Düzenli ve severek okuduğum, hatta bir yorumumda benim için kitaplar ve filmler konusunda bir referans noktası dediğim, dik duruşunu, kendinden taraf oluşunu ve uslubunu sevdiğim, her ne kadar bu övgüleri alçak gönüllükle karşılıyor olsa da benim samimi düşüncelerim olduğunu bir kez daha vurgulamak istediğim. Hani kadınların sık kullandığı klasik bir söz vardır ya! Oradan yola çıkarak, blog gibi blog diyebilebileceğim ve bunu fazlasıyla hakeden sevgili Sera'dan geldi bu kez mim.
Her ne kadar sevdiğiniz yazar ve kitap konusunda daha önce mimlendim deyip sıyrılmaya çalışsam da işin içinden, kurtulamadım. Üç farklı mimden oluşmuş bir yazının içinden diğer ikisini yazabileceğimi söyleyince Sera, bana da oturup yazmak düştü.
İşin şakası bir yana, benim için çok önemli bloglar var. Onlardan gelen mimleri yazmaktan gerçekten zevk alıyorum. Ve bu yazıyı da büyük bir zevkle yazıyorum. Yazının konusu üç mimden ilkini, yani sevdiğim yazar ve kitabı daha önce yazmıştım. Bu Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Milan Kundera idi. Merak edenler buradan buyurabilirler.
İkinci mim ''kitap yazmak isteseydin ne yazardın?''a verilecek bir yanıtım vardı hazırda. Aslında yazma konusunda son derece tembel, yazarlık potansiyeli olmayan biri olarak, çocukluktan itibaren bir çok mesleğe özenmeme rağmen yazar olsam gibi bir düşünce hiç bir zaman oluşmadı kafamda. Dört yıl önceye kadar yazılı metin olarak kompozisyon dersinde yazılmışlarla, tıfıl çağların militan günlerinin bildirileri , konuşma metinleri ile mektuplarım ve belki iki üç şiir dışında bir ''eserim'' yoktur.
Ama, bundan iki yıl önce yazdığım mektupların karşı tarafı fazlasıyla gaza getirince beni; aklımda bir roman fikri oluşmuştu. Kurgusu şekillenmiş, öyküsü, karakterleri belli... Birinin ikisini, birinin birini ,birinin hiç birini bilmediği ve birbirlerini tanımayan üç kadını bir yerde buluşturup herbirinin aynı kişi olduğunu bilmedikleri bir adamı kendi yaşadıkları ve bakış açılarından anlattıkları, şimdiki zaman kipinde ama geri dönüşlerle anlatan bir kitabı yazmak isterdim. Şu anki uslubumdan farklı dil kullanan bir yazar olmak istememekle birlikte Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden... adlı yazımdaki anlatımda olduğu gibi; o anki davranışa etken birikmişliklerin şimdiki zaman cümlelerine yedirilmiş haliyle ve elbette noktalama işaretleri işini bir bilene devrederek yazmak isterdim. Soyut insanlar yaratıp onlar üzerinden bir kurguyla yaşanmamışı yazmak konusunda sıfır yetenekli biri olarak, eğer öyle bir şeye yeltenirsem de kağıdın başında oturup, küf bağlayacağım kesindir.
Üçüncü mim ''ölmeden önce okumak istediğim kitaplar nedir?'' sorusuna yanıtım çok daha kolaydır. Ve bir tek kitapla sınırlıdır bu... Yıllardır, her kitapçıya girdiğimde elimin hemen gittiği, ama her seferinde de bir türlü satın alma kararımı netleştiremediğimden o an seçtiğim diğer kitaplara yenilmiş olan... Ve bir türlü bir birimize tutunamadığımız Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ıdır. Anlayamadığım bir seni uzaktan sevmek hali vardır aramızda... Bu duyguyu bazen, Charles Branson'un polis olduğu bir filmde, evinin ve bürosunun her tarafına posterlerini astığı Roma'ya bir türlü gidememesi duygusuna benzetirim. O göremeden öldü filmde; umarım benim vaktim vardır.
EN BÜYÜK HUZUR KENDİNLE BARIŞIK OLMANDIR.
4 saat önce
ilk paragraftaki güzel lafların için sana teşekkür ediyorum ama yetmez. yine utanıyorum.
YanıtlaSilKundera yazını sonradan hatırladım ama diğer mimlerime cevap yazmana gerek yok anlamına gelmiyordu bu tabii ki :)) Nasıl bir roman yazmak isterdim sorusuna verdiğin cevap oldukça ilgi çekici. Bu konuda somut bir şeyler yapmalısın.
Oğuz Atay'ı da çok güzel özetlemişsin. Uzaktan sevme durumu bende de var. O yüzden o cümleni görünce şaşırmadım.
Mimlere cevap yazdığın için tekrar teşekkürler :)
acaba hangi ortak özeliğimizin bir tezahürüdür bilemiyorum ama oğuz atay ve tutunamayanlara karşı aynı hissiyat içerisindeyim.
YanıtlaSilOğuz Atay'a olan sevgin mutlaka yakınlaşmalı canım arkadaşım. Zaten o kitabı bir defada başlayıp bitiren olmuş mudur bilmiyorum. Ben de zaman yayarak okumuştum... Sonra zaten ara ara açıp belli bölümlerini okuduğun bir kitap oluveriyor:) Yaklaş bence zamanı gelmişşş:))
YanıtlaSilsevgilerle efenim...
bendeki nasıl bir durumsa, 1992 yılında okudum kitabı. vve hatırlıyorum aylar sürmüştü bitirmek, hayırsver biini bulsam okutup özetini çıkarttıracaktım hatırlıyorum ama onradan sonraya sevdim kitabıç. iki sebebi olabilir... sevgilim okumuştur, kasıp ben de okumuşumdur, paylaşalım, coşalım ayağına ya da derslerden birinde hocalardan biri ders kitabına dönüştürmüştür ki vardır öyle örnekleri felsefe kitaplarından ödevler hazırlardık mesela... ne günlerdi... tarih tutuyor da sebebi konusunda emin olamadım. ama bence de, bir önceki {:)} yoruma katılıyorum zamanı gelmiştir :)
YanıtlaSilbir de nasıl bir ukalalıksa benim ki oturup o yıllarda bir şiir yazmışım, haddime de hayran kalmıştım sonra bir yerlerden şiirimi bulduğumda :)
YanıtlaSilhttp://evrenin.blogspot.com/2009/03/tutunamayan-lar.html
Zevkle yazdım.Asıl ben teşekkür ederim diyerek işi japon kadını tavrına çeviresim var ama çevirmim:))Ah Sera! kelimelerimin hızına ellerim yetişebilse yazacağım da bir şeyler...Şimdilik akıldan geçenleri kağıda dökecek teknolojiyi bekliyorum:))
YanıtlaSilHerhalde tez zamanda kavuşacağız Arzu.Benim meselem kitabın uzunluğu kısalığı değil.Vakti zamanında birilerinin Cumhuriyet gazetesini kollarının altına soktuklarında giyindikleri kimlikle, bu kitaba yükledikleri anlam meselesi sanırım.Küçüklük aklımda yer etmiş demek ki...Sahtelik yani, içi boş adamların şekli tavırları...Bende buna anarşist durmuşum...Bir psikiyatris koltuğuna uzanamam lazım:))
Ben de size katılmak istiyorum Evren,başaracağım ama!Mutlaka:))
Allegra'nde ben psikiyatriste çözmeye karar verdim.Belki ondan önce korkunun üzerine gitme kararlılığına bürünüp, onla yüzleşme duygusunun benzeri bir hissiyatım oluşursa aşarım sanıyorum bu durumu...Sonuçtan haberdar ederim:))
YanıtlaSil