mim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2010 Pazar

Yaratıcı Blogger Ödülü

Değişik kereler mimlenmiş ve mimleri sevdiğini 'geleneksel giriş cümlesi haline getirdiği satırlarla' her mim yazısında ifade etmiş birisi olarak, an itibariyle bir sözlü sınavda sırasının diplerine kaçmaya çalışan, kendine siper ettiği ön sıradaki arkadaşının sırtına saklanarak orayı burayı karalayan, meşgul insan tripleri atan ve bir türlü çalmak bilmeyen zilin sesine hasret kalan öğrenci gibi hissediyorum kendimi.

Daha önce bir kaç kez aldığım bu mimin, ödül kısmında sürekli bayram edip görev kısmında kaçtığımdan, "daha önce bu ödülleri dağıtmıştım" diyerek, işin içinden sıyrılma şansım da yok. Bu yüzden farkındaysanız kıvranıp duruyorum.

Yaratıcı blogger ödülümüzü bu kez; yazılarını zevkle okuduğum, satırlarındaki mizahı çok sevdiğim, gülümsetirken sert cümleler kuran eleştirel diline bayıldığım Sevgili Aysema'dan aldık.

Sabahtan beri kocaman bir sorumluluk sırtımda dolaşıyorum, mim etiketli yazılarımın arasında... Niyetim, mimin gerekliliği nedeniyle basan ateşi yazıların arasında kaybolarak dağıtmak. Benzer mimlerde yazdığım yazılardan cümleler kapıp şu ter basmış halimden sıyrılmak. Yazının sorumluluğu ağır, mimin ve ödülün geldiği yer çok önemli.

Üstelik, bu tür mimlerin doğası gereği tam anlamıyla birbirinin zıttı iki duygusu var. Mimi aldığınızda gerçekten çok seviniyorsunuz. Çünkü; değer verdiğiniz, sizin için önemli insanlardan geliyor. Emeklerinizin boş olmadığını anlıyorsunuz. Yazdıklarınızın değerini fark ediyorsunuz. Ama öte yandan sizden istenen de kelimenin tam anlamıyla başa bela bir hal... Sevdiğiniz onca blogun içinden 7 tanesini seçmeniz gerekiyor. Bir kez daha anladım ki, hayattaki en zor durum bu benim için. Sevdiklerim arasından bir seçim yapmak.

Her mim yazımda blog dostlarımın benim için anlamlarını çok içtenlikle ifade ettim. Daha iki aylık bir blogken, o zamanki adıyla Blograzi'de günün blogu seçildiğimizde yazdığımız teşekkür yazısının içindeki, "Her birinizin bloglarının da ayrı ayrı bizim birincilerimiz olduğunu özellikle vurgulamak istiyoruz." cümlesindeki gibi bakış açımız.

Daha fazla kıvırmadan, bütün cesaretimi toplayarak sadede gelirsem: Farkında, duyarlı, sorumlu, birikimli bir aydın ve bir Cumhuriyet Öğretmeni olan Sevgili Aysema'dan gelen ödülün değerini fazlasıyla biliyor, onun gibi değerli bir insandan aldığımız bu ödülün ve kurduğu cümlelerin çok ama çok anlamlı olduğuna vurgu yapıyor, kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Mimin yüklediği ve gereği sorumluluğu, aynı mimin daha öncekilerinde de olduğu gibi yerine getiremediğim ve 7 bloggerla bir sınır çekemediğim için; başta Sevgili Aysema olmak üzere bu hareketin başlangıç noktasından bugüne kadarki sürecine halkalar eklemiş herkesten çok ama çok özür diliyorum.

Cezam neyse razıyım:))

23 Ağustos 2009 Pazar

Güzel Bir Şey Yaptık Diye Çok Sevindik...


Mimleri severim. Aslında ödülleri de severim. Tıpkı bu ödülde olduğu gibi ödülü verenin, layık görenin yüreğine o yürekteki samimiyetine bakarak. Efendim ödülümüz bu kez eski bir dosttan geldi. Daha önce film yorumları yazdığım sitede yazılarına bakıp cümlelerinden yola çıkarak konu üzerindeki hakimiyetini, merakını ve sevgisini fark ettiğim Sevgili Benay'dan ... Onun, düzenli ve yoğun bir biçimde güncellenen nadir sinema bloglarından biri olan Sinemahşer' ini ziyaret etmeniz: Sinemanın geçmişi ve geleceğinden haberdar olmanızın yanısıra, acaba bugün ne izlesem noktasında, akıl defterinize notlar almanız anlamında yararınıza olacaktır. Zaten blogu ziyaret ettiğinizde nasıl bir ilgi, merak ve hevesle hazırlandığını farkedeceksiniz. Hayatta aslolan da, sevilen bir işi samimiyetle ve gönül dolusu sevgiyle yapmak değil midir? Sinemahşer'de bunları fazlasıyla göreceksiniz.

Efendim ödülün kuralları da şunlarmış:

*Sizi ödüllendirene teşekkür edin.
*Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın
*Ödülün logosunu yayınlayın
*7 Yaratıcı blogeri ödüllendirin.
*7 Bloğun linklerini yayınlayın.
*Ödüllendirdiklerinizi haberdar edin.
*Kendiniz hakkında 7 ilginç şey yazın.

Elbetteki bu blog; Sevgili Benay' a inceliğinden dolayı teşekkür ettikten sonra, her mim yazısının sonunda tekrar ettiği cümleyi bir kez daha yineleyecek. Nedir bu klasik cümlemiz? Şudur efendim: ''Bu tür organizasyonların gelip takıldığı nokta hep bizizdir. Çünkü gönül defterimiz kıyamaz çoklukları içinden ayırmaya bir kaçını.'' O yüzden efendim, biz bu ödülü tüm dostlarımız adına ve onları temsilen; yaptığı etkin kampanyalarla eğitime, dolayısıyla kalem tutan küçük ellere destek veren, bu çabaları yoğun bir sevgi, emek ve gönüllülükle organize eden, Sevgili Şebnem başta olmak üzere BİRMİLYONKALEM.COM' a gönderiyoruz.

Ve ayrıca son soru üzerine, var mı bende ilginç bir şey diye düşününce ve şöyle bir bakınınca kendime; kendim kendime ilginç gelmediğim için, bir şey bulamayınca; öteki benime sordum, sen görebiliyor musun bir ilginçlik bende diye... Yanıtı ilginç ve kıskançtı: Güldürme beni .

Hepinize mutlu pazarlar... Sevgiyle kalın.

3 Mayıs 2009 Pazar

Bir Mim Geldi,Ben Mim'den Çıkıp İçimi Döktüm...

Evet, mimleri seven ben; ve gerçekten de mim yazılarımı tekrar okuduğumda ''vay be yazmışım!'' diyen ben; yaklaşık on gündür karalar bağlamış durumdayım. Önce mimleri neden(bana göre) güzel yazdığımı, dün bir arkadaşımla paylaştığım cümlelerimle tekrar edim: ''O zaman daha kolay yazıyorum; sorana sorumluk hissediyorum bir de... Genelde sevdiğim şahsiyetlerden geliyor ya bir de, onlarla ben de mutlu oluyorum.

Bu çok doğru, yeni olduğum bu blog dünyasında seslerini duymayıp kendilerini fotoğrafları dışında görmemiş olsam da aramızda sadece bloglar üzerinden kurulmuş dostluklar dışında msn ya da mail benzeri yollarla iletişimler olmasa da bir şekilde sayfasına gittiğim ya da sayfama gelen, yazılarını okuduğum insanlarla gerçek hayattan belki de daha derin ve öte bir bağ var aramda... Çok kalabalık hayatı olan biri olarak buradakiler de sanal ötesi gerçek insanlar benim için, gerçekten buradaki her sevdiğim insanın bendeki değeri yıllardır arkadaşım olan, hayatımda bir şekilde yer etmiş insanlarla aynı...

Sln, yazmaya başladığımda ilk eklediğim bloglardan biri; öncelikle kendimin erken yaşlarımdaki haline çok benzettiğim biri... Sevgisini ifade edemediğinden şikayet eden cümlesine takılmıştım mesela... Sevgi bazen o kadar yalın, derin ve sessiz ifade edilen bir şeydir ki; ve abartılı sevgilerin bir çoğunda olmayan samimiyet öyle bir geçer ki karşıya; bunun dönüşünü hayatınızın kalabalıklaşmasıyla ve o insanlar için ifade ettiğiniz anlamlarda görürsünüz...

Sln: Çok genç yaşına rağmen son derece kültürlü, ilgi alanları oldukça geniş ve sorumluluk duygusu üst düzeyde bir insan; ben, çok hoş ve çok yerinde ve kaliteli esprileri olduğu konusundan da eminim, özellikle frekansının tuttuğu insanlarla bir aradayken... Yüreğinin kocamanlığı konusunda sanırım bu alemdeki herkes benimle hem fikirdir. Onu gerçekten iyi tanıdığımı ve anladığımı biliyor olmam ve ona olan sevgim ve arkadaşıma kurduğum cümledeki vurgum da göz önüne alınca; bu mimi yazma konusunda içine düştüğüm haleti ruhiye çok daha iyi anlaşılır, sanırım.

Küçükken, mağazaya gitiğimde kapıdan giren her müşteri için yorum yapardım; bu borcunu öder şu ödemez gibi... Babam da bana: ''Oğlum insanları seveceksin,'' derdi; aslında bu, sevip sevmemeyle ilgili bir tavır olmamakla birlikte babamın o lafı kulağıma da küpe oldu. Bazen fotoğraflara bakıp karakter analizleri de yapardım, insan ruhuna meraklıydım. Hayata antenleri oldukça açık olan biri olarak yıllar içinde bu becerim konusundaki geri dönüşlerin isabetiyle birlikte, insanları anlama konusunda kendime güvenim oldukça gelişti. Gerçekten marjları ve insana ait duyguları anlama, onlara yargılar yüklemeden bakabilme ve anlayışlı olabilme halim oldukça gelişkindir.

İşte bütün bu konulardaki becerilerine güvenen ben, bu mim konusunda neden zordayım? Bu mimin konusu anlamında blog yazarlarından seçtiklerim üzerine gerçekten uzun sözcüklerle çok şeyler yazabilirim. Ve gönlümden geçen de odur. Çünkü, burada bir şekilde aramızda iletişim kurulmuş insanların benim için anlamları çok büyük. Bir kez, bu kadar kısa süre olmasına rağmen günlük hayatta hiç bir insanda ulaşılamıyacak kadar kolaylıkla derinliklerine ulaşabiliyorum yazdıklarına bakınca... Evet, çok ufak yaşlarda, henüz cool kavramı dünyada yer etmemişken çok cool bir cümlem vardı benim, küçük yaşta büyük laflar etmenin havasında söylenmiş bir cümleydi birine... Demiştim ki: ''Ben herkesin arkadaşıyım ama herkes benim arkadaşım değil''

Benim çok temel kriterlerim var. Yeter ki insanlar da samimiyet, iyi kalp, farkındalık, sorumluluk duygusu, şefkat ve açık sözlülük olsun... Burada, benim sayfasına gittiğim ve arkadaşım saydığım herkeste bunlar var. Ve onların arkadaşı olmaktan da son derece mutluyum. Yani, işin özü; kendimi Sophie'nin Seçimi'ndeki Sophie'den berbat durumda hissediyorum; oturup ayrı ayrı başlıklarla kimseyle ilgili yazamayacağımı anladım bu on gün içinde...

Aslında, bir vesileyle bir çoğu ile ilgili düşüncelerimi ortaya koydum da bugüne kadar... Bu mim Sln'den geldiği günden beri binbir kurgu geçiyor aklımdan; yani işimle ilgili bulunduğum yerlerde bile bu mimle ilgili düşünceler var kafamda... Ve farkettim ki, ben, bu mimi tek tek isim vererek yazamayacağım. Çünkü, herbir sevdiğim için sayfalarca yazmam gerekecek; bu konuda hassasım:))

Bilmiyorum, belki mim amacından dışarı çıktı biraz, hatta oldukça; ama sevgili Sln ve sevgili a.nur dan özür diliyorum, gerçekten sizleri çok seviyorum. Belki mimin ruhuna uygun da yazamadım, ama anlayacağınızı biliyorum. Ve bir mim'ini (ki yazmadığım tek mim dir-bir hal üzerine bir kurmaca hikaye söz konusuydu; kendime bu konu da hiç güvenemediğim için) geri çevirdiğimEvren'den; burada, herkesin huzurunda bir kez daha özür diliyorum. Tecrübe böyle bir şey işte; bu mimi yazma konusunda da aslında af dilemeyi düşünmüştüm. Ama sonra bir kez daha düşündüm:)))

28 Mart 2009 Cumartesi

Ay! Kimlerden Gelmiş Mim Bu Sefer...


Bir mimi henüz yetiştirip, büyütüp hayata salmışken, bir başka mimim olduğu müjdesi tez elden geldi... Mim gelmiş bir kez yapılacak bir şey yok allah bağışlasın demekten öte... Ama bu kez mimin geldiği yer öyle bir yer ki; hani akan sular durur derler ya!.. Hah! İşte öyle bir yer. Bundan, şunun anlaşılmış olmasından da korkarım; hani biz akan sular durur yerden değilmiyiz gibi... Hayır! Böyle değil. Benim, gönlümde yer etmiş herkes için akan sularım durur. Ama Efsa benim küçük kardeşim. Fotoğrafı dışında ne yüzünü gördüm, ne sesini duydum. Ama yürek sesini fazlasıyla duyuyorum. O yüreğini görüyorum. Şimdi birisi mutlaka şöyle diyecek bu yazıyı okurken, kendine çok güveniyorsun!.. Güveniyorum var mı diyeceğin:))

Biliyorum ki; hatta eminim ki konu Efsa olduğunda, onun da akan suları duruyor. Aslında bunu çok uzun bir Efsa yazısına çevirebilirim; ama yazacağım hiç bir sözcük, şu cümle kadar anlatamayacaktır bendeki Efsa'nın değerini: Seni Seviyorum Efsacığım.

Senki bebeğinden ve sevdiklerinden bahsederken kendinden geçip bir başka dünyandan sözcükler döküyorsun, ben de seni sevmeyen ölsün diyorum.

Şimdi gelirsek mim konusuna: Aslında, benim için yazması en kolay dönem çocukluğum, ama soruların bağlayıcılığından baktığımda ve hareket alanı sınırlayıcı olduğundan ve insana seçenekte bırakmadığından, soruların çoğunluğuna yanıtlarım yok. Çünkü, çocukluktan eksikliklerim yok. Genelde zaten çok şikayet eden bir insan değilim. Bunu her zaman da çocukluk dönemime borçlu olduğumu bilirim. Hatta bir gün, bir kenara şunları yazıp atmıştım. Hazır bu mim gelmişken, bu düşüncelerimi de zamanın sonsuzluğuna yolcu edim.

''Hayat denen yolda yürürken bana yola döşenmiş mayınları temizlemeyi öğreten, beni yola salıp uzaktan uzağa kontrol eden, başıma bir felaket gelmediği sürece müdahale etmeyen, yollar konusunda korkutmayan sadece tehlikeler konusunda uyaran, minicik yüreğim aşk yangınlarındayken yüreğime dokunan, hastalandığımda ya da korktuğumda saçlarımı okşayan, ergen komplekslerim de bana gaz veren, iç sıkıntılarımda, çocukça kaygılarımda bir sürü başımı koyacak omuz, bir sürü yatılacak diz vardı; hepsi de içten sapına kadar samimi... Bu yüzden hayat benim için hep anlaşılabilir oldu. Ben, paranın bir ayrım ve değer ifadesi olmadığı, çoklu ve çapraz ilişkilerin yaşandığı, alabildiğine güven barındıran, her türden sevginin her eşyaya her duvara, kapıya pencereye her şeye sindiği, bütün görüş ayrılıklarına, bütün çatışmalara rağmen hiç eksilmediği, bütün öfkelerin aslında karşı taraf için iyi olduğu düşünüldüğünden ve karşı taraflarında bunu bildiği kavgalar sonunda insanlar birbirine küsseler bile asla taraf yapılmadığımız ortamlarda, bizi kötülüklerden koruyacak bir dayanışma ruhumuzun olduğunu hissederek büyüdüm. Bu sevgiler alabildiğine samimi, böbürlenmeyen, paylaşan, asla ve asla bir diyet duygusu yaratmayan türdendi.''

Dolayısıyla, dün akşamdan beri her sorunun boşluğunu dolduracak bir nokta arıyorum ve bulamıyorum. Bir tek yapmak istediğim eğitim ve kendi arzuladığım meslekle ilgili serzenişim vardır. Bunda da onların niyetlerinden ve duygularından hareketle kızmıyor, üzülüyor ama onları da anlıyorum. Bu yüzden çok üzgünüm ki mimin sorularını bire bir yanıtlayamıyorum. Yanıtlarım gerçekten yok çünkü...

Kalabalık bir ailede büyüdüm ve ufacık bir serzenişim bile onlara karşı çok büyük bir haksızlık olur. Hepsinin yüreğini biliyorum ve çok seviyorum hepsini. Ve sadece şu iki sorudaki boşluğu doldurarak Efsa'ya teşekkür edip, dur artık diyorum klavyeye...

4-Çocukken ...televizyon yapımcısı ve yönetmeni ya da gazeteci olmayı... hayal ederdim.
5-Çocukken ...kendi istediğim mesleği özgürce seçebilmek adına benim sorumluluğumu ve mecburiyetlerimi üstlenecek abim ya da abilerim olmasını ...isterdim

27 Mart 2009 Cuma

Gökten Üç Mim Düştü,Ben İkisini Aldım

Düzenli ve severek okuduğum, hatta bir yorumumda benim için kitaplar ve filmler konusunda bir referans noktası dediğim, dik duruşunu, kendinden taraf oluşunu ve uslubunu sevdiğim, her ne kadar bu övgüleri alçak gönüllükle karşılıyor olsa da benim samimi düşüncelerim olduğunu bir kez daha vurgulamak istediğim. Hani kadınların sık kullandığı klasik bir söz vardır ya! Oradan yola çıkarak, blog gibi blog diyebilebileceğim ve bunu fazlasıyla hakeden sevgili Sera'dan geldi bu kez mim.

Her ne kadar sevdiğiniz yazar ve kitap konusunda daha önce mimlendim deyip sıyrılmaya çalışsam da işin içinden, kurtulamadım. Üç farklı mimden oluşmuş bir yazının içinden diğer ikisini yazabileceğimi söyleyince Sera, bana da oturup yazmak düştü.

İşin şakası bir yana, benim için çok önemli bloglar var. Onlardan gelen mimleri yazmaktan gerçekten zevk alıyorum. Ve bu yazıyı da büyük bir zevkle yazıyorum. Yazının konusu üç mimden ilkini, yani sevdiğim yazar ve kitabı daha önce yazmıştım. Bu Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Milan Kundera idi. Merak edenler buradan buyurabilirler.

İkinci mim ''kitap yazmak isteseydin ne yazardın?''a verilecek bir yanıtım vardı hazırda. Aslında yazma konusunda son derece tembel, yazarlık potansiyeli olmayan biri olarak, çocukluktan itibaren bir çok mesleğe özenmeme rağmen yazar olsam gibi bir düşünce hiç bir zaman oluşmadı kafamda. Dört yıl önceye kadar yazılı metin olarak kompozisyon dersinde yazılmışlarla, tıfıl çağların militan günlerinin bildirileri , konuşma metinleri ile mektuplarım ve belki iki üç şiir dışında bir ''eserim'' yoktur.

Ama, bundan iki yıl önce yazdığım mektupların karşı tarafı fazlasıyla gaza getirince beni; aklımda bir roman fikri oluşmuştu. Kurgusu şekillenmiş, öyküsü, karakterleri belli... Birinin ikisini, birinin birini ,birinin hiç birini bilmediği ve birbirlerini tanımayan üç kadını bir yerde buluşturup herbirinin aynı kişi olduğunu bilmedikleri bir adamı kendi yaşadıkları ve bakış açılarından anlattıkları, şimdiki zaman kipinde ama geri dönüşlerle anlatan bir kitabı yazmak isterdim. Şu anki uslubumdan farklı dil kullanan bir yazar olmak istememekle birlikte Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden... adlı yazımdaki anlatımda olduğu gibi; o anki davranışa etken birikmişliklerin şimdiki zaman cümlelerine yedirilmiş haliyle ve elbette noktalama işaretleri işini bir bilene devrederek yazmak isterdim. Soyut insanlar yaratıp onlar üzerinden bir kurguyla yaşanmamışı yazmak konusunda sıfır yetenekli biri olarak, eğer öyle bir şeye yeltenirsem de kağıdın başında oturup, küf bağlayacağım kesindir.


Üçüncü mim ''ölmeden önce okumak istediğim kitaplar nedir?'' sorusuna yanıtım çok daha kolaydır. Ve bir tek kitapla sınırlıdır bu... Yıllardır, her kitapçıya girdiğimde elimin hemen gittiği, ama her seferinde de bir türlü satın alma kararımı netleştiremediğimden o an seçtiğim diğer kitaplara yenilmiş olan... Ve bir türlü bir birimize tutunamadığımız Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ıdır. Anlayamadığım bir seni uzaktan sevmek hali vardır aramızda... Bu duyguyu bazen, Charles Branson'un polis olduğu bir filmde, evinin ve bürosunun her tarafına posterlerini astığı Roma'ya bir türlü gidememesi duygusuna benzetirim. O göremeden öldü filmde; umarım benim vaktim vardır.

13 Mart 2009 Cuma

Mutlu Mutlu Mutluluk Yazdım...

Mimleri seviyorum. Çünkü bunları değerli kılan, mimlerin kendisinden öte o mimlerin geldiği yerler... Onların satır aralarında yakaladığım, gördüğüm derin kimlikler, ki o kimliklerin dünyalarında var olmak bana değer katıyor. Dün sabah Sevgili Ateş Böceği "Sence mutluluk ne?" diye sorarak, bana bir mutluluk yaşattı. Ben de oturup mutlu mutlu bu yazıyı yazdım. Bakalım birlikte, ne imiş bence mutluluk?

Mutluluğun insanın bakış açısında saklı olduğuna inanırım. O bakış açısı ve hissediş, doğduğunuz aile ve o ailenin ilişki içinde olduğu çevreyle doğru orantılı olarak gelişir. Mutluluk da diğer olumlu, olumsuz bir çok duygu gibi öğrenilen bir şeydir, ben öyle düşünürüm.

Birileri size oturup anlatmaz bunları, siz tanık olursunuz, zamanın kumbarasında biriktirirsiniz, öğrendikçe çoğaltırsınız. Sormazsınız kendinize ben mutlu muyum diye, doğal bir akışkanlık halinde yaşarsınız... Soru, mutsuz anlarınızda gelir, neden ya da niye diye.

Aslında boş dolu bardak klasik cümlesinin yorumunda bulur kendini mutlu olma hali... Ben o cümleye kabul gördüğü, bir çok insanın değerlendirdiği, seslendirdiği anlamda bakmam. Genel kullanımında boş tarafı görmezden gel telkininin yattığını düşünürüm. Kendine bir rüya hali yaratmaktır bu... Eğer bakış; daha doğrusu yorum bu olursa, doluluk da gerçek değerini ve mutluluk halini barındırmaz içinde... Boş taraf da bizim gerçekliğimizdir. Onla baş etmeyi, kabullenmeyi, direnmeyi ve dik durmayı bildiğimiz, öğrendiğimiz gün bir anlamı vardır dolu tarafın da.

Evet mutluyum. Hayatımın her evresinde mutluydum. Yaşadığım ve yaşamakta olduğum hayatı şöyle nitelerim: İçinde acılar, kederler, yenilgiler, üzüntüler, bazen ufak da olsa kaygılar olan mutlu bir hayat; içinde düşlerin, hayallerin olduğu bir gerçeklik hali...

Mutsuzluğunu anlat dendiğinde yaşadığım ve anlatabileceğim hiçbir şey yoktur. Bu, hayatımda acılar yoktur anlamına gelmesin. Fazlasıyla vardır. En sevdiklerimden bir çok kişi mezarlardadır. Ayrılıklar vardır. Doğalının, olması gerekenin olmadığı ve bu olmamazlık hali yüzünden yaşam anılarında eksiklikler kalmış insanlar vardır. Ve bu hal onların suçu değildir. Evet bazen oturup düşündüğümde, bu durum fazlasıyla da acı verir. Ama tüm bunlar, genel anlamda kendimi; mutluluk kavramından baktığımda, mutsuz diye niteleyebileceğim olgular değildir. Her biri, kendi hissettirdikleri ile tanım bulan anlardır bende...

Otursam, bu yazı yerine acılarım deyip bir yazı yazsam ve hayata sadece oradan baksam. Bir de damardan bir arabesk koyup yanına da bir şişe açsam. Öyle hissetsem. Hayatla oyunumuzda ortaya çıkan bazı sonuçların nedenlerini ona yüklesem. Hayatın bir yalancı, bir dolandırıcı olduğunu düşünsem: Ya kafama sıkıp giderim ya da captaiin'in dünkü yazısındaki gibi, bir urgan yeter. Oysa biz hayatla  her gününde bir sürü bonus olan, çok keyifli bir oyun oynuyoruz.

Mutluluk hem çok kolay hem de çok zor elde edilebilir bir olgudur. Tıpkı tek gerçeğin, algıdaki gerçek olduğu kuramsal doğrusu gibi... Tıpkı aynı somut halin farklı algılarda farklı anlamlar bulan gerçeklikler olarak dile dökülmesi gibi... Mutluluk her günün içinde saklanmış ve gün boyu öncül ve artçılarıyla devam eden bir devrim halidir, hem de sürekli bir devrim.

Bir kahve fincanındadır, demli bir bardak çaydadır, bir merhabada, bir şarkının en güzel sözcüğünde, bir e-postada, bir kadının en sıkıntılı halinde yüzüne oturtabildiğiniz tebessümde, bir bakışta, taşrada bir sokak arasında o gün keşfettiğiniz bir dondurmacıdaki bir tabak dondurmada, bir ağacın üzerindeki kuşta, yüzünüzü okşayan rüzgârda, önünüzde yürüyen iki sevgilide, söylediğiniz kışkırtıcı bir cümleye bir kadın tarafından söylenmiş tek bir sözcükte ''Deli,'' dedir.

Bir doğum gününüzde, hiç ummadığınız bir sürprizle tüm yasakları delip riskler alarak, arkadaşlarınızın, 12 eylül paşalarına ayrılmış yemek odasında, onların masalarına donattıkları sofradadır. Bir cezaevi karanlığında, hiç unutamadığınız, adı aklınıza yazılı bir genç kıza, bir öğretmene yazılmış bir küçük kardeş mektubundaki, ''Buralarda kayısı ağaçları çiçeklendi,'' cümlesindedir. Çağrıldığınız ziyaret bahçesinde, bin yıl düşünseniz aklınıza hiç gelmeyecek, izinizin kaldığı okul arkadaşınızın elinde bir kutu kuru pastayla sizi görmeye geldiği andadır.

Bir ayna üzerine yazdığınız bir cümleye, baş ucuna bıraktığınız bir tek güle bakıp, ona izler bırakarak yönlendirdiğiniz yerdeki hediyeye gitmeden, yan odada oturmuş kucağınıza en pijamalarıyla gelen kadının dolanmış kollarının dudağınıza kondurduğu tutkulu öpücüktedir. Bir tren penceresinden baktığınız akıp giden zamandadır. Bir vapur güvertesinde yanınıza oturacak düştedir. Binlerce mekânda binlercesini içtiğiniz biralardan birini hepsinden farklı yapandadır.

Her sorusuna yanıtlar verdiğiniz minicik bir çocuğun, bir gün bir sorusuna bilmiyorum dediğinizde; onun kocaman yüreğinin ses tonundaki, koca koca anlamlarla yüklenmiş ''Sen harika bir babasın,'' cümlesindeki, teselli ediştedir.

Bunların her biri birileri için hiç bir anlam ifade etmezken birileri için çok şey ifade edebilir, eder! Mutluluk elimizin altındadır. Bulamadığını iddia edenlerin aradıkları yerler yanlıştır ...Suçlu bizizdir...Suçlu ne yaşam, ne öteki, ne de kaderdir.

Andre Gide'ın muhteşem bir sözü vardır: Yasam çok zalim bir ögretmendir. Önce sınav yapar, sonra dersi verir.

Ben o sınavları hep sevdim; ve hayatla eğersiz ve hiç küsmeyen bir arkadaşlığımız var. Ben onu olduğu gibi seviyorum, o da beni...


O an hissettiklerimi bir blog yazısı yapmayı düşünerek not aldığım çok taze bir mutluluk örneğimin giriş kısmını, o anki kelimelerim ve başlığımla buraya taşıyayım ki benim için mutluluğun ne kadar emek verilerek elde edilmiş bir kolaylık olduğuna örnek olsun. Aşağıdaki yazımda her bir cümle, her ifade ettiğim, tek başına da bir mutluluk anıdır ve bunların toplamı da sadece o gün yaşanmış kocaman bir mutluluktur. O ânı yaşamak, ondan tat almak sadece o günlük bir şey değildir de aynı zamanda!. Zamanın kumbarasındaki kocaman bir anlar birikmişliğidir .



Bir Fotoğrafla Ayaküstü Bir Gönül İlişkisi...

Bir fotoğraf gördüm... Kalabalık;  gülüp eğlenen kadınlı erkekli bir kalabalık... O Fotoğrafın içinde bir fotoğraf gördüm: Gözüm önce takıldı, sonra baktı, sonra gördü... Görünce, daha çok baktı. Kalabalığın içinden kadını ayırıp tek kişilik bir fotoğraf yaptım. Gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinin içine baktım. Tanıyordum. Tanıdım... Tanıdı... Kalabalıktı, mutluydu... Ona seslendim: ''Bir insan onca kalabalığın içinde ancak bu kadar farklı ve tek durabilir, ruhun bambaşka, bu çok hoş!..''  ''Aşırı sıcak ve dumandan ötürü bir parça bayılmış olmanın da etkisi var o ruh üzerinde desem,'' dedi. ''Ben gördüğünü okuyabilecek biriyim desem,'' dedim.

O fotoğraf şimdi  gözümün ucunda, düşümde...

 

Mutluyum.



4 Mart 2009 Çarşamba

Sevdiğim Şair, Sevdiğim Şiir Mimi...

Bu kez mim soldan soldan geldi. Soldan geldi derken; şiirle ilişkim ideolojik temeller üzerine kurulu olduğundan. Başta Nazım, Lorca ve Neruda olmak üzere diğerleri...

İyi bir şiir okuru değilim. Bugüne kadar elime alıp başından sonuna okuduğum bir şiir kitabı olmadı. Arada bir, birini elime alıp sayfaların arasından rastgele okurum. Genelde elime geçen dergi ya da gazete köşelerindeki, seçilmiş şiirlere takılırım. Başta Orhan Veli olmak üzere, yalın ve gündelik bir dil kullanan şairler daha çok etkiler beni. Mesela blog dünyasından Hayatın Ortasında iyi bir örnektir buna... Ama mimin kuralına uyarak kesinlikle bir isim yazmam gerekirse; Nazım Hikmet derim en sevdiğim şair.

Bir dönem sevdiğim şiirleri kağıtlara yazıp oraya buraya atardım. Hatta bir iki tane de kendi yazmışlığım vardır. Bunlar, tıfıl çağların ona buna öykünme, kendine şekil yapma halinde ilerleyen sürecine aittir. Ha bunlar nerede şimdi dersek, arasam da bulamam. Bir gün bir şeyleri ayıklarken elime gelenleri şuraya koyayım bulmam kolay olur demiştim. Koymuştum da... Şimdi o yeri bulamamaktayım.

Mim her ne kadar soldan soldan geldi desem de, asıl geldiği yer önemli benim için... Neden diye bir soru gelirse... Geldi soru... Dedim ya, rastladığım yerde okuduğum dizelerin o an bende yarattığı etki, aklıma çizdiği resim önemli diye... Bir çok yerde tekrar ettiğim gibi, göz önünde olanlardan ziyade saklıda duran, popülizmin rüzgarında yelkenleri şişirilmemiş olanları severim.

Blog alemindeki geçmişim çok yeni, o yeniliğin ilk günlerinde bakınırken oraya buraya; bir blogda bir şiir gördüm; ve sözcüklerini hemen not aldım. Bunlar Kayıp Fesleğen'in yani persona noN grata~~nın, yani A.Nur'un Saklan adlı şiirindeki şu dizelerdi: Uyku tutmuyor beni/Gel sen tut…/ Fakir nakaratlarımın içine bağdaş kur.

Sevgili Kayıp Fesleğen mimi yollarken bana, isterse sevdiği sözcükleri not ettiği defterinden bir şiir çıkarsın La Paragas demiş. Aslında onun şiirine yazdığım yorumda da vurguladığım gibi, cümlelerin altını çizmek, bir yere not almak gibi bir alışkanlığı olmayan, bunu hep isteyen ama bir türlü beceremeyen bir okur olarak, not aldığım cümle çok azdır. Dolayısıyla da şiir... Birde en sevdikleri kategorisine çokça şey koymayı seven, eni değil de enleri olan biri olarak; beni yaşadığım bir olaydan dolayı en çok vurmuş olan, izi derin bir Ece Ayhan şiirini yazmak istedim. Nazım Hikmet'ten, Kelimelerin şiiri için af dileyerek.

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

10 Ocak 2009 Cumartesi

Mim Karnında Bir Nokta...''En Sevdiğim''Yazar...

Bu kez mimim gelirken havada kokusu da vardı. Sevgili Beenmaya, topu bana doğru atarken kimi yazacağımı da tahmin ettiğini hatta bildiğini vurgulamıştı. Bunun aslında kendi yazacağından bir vazgeçişle; benim onu daha iyi yazacağımı düşünerek, boş kaleye topu yuvarlamaktan başka çare bırakmayan çok güzel bir pas olduğunun farkındayım. Bu aynı zamanda, onun bir gün birilerinin miminde benzer soruda yanıt olacak güçlü kalemi kadar, iyi bir okuyucu olduğunun da göstergesi. Çünkü daha önce; hatta blog yazmaya başladığımda, ilk yayınladıklarımdan biri en sevdiğim kitap ve o niye benim için en kitapla ilgili bir yazıydı. Gözden kaçmamış...

Aslında, en yazarlarından ziyade en kitapları olan bir okuyucuyum. Bir yazar takıntım olduğunu söyleyemem. Geniş bir yelpazade okumayı severim. Keşfetmek tutkumdur. Çoğu zaman, sadece kapağına bakıp, içinden bir iki cümleyle karar oluşturup satın aldığım kitapların ve yazarların, sonra geniş kitlelerle buluşamasalar da, adlarının çok saygın bir biçimde, popülaritenin ötesinde değerlerle anılması çok hoşuma gider. Kendimi sever, keşif yeteneğimin tadını çıkarırım.

Şöyle bir duygum ve inancım vardır kendimce: Her yazarın ''en'' bir ya da bir kaç kitabı vardır; ve bunlar, onların hiç bir popüler olma kaygısı taşımayan halleriyle sadece kendileri için, kendi heyecanlarıyla, yazmanın keyfinin başka kaygılarla beslenmeden tavan yaptığı anlarda yazılmış olanlardır. Bana ait bir düşünce olduğu için elbette yanılıyor da olabilirim ...

İlk okuduğum kitabından sonra diğer bir kaç kitabını aldığım; ve o kitaplardan da aynı tadı aldığımı söyleyebileceğim yazar sayısı çok fazla değildir. Benim özel bakışım ve nedenlerimden dolayı en sevdiğim kitaplar vardır; ve onlardan dolayı da yazarlar...

Şimdi gelelim, daha doğrusu mimin amacının özüne sadık kalarak sorunun yanıtına: Şu ana kadar söz ettiklerimin ışığında bu soruya düz bakarak bir yanıt vermem gerekirse; öteki sevdiklerimin affına sığınarak ve bir ayrımcılık değil de bir görev algısı olarak alıp bu durumu gücenmemeleri anlamında, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Milan Kundera diyorum; Pal Sokağı Çocukları ve Ferenc Molnar'dan çok ama çok özür dileyerek... Bir yetişkin bakışından bir yetişkin kitabı yazmam gerektiğini düşünüyorum çünkü bu mime...

Neden Milan Kundera ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği sorusuna vereceğim yanıt bir tekrar olacağı için, en uygunu önceki yazımdan bir bölümü taşımak diye düşündüm. Ama bu kez yazarla tanışma nedenim tesadüf değil. O günlerde kendi topraklarından çıkarak, bütün Avrupa'da hatta dünyada gündeme oturan bir yazar olarak verdiği röportajlardaki düşüncelerinin ilgimi çekmesi; ve ilk okuduğum kitabından sonra en çok kitabını satın aldığım yazar olmasıdır. Buyrun niye o ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği:

Bir ideolojinin ortodoks tavrına, sorgulayan, eleştirel ve anarşist aklımın başkaldırdığı bir ilk gençlik döneminde, karakter özelliklerimin ruh ikiziydi sanki romanın kahramanı... İlk gençliğin öykünen tavrıyla bireyselleşen kimliğin başkaldırıları arasında çatışan ve gelişen bir ruhun yolunu ışıldatan bir kitap olmuştu benim için.

İlk gençliğin meraklarıyla başlayan ve devam eden ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde, bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayrıdına varma yolculuğundaki ruhuma güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiren, ilişkiler üzerine bir beslenme sürecinde sorularımı netleştiren bir kitap da olmuştur aynı zamanda.

Hem siyaset sorgulamaları hem de ilişkiler odağında, ihraç edilmiş totaliter bir ideolojinin anaforları ile yalnızlık, aşk, tutku, cinsellik üzerine doğru yorumlar yapan çok hoş bir kitaptır.

Felsefi çıkarımlarla dolu, bitmekte olan insani değerler üzerine incelikli bir düşünme, aşk üzerine bir felsefe, empoze edilmek istenene bir başkaldırı, cinsellik üzerine sorgulamaları olan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği: Benim aşkımdır. Ötesi yok!..:))


Genelde bu tip (mim benzeri) olaylarda halkanın takılıp kaldığı nokta ben olurum; kimse kendini bir zorunluluk altında hissetsin istemem. Bu yüzden, zaten mim başka kanatlardan da atak halinde olduğundan daha çok gol çıkacağının güvencesiyle topu ortaya doğru atıp bu pası alıp gitmeyi hür iradelere bırakıyorum. Sevgili Beenmaya'ya da, lezzetli pası ve zevkle yazdığım bu yazı için teşekkür ediyorum:)

Resim Paul Barlow

4 Ekim 2008 Cumartesi

Kadın Ne İster? Mim Mam Mom Çatlasın Düşmanlar Benimde Artık Bir Mim Yazım Var



Sonunda bu da oldu... Bloglar aleminin çok toy bir ferdi olarak sağ şeritte seyir halindeyken; bir gün ben de mimlenirsem kabusları yaşamaya başlamıştım usul usul... Kalabalık bir sınıfta öğretmenin sorularından -olmayan- köşe bucaklara saklanan öğrenci hallerinde mutlu mesut yaşıyordum. Meselem çalışmadığım yerden gelir korkusu değildi bu kez. Çünkü; biliyorum ki genelde yuvarlanan top hayatın içinden olacak, ki bu da en sevdiğim ders. Korkumsa sadece kameralardan....

Bir de şu var tabii: Konu hassas, mimleyen de bir kadın...

Pası aldığımda kafası çakır, mutlu mesut, bir kadının yarattığı kavgalardan tümüyle uzak, yatmaya hazırlanan bir adamdım. Şeytan dürttü bir kere! (ki ben buna asla inanmam ama onun da kadın olduğu söylenmekte)  Şöyle bir nete bakim ne var ne yok, dedim.

Bakmamla nur topu gibi bir mimim olduğunu fark ettim. O andan itibaren de kâbuslara uyanmaktayım. Şimdi mimin cinsiyeti erkek olsa umurumda olmayacak, mimleyenin de olmayacak zaten. Hayatın tozlu raflarına atıp canımın istediği zamanı bekleyeceğim. Ama topu yuvarlayan bir kadın, üstelik isterseniz bırakın gitsin demiş! Hadi gel de bırak.

Bu yaşa geldim öğrendiğim en iyi şey: Rica eden, rica ederken seni özgür bırakan kadınsa, hatta bunu dillendirmeyip sadece aklından geçirmiş de olsa yapmaman gerekeni anla, sakın ola ki zamanın unutkanlığına bırakma... ve en kısa zamanda da beyin okumayı öğren. 

İnsan neler ister olsaydı soru, o kadar kolaydı ki yanıtları; ama kadın bir derya, üstelik kullandığı dille anlatmak istediğinin tercümesi birbirinden farklı...

Onlu yaşların ikinci yarısıyla yirmili yaşların ilk yarısında meraklarla başlayan ve devam eden, ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde; bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkı fark etme yolculuğundaki ruhum, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettirene kadar işim ne kadar kolaydı. Ne zaman ki bu evreye geldim, aklım da başımdan gitti. Ben ben olmaktan çıkıp, ben öteki oldum. Ötekinin kullandığı dilin tercümesini öğrenene kadar da, derdimi anlatabilmek konusunda başıma gelmedik şey kalmadı.

Aslında istenilenin ne olduğunu bilmek yetmiyor, siz istediğiniz kadar gayrette olun, kadının takıldığı noktanın sizin fark ettiğiniz ya da sandığınızdan başka bir ücrada olduğunu öğrenene kadar yıllar geçmesi gerekiyor. Ve işin kötüsü bütün bu karmaşayı aslında o umurunuzda olduğu için yaşıyorsunuz. Ve işin daha kötüsü bunu o da fark ediyor. O zaman, zorun ne be kadının yanıtlarını arayıp duruyorsunuz.

Şimdi oldum mu? Yüksek lisansa hazırlanan bir adam hallerindeyim, ama nasıl? Kuramsal olarak.

Kadın ne isteri iki bölüme ayırmak gerek. Biri bildiğimiz arkadaş olarak ilişkide, diğeri de sevgililik, eşlik halinde...

Konu derya, aslında derya olan kadın. Dolayısıyla tam da bu mimi başıma saran Kırmızı Gün(lük)'ün vurguladığı gibi her bir kadına, her bir ilişkiye göre derinleşecek; farklı düşünüşlere, yaşanmışlıklara göre farklı değerlendirmeler yapılacak uzun ve hoş bir konu; içinde kadın olan her hoşluk gibi.

O yüzden, ben yaşadığım ve yazdığım üç farklı anla ilgili notlarımı kopyalayıp yanıtları okuyucuya bırakarak, kendi heybemden bu engin konuya katkılar yapıp, ilk mimlenme halimin yarattığı bu baskıdan usulca sıvışayım.

Olay 1: Çok eski bir arkadaşımla bir yemek yedik, bir yıl kadar önce; lise yıllarında birbirine ilgi duyan ama toplumsal sorumlulukları sırtlanıp kendine sorumlulukları bacılık muhabettlerine yükleyen bir arkadaşlık. İkimizin de hayatında yeni bir evreye başladığı sürecin sorularından ve çözümlerinden kurtulamadığı bir zamanda bir araya gelinmiş çok keyifli bir akşamdı. Yemek yemiş, sonra bara çıkmış, orada şarkılara eşlik etmiş, ordan inip masada kalan şarabımızı alarak gecenin ayazında okuduğumuz okulun bahçesine gitmiş, bir sürü eylem, konuşma yaptığımız kantin camlarından içeri bakmış, sonra da basketbol sahasının kenarındaki merdivene oturup kalan şarabı içmiştik. Çok sohbetli, çok keyifli bir geceydi. İşin garibi içinden çıktığımız uzun (evlilik) ilişkilerimiz konusunda hem birbirimizi hem de kendi ilişkilerimizin ötekilerini anlayıp hak vermiştik.

Olay 2: Yaklaşık iki yıl önce bir merhabayla başlayan, bu denklik ne hoş cümlelerinin tekrarlarıyla devam eden; çok keyifli, içinde bulunduğum ruh durumunun, karmaşanın bütün çıplaklığıyla anlatılmış halinin hiç sorunlar yaratmadığı tatlı bir flörtöz halindeyken bir anda Fall in Love'ımsı bir hal alan, hatta öyle olan ilişki; o ana kadar hiç sorun olmayan soruları sorun eder hale gelmişti. Uygarca koparttığımız bağ, sancıları geçene kadar sonlanmışken ilişkinin a hali; şimdi yeniden tatlı bir dostluk halinde devam ediyor. Ben onun canımsınıyım hâlâ... Değişen ne idi?

Olay 3: Nette tanıştığım bir arkadaşım var; karakter özelliklerimizin çok iyi örtüştüğü, çok keyifli sohbetler ettiğimiz... Bazen kameraları açarız. Bunlardan birinde saçlarının uçlarından alındığını, biçimlendirildiğini farketmiş, sesimi çıkarmamıştım. Konuşmalarımızda ağırlık da zaten geçmiş evliliklerdeki haller üzerinden kadın erkek ilişkilerine, kendi yaşanmışlıklarımıza göz atmak... O gün, yine aynı konularda sohbet ederken demiştim ki ''Beni çok seviyorsun di mi? Bu güne kadar farklı şeyler de düşünsek aynı konular üzerinde, hiç tartışmadık. Birbirimize kırılacak en ufak bir şeyimiz olmadı. Mesela bu gün saçlarını fark ettiğim halde özellikle ses çıkarmadım. Ve bu bir sorun yaratmadı. Ama sevgili olsaydık, çoktan suratını asmış, oraya takılmış, bütün akşamın keyfinden mahrum kalmıştın/kalmıştık. Ve ben ne yapsam da tamir edemezdim bu durumu, çünkü kepenkleri kapatıp duvara konuşur hale getirmiştin beni çoktan,'' demiş, gülüşmüştük.

Mesele bu sanırım. Hayatım boyunca kadınlarla çok iyi anlaştım. Çok iyi arkadaş oldum. Ama sevgili olunca ilişkiye yüklenen anlam ve beklenenler farklılaşıyor. Oysa sen değişmiyorsun. Yine sevgili olma halinin öncesindeki, onların gözündeki ince, duygulu, saygılı, esprili zarif adamsın... Ama mülkiyet duygusu ve kadın algısına yerleşmiş duygusal beklentiler, normalde gülünen esprilerde bile farklı anlamlar bulabiliyor. Sanırım, sanırım demim bence, en çok istenen umursanmak, fark edilmek ve sevdiği adamın en'i olmak; o adamın tüm yaşamındakilerden bile en! Tüm bu hallerin bir sürü alt başlığı sıralanabilir, ama bence hepsinin çıktığı ana arter sözünü ettiğim iki nokta... Ama kadının tüm bunları kendi beyninde okeylemiş olması gerekiyor; çünkü erkeğin dili kadının algısına yetemiyor. Sorun her ikisinde de değil; yetişme sürecindeki mahalle baskısında, ve genele eşitlenen sanmalarda... Öğrenmeyi geciktiriyor çünkü!..

Olay birdeki yaşananları sersenişsiz tamamlamak, bu soğukta mı, gecenin bu vaktinde mi'lerden kurtararak yaşamak bazen çok zor; eğer evli ve sevgililik halinde iseniz...

Sakın bunları şikayetler olarak almasın okuyucu, bunlar hayatın anlamı ve keyfi... Gülü seven dikenine katlanacak. Dertsiz baş arasaydım, şunları yazmamış olurdum bir mektubun dip köşesine:

...bi de böyle yağmurlu soğuk pazar günlerinde; evde bir parfüm kokusu yayılmışken hazırladığım kahvaltı masasına esneye esneye, elini hafif sıyrılmış üst pijamasının içinden sokmuş bebekler gibi kaşınan, haftanın yorgunluğundan uyanmış gözleri mahmur, gözleri bebek kokulu, gözleri şımarık, gözleri kedicik bir bedenle mutfakta karşılaşıp, onun sıcağına sarılıp, saçlarının kokusuna yapışmış dudaklarımdan kulaklarına sevgi sözcükleri söyleyip, o yumuşak öpüşlerin lezzetini özlerim. Ve birlikte biraları açıp, öğlenin bir vaktinde kanapeye çekilmiş dizlerin sarmaş dolaş film izleyen hallerini...

Varsın istekler, çelişkiler, kavgalar, dövüşler olsun... Zaten stabil, sorunsuz, karmaşasız bir de isteksiz ve beklentisiz olsaydı ilişkiler, keyfi de olmazdı. Konformizmin uyuşukluğunda neye benzerdi ki?

Topu boş alanlarda gezdirerek işin içinden sıyrılan görmemişin bir mimi oldu; biri klavyeye dur desin artık

Hakkatten kadınlar ne ister?;)



Görsel: Marina Zobova'nın jessica adlı çalışması.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP