğim Kadın'la ikimizi, pandemi öncesi planladığımız ama pandemiyle birlikte iptal etmek zorunda kaldığımız, trenle İskandinavya turu ve belki de bir penfriend ziyareti bekliyor!


*Seni seviyorum'un Fincesi

22 Mart 2025 Cumartesi

BİR Günlüğü 8- EKONOMİ

Benimki biraz da gökyüzüne bakarak ıslık çalmak! Oysa içimden neler geçiyor...



2023 yılı Temmuz'unda şöyle yazmışım:

Uzun zamandır, balık halinin de içinde bulunduğu güzel ve sakin parkın ıssız ve hoş bir yerine konuşlanmış, özellikle kareli mavi masa örtüleri ve mimari yapısı ile dikkatimi çeken Balık Evi'ne gitmeye karar veriyorum; ve ne var bizim Paribu Cineverse Piazza'da diyerek de internet sitesine giriyorum.

Mutluluk tavan çünkü bana göre uzun bir aradan sonra,

aslında bir kaç ay,

bingo!

Pırıl pırıl bir Başka Sinema filmi vizyonda; salon 6 ve koltuğum D-3 ile hasrete son. Lakin fiyat da 70'TL'ye gelmiş. Kaçınılmaz olarak bir tereddüt yaratıyor önce, sonra nelere alışmadık, alıştırılmadık ki diyerek ve ona hayat da bir tane mottosunu ekleyerek ve "Filmi sinemada izlemek, salonun kokusunu hissetmek de pek hoş be!" çığırtkanlığı ile, kendimi trende buluyorum.

Bu arada Başka Sinema, filmlerindeki fiyatı artırsa da sektörün diğer paydaşlarının fiyatlarının 135.00 TL olduğunu görüyor, daha bir kaç ay önce, Eylül 2022'de izlediğim film sonrası yazdığım yazıdaki 44. TL'ye varan fiyata çüşş demişken, aynı kategoride fiyatın 135.00 TL'ye varması ile 44 TL'nin zaman aşımıyla nasıl da masumlaştığını fark edip, bir yandan da zorunlu olarak yaptığı artışa rağmen hâlâ seyirci dostu konumunu koruyan Başka Sinema'ya şefkatlerimi gönderiyor,

ve ülkemizin -diplomasız- baş ekonomistine de ne desem bilmiyorum.

Diye yazmışım,

bugün merak ettim biletlerde son durum nedir diye...

2025 itibariyle 250.00 TL'cik olmuş!



O halde,

Dinleyelim bakalım Timur Selçuk yıllar yıllar önceki efsane şarkısında neler söylemiş!




15 Mart 2025 Cumartesi

BİR Günlüğü 7- TUTKU

Oktay Mithat Paşa Kız Lisesi'nin erkek öğrenci almaya başlayan orta kısmından sınıf arkadaşım. Ele avuca sığmayanlar ekibinden... Ben Şanlı Lisem 19 Mayıs'a devam ederken, O Sanat Lisesi'ne devam ediyordu. Sonrasında ise Polis olmayı seçmiş olduğu ve artık İstanbul'da yaşadığını öğrenmiştim. Uzun yıllar görüşemedik, oysa İstanbul/Aksaray Emniyet Müdürlüğü'nde görevliymiş ki iş için İstanbul'a gittiğimde Aksaray'daki dayımların mağazasına uğrar, kuzenlerle de epeyi laflardık. Sonra onun emekli olduktan sonra bir yurt dışı hikâyesi var. Velhasıl aradan uzun yıllar geçtikten sonra, yabancı uyruklu sevgilisi de ölünce, ülkeye geri dönüş yapmış ve arkadaşlığımız kaldığı yerden devam eder olmuştu.

Şu aralar arabasına aşık, bir de bisikletine.


Heveslisi çok, poz poz fotoğraf çekiyor, gelen geçen. Önünde duran, poz verip çektiren insan sayısı bol. Sosyal medyada epey popüler olmuş. Dedim fotoğrafları parayla çektir, dedi ki yoh yoh.


O zaman dedim, hazır temizlenip parlamışken BMW, ben fotoğrafları çekip blogumda yayınlayayım. Ama demedim biz BMW'ye doğduk diye. Özellikle radarla olan maceralarımız dilimin ucuna gelse de...

Geçti o gözükara yıllar oldu mazi, deyip sustum.


Arabasına şiddetli bir tutku ile aşık arkadaşımın sosyal mecralarda yayınlanan BMW'sinin fotoğraflarının tadını çıkarışını dinledim zevkle. Sonra araba pırıl pırıl haliyle aynı yerinde kaldı, o bisikletiyle devam etti, ben de yürümeye devam. Evin önünden geçerken fikrim değişti, yolu uzattım, derken benden önce bisikleti ile yola çıkan Oktay'la tekrar karşılaştım. Deniz Kızı Kafe'nin karşısındaki parkta oturuyordu. Migros'a koştum, soğuk içecekler ve kuru pastalar aldım. Anılara ve memleket hallerine bir girdik, kolaylıkla çıkamadık.


14 Mart 2025 Cuma

BİR Günlüğü 6- SEVMEK

Mezarlığın önünden geçerken öğretmenimizin mezarını ziyaret edip etmediğini soruyorum kardeşime ki mezarı bizim ailenin mezarlığına yakın.

Sonra öğretmenimizin kıymeti üzerine konuşmaya başlıyoruz.

Ölmeden bir süre önce sınıf arkadaşlarımla birlikte evinde ziyaret ettiğimizde o yardımcısı tarafından odasında hazırlanmıştı. Salona girdiği anda günaydın diyerek bizi ayağa dikmiş, sağol dedikten sonra da mini mini birler halini alarak, şahane sohbet etmiştik.

O gün vasiyet etmişti; cenazeme gelin, diye.

Gülseren Kaya: Hayatıma derin izler bırakan, nikahıma dahi gelerek beni mutlu eden, kıymetli ve enn sevdiğim kadınlardan biri!*


Ben ilkokulu bitirince kardeşim başlamıştı, dolayısı ile ikimiz aynı öğretmenin öğrencileriyiz.

 Kadınlı erkekli ziyaretimizde, 

sıradan bir giyimle öğrencilerinin yanına geçmeyi düşünmemişti.

Onu her zamanki saç modeliyle ve gülen yüzle görmek hepimize iyi gelmişti.

 

Sonrası muhteşem bir sohbetti. Cenazeme gelin demişti. Biz öğretmenimizin ölecek olmasını zihnimizden silmiştik. O gün mini mini birler olarak girdiğimiz evden de yetişkin insanlar olarak çıkmamıştık. Onun yüzündeki "Sizinle hep gurur duydum çocuklar," ifadesi muhteşemdi.

Biz öğretmenimize ölümü yakıştırmasak da O, o gün vasiyet etmişti...

Gülseren Kaya hayatıma derin izler bırakan, nikahıma dahi gelerek beni mutlu eden, kıymetli ve enn sevdiğim kadınlardan biridir!

Evet aile büyüklerim açısından da şanslıydım; giriş katı bir kiralık evde ve kenardan bir mahallede 8 nüfus yaşıyorduk ama evdeki kültür düzeyi tepelerdeydi; bu şanstı ve zihinsel olarak çok iyi beslenmemizi sağladı.

Annemin öğretmen olarak Gülseren Kaya'yı seçmesi olağanüstü bir güzellikti biz için. Kitap okuyan, hayata soldan bakan büyüklerimizin katkısı ile birlikte nitelikli bir öğretmenin elinde yetişmemiz; yaşamımızın sonrası için de kesintisiz bir devrim oldu, hepimiz için.

Sonrasında yaşamı ilmek ilmek ördük ailece. Önce bir apartmandan daire aldık ki bu bir anlamda sınıfsal bir sıçramaydı da...

Sonra yürüdük gittik.

Taa ki ben 20 yaşımda ve henüz acemi birliğinde askerkene kadar... Çünkü baba öldü.

Artık sorumluluk bendeydi. Küçük kardeş Lise bir ilk yarıda okulu bıraktı, mağazaya geçti ki yaş 15.

Müdür muavini ve öğretmeni Pembe Hanım çırpındı bırakmasın diye ki o öğretmenin yeri de çok özeldir biz için.

Şimdi halamdan sonraki en büyük benim. Bir sürü kuzenim var. Ama aileden ve öğretmenimizden aldıklarımız hâlâ bizi bir arada tutuyor; Kahraman dedem ki demiryolu aşkımın sebebidir ve babıda'nın, - minikken dilimin o kadar döndüğü, anlamı babanne olan bir deyiş- kurdukları düzen, aşıladıkları sevgi nesillerdir kazaya uğramıyor.

Şu an  halam 1 numarada bense 2...

Bu bağlanmışlık nedeniyle ve her zaman etrafı kıskandıracak ölçüdeki sevgilerimizle,  iyi ki bu geniş ailenin çocuğuyuz der, bundan gurur duyar, içimizden de asla bir kötü çıkarmayız...

  

11 Mart 2025 Salı

BİR Günlüğü 5- MUTLULUK

Adeta bir yaz günü. Güneş pırıl pırıl. Fotoğraf makinem sırt çantamda.

Evden çıkıyorum. Deniz beni çağırıyor,

özlemiş.

Oysa bütün gün birbirimize bakıyoruz. O çalışma masasındaki beni görüyor, ben de masamda çalışırken onu.

Uzun bir yürüyüş planlıyorum. Sahil boyu martılar. Bir başka denizde bu kadar var mıdırlar?

Şüpheliyim.

Ve insanımız...

Şahaneler, onları beslemekten büyük keyif alıyorlar.

Ve çocuklar...

Diğer canlıları da beslemek konusunda aileden aldıkları eğitimin hakkını veriyorlar.

Ve elbette bizim Disko. Mahallemizin yakışıklısı. Yine denizin içinde ve bir oraya bir buraya koşup duruyor.

Önümde yürüyen iki genç kız.

Hayata meydan okuyorlar... Lakin bir tanesi beni de ayar ediyor.

İki genci durduyor.

Mini etek eyvallah.

Göğüsleri açık eden bluz, eyvallah.

Ama o sigara ne... Neyin meydan okuması bu.

Kesinlikle tutucu bir insan değilim, kıyafetine saygım sonsuz,

lakin beni bile ayar eden bu şımarıklığa, Ramazan günü ne gerek var?

Biraz saygı...

Bi kenarda otursan bir kaç dakika, içsen sigaranı, sonra kalksan ve arkadaşınla devam etseniz yola...

N'olur?


Bu kadar martı başka bir denizde var mıdır, emin değilim. İyi beslendikleri kesin ki daha önce fotoğraflarla sunmuştum sofralarını ve keyiflerini... Yine kalabalığız, yine coşkulu...

Kadrajıma bir aile giriyor. Ailece martıları besliyorlar. Ağaçlar yaşken eğiliyor ve bizim sahilde bu eğitim sürekli devam ediyor.

Dikkat çekici bir sahiplenme ve dikkat çekici bir paylaşım;

diğer canlılarla.

Oyun parkı cıvıl cıvıl, kuş seslerinin yanı sıra çocuk sesleri, gülen insan yüzleri... Kimin sıkıntısı var anlaşılmıyor bile...

Bu, denizin iyileştirici etkisi. Mesela şu abi. Az önce yanımdan geçen. Kafasında binbir problem. Etrafla pek ilgisi yok. Kendi dünyasında... Ama ortam ona çözüm yolunda taşlar döşüyor.

Şu banktaki gitar çalan genç.

Onun bir vakti var. Havanın yağmadığı her zaman, ki yaz kış fark etmiyor.

O bankta...

Denize karşı enfes şarkılar söylüyor. İstekleri kabul ediyor. Gözü aç değil.

Ruhu da...

Ama çocuklar... Oyun parkındakiler de, denizin kıyısındakiler de, hayata dokunmayı öğreniyorlar.

Hayvanların da insan olduklarını biliyorlar.


Uzunca yürüyor, evden uzaklaşıyorum ve Oktay ile rastlaşıyorum. Benim ortaokul arkadaşım. Bisikletle dolaşıyor. Ve bir arabası var. Eminim ki kız arkadaşını o kadar sevmiyor.

BMW'si çok enteresan; renk yeşil, özel boya... Ama rastgelinecek yeşillerden değil ve metalik.

Turuncu ile ortaklar.

Nikel çamurluk ağızları ayna gibi.

Evi yukarıda olmasına rağmen BMW her zaman sahilde ve aynı yerde. Gelen geçen onunla fotoğraf çekiyor.

Bir dahaki yazılarımdan birinde BMW'nin fotoğrafı söz.

Hatta ona diyorum ki fotoğraf çektirenlerden para al.

Kabul etmiyor. Kendisi emekli polis.

Banklarda sohbete devamken biz...

Bisiklet yolundan bir kadın sesi geliyor.

O halde bana eyvallah,

10 Mart 2025 Pazartesi

BİR Günlüğü 4- KADER



10- 11 Eylül 1980 günleri, 19 sonu-20 başlarındaki iki genç Marmaris'tedirler, Kuşadası'ndan çıkarken rastlaştıkları bir doktor çiftin çocukları da onlarla takılmaya başlamıştır, oradan beri. Ve aileyle Bodrum'dan beri aynı mekânlarda konaklamaktadırlar ama gençler gecelere aktıkları için o çocuk da onlarla gelmektedir. Çocuk dediğimiz de 16-17 yaşlarındadır.

Bu ekip 10 Eylül günü her gittikleri yerde yaptıkları gibi barlar sokağının bir başından girip, hiçbir barın hatırı kalmasın diyerek öte baştan çıkmaktadırlar. Ama o gün bir barda takılı kalırlar. Barın arkasındaki kadın çok güzeldir. İsveçlidir ve bir Türkle evlidir. Garip bir şekilde de bu satırların yazarının İsveçli Penfriend'ine benzemektedir. Çok ahbap olurlar, iyi çocuklardır ve kolay iletişim kurabilmektedirler.

11 Eylül

Kadına bir hediye alıp o gece sadece o bara giderler, barda çalışan ODTÜ'lü bir genç de vardır. Onu da ihmal etmezler.  İçmeler mevkinde bir diskotek görmüşlerdir ve oraya gitmeye çoktan karar vermişlerdir. Bir süre sonra bu isteklerini bardaki kadınla paylaşırlar; Christina oraya gittiklerinde kendi adını vermelerini söyler.  Vedalaşıp giderler ve ne tesadüftür ki diskoya girdikleri anda  Another Brick In The Wall çalmaktadır; pistte yukarıdan aşağıya bembeyaz, tek parça pantolon bluz giymiş siyahi bir genç adam, tek başına dans etmektedir. Şu tepelerdeki mor lambaların yeni çıktığı, buralarda henüz olmadığı zamanlardır. Nefis bir mekânda nefis gece yaşamışlardır.

Bu lezzetle Marmaris'e dönerler ve bir işkembeciye girerler. Çıktıklarında arabanın başında biri epey iri yarı iki genç adam durmaktadır. Enn arkadaşı Buraneros'a döner der ki: "Olum seni burada da buldular." Buraneros da der ki "Yapılacak bir şey yok, soldaki benim." Aslında şakalaşıyorlardır. Ve zaten onlar da oraya çalışmaya gelmiş Termeli çocuklardır. 55 plakalı arabayı görünce hasret gidermek için beklemişlerdir.

Gelinir ve yatılır.

12 Eylül

Sabah askeri bir cip sokağa çıkma yasağı dahil pek çok yasağı bildiren anonslarla geçmektedir; hemen denizin dibindeki toprak yoldan. Buraneros dışarı çıkar arabanın radyosunu açar ve darbe olduğunu, ikinci bir emre kadar bulundukları yeri terk edemeyeceklerini, içki satışının yasak olduğunu öğrenir. Kaldıkları yere döner ve en arkadaşına "ihtilal olmuş," der. Sizinkiler mi yapmış' dır gelen cevap.

O gün için planları daha aşağı doğru inmek, Mersin'den de Kıbrıs'a geçmektir. Ama anlaşılmıştır ki tatil bitmiştir.

Gün içi dışarı çıkamayan çocuklar kağıt oynamaya karar verirler. Yan tarafta kalan iki kızı fark etmişlerdir aslında; ama zaten onlar erkenden çıkıp gece geç vakitte dönmekte oldukları için, o ana kadar kızların bir önemi olmamıştır onlar için.

Bu kez mecburen kızlarla konuşma ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu türden işlerin sorumlusu da Buraneros'tur. Kızlara yanaşır oyun kağıtları olup olmadığını sorar. Olmadığını söylerler ama yandaki bir evi tarif ederler. İhtiyaç duyduklarında oradan almaktadır onlar da...Buraneros gider ve o evden kağıtları rica eder. Kağıtlarla döner. İki kişilerdir ve üçüncü zaten "küçüktür",  kızlar da iki kişidir zaten. Buraneros kızlara "Birlikte oynayalım mı?" teklifini yapmak üzere dışarı çıktığında kız sayısının üç olduğunu görür. Yine teklifini yapar ve kızlar da kabul ederler. Buraneros Berrak'la, en arkadaşı da Leyla ile eş olur ve pişti oynamaya başlarlar. Laflar lafları açar, oyun biter sohbet başlar.

Leyla Berlin Üniversitesi'nde okumakta olan bir  kızdır ve Kürttür. Berrak oraya babasıyla gelmiştir. Orada tanışmışlardır. Maria ki Ria diye kısaltılmıştır adı, Leyla'nın üniversiteden arkadaşıdır. O gün Buraneros'la Berrak arasında İstanbul'da buluşmanın planları da yapılmıştır; özellikle o günlerde popüler olan bir mekâna gitmek için... Ve Berrak'ın dahili numarası 55'dir.  Amerika'dan yeni dönmüştür ve önemli bir şirkette çalışmaktadır.

Kızlar ortak kullanılan dolaptaki şarapları fark etmiş ve kendi aralarında "A aa biri şarap alabilmiş," diye konuşmuşlardır. Hayata zaten antenleri açık olan Buraneros da bunu duymuştur. O şarap aslında dışarı çıkma yasağı olduğu için duvardan duvara atlanarak ulaşılan bir restorandan gidip de alınmıştır.

O günün akşamı

Avlu tabir edebileceğimiz bir yerde, o mekânda kalan sakinler yazlık sinema tadında sıralanmışlardır televizyonun karşısında... Netekim Paşa da konuşmaktadır siyah beyaz camda. Hemen onların sağ tarafında da tahminen biri 23 diğer ikisi 22 yaşlarındaki üç genç kız ve 19-20-17 yaşlarında 3 genç erkek oturmaktadır; tahta bir masanın etrafında... Şarap içilecektir de nasıl olacaktır bu. Sorun Berrak'ın babasıdır. Ondan çekinilmektedir ve gecenin önemi dolayısıyla diğer insanlara da ayıp olmasın endişesi vardır.

Biraz sonra masaya bir demlik, bir çaydanlık, çay kaşıkları, ve çay bardakları gelir. Çözümü Ria üretmiştir. Acayip gülünür ve şaraplar keyifle içilir. Kızlar denize girmeyi teklif ederler gecenin bir yarısında, denize girmek için yolun ötesine geçmek gerekir, sokağa çıkmak yasaktır ya! Oğlanlar korkarlar, ailelerine ulaşamamışlardır ve karşılıklı endişelerin ne boyutta olabileceğini tahmin etmektedirler.

Gecenin finali duygu doludur.

Çocuklar sabah erkenden yola çıkabilmek için gerekli olan izin kağıtlarını alıp Ankara'ya varmak zorundadırlar, çünkü beşten sonra sokağa çıkma yasağı vardır. Aslında o gün, özellikle Leyla ile enfes siyasi tartışmalar yapmış, pek çok ülke üzerinden şahane şeyler konuşmuşlardır. Bugün Buraneros o gün söylediği pek çok şeyin gerçekleşmiş haline tebessüm etmektedir.

Ve o gün, onların geldiği yöne devam etmeyi planlayan kızların yarım kalan tatillerini tamamlamak adına, geliş yönünde topladıkları tüm kartpostal ve hediyelik eşyaları kızlara verirler. Kızlar da onların gidemeyecekleri ama kendilerinin geldikleri yönde topladıklarını. Aslında dönüşte askere gidecek olan Buraneros nedeniyle 1982 yılında yapılacak Avrupa turunu, birlikte yapmak üzere anlaşmışlardır. Üstelik Dünya Kupası İspanya'dadır. Ama kader ağlarını örmüştür ve Buraneros da zaten buna hazırdır.

7 Mart 2025 Cuma

BİR Günlüğü 3- DOĞMAK

1981 yılında yaşanan bu içerik ilk olarak 22 Nisan 2009 yılında bu blogda yazılmıştır. BİR Günlüğü konsept olarak ortaya çıkıp yazılmaya başlayınca da, yıllar önce bana hazırlanan büyük ve çok riskli bir sürprizi içeren yazı, bu konsept altında da tazelenmeli düşüncesiyle ve ufak düzeltmelerle  yıllar sonra -son kez- tekrarlanmıştır.




Günün akşama dönen saatleriydi. Binbaşıyı evine bırakıp arabayı park ettikten sonra yukarı, subay gazinosuna doğru çıkmaya başlamıştım ki arkadan gelip koluma giren Aziz'le birlikte yürümeye başladık. Naber, nasılsın, nasıl geçti gün, muhabbetiyle ağaçlı yoldan yürüyüp gazinonun kapısından içeri girdik. Altı kişilik şahane bir çeteydik. Hem efendi, hem fırlama, biraz serseri, alabildiğine gözü kara, altı farklı şehirden, altı gencecik çocuk.

Her günü, her akşamı aksiyon yüklü altı asker.

Biz Aziz'le orduevine girdiğimizde, diğer dört adam ortalıkta yoktu. Ve garip bir şekilde canım sıkkındı. Aziz, ''Sen otur tertip, ben işlerim var onları halledip geliyorum,'' dedi. Ben, o an orada bulunan diğer çocuklarla, klasik asker deyimiyle alt devrelerle sohbete başladım. İzmirli, köle diye seslendiğimiz, çok sevdiğimiz, çok uyanık bir garson vardı. Yine alt devre, Tokatlı, Türk Sanat Müziği söyleyen, Orduevi eğlencelerinin ve eski kentin kızlarının sevgilisi, İbo'da oradaydı.

Bizim çetenin elemanları ortalıkta olmadığı gibi, biraz sonra o ikisi de kayboldu; ve ben, orduevinin oturma salonunda yapayalnız kaldım. Belki bu ilk kez olan bir şey değildi, ki çoğu zaman, şehir dışında ya da görevde olduğumuzda eksik oluyordu kadroda... Ama o gün, canım sıkkındı işte!



Babamın öldüğü, koğuştan izine gidiyorsun diye kaldırılıp otobüse bindiğim geceden henüz bir yıl geçmişti. Askerlikle ve babanın zamansız ölümüyle yüklenilmiş sorumlulukların, vazgeçilmiş hayallerin ortasında bir yerdeydim. O çete, benim o süreci kolay geçirmemin en önemli ögesiydi. En atak, en fırlama çağında bölünen hayatıma katılıp, yaşamı hiçbir şey olmamışçasına sürdürmemin en büyük dayanağıydı.

Hava kararmaya başladığında sadece Aziz benim olduğum yere gelip gidiyordu ki bu da gayet normaldi. Komutan (Tuğgeneral) orduevine yemeğe geldiğinde ya da büyük protokol yemeklerinde bütün düzenden sorumlu olan oydu. Saat sekize yaklaştığında, henüz çetenin diğer elemanları ortalıkta görünmüyordu. O ara, Aziz yanıma geldi, ''Tertip yukarıda az işim var, gel senle beraber gidelim,'' dedi. Orduevinin alt binasından çıktık. Kurulu olduğu yamaç dolayısıyla yıkılma riski olduğu için kapatılan üst orduevine doğru yürümeye başladık. Üst orduevinin sadece cuntacı generallere ayrılmış bölümü kullanılabilirdi ve oranın sorumlusu da Aziz'di.

Sadece onlar gelirlerse kullanılan, tugay komutanı dahil hiçbir üst ya da alt rütbeli subayın kullanamadığı bu odalar ve salon: Bizim askerliğimiz süresince, bir kez hizmet verdi cuntaya...

Biz Aziz'in ana kapıyı açmasıyla binadan içeri girdik, oranın sorumlusu olarak her akşam kontrol ediyordu ve her gün temizleniyordu odalar; her an gelirlermiş gibi... Üst kata çıktık, ana salona doğru yöneldik; burası, geldiklerinde yemeklerini yedikleri salondu ve olağanüstü güzel tabakları, kadehleri, çatalları, bıçakları vardı.

Mobilyaları anlatmama da gerek yok sanırım.

Kapalı ve karanlık salonun önüne geldiğimizde, Aziz kapının anahtarlarını bakındı, çıkardı, elini kapıya uzattı ve ''Aa açıkmış,'' dedi. Biz içeri girdiğimizde, birden ışıklar yandı ve alkış kıyamet koptu. Muhteşem bir masa hazırlanmıştı... Yaş pastaya kadar her şey vardı... Eski kentte bulunması mümkün olmayan Doluca Moskado'yu, kim bilir kaç gün önceden ayarlayıp, bulup buluşturup, masaya koymuşlardı. O zor koşullarda, onca riski alıp, bütün nöbet yerlerini ve nöbetçileri ayarlayıp, bana netekim paşa ve avanesine ayrılmış salonu açmışlardı. Masaya zor oturdum, bir konuşma yapmaya çalıştım. Gözyaşılarımın ve hıçkırıklarımın izin verdiği kadar konuştum; sadece sizi seviyorum diyebildim...

Her biri, bir hediye almıştı: Bir küçük kutu kibrit, bir tadelle, sevdiğim gazozdan bir şişe, Moskado, bir resim çerçevesi ve benzeri küçük küçük sembolik hediyeler... Hepsini bir torbada hâlâ saklarım; hayatımın en anlamlı ve en değerli hediyeleri olarak...

Bir yirmi Nisan akşamıydı.

5 Mart 2025 Çarşamba

BİR Günlüğü 2- MİHRİ

Mihri'yi tanımayanlar için daha önce yazılmış uzun bir yazıdan kısa bir özet!


"Yine akşamları buluşuyor, oyunlara devam ediyor, saklambaça körebe, hatta futbol falan da ekliyoruz. O her zaman pırıl pırıl. Yüzündeki ufacık çilleri ile çok tatlı. Beni ne kadar sevdiğini hissediyorum. Duygularını anlıyor ve seviyorum. Havalıyım. Çocukça... Aşık olmak bir zayıflık durumu sanki. Karizmayı çizdirmek bize yakışmaz. Oysa iyi kalpli ve romantik bir evin çocuğuyum. Bugünden bakınca bir odun alıp kafamda paralayasım geliyor. Halimi aslında hangi kelime ile anlatabilirim onu da bilmiyorum. Oysa şımarık bir çocuk olmadığım gibi iyi kalpliyim de...

Sonra bayram geliyor. Birbirimizle bayramlaşıyoruz. O ortada yok. Türkan bayram kartları hazırlamış, özenle her birimizin adına yazmış zarfların üzerini ki birini bana veriyor. O an açmıyorum. Hepimiz dağılınca açıp okuyorum. Bir kutlama ve siz hitaplı. Ama içimi yıllardır her aklıma geldikçe yakan bir cümle de var içinde: "O sizi çok seviyor. O başkasını sevse bile ben yine de onu severim diyor."

İçim cızz ediyor elbette, ama yeniyetme şımarıklıklarım bunu başarıyla perdeliyor. Sonraki yıllarda hep aklıma geliyor. Gitsem, arasam bulsam, onu bir pastaneye davet etsem, ellerini avuçlarıma alsam, gözlerine baksam, sözlerimi döksem ve özür dilesem....

Bunu çok kere, aklıma her düştükçe, delicesine istiyorum. Ama sonra... sonra diyor ve vazgeçiyorum. Ve sonraki yılların hiçbirinde, hiçbir yerde karşılaşmıyoruz. Biz şehrin dışında yazlık niyetiyle yaptırdığımız sonra sevip kaldığımız bir yere geliyoruz. Ortaokul ve lisede ben çok daha aktif bir hayatla haşır neşir oluyorum ama; aklıma O her geldikçe; onu üzdüğüm için kalbimden bir sızı bana, hep onu hatırlatıyor, merak ediyorum. Bir yanımla da aslında ne kaçırdığımı biliyor ve o yaşanmamışlık için belki de hayıflanıyorum.

Bilmiyorum."
***


Dişçimdeyim. Kendisi uzun yıllardır komşum. Randevulaşıyoruz ve verilen saatte oradayım. Giriş katında, çok hoş düzenlenmiş alanda bir koltukta oturuyorum. Çalışan kızlar dikkatimi çekiyor, mekânın huzur veren bir ruh hali var. Ve müşteri ifadesini pek yakıştıramasam da, müşteriler ıssız, ve bir güven duygusu ile sessizce ve hoş düzenlenmiş bir alanda bekliyorlar. Kasa ve her şeyle ilgilenen bir genç kadın var, bankonun arkasında. Abartısız, hoş şıklığı ile dikkat çekiyor, yaklaşımı güler yüzlü. O ara doktorumun beni beklediğini söylüyor, asansörle o kata çıkıyorum. Komşumla iki lafın belini kırarken o yol haritamı da oluşturuyor. Asistanı, çok tatlı ve ölçülü genç kıza da teşekkür ediyorum. İkinci randevum veriliyor ve ben başka işlerim için caddeye çıkarken önünden geçtiğim turuncu takımlı genç kadına hoşçakalın diyorum.



Ertesi gün.

Mekâna giriş yapıyorum. Turuncusu ölçülü ve güzel takım elbiseli genç kadın gülümsüyor, hal hatır soruyoruz. Ben koltuklardan birine geçiyorum lakin genç kadın bana yabancı gelmiyor. Elbette benden yaşça çok küçük, farklı zamanların gençleriyiz ama heyecanlanıyorum, çünkü bu yazının başlığındaki isme inanılmaz derecede benziyor. Onun kızı olduğunu düşünüyorum ve sözde soğukkanlıyım. Doktorum çağırana kadar genç kızın tüm mimiklerini inceliyorum.



Kan mı çekiyor ne?

Bu durum dişçime gittiğim süre boyunca devam ediyor. Devam ediyor ancak heyecan da bende gittikçe yükseliyor. Sürekli zihnimle irtibat halindeyim ama heyecan komutayı ele almış durumda. Ona uysam yandım.

Genç kadınla aramızda tatlı, güleryüzlü bir iletişim de gelişiyor bu arada. Ben Mihri'nin kızı değilse bile akrabalarından birinin olduğunu düşünüyorum. İlk aklıma gelen Gülşen Abla.

Bu arada Mihri'yi düşünmekten geri kalmıyorum. Elbisesinden, yüzünün tatlı çillerinden, hippi tarzı askılı çantasından, sakinliği ve şirinliğine kadar tüm detayları hatırlıyorum ve kendisini olağanüstü derecede ve tekrar edeceğim üzere bankodaki hoş kıza benzetiyorum. Bu aradaki gelip gitmelerimde genç kızla ilişkimiz gelişiyor ama daha önemli bir gelişme oluyor.



Çocukluk mahallemizdeki caddede yürürken bir anda fotoğraf stüdyosu olan bir arkadaşıma uğramak geliyor içimden, oysa bir yerde keyfini çıkararak yemek yemeyi düşünüyorum,  yolumu değiştirip o caddeye iniyorum. O sırada bir pastanenin önünden geçiyorum; ilgimi çekiyor ve içeriyi de süzüyorum. Bir kadın var, biz yaşlarda... Biz bu kadını tanıyoruz diyorlar tüm hücrelerim, nefes alışverişim yükseliyor, çünkü O, cesaretim arkama saklanıyor. Onca yıla rağmen yüz hatları ve beden beni onaylıyor. Ömer hemen komşusu, onun kapısından içeri süzülüyorum. Ömer'le sohbet koyu ancak bendeki kalp atışları 8 silindirli Amerikan arabası gibi. Ömer'e sormakla sormamak arasındayım, Ömer bizden bir kaç yaş küçük ancak çocukluktaki o fark bir türlü kapanmadığı için Ömer benim gözümde hâlâ çocuk. Sormuyorum, çünkü peşimden hemen koşup anlatacağını biliyorum.

Pastaneden içeri girmeyi istiyorum. Eğer tanırsa nasıl bir tepki alacağımı bilmiyorum. Ceren'in bir sözü gelip zihnimin baş köşesine oturuyor. Çünkü bir yazımı okurken O demişti ki bırakın öyle kalsın, daha hiç dokunmayın.

Üzerine gitmeyi hem düşünüyor hem düşünmüyorum. Nasıl bir sonuç ortaya çıkar bilmiyorum ve bu yazıyla birlikte bu konuyu kapatmayı düşünüyorum. Bir sonraki randevuda merak dayanamıyor. Bankodaki güleryüzlü genç kızla diyalog halindeyiz, işim bitiyor. Vedalaşırken bizi ziyaret edin, diyor. Ben de sizi birine çok benzetiyorum diyorum ve adı Mihri olan bir akrabanız var mı diye soruyorum.  Benim çok özel çocukluk arkadaşlarımdan biridir kendisi derken; Gülşen Abla sizin anneniz mi sorusunu da hemen cümlenin ardına ekliyorum. Ve yüzümde bir gülümseme ile trene doğru yürüyorum.

Ne demişti -üstelik benim bayıldığım ve yine bir yazımda kullandığım- şarkıda Müslüm Baba?


AŞK TESADÜFLERİ SEVER!



2 Mart 2025 Pazar

BİR Günlüğü 1- GOGAN

Biz eskiden her yaz ana-baba memleketine giderdik. O sabahlara uyanmak, yolun heyecanı, yazın ortasında bile tir tir titretirdi bedenlerimizi... Ta ki bagajları yerleştirmenin ardından, motor ısınsın diye çalışmakta olan arabanın koltuklarına oturana kadar. Heyecanla el birliği yapmış, henüz uykuların sonlanmadığı, gün ışığının geliyorum dediği, çalar saat görevleri de yapan horozların uyku mahmurluğunda gözlerini ovuşturdukları saatlerde...

Bagajda her zaman jantlara geçirilmiş, hazır vaziyette çift istetme olurdu. Ben babamın arkasındaki tarafta yani arabanın solunda otururdum.

Güzergâhımız belliydi. Ben Ankara üstü gitmeyi isterdim, çünkü yolun tamamı asfalttı. Babam o yolu tercih etmezdi çünkü yol uzardı. Gerçi onun tercih ettiği yol daha fantastikti. Bir masal gibi... Bir kısmını Yeşilırmağın kenarından, onunla yarenlik ederek giderdik. Tokat'a yaklaştıkça heyecan artardı. Şehrin çıkışındaki rampanın kenarında CimCim vardı çünkü.

Tokat Kebabı'nın erbabı.

Onun hazırlanışını, patlıcan, domates, biber, sarımsak ve etlerin şişlere geçirilişini, o şişlerin en tepesine koyulan kuyruk yağlarını, o şişlerin sıralı olarak asıldığı bir başka demirin taştan ve özel fırındaki yolculuğunu izlemek muhteşemdi.

Üzerleri cızırdayan yağlarla ahbap olmuş kebabın, hazır bekleyen ve elbette fırında hafifçe ısıtılmış lavaşların üzerine dağıtılması, ortalığa yayılan fırın görmüş sarımsak kokuları, başlangıçtan sona kadar doyumsuz bir ritüeldi.

Oturup da lokantada yemezdik ama!

Çünkü bizde ritüeller bitmezdi.

Tüm pişmiş malzeme arabanın bagajında hazır bekleyen tepsiye boşaltılır, tepsi önceden hazırlanmış örtülerle sarılır ve kolektif bu lezzetler bagajda yerlerini alırlardı.

Rampa ile birlikte Tokat'tan çıkılır, toprak yolda virajlar alınır, güneş çoktan tepeye varmış, arabanın bütün camları açılmış olurdu ve Çamlıbel'e varılırdı. Henüz askerden yeni gelmiş ve bekâr babamın Çamlıbel rampalarındaki anıları elbette dinlenirdi.

Yol açma çalışmalarında çalışmaktan yorulan Karayolları araçları arıza yapar, henüz genç ve bekâr babam da onları tamir edermiş. Orada kaybolan bir kol saati vardı babamın, elbette henüz dünyada olmayan bizim bilmediğimiz... O saatin hikâyesi her seferinde mutlaka dinlenirdi. O anlatırken ben o ânları gözümde canlandırırdım. Çünkü babamın gençlik fotoğraflarından bilirdim saati.

Ve sonra araba bir ağacın altına park edilir, Çamlıbel'in zirvelerindeyken biraz daha tepeye, bu kez yürümek gerekirdi. Çünkü orası içilebilir su akan bir çeşmenin ve minik bir topluluk olan ağaçların serinindeydi. Tatları iyice birbirine geçmiş etler ve sebzeler ve tümünden geçen tatlarla zenginleşmiş lavaşlara küçük lokmalık dürümler yapılarak yemek insanı zevkten öldürürdü.

O sırada aşağıda, yolun kenarında ve güneşin altındaki arabanın içinde ve kutularında olsa da plaklar; bir kısmı güneşin ısısından erirdi; Malatya'ya varınca ilk iş olarak halam amcamların evinde onları ütüyle düzeltmeye çalışır, başarılı olamayınca da halam ve ben bir plakçıya gidip eriyen plakların yerine yenilerini alırdık..

Malatya'da bir gece, Ziraat Bankası müdürü olan amcada kalınırdı ki amca sürekli tehdit almakta, siyasi baskılara maruz kalmaktaydı. Çünkü ondan kredileri, sonra bir bomba ile öldürülecek olan ünlü aşiret liderine ve şürekasına vermesi istenmekteydi. O ise bankanın kuruluş ilkeleri doğrultusunda küçük çiftçiye ve köylüye ait kredileri sahiplerine vermekteydi.

Sonuç itibariyle de iktidar değişir değişmez de sürgünü yemişti kendisi..

Elbette Malatya'ya varmadan önce ve kebabları götürdükten bir kaç saat sonra özellikle arabadaki çocukları çok sevindiren bir nokta vardır.

Gürün.

Hem aslfatla ve ana yolla buluşma noktasıdır hem de balıklı göl vardır orada.

Bir yeşil cennet.

Yolun bütün sıcağı, tozu toprağı orada son bulur. Sonrası Malatya üzerinden Elazığ, Harput'a doğru tırmanış, uzun köprüye ve gürül gürül akan ırmağa varmadan geçilen film karelik enfes köyler, nihayetinde Fırat'ı köprüden geçerken nehri seyretmek ve yeşil, yemyeşil Pertek.

Çarşıdan geçiş ve dede evine varış.

Dayı, yenge, annane -ama üvey- çünkü biz ortada yokken öz olan ölmüş, içimde nasıl bir boşluktu kendisi ki üveyle bile dolduramamıştım. Fotoğrafları dışında hiç görmediğim ama sevdiğim... Ve tabii ki kuzenler, her yaz buluştuğumuz arkadaşlar, evin hemen önünden geçen, İran, Nepal, Irak coğrafyasına giden turist araçları.... Ahhh!... bağlar elbette, her taraftan gelen şırıl şırıl sular ve Süpergeç Dağı'nın saklı vadisine yürüyüşler...

Kısaca bahsettiğim bu coğrafyadan bana kalan en büyük hatıralardan biri ise gogan'dır. O, o coğrafyada taşın adıdır, bildiğimiz, kızdığımızda yerden alıp savurduğumuz taşın! Ama bir çocuk için gogan sıradan bir taşla sınırlandırılacak sıradan bir şey olamazdır. Gogan başka insanların, arkadaşların bilmediği, sohbet edilebilir, özel ve kıymetli bir silah arkadaşıdır.

Özellikle bağlara giderken yandadır, cesaret verir. Ve Süpürgeç Dağı'nın zirvesinden vadiyi ve içinden akan incecik suyu keyifle izlerken, bir yandan Gogan'la sohbet dünyalara bedeldir.

25 Şubat 2025 Salı

Neden Yağdın Söyle Kar


*Ondan son gazoz parasını aldığımın ertesi günü, ölümün soğuk yüzünü ilk kez hissettiğim Dedemin sabah namazına giderken biz sıcağa kalkalım diye yaktığı mangalın ısıttığı, Babannenin sıcağından uyanılmış odada, sokak lambalarının sarı ışıkları altındaki dokunulmamış karı seyrederken; Adamo'nun Her Yerde Kar Var şarkısının tınıları yol alırdı derinliklerime doğru...

*

Her seferinde dua ettiğim bir kurum var; Samsun Devlet Opera ve Balesi. Bütün eski defterleri kapatıyorum dediğim bir süreci başlatmasam, dolayısıyla hayatımda bilinçli bir boşluk oluşturmasam, o boşluğu konserlere, opera ve bale gösterilerine düzenli giderek doldurmasam...

Çok yazımda söz ettiğim üzere belki de, enn sevdiğim kadına ulaşmış olmayacaktım.


Yine çok kere yazdığım ve belki de söz ettiğim üzere, eğer yazılarımı opera balenin basın yayım bölümü fark edip de paylaşmasa, benimle özellikle tanışmak istediklerini beyan etmeseler; ben enn sevdiğim kadın tarafından yapılmış yorumları o yazılarımın altında göremeyecek, onunla aramızda enfes bir yazışma süreci başlamayacak, bu süreç bir buluşmaya evrilmeyecek ve ben hayatımı, yazılarıma da yansıyacak derecede mutlulukla, keyifle, yepyeni bir heyecanla ve coşkuyla yaşamayacak...


ve hatta tanışamayacağımız için O'nunla yaptığımız tadından yenmez seyahatlerin hiçbiri de olmayacaktı.

İşte bu nedenle yolumu güzel çizen kadere ne kadar şükretsem, bunu sürekli ifade etsem; yine de duygularımı tam anlatamayacağım...


ve hatta Enn Sevdiğim Kadın olmasa nasıl bir yol yürüyeceğimi bilmeyecek, peşlerinden keyifle koştuğum hayallerim de öksüz kalacaklardı,

diye düşünüyorum...

Kar, gemi, ağaçlar, güller ve denizin fotoğraflarını çekerken...




*Kar adlı yazıdan

22 Şubat 2025 Cumartesi

Kar Yağarken...

Akşam...

Enfes bir kar başlıyor.

Pencereden fotoğraflar çekiyorum. Aklımda fır dönenler var ve yepyeni hayaller; hepsi plan aşamasında.

Ve kısa mesafelere yönelik.

Özellikle yakın tarihli bir kaçışta, bir arka sokakta rastlaştığım, ağırlıkla gençlerin takıldığı, ışık düzenine ve ayrıca ses düzenine bayıldığım, o gün üzerine hayaller kurduğum, çok detay göremediğim kapısından içeriye baktığım anda kankalık ilişkisi kurduğum, birbirimize sarıldığımız anda bayılacağıma emin olduğum bir genç mekân. Asla rakı içmeyi düşünmedim! Ana karakter bira ve elbette bir kaç farklı içkiden tek nefeste içilecek şatlar... Şu an bile, şu yazıyı kurarken görsele dönen kelimeler sayesinde öldüğüm hayali bile güzel... Tren, gece, müzik ve eski bir konakta- belki bir bedene sarılarak- uyku...

Etraf bembeyaz. Kar hakkını vererek yağıyor. Evden dışarı atıyorum kendimi. Ayak altımdaki beyazlık zengin ve yumuşacık. Palmiye Kafe'de kapıdan içeri süzüleceğim; yalnız oraya varmadan kardan adam olacağım büyük olasılık.

Ve kapısının önündeyim.

Yamurluğumu silkeliyorum.

Şimdi girebilirim.

Bir çay lütfen,

fincanla.

Bu akşam Jale Sancak ile birlikteyiz. Aklımda enn sevdiğim kadın. Onunla ilgili enstantaneler akıyor zihnimden. Bir fincan çayım masamda.


En çok kitabını okuduğum yazardır kendisi. Hatta onun kitaplarını anlattığım bir yazımda şu cümleleri kurdurmuştur bana: "Jale Sancak işte! Gözlemleri kuvvetli, kalemi masalcı, güzel insanların, mekânların ve duyguların efendisi... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında,

kesinlikle!

Çok seviyoruz kendisini, elde değil!"



Elimdeki kitabı röportajlar tadında... Seçtiği karakterler gençler. Kitabı 2018 Ağustos'da almışım. Dün birden onu okumak geldi içimden. Ve ilk karakterle de etkildedi beni. Muhtemelen şu enfes beyazlık ve köpüklü denizin çekiciliği nedeni ile yine Palmiye Kafe'de devam edeceğim okumaya. Büyük fincan çay 15 TL. Sanki kitaba çay daha yakışıyor. Dün akşam birden öyle hissettim. Üstelik çok uzun bir zaman önce çaya şeker atmayı bırakmıştım ve şekersiz hali sanki çok daha keyifli.


Minik gül biraz büyüdü, tomurcuk halinden usulca soyunup yapraklarını açmaya başladı. Ben onu kolları altına alan ve büyümesine tanıklık ederken de onu koruyan babasına hayranım. Muhtemelen anneyi kaybettik, diye düşünüyorum.

Gerçi anneyi hiç görmedim onlarla birlikte...

Evi terketmiş de olabilir.

Şu an kar yeniden hızlandı. Erimiş noktaların üzerinden bir ressam titizliği ile geçiyor,

ve o çirkinlikleri kapatıyor. Neredeyse deniz görünmeyecek. Bir polis arabası tepe lambasını yaka yaka ilerliyor. Tüm bu güzelliklere tanıklık etmek muhteşem. Bir kahve hazırlasam mı kendime acaba?!

Yalnız dostlar, şimdi şu enfes kar yağarken,

trende olmak vardı anasını satim!

17 Şubat 2025 Pazartesi

Palmiye Kafe'de Kitaplı Bir Akşam

14 Şubat


Gökyüzü puslu; pusun arkasında enfes bir dolunay var. Tam tepemde ve ben sahilden kafeye doğru yürüyorum.

Sırt çantamda kitabım, yağmurluğum, okuma gözlüğüm, su ve küçük fotoğraf makinesi...

Dolunay muhteşem, diğer makineyi almadığımın pişmanlığını yaşıyorum. Ayın duygu yüklü bu muhteşem anını görmesi için enn sevdiğim kadını arıyorum ki tam o sırada bir bulut gelip kapatıyor onu.

Bir umut!

Açı itibariyle onun lojmandan görebileceğini düşünüyorum; o evde bulunduğu odayı değiştiriyor ve şimdi ayın görünebildiği yerde ancak o da artık bulutların kapattığı ayı göremiyor. O anı kaçırdığı için üzülüyorum. Kafeye yaklaştım, kitap-kapiçino yapma fikrindeyim ancak dilimi ısırıyorum çünkü mekânın dolu olmamasını temenni ediyorum. Önündeyim ve sevinçten zıplamak istiyorum. İçerisi çok sakin, cam kenarında ve gelip geçen insanları görebildiğim bir masadayım. Garson çok tatlı bir genç kız, tanışıklığımız var, gülümsüyor; ben de ona gülümsüyorum. Kafedeki müzik dozunda ve harika parçalar çalınıyor. Genç kıza nasılsın diyorum; ve bir kapiçino lütfeni cümlenin hemen ardına ekliyorum. Montumu çıkarıyor, sırt çantamdan kitabımı alıyor ve ilk sayfasını açıyorum.

Kapiçinom masamda.


Fakat bir yanılgı içindeyim. Kalem Kültür Yayınları'nın, Avrupa Birliği çerçevesinde çıkan kısa öykülerden uzun bir köprü başlığı ile yayınlanan 7 kitaplık serisini 2019 yılında almış ve okumuştum. Elimdeki kitap da aynı serinin lakin ben şaşkınım. Çünkü bu kitabın o seriden bağımsız olduğunu ve öyle aldığımı düşünüyorum. Kitap beni adıyla da şaşkına çevirmiş durumda; zaman kavramım uçmuş ve ben bu kitabı sanki sonraki bir tarihte almışım gibi düşünüyorum. Kafamdaki bu karmaşayı enn sevdiğim kadınla paylaşıyorum ki o yanıldığımı söylüyor. O zaman aldıysam okumuş olmalıyım! Ama satırlar bana okumamış olduğumu fısıldıyorlar. Kitabın kapağını açıyor ve içine dalıyorum. Okumaya başlıyorum ve yol aldıkça da okumadığımı kendimce netleştiriyorum. Oysa mümkün değil. Hem demiryolları olacak adı, hem de ben okuduğum halde okuduğumu hatırlamayacağım. Serinin diğer kitaplarına tekrar bakıyorum, evet doğru aynı tarihi atmışım, bu da 2019'dan ve imzam var.


Kitabın öyküleri sert. Cinsellik var. Ve sanki bir Danimarka portresi çiziyor. İnsan kısmen yadırgasa da sonra şöyle bir duruyor ve bu öykülerdeki yaşanmışlıklar cinsel özgürlüğün sınır tanımadığı coğrafyalar için hiç de anormal değil diye düşünüyor ve içimdeki, beni yanıltan muhafazakâra da iki tokat atıyorum.

Elbette ahlaki açıdan sorgulamıyor, hayat tüm insanlar için tek kere yaşanan bir şey diye düşünüyor ve karakterlere ahlakçı yaklaşıp da özgürlüklerine çomak sokmayı üzerime vazifeymiş gibi görmüyorum.

Kapiçinom bitmek üzere... Oysa geçirdiğim zamandan çok mutluyum. İkinciyi istesem mi diye düşünüyorum. Saate baktığımda o hadi diyor bana. Oysa ben eve gitmek istemiyorum ama gitme vaktinin geldiğini de görüyorum ve ikinci kapiçinoyu sere serpile içemeyeceğimi daha ilk yudumdan sonra da aceleyle ve iş olsun diye içeceğimi biliyorum. Bu fikre selam çakıp kalkıyorum.

Çalışanlara teşekkür ediyorum, ve kasanın önündeyim, ve büyük şok! Ancak bizim gibi kitapsız bir ekonomiste sahip ülkede olabilir bu ki daha önceki yıllarda asla olmazdı. Belediye'nin kafesinde dün 50 TL. olan kapiçino 90 TL. olmuş. Tanrım bize ve hiçbir ülkeye kitabı olmayan yetenekte bir ekonomist nasip etmesin diyor ve kendimi ay ışığının altındaki soğuk havaya, geceye,

ve muhteşem denize teslim ediyorum.

12 Şubat 2025 Çarşamba

İki İnatçı Keçi - Bölüm 3

1.Bölüm
Arı Kovanına Çomak Sokmak



Henüz farkında olmasalar da arı kovanındakiler çok tedirgin olmuşlardır. Üstelik klanın üyeleri yaşça genç adamdan epeyi büyüktürler; aynı zamanda ekonomik açıdan güçlüdürler, parayla konuşmayı severler. Nedense aynı güce sahip ve genç biri ile karşı karşıya gelmeye cesaret edememişlerdir. Bu bilgiler genç adama akmıştır. Ve aslında bunların hiçbiri umurunda değildir. Aşık değildir, genç kadınla ilişkileri başlangıçta -biraz da safı oynayan genç adam açısından- çok eğlencelidir ve tüm bunlara rağmen de karakteri itibariyle sorgulayıcı olmadığı gibi aşk dozu eksik bir ilişkidir, ama keyiflidir.

Genç adam klan nüfusundaki sıkıntıları hissettikçe işin eğlencesine kadeh kaldırır. Koca adamlardan biri, doğrudan genç adama söyleyemeyeceği, söylediği takdirde nasıl bir yanıt alacağını bildiği için genç kadın üzerinden genç adamın enn yakın arkadaşlarından birine ki o Sezen konserinde birlikte oldukları kişidir, şöyle bir ifadede bulunur; sözde insancıl bir yaklaşımdır ve genç adam da salaktır ya, onu devre dışına çıkarma arzularını hesap edemeyecektir! Arkadaş grubu ile bir araya geldikleri bir gün genç kadın, aramızda bir şey yok, ben onun parasını yiyorum, demişmiş!

Elbette genç adam buna güler, kazık kadar bir adamın bu türden bir işe soyunmuş olması biraz da acı gülümsetir. Oysa hanımefendi ile nasıl tanışmış olduğunu onlar bilmiyor olsalar da okurlar ve inatçı iki keçi de biliyorlardır. Genç adam daha önce de altını çizdiği üzere tüm bilgiler İzmir'de bulunduğu esnada arkadaşından gelmiştir ki aklının ucunda bile böyle bir rastlantı olacağı yoktur. İlişki coşkuludur, eğlencelidir ve gençtir!

Kendisine arkadaşı vasıtası ile gelen uyarıya çoktan gülmüştür, elbette haberin, daha doğrusu uyarının yapıldığı arkadaşı da böyle bir durumda genç adamın nasıl bir tavır takınacağını, bu yola bu anlamda başvuran koca adamları ne hale sokacağını bilmektedir. Elbette hiç muhatap almayacaktır ve aksine kitleyi çıldırtacaktır.

23 yaş, boy bos yerinde, sıkı solcu, eylemci bir geçmiş, gözükara, yürekli, kardeşlerinin abisi aynı zamanda yoldaşı bir genç adam.

Olayın bu kısmından genç kadına hiç söz etmez. Adamlarla da yüz yüze gelmemiştir zaten ki içlerinden birinin bizim gencin arkadaşına gidip de durumu izah etmesi başlı başına komedi olmanın yanı sıra son derece küçültücü aynı zamanda telaşlı bir durumdur.

Bir kaç gün sonra bir akşam yemeğe çıkarlar, bu kez yanlarında kız arkadaşın Pakistan Büyükelçiği'nde görevli arkadaşı bir hanımefendi de vardır, şehrimdendir ve izine gelmiştir. Yemek noktasını genç kadın seçmiştir. Şehir merkezinde o gün için popüler, şehir takımının eski kalecisi ama artık yaşça büyümüş abinin mekânına giderler. Buranın neden tercih edildiğini anlamıştır genç adam, beklediği bir eylemdir, çünkü bu konuda bir arkadaşı tarafından bilgilendirilmiştir. Aslında adı Golkeeper olan mekânın sahibi abiyle tanışıklığı vardır genç adamın; hanımlar birer kadeh kırmızı şarap ve biftek isterler; içinde ince kesilmiş yuvarlak limon dilimleri ile gelir şaraplar. Birer yudum alır hanımlar ve şarapları bozuk diye geri yollarlar. Genç adam içten içe gülümser, çünkü buraya neden gelindiğini ve kadehlerin geri gönderilme sebeplerini bilmektedir!

İnatçı keçi yine de abiden özür diler, ödemeyi yapmak ister, lakin abi genç adamı sevenlerdendir ve kabul etmez. Şımarıklığa üzülmüştür ki bu aralarında ne yaşanmış olduğunun işaretidir!

İki genç kadın ve bizim oğlan ayrılırlar oradan. İstikamet artık olmayan ama o yılların popüler oteli Vidinli'nin roof'udur. Şarap ve bir kaç meze isterler. Pakistan Elçiliği'nden hanımefendi kendinden çok emin ve pek havalıdır. Sohbet de güzeldir. Oyunu genç adam kuracaktır ve hanımefendi genç adamı sanırım fazlaca hafife almaktadır.

Yemek keyiflidir, dışar çıktıklarında genç adam genç kadınına bir aşık ve kollayıcı gibi sarılır, belki biraz alkolün etkisi olsa da bunu özellikle yapar... Diğer hanımefendi dışarıda kalmış gibidir. Bizim oğlan sizi de sol kolumun altına alabilirim der. Ve arabaya varana kadar kadınını sürekli yüceltir. Diğer hanımefendinin ailesinin evine varmışlardır, ve genç kadın orada kalacaktır. Ve muhtemelen genç adamın kulakları fazlası ile çınlayacaktır!


7 Şubat 2025 Cuma

Martılar Disko Ve Ben - Yeni Bölüm

Martılar beni çağırıyor. Bir an sıkıntılı bir durum olduğunu düşünüyorum çünkü Disko sürekli denizin derinliklerine doğru son hızla koşuyor. Tam o noktada bir sürü martı. Önce ne olduğunu anlamıyorum. Fotoğraf çekmek için oradayım ve zihnim ona odaklı olduğu için de ne olup bittiğinin farkında olmadığım gibi durum da aslında beni pek ilgilendirmiyor.


Taa ki karadayken son hızla denize dalıp son hızla martıların şenlik içinde olduğu noktaya koşan Disko'yu görene kadar... Martılarda bir panik; tam gaz gelmekte olan Disko'yu fark ettikleri anda. Elbette havalanıyorlar. Sofra Disko'ya kalmış durumda. Beyimiz taptaze balıkları yemekle meşgul. Biraz da keyifle yüzüyor.


Sudan çıkmış ıslak Disko'nun karizması muhteşem. Rica ediyorum. O dünden razı. Bir kaç poz çekiyorum, biraz da sohbet ediyoruz. O sıra martılar konuyor sofraya tekrar. Disko fark etti ve tam gaz denize. Aslında o da bir bebe. Henüz bir yaşını tamamlamak üzere. Oynamayı ve arkadaşlık etmeyi seviyor lakin onun oyun arzusunu martılar henüz kavrayabilmiş değiller. Elbette Disko da kendini anlatabilmiş değil. O halde kumsalda biraz dinlenme ve martıların neden korktukları üzerine düşünme.


Haydi tekrar denize!

Tam gaz!

Martılar havalandı. Oysa bebe oynamaya gelmişti, aslında birbirlerine alışsalar ne keyif olacak. Lakin korkmakta da haksız değiller. Disko yaş itibariyle bir deli dumrul. Gaz kesmeyi henüz öğrenemedi ve dolayısı ile hızlı ve atak hamleleri kaçınılmaz olarak ürkütüyor martıları. Oysa bir soluklansa, tehdit hissi vermese martılara, her şey yoluna girecek. Çok hareketli ve oynaş bi bebe olduğu için de bir türlü anlatamıyorum neden kuşların alanı terk ettiklerini ona. Oysa çok da iyi kalpli kendisi. Bir de insanlar hissedebilse onu, hareketlerindeki coşkuyu. Misal geçenlerde bir gün yine genç bir hanımefendiye yanaştı. Bütün hünerlerini döktü. İstedi ki abla da onu sevsin fakat bu da kaba bir ablaydı. Tamam haklı olarak ürktü belki, ama ben yanaştım, dedim tehlikeli değil ve o bir bebe size temas etmek ve biraz oynaşmak istiyor. Lakin zarafet ve iyi yürek yoksunu ablanın kafasına bir kötek indirmek yerinde bir davranış olabilirdi.


Sanırım Disko martılarla daha yakın ve iyi arkadaş olabileceklerini düşünmeye başladı. Onlarla aynı balık sofrasında oturmak, sohbetin dibine vurmak ve tazecik balıkları götürmek ve hatta ufaktan kafa çekmek, insanlarla birlikte zaman geçirmekten daha güzel olabilirdi! Onun bazı insanlar hariç diğerleri ile bir sorunu yoktu. Bazen şımarıyordu tamam. İnsanın tepesine de çıkmak istiyordu ama bebeliğine saygı duyup da yapmaması gerekenler insanca anlatıldığında durumu hemen kavrıyor ve aynı hareketleri tekrar etmiyordu. Kumsalda yürümeye karar verdik. İleride bir martı topluluğu görmüştüm, muhtemel ki bir şenlik hazırlığındaydılar. Belki de yeni kararlar alacakları bir toplantı için ciddiyetli bir hal içindeydiler. Rahatsız etmemeye karar verdik. O halde coğrafyamızın uç kısmının bir fotoğrafını çekmemezlik de etmeyelim diye düşündük.


Benim işlerim vardı, sanırım Disko da biraz yorulmuştu, karnı toktu ve bir bebe olarak öğlen uykusuna yatsa onun için iyi olacaktı. Odasına geçti ve kıvrıldı. Görüşmek üzere dedim ve iyi uykular diledim, sonra da müziğimi açtım işimin başına geçtim.


2 Şubat 2025 Pazar

16 Yıl Önceden...

Bence meraklısı için çok iyi bir film!



Elveda Lenin, hem iki farklı yönetim biçimi, hem de o yönetimlerde yaşayan insanların hayata bakışı ve yaşama biçimleri üzerine, izleyicinin farklı algılar ve sorgulamalarla bir çok farklı açıdan nitelikli analizler yapabilmesine olanak sağlayabilecek bir film.

Film, İnsan, siyaset, güç ve o gücün niyeti üzerine derinlikli düşünme ve tartışma ortamları yaratırken ve bu anlamda üzerinden tartıştırırken; bir ideolojinin teori ve pratiği üzerindeki ayrışmaların diktatoryal rejimlerdeki yönetici insanların algılamasına, ideolojiyi yorumlamasına ve kişilik özelliklerinin niteliklerine göre özünden ve iyi niyetinden nasıl sapmalar yaratabileceği üzerine sonuçlar da ortaya koyuyor...

Elveda Lenin; temelde çok insani, felsefi ve doğru duran ideolojik teori ve temellerin; benim doğrum mutlak doğrudur mantığıyla ve sadece yönetim erkini ellerinde tutanların insan yönetme anlayışlarına dayalı, sorgulanamayan, tek tip insan yaratma projelerinin sonuçlarıyla; yine eleştirilebilecek çok yanı olan ama yönetenlerin hakimiyet sürelerinin en azından seçimlerle değiştirilebileceği, farklı örgütlenmelere, baskı gruplarına ve seçmenlere karşı sorumluluklara sahip demokratik rejimler arasındaki iyi ya da kötü yanların fark edilmesine olanak sağlayan; tüm bunları da, son derece hayatın içinden, gündelik yaşamdan karakterler odağında şahane bir mizahla ve nokta sahnelerle, iki farklı ideolojinin tüketim simgelerini kullanarak yapan; ideoloji ve siyaset sorgulaması üzerine ve bunun bireysel hayatlardaki yansımalarının sergilenmesi adına çok hoş bir filmdir.

Bütün bu derinliklerinin ötesinde; sinema dili anlamında, özel ilgi alanım olan eski doğu bloku ülkelerinin, kentlerinin: Dünyanın diğer bölgelerinden soyutlanmış (eski)kapalı hallerini, kentsel renklerini, yaşama biçimleri ve gündelik hayatlar ile insan ilişkilerini çok gerçek bir dille anlatmayı başaran ve özellikle sıradan olmadan da insanları güldürmenin olası olduğunu ortaya koyarak, komik filmle mizah arasındaki derin ve niteliksel farklılıkları göze sokarken, felsefik görüşlerin bile her türden sinema seyircisini tatlı tatlı güldürerek nasıl anlatılabileceğini gösteren, defalarca izlemekten bıkmadığım; ama illaki sinemada izlemişliğin tadını diğerlerine değişemeyeceğim muhteşem bir filmdir benim için...

Bol ödüllü bu filmi mutlaka izleyin ve gülün; ve düşünün; ve bir filmin dramatik bir olayı tatlı bir mizahla birleştirerek nasıl bir lezzet yarattığını görün derim ben!

24 Ocak 2025 Cuma

Sevemez Kimse Seni

Benim sevdiğim kadar...


Hava dünün aksine pırıl pırıl. Güneş en parlak giysisiyle hava atıyor. Martılar dünün aksine bugün güneşlenmede... Muhtemel ki aynı saatte gelecek aynı abi için, hazırlar. Güvercinler, serçeler, martılar ve kargaların aynı alanı kullanıyor olmalarına bayılıyorum. Dünse yağmurlu ve karanlık; lakin yağmurun kışa dönük rengini de sevenlerdeniz. Disko bir genç kadını gözüne kestirmiş, onunla yakınlaşmak istiyor ancak genç hanımefendi ürkmüş. Disko şaşkın, genç kadın yardımıma muhtaç. Bir şey yapmaz diyorum ama nafile. İş başa düştü. Disko, oğlum hanımfendiyi rahatsız etme diyorum. Usulca bana doğru geliyor, şaşkın, oysa yakışıklı da bir genç kendisi. Biraz seviyorum ve yola devam ediyorum. Fikrimde çay içmek var, bu kez Deniz Kızı Kafe olsun diyorum. Muhtemel ki bir etkileşim anındayım. Tam bahçe kapımıza vardığımda gördüğüm minik gül ve henüz emekleme evresindeki kardeşi çok keyifliler. O halde iki lafın belini kıralım. Kahkahalı, full esprili bir sohbet, dönüşte görüşürüz o halde!


Deniz tarafında bir masaya oturuyorum. İki çok hoş genç kız kafede son hazırlıklarını yapıyorlar. Sabahçı kahvesinin konukları ise bir kaç kişiyiz. Kızlar temizlik işini bitirdiler. Biri siparişleri dağıtıyor ve bana yanaştı. "Bir çay, fincanla lütfen." Çayım geldi, teşekkür ettim. Yine gülümseme yok. İşini ciddiyetle yapıyor. Ve edası kesinlikle kendine çok yakışıyor. İş yapma ritmi muhteşem. Çok az konuşuyor. Özgüveni yüksek ve güzelliğinin farkında ve duruşunu çok benimsediği kesin ki yakıştırıyorum kendisine. İçeride inceden bir müzik çalıyor. Şarkı seçimleri muhteşem. Huzur veren bir kış sabahı. Uzun zamanın sonu, ödememi yapıyor, iki genç kıza teşekkür ediyor ve ev istikametine doğru yürüyorum. Bu kez enfes bir festivalin içinde ve bizim evin dibindeyim.


Her zamanki abi iş başında. Büyük poşetten ekmekleri çıkarıyor, küçük parçalara ayırıyor... Bütün kuşlar toplandık. Kimsede bir telaş yok. Abinin torba herkese yeter. Bir barış toprağındayız. Akla gelecek her tür kuş aynı sofrada. Biraz sonra, karınlar doyunca, denize akan ırmağın dingin sularında eğlenecekler. Ama önce elindeki profesyonel makineyle fotoğraflar çeken abiye poz verecekler. Elbette iyi yürekli adamı çekmeden olmaz. Bir de teşekkür etmeli kendisine... Her sabah aynı saatteki bu özen saygı duyulası. Disko abinin hemen arkasında, olan biteni izliyor. Kuşlara rahatsızlık verecek hiç bir eylemde bulunmuyor. O da bir genç, bazen kuşlarla oynamak istiyor ancak onlar panik yapıyorlar. Oysa çoğu zamansa gelip Disko'nun tepesine çıkıyorlar. Aynı mahallenin çocuklarılar sonuçta...


Telefonum çalıyor. Şaşırıyorum çünkü ennn sevdiğim kadın. Onu yüreğinden öpüyorum. Uykusuz bir gece. Akşam beni aradı, bir arkadaşının annesi ölmüş, kendisi Ankara'ya yola çıktı çoktan, annesi ölen arkadaşı yanında. Ve sabah telefonum çalıyor. "Ben geldim." Bense şaşkın. Hiç uyumadan bir 24 saat bile değil. Üstelik bilmem kaçıncı diploma için sınavları var. Ben onu yüreğinden öpmez de ne yaparım ki...

Yazarken tam burada duruyorum. Pırıl pırıl güneş ve aynı pırıltıda deniz karşımda. İşleri halledip dışarı kaçasım var. İstikamet belli, Deniz Kızı Kafe. Dün fincanlarında ve sunumlarında aklım kalmıştı. Bahşiş bırakmadığıma da üzülmüştüm. Sade kahvemi höpürdeteceğim...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP