11 Mart 2025 Salı
BİR Günlüğü 5- MUTLULUK
Evden çıkıyorum. Deniz beni çağırıyor,
özlemiş.
Oysa bütün gün birbirimize bakıyoruz. O çalışma masasındaki beni görüyor, ben de masamda çalışırken onu.
Uzun bir yürüyüş planlıyorum. Sahil boyu martılar. Bir başka denizde bu kadar var mıdırlar?
Şüpheliyim.
Ve insanımız...
Şahaneler, onları beslemekten büyük keyif alıyorlar.
Ve çocuklar...
Diğer canlıları da beslemek konusunda aileden aldıkları eğitimin hakkını veriyorlar.
Ve elbette bizim Disko. Mahallemizin yakışıklısı. Yine denizin içinde ve bir oraya bir buraya koşup duruyor.
Önümde yürüyen iki genç kız.
Hayata meydan okuyorlar... Lakin bir tanesi beni de ayar ediyor.
İki genci durduyor.
Mini etek eyvallah.
Göğüsleri açık eden bluz, eyvallah.
Ama o sigara ne... Neyin meydan okuması bu.
Kesinlikle tutucu bir insan değilim, kıyafetine saygım sonsuz,
lakin beni bile ayar eden bu şımarıklığa, Ramazan günü ne gerek var?
Biraz saygı...
Bi kenarda otursan bir kaç dakika, içsen sigaranı, sonra kalksan ve arkadaşınla devam etseniz yola...
N'olur?
Bu kadar martı başka bir denizde var mıdır, emin değilim. İyi beslendikleri kesin ki daha önce fotoğraflarla sunmuştum sofralarını ve keyiflerini... Yine kalabalığız, yine coşkulu...
Kadrajıma bir aile giriyor. Ailece martıları besliyorlar. Ağaçlar yaşken eğiliyor ve bizim sahilde bu eğitim sürekli devam ediyor.
Dikkat çekici bir sahiplenme ve dikkat çekici bir paylaşım;
diğer canlılarla.
Oyun parkı cıvıl cıvıl, kuş seslerinin yanı sıra çocuk sesleri, gülen insan yüzleri... Kimin sıkıntısı var anlaşılmıyor bile...
Bu, denizin iyileştirici etkisi. Mesela şu abi. Az önce yanımdan geçen. Kafasında binbir problem. Etrafla pek ilgisi yok. Kendi dünyasında... Ama ortam ona çözüm yolunda taşlar döşüyor.
Şu banktaki gitar çalan genç.
Onun bir vakti var. Havanın yağmadığı her zaman, ki yaz kış fark etmiyor.
O bankta...
Denize karşı enfes şarkılar söylüyor. İstekleri kabul ediyor. Gözü aç değil.
Ruhu da...
Ama çocuklar... Oyun parkındakiler de, denizin kıyısındakiler de, hayata dokunmayı öğreniyorlar.
Hayvanların da insan olduklarını biliyorlar.
Uzunca yürüyor, evden uzaklaşıyorum ve Oktay ile rastlaşıyorum. Benim ortaokul arkadaşım. Bisikletle dolaşıyor. Ve bir arabası var. Eminim ki kız arkadaşını o kadar sevmiyor.
BMW'si çok enteresan; renk yeşil, özel boya... Ama rastgelinecek yeşillerden değil ve metalik.
Turuncu ile ortaklar.
Nikel çamurluk ağızları ayna gibi.
Evi yukarıda olmasına rağmen BMW her zaman sahilde ve aynı yerde. Gelen geçen onunla fotoğraf çekiyor.
Bir dahaki yazılarımdan birinde BMW'nin fotoğrafı söz.
Hatta ona diyorum ki fotoğraf çektirenlerden para al.
Kabul etmiyor. Kendisi emekli polis.
Banklarda sohbete devamken biz...
Bisiklet yolundan bir kadın sesi geliyor.
O halde bana eyvallah,
10 Mart 2025 Pazartesi
BİR Günlüğü 4- KADER
10- 11 Eylül 1980 günleri, 19 sonu-20 başlarındaki iki genç Marmaris'tedirler, Kuşadası'ndan çıkarken rastlaştıkları bir doktor çiftin çocukları da onlarla takılmaya başlamıştır, oradan beri. Ve aileyle Bodrum'dan beri aynı mekânlarda konaklamaktadırlar ama gençler gecelere aktıkları için o çocuk da onlarla gelmektedir. Çocuk dediğimiz de 16-17 yaşlarındadır.
Bu ekip 10 Eylül günü her gittikleri yerde yaptıkları gibi barlar sokağının bir başından girip, hiçbir barın hatırı kalmasın diyerek öte baştan çıkmaktadırlar. Ama o gün bir barda takılı kalırlar. Barın arkasındaki kadın çok güzeldir. İsveçlidir ve bir Türkle evlidir. Garip bir şekilde de bu satırların yazarının İsveçli Penfriend'ine benzemektedir. Çok ahbap olurlar, iyi çocuklardır ve kolay iletişim kurabilmektedirler.
11 Eylül
Kadına bir hediye alıp o gece sadece o bara giderler, barda çalışan ODTÜ'lü bir genç de vardır. Onu da ihmal etmezler. İçmeler mevkinde bir diskotek görmüşlerdir ve oraya gitmeye çoktan karar vermişlerdir. Bir süre sonra bu isteklerini bardaki kadınla paylaşırlar; Christina oraya gittiklerinde kendi adını vermelerini söyler. Vedalaşıp giderler ve ne tesadüftür ki diskoya girdikleri anda Another Brick In The Wall çalmaktadır; pistte yukarıdan aşağıya bembeyaz, tek parça pantolon bluz giymiş siyahi bir genç adam, tek başına dans etmektedir. Şu tepelerdeki mor lambaların yeni çıktığı, buralarda henüz olmadığı zamanlardır. Nefis bir mekânda nefis gece yaşamışlardır.
Bu lezzetle Marmaris'e dönerler ve bir işkembeciye girerler. Çıktıklarında arabanın başında biri epey iri yarı iki genç adam durmaktadır. Enn arkadaşı Buraneros'a döner der ki: "Olum seni burada da buldular." Buraneros da der ki "Yapılacak bir şey yok, soldaki benim." Aslında şakalaşıyorlardır. Ve zaten onlar da oraya çalışmaya gelmiş Termeli çocuklardır. 55 plakalı arabayı görünce hasret gidermek için beklemişlerdir.
Gelinir ve yatılır.
12 Eylül
Sabah askeri bir cip sokağa çıkma yasağı dahil pek çok yasağı bildiren anonslarla geçmektedir; hemen denizin dibindeki toprak yoldan. Buraneros dışarı çıkar arabanın radyosunu açar ve darbe olduğunu, ikinci bir emre kadar bulundukları yeri terk edemeyeceklerini, içki satışının yasak olduğunu öğrenir. Kaldıkları yere döner ve en arkadaşına "ihtilal olmuş," der. Sizinkiler mi yapmış' dır gelen cevap.
O gün için planları daha aşağı doğru inmek, Mersin'den de Kıbrıs'a geçmektir. Ama anlaşılmıştır ki tatil bitmiştir.
Gün içi dışarı çıkamayan çocuklar kağıt oynamaya karar verirler. Yan tarafta kalan iki kızı fark etmişlerdir aslında; ama zaten onlar erkenden çıkıp gece geç vakitte dönmekte oldukları için, o ana kadar kızların bir önemi olmamıştır onlar için.
Bu kez mecburen kızlarla konuşma ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu türden işlerin sorumlusu da Buraneros'tur. Kızlara yanaşır oyun kağıtları olup olmadığını sorar. Olmadığını söylerler ama yandaki bir evi tarif ederler. İhtiyaç duyduklarında oradan almaktadır onlar da...Buraneros gider ve o evden kağıtları rica eder. Kağıtlarla döner. İki kişilerdir ve üçüncü zaten "küçüktür", kızlar da iki kişidir zaten. Buraneros kızlara "Birlikte oynayalım mı?" teklifini yapmak üzere dışarı çıktığında kız sayısının üç olduğunu görür. Yine teklifini yapar ve kızlar da kabul ederler. Buraneros Berrak'la, en arkadaşı da Leyla ile eş olur ve pişti oynamaya başlarlar. Laflar lafları açar, oyun biter sohbet başlar.
Leyla Berlin Üniversitesi'nde okumakta olan bir kızdır ve Kürttür. Berrak oraya babasıyla gelmiştir. Orada tanışmışlardır. Maria ki Ria diye kısaltılmıştır adı, Leyla'nın üniversiteden arkadaşıdır. O gün Buraneros'la Berrak arasında İstanbul'da buluşmanın planları da yapılmıştır; özellikle o günlerde popüler olan bir mekâna gitmek için... Ve Berrak'ın dahili numarası 55'dir. Amerika'dan yeni dönmüştür ve önemli bir şirkette çalışmaktadır.
Kızlar ortak kullanılan dolaptaki şarapları fark etmiş ve kendi aralarında "A aa biri şarap alabilmiş," diye konuşmuşlardır. Hayata zaten antenleri açık olan Buraneros da bunu duymuştur. O şarap aslında dışarı çıkma yasağı olduğu için duvardan duvara atlanarak ulaşılan bir restorandan gidip de alınmıştır.
O günün akşamı
Avlu tabir edebileceğimiz bir yerde, o mekânda kalan sakinler yazlık sinema tadında sıralanmışlardır televizyonun karşısında... Netekim Paşa da konuşmaktadır siyah beyaz camda. Hemen onların sağ tarafında da tahminen biri 23 diğer ikisi 22 yaşlarındaki üç genç kız ve 19-20-17 yaşlarında 3 genç erkek oturmaktadır; tahta bir masanın etrafında... Şarap içilecektir de nasıl olacaktır bu. Sorun Berrak'ın babasıdır. Ondan çekinilmektedir ve gecenin önemi dolayısıyla diğer insanlara da ayıp olmasın endişesi vardır.
Biraz sonra masaya bir demlik, bir çaydanlık, çay kaşıkları, ve çay bardakları gelir. Çözümü Ria üretmiştir. Acayip gülünür ve şaraplar keyifle içilir. Kızlar denize girmeyi teklif ederler gecenin bir yarısında, denize girmek için yolun ötesine geçmek gerekir, sokağa çıkmak yasaktır ya! Oğlanlar korkarlar, ailelerine ulaşamamışlardır ve karşılıklı endişelerin ne boyutta olabileceğini tahmin etmektedirler.
Gecenin finali duygu doludur.
Çocuklar sabah erkenden yola çıkabilmek için gerekli olan izin kağıtlarını alıp Ankara'ya varmak zorundadırlar, çünkü beşten sonra sokağa çıkma yasağı vardır. Aslında o gün, özellikle Leyla ile enfes siyasi tartışmalar yapmış, pek çok ülke üzerinden şahane şeyler konuşmuşlardır. Bugün Buraneros o gün söylediği pek çok şeyin gerçekleşmiş haline tebessüm etmektedir.
Ve o gün, onların geldiği yöne devam etmeyi planlayan kızların yarım kalan tatillerini tamamlamak adına, geliş yönünde topladıkları tüm kartpostal ve hediyelik eşyaları kızlara verirler. Kızlar da onların gidemeyecekleri ama kendilerinin geldikleri yönde topladıklarını. Aslında dönüşte askere gidecek olan Buraneros nedeniyle 1982 yılında yapılacak Avrupa turunu, birlikte yapmak üzere anlaşmışlardır. Üstelik Dünya Kupası İspanya'dadır. Ama kader ağlarını örmüştür ve Buraneros da zaten buna hazırdır.
7 Mart 2025 Cuma
BİR Günlüğü 3- DOĞMAK
1981 yılında yaşanan bu içerik ilk olarak 22 Nisan 2009 yılında bu blogda yazılmıştır. BİR Günlüğü konsept olarak ortaya çıkıp yazılmaya başlayınca da, yıllar önce bana hazırlanan büyük ve çok riskli bir sürprizi içeren yazı, bu konsept altında da tazelenmeli düşüncesiyle ve ufak düzeltmelerle yıllar sonra -son kez- tekrarlanmıştır.
Günün akşama dönen saatleriydi. Binbaşıyı evine bırakıp arabayı park ettikten sonra yukarı, subay gazinosuna doğru çıkmaya başlamıştım ki arkadan gelip koluma giren Aziz'le birlikte yürümeye başladık. Naber, nasılsın, nasıl geçti gün, muhabbetiyle ağaçlı yoldan yürüyüp gazinonun kapısından içeri girdik. Altı kişilik şahane bir çeteydik. Hem efendi, hem fırlama, biraz serseri, alabildiğine gözü kara, altı farklı şehirden, altı gencecik çocuk.
Her günü, her akşamı aksiyon yüklü altı asker.
Biz Aziz'le orduevine girdiğimizde, diğer dört adam ortalıkta yoktu. Ve garip bir şekilde canım sıkkındı. Aziz, ''Sen otur tertip, ben işlerim var onları halledip geliyorum,'' dedi. Ben, o an orada bulunan diğer çocuklarla, klasik asker deyimiyle alt devrelerle sohbete başladım. İzmirli, köle diye seslendiğimiz, çok sevdiğimiz, çok uyanık bir garson vardı. Yine alt devre, Tokatlı, Türk Sanat Müziği söyleyen, Orduevi eğlencelerinin ve eski kentin kızlarının sevgilisi, İbo'da oradaydı.
Bizim çetenin elemanları ortalıkta olmadığı gibi, biraz sonra o ikisi de kayboldu; ve ben, orduevinin oturma salonunda yapayalnız kaldım. Belki bu ilk kez olan bir şey değildi, ki çoğu zaman, şehir dışında ya da görevde olduğumuzda eksik oluyordu kadroda... Ama o gün, canım sıkkındı işte!
Babamın öldüğü, koğuştan izine gidiyorsun diye kaldırılıp otobüse bindiğim geceden henüz bir yıl geçmişti. Askerlikle ve babanın zamansız ölümüyle yüklenilmiş sorumlulukların, vazgeçilmiş hayallerin ortasında bir yerdeydim. O çete, benim o süreci kolay geçirmemin en önemli ögesiydi. En atak, en fırlama çağında bölünen hayatıma katılıp, yaşamı hiçbir şey olmamışçasına sürdürmemin en büyük dayanağıydı.
Hava kararmaya başladığında sadece Aziz benim olduğum yere gelip gidiyordu ki bu da gayet normaldi. Komutan (Tuğgeneral) orduevine yemeğe geldiğinde ya da büyük protokol yemeklerinde bütün düzenden sorumlu olan oydu. Saat sekize yaklaştığında, henüz çetenin diğer elemanları ortalıkta görünmüyordu. O ara, Aziz yanıma geldi, ''Tertip yukarıda az işim var, gel senle beraber gidelim,'' dedi. Orduevinin alt binasından çıktık. Kurulu olduğu yamaç dolayısıyla yıkılma riski olduğu için kapatılan üst orduevine doğru yürümeye başladık. Üst orduevinin sadece cuntacı generallere ayrılmış bölümü kullanılabilirdi ve oranın sorumlusu da Aziz'di.
Sadece onlar gelirlerse kullanılan, tugay komutanı dahil hiçbir üst ya da alt rütbeli subayın kullanamadığı bu odalar ve salon: Bizim askerliğimiz süresince, bir kez hizmet verdi cuntaya...
Biz Aziz'in ana kapıyı açmasıyla binadan içeri girdik, oranın sorumlusu olarak her akşam kontrol ediyordu ve her gün temizleniyordu odalar; her an gelirlermiş gibi... Üst kata çıktık, ana salona doğru yöneldik; burası, geldiklerinde yemeklerini yedikleri salondu ve olağanüstü güzel tabakları, kadehleri, çatalları, bıçakları vardı.
Mobilyaları anlatmama da gerek yok sanırım.
Kapalı ve karanlık salonun önüne geldiğimizde, Aziz kapının anahtarlarını bakındı, çıkardı, elini kapıya uzattı ve ''Aa açıkmış,'' dedi. Biz içeri girdiğimizde, birden ışıklar yandı ve alkış kıyamet koptu. Muhteşem bir masa hazırlanmıştı... Yaş pastaya kadar her şey vardı... Eski kentte bulunması mümkün olmayan Doluca Moskado'yu, kim bilir kaç gün önceden ayarlayıp, bulup buluşturup, masaya koymuşlardı. O zor koşullarda, onca riski alıp, bütün nöbet yerlerini ve nöbetçileri ayarlayıp, bana netekim paşa ve avanesine ayrılmış salonu açmışlardı. Masaya zor oturdum, bir konuşma yapmaya çalıştım. Gözyaşılarımın ve hıçkırıklarımın izin verdiği kadar konuştum; sadece sizi seviyorum diyebildim...
Her biri, bir hediye almıştı: Bir küçük kutu kibrit, bir tadelle, sevdiğim gazozdan bir şişe, Moskado, bir resim çerçevesi ve benzeri küçük küçük sembolik hediyeler... Hepsini bir torbada hâlâ saklarım; hayatımın en anlamlı ve en değerli hediyeleri olarak...
Bir yirmi Nisan akşamıydı.
5 Mart 2025 Çarşamba
BİR Günlüğü 2- MİHRİ
"Yine akşamları buluşuyor, oyunlara devam ediyor, saklambaça körebe, hatta futbol falan da ekliyoruz. O her zaman pırıl pırıl. Yüzündeki ufacık çilleri ile çok tatlı. Beni ne kadar sevdiğini hissediyorum. Duygularını anlıyor ve seviyorum. Havalıyım. Çocukça... Aşık olmak bir zayıflık durumu sanki. Karizmayı çizdirmek bize yakışmaz. Oysa iyi kalpli ve romantik bir evin çocuğuyum. Bugünden bakınca bir odun alıp kafamda paralayasım geliyor. Halimi aslında hangi kelime ile anlatabilirim onu da bilmiyorum. Oysa şımarık bir çocuk olmadığım gibi iyi kalpliyim de...Sonra bayram geliyor. Birbirimizle bayramlaşıyoruz. O ortada yok. Türkan bayram kartları hazırlamış, özenle her birimizin adına yazmış zarfların üzerini ki birini bana veriyor. O an açmıyorum. Hepimiz dağılınca açıp okuyorum. Bir kutlama ve siz hitaplı. Ama içimi yıllardır her aklıma geldikçe yakan bir cümle de var içinde: "O sizi çok seviyor. O başkasını sevse bile ben yine de onu severim diyor."İçim cızz ediyor elbette, ama yeniyetme şımarıklıklarım bunu başarıyla perdeliyor. Sonraki yıllarda hep aklıma geliyor. Gitsem, arasam bulsam, onu bir pastaneye davet etsem, ellerini avuçlarıma alsam, gözlerine baksam, sözlerimi döksem ve özür dilesem....Bunu çok kere, aklıma her düştükçe, delicesine istiyorum. Ama sonra... sonra diyor ve vazgeçiyorum. Ve sonraki yılların hiçbirinde, hiçbir yerde karşılaşmıyoruz. Biz şehrin dışında yazlık niyetiyle yaptırdığımız sonra sevip kaldığımız bir yere geliyoruz. Ortaokul ve lisede ben çok daha aktif bir hayatla haşır neşir oluyorum ama; aklıma O her geldikçe; onu üzdüğüm için kalbimden bir sızı bana, hep onu hatırlatıyor, merak ediyorum. Bir yanımla da aslında ne kaçırdığımı biliyor ve o yaşanmamışlık için belki de hayıflanıyorum.
Bilmiyorum."
Dişçimdeyim. Kendisi uzun yıllardır komşum. Randevulaşıyoruz ve verilen saatte oradayım. Giriş katında, çok hoş düzenlenmiş alanda bir koltukta oturuyorum. Çalışan kızlar dikkatimi çekiyor, mekânın huzur veren bir ruh hali var. Ve müşteri ifadesini pek yakıştıramasam da, müşteriler ıssız, ve bir güven duygusu ile sessizce ve hoş düzenlenmiş bir alanda bekliyorlar. Kasa ve her şeyle ilgilenen bir genç kadın var, bankonun arkasında. Abartısız, hoş şıklığı ile dikkat çekiyor, yaklaşımı güler yüzlü. O ara doktorumun beni beklediğini söylüyor, asansörle o kata çıkıyorum. Komşumla iki lafın belini kırarken o yol haritamı da oluşturuyor. Asistanı, çok tatlı ve ölçülü genç kıza da teşekkür ediyorum. İkinci randevum veriliyor ve ben başka işlerim için caddeye çıkarken önünden geçtiğim turuncu takımlı genç kadına hoşçakalın diyorum.
Ertesi gün.
Mekâna giriş yapıyorum. Turuncusu ölçülü ve güzel takım elbiseli genç kadın gülümsüyor, hal hatır soruyoruz. Ben koltuklardan birine geçiyorum lakin genç kadın bana yabancı gelmiyor. Elbette benden yaşça çok küçük, farklı zamanların gençleriyiz ama heyecanlanıyorum, çünkü bu yazının başlığındaki isme inanılmaz derecede benziyor. Onun kızı olduğunu düşünüyorum ve sözde soğukkanlıyım. Doktorum çağırana kadar genç kızın tüm mimiklerini inceliyorum.
Kan mı çekiyor ne?
Bu durum dişçime gittiğim süre boyunca devam ediyor. Devam ediyor ancak heyecan da bende gittikçe yükseliyor. Sürekli zihnimle irtibat halindeyim ama heyecan komutayı ele almış durumda. Ona uysam yandım.
Genç kadınla aramızda tatlı, güleryüzlü bir iletişim de gelişiyor bu arada. Ben Mihri'nin kızı değilse bile akrabalarından birinin olduğunu düşünüyorum. İlk aklıma gelen Gülşen Abla.
Bu arada Mihri'yi düşünmekten geri kalmıyorum. Elbisesinden, yüzünün tatlı çillerinden, hippi tarzı askılı çantasından, sakinliği ve şirinliğine kadar tüm detayları hatırlıyorum ve kendisini olağanüstü derecede ve tekrar edeceğim üzere bankodaki hoş kıza benzetiyorum. Bu aradaki gelip gitmelerimde genç kızla ilişkimiz gelişiyor ama daha önemli bir gelişme oluyor.
Çocukluk mahallemizdeki caddede yürürken bir anda fotoğraf stüdyosu olan bir arkadaşıma uğramak geliyor içimden, oysa bir yerde keyfini çıkararak yemek yemeyi düşünüyorum, yolumu değiştirip o caddeye iniyorum. O sırada bir pastanenin önünden geçiyorum; ilgimi çekiyor ve içeriyi de süzüyorum. Bir kadın var, biz yaşlarda... Biz bu kadını tanıyoruz diyorlar tüm hücrelerim, nefes alışverişim yükseliyor, çünkü O, cesaretim arkama saklanıyor. Onca yıla rağmen yüz hatları ve beden beni onaylıyor. Ömer hemen komşusu, onun kapısından içeri süzülüyorum. Ömer'le sohbet koyu ancak bendeki kalp atışları 8 silindirli Amerikan arabası gibi. Ömer'e sormakla sormamak arasındayım, Ömer bizden bir kaç yaş küçük ancak çocukluktaki o fark bir türlü kapanmadığı için Ömer benim gözümde hâlâ çocuk. Sormuyorum, çünkü peşimden hemen koşup anlatacağını biliyorum.
Pastaneden içeri girmeyi istiyorum. Eğer tanırsa nasıl bir tepki alacağımı bilmiyorum. Ceren'in bir sözü gelip zihnimin baş köşesine oturuyor. Çünkü bir yazımı okurken O demişti ki bırakın öyle kalsın, daha hiç dokunmayın.
Üzerine gitmeyi hem düşünüyor hem düşünmüyorum. Nasıl bir sonuç ortaya çıkar bilmiyorum ve bu yazıyla birlikte bu konuyu kapatmayı düşünüyorum. Bir sonraki randevuda merak dayanamıyor. Bankodaki güleryüzlü genç kızla diyalog halindeyiz, işim bitiyor. Vedalaşırken bizi ziyaret edin, diyor. Ben de sizi birine çok benzetiyorum diyorum ve adı Mihri olan bir akrabanız var mı diye soruyorum. Benim çok özel çocukluk arkadaşlarımdan biridir kendisi derken; Gülşen Abla sizin anneniz mi sorusunu da hemen cümlenin ardına ekliyorum. Ve yüzümde bir gülümseme ile trene doğru yürüyorum.
Ne demişti -üstelik benim bayıldığım ve yine bir yazımda kullandığım- şarkıda Müslüm Baba?
2 Mart 2025 Pazar
BİR Günlüğü 1- GOGAN
Biz eskiden her yaz ana-baba memleketine giderdik. O sabahlara uyanmak, yolun heyecanı, yazın ortasında bile tir tir titretirdi bedenlerimizi... Ta ki bagajları yerleştirmenin ardından, motor ısınsın diye çalışmakta olan arabanın koltuklarına oturana kadar. Heyecanla el birliği yapmış, henüz uykuların sonlanmadığı, gün ışığının geliyorum dediği, çalar saat görevleri de yapan horozların uyku mahmurluğunda gözlerini ovuşturdukları saatlerde...
Bagajda her zaman jantlara geçirilmiş, hazır vaziyette çift istetme olurdu. Ben babamın arkasındaki tarafta yani arabanın solunda otururdum.
Güzergâhımız belliydi. Ben Ankara üstü gitmeyi isterdim, çünkü yolun tamamı asfalttı. Babam o yolu tercih etmezdi çünkü yol uzardı. Gerçi onun tercih ettiği yol daha fantastikti. Bir masal gibi... Bir kısmını Yeşilırmağın kenarından, onunla yarenlik ederek giderdik. Tokat'a yaklaştıkça heyecan artardı. Şehrin çıkışındaki rampanın kenarında CimCim vardı çünkü.
Tokat Kebabı'nın erbabı.
Onun hazırlanışını, patlıcan, domates, biber, sarımsak ve etlerin şişlere geçirilişini, o şişlerin en tepesine koyulan kuyruk yağlarını, o şişlerin sıralı olarak asıldığı bir başka demirin taştan ve özel fırındaki yolculuğunu izlemek muhteşemdi.
Üzerleri cızırdayan yağlarla ahbap olmuş kebabın, hazır bekleyen ve elbette fırında hafifçe ısıtılmış lavaşların üzerine dağıtılması, ortalığa yayılan fırın görmüş sarımsak kokuları, başlangıçtan sona kadar doyumsuz bir ritüeldi.
Oturup da lokantada yemezdik ama!
Çünkü bizde ritüeller bitmezdi.
Tüm pişmiş malzeme arabanın bagajında hazır bekleyen tepsiye boşaltılır, tepsi önceden hazırlanmış örtülerle sarılır ve kolektif bu lezzetler bagajda yerlerini alırlardı.
Rampa ile birlikte Tokat'tan çıkılır, toprak yolda virajlar alınır, güneş çoktan tepeye varmış, arabanın bütün camları açılmış olurdu ve Çamlıbel'e varılırdı. Henüz askerden yeni gelmiş ve bekâr babamın Çamlıbel rampalarındaki anıları elbette dinlenirdi.
Yol açma çalışmalarında çalışmaktan yorulan Karayolları araçları arıza yapar, henüz genç ve bekâr babam da onları tamir edermiş. Orada kaybolan bir kol saati vardı babamın, elbette henüz dünyada olmayan bizim bilmediğimiz... O saatin hikâyesi her seferinde mutlaka dinlenirdi. O anlatırken ben o ânları gözümde canlandırırdım. Çünkü babamın gençlik fotoğraflarından bilirdim saati.
Ve sonra araba bir ağacın altına park edilir, Çamlıbel'in zirvelerindeyken biraz daha tepeye, bu kez yürümek gerekirdi. Çünkü orası içilebilir su akan bir çeşmenin ve minik bir topluluk olan ağaçların serinindeydi. Tatları iyice birbirine geçmiş etler ve sebzeler ve tümünden geçen tatlarla zenginleşmiş lavaşlara küçük lokmalık dürümler yapılarak yemek insanı zevkten öldürürdü.
O sırada aşağıda, yolun kenarında ve güneşin altındaki arabanın içinde ve kutularında olsa da plaklar; bir kısmı güneşin ısısından erirdi; Malatya'ya varınca ilk iş olarak halam amcamların evinde onları ütüyle düzeltmeye çalışır, başarılı olamayınca da halam ve ben bir plakçıya gidip eriyen plakların yerine yenilerini alırdık..
Malatya'da bir gece, Ziraat Bankası müdürü olan amcada kalınırdı ki amca sürekli tehdit almakta, siyasi baskılara maruz kalmaktaydı. Çünkü ondan kredileri, sonra bir bomba ile öldürülecek olan ünlü aşiret liderine ve şürekasına vermesi istenmekteydi. O ise bankanın kuruluş ilkeleri doğrultusunda küçük çiftçiye ve köylüye ait kredileri sahiplerine vermekteydi.
Sonuç itibariyle de iktidar değişir değişmez de sürgünü yemişti kendisi..
Elbette Malatya'ya varmadan önce ve kebabları götürdükten bir kaç saat sonra özellikle arabadaki çocukları çok sevindiren bir nokta vardır.
Gürün.
Hem aslfatla ve ana yolla buluşma noktasıdır hem de balıklı göl vardır orada.
Bir yeşil cennet.
Yolun bütün sıcağı, tozu toprağı orada son bulur. Sonrası Malatya üzerinden Elazığ, Harput'a doğru tırmanış, uzun köprüye ve gürül gürül akan ırmağa varmadan geçilen film karelik enfes köyler, nihayetinde Fırat'ı köprüden geçerken nehri seyretmek ve yeşil, yemyeşil Pertek.
Çarşıdan geçiş ve dede evine varış.
Dayı, yenge, annane -ama üvey- çünkü biz ortada yokken öz olan ölmüş, içimde nasıl bir boşluktu kendisi ki üveyle bile dolduramamıştım. Fotoğrafları dışında hiç görmediğim ama sevdiğim... Ve tabii ki kuzenler, her yaz buluştuğumuz arkadaşlar, evin hemen önünden geçen, İran, Nepal, Irak coğrafyasına giden turist araçları.... Ahhh!... bağlar elbette, her taraftan gelen şırıl şırıl sular ve Süpergeç Dağı'nın saklı vadisine yürüyüşler...
Kısaca bahsettiğim bu coğrafyadan bana kalan en büyük hatıralardan biri ise gogan'dır. O, o coğrafyada taşın adıdır, bildiğimiz, kızdığımızda yerden alıp savurduğumuz taşın! Ama bir çocuk için gogan sıradan bir taşla sınırlandırılacak sıradan bir şey olamazdır. Gogan başka insanların, arkadaşların bilmediği, sohbet edilebilir, özel ve kıymetli bir silah arkadaşıdır.
Özellikle bağlara giderken yandadır, cesaret verir. Ve Süpürgeç Dağı'nın zirvesinden vadiyi ve içinden akan incecik suyu keyifle izlerken, bir yandan Gogan'la sohbet dünyalara bedeldir.
25 Şubat 2025 Salı
Neden Yağdın Söyle Kar
*Ondan son gazoz parasını aldığımın ertesi günü, ölümün soğuk yüzünü ilk kez hissettiğim Dedemin sabah namazına giderken biz sıcağa kalkalım diye yaktığı mangalın ısıttığı, Babannenin sıcağından uyanılmış odada, sokak lambalarının sarı ışıkları altındaki dokunulmamış karı seyrederken; Adamo'nun Her Yerde Kar Var şarkısının tınıları yol alırdı derinliklerime doğru...
Her seferinde dua ettiğim bir kurum var; Samsun Devlet Opera ve Balesi. Bütün eski defterleri kapatıyorum dediğim bir süreci başlatmasam, dolayısıyla hayatımda bilinçli bir boşluk oluşturmasam, o boşluğu konserlere, opera ve bale gösterilerine düzenli giderek doldurmasam...
Çok yazımda söz ettiğim üzere belki de, enn sevdiğim kadına ulaşmış olmayacaktım.
Yine çok kere yazdığım ve belki de söz ettiğim üzere, eğer yazılarımı opera balenin basın yayım bölümü fark edip de paylaşmasa, benimle özellikle tanışmak istediklerini beyan etmeseler; ben enn sevdiğim kadın tarafından yapılmış yorumları o yazılarımın altında göremeyecek, onunla aramızda enfes bir yazışma süreci başlamayacak, bu süreç bir buluşmaya evrilmeyecek ve ben hayatımı, yazılarıma da yansıyacak derecede mutlulukla, keyifle, yepyeni bir heyecanla ve coşkuyla yaşamayacak...
ve hatta tanışamayacağımız için O'nunla yaptığımız tadından yenmez seyahatlerin hiçbiri de olmayacaktı.
İşte bu nedenle yolumu güzel çizen kadere ne kadar şükretsem, bunu sürekli ifade etsem; yine de duygularımı tam anlatamayacağım...
ve hatta Enn Sevdiğim Kadın olmasa nasıl bir yol yürüyeceğimi bilmeyecek, peşlerinden keyifle koştuğum hayallerim de öksüz kalacaklardı,
diye düşünüyorum...
Kar, gemi, ağaçlar, güller ve denizin fotoğraflarını çekerken...
22 Şubat 2025 Cumartesi
Kar Yağarken...
Enfes bir kar başlıyor.
Pencereden fotoğraflar çekiyorum. Aklımda fır dönenler var ve yepyeni hayaller; hepsi plan aşamasında.
Ve kısa mesafelere yönelik.
Özellikle yakın tarihli bir kaçışta, bir arka sokakta rastlaştığım, ağırlıkla gençlerin takıldığı, ışık düzenine ve ayrıca ses düzenine bayıldığım, o gün üzerine hayaller kurduğum, çok detay göremediğim kapısından içeriye baktığım anda kankalık ilişkisi kurduğum, birbirimize sarıldığımız anda bayılacağıma emin olduğum bir genç mekân. Asla rakı içmeyi düşünmedim! Ana karakter bira ve elbette bir kaç farklı içkiden tek nefeste içilecek şatlar... Şu an bile, şu yazıyı kurarken görsele dönen kelimeler sayesinde öldüğüm hayali bile güzel... Tren, gece, müzik ve eski bir konakta- belki bir bedene sarılarak- uyku...
Etraf bembeyaz. Kar hakkını vererek yağıyor. Evden dışarı atıyorum kendimi. Ayak altımdaki beyazlık zengin ve yumuşacık. Palmiye Kafe'de kapıdan içeri süzüleceğim; yalnız oraya varmadan kardan adam olacağım büyük olasılık.
Ve kapısının önündeyim.
Yamurluğumu silkeliyorum.
Şimdi girebilirim.
Bir çay lütfen,
fincanla.
Bu akşam Jale Sancak ile birlikteyiz. Aklımda enn sevdiğim kadın. Onunla ilgili enstantaneler akıyor zihnimden. Bir fincan çayım masamda.
En çok kitabını okuduğum yazardır kendisi. Hatta onun kitaplarını anlattığım bir yazımda şu cümleleri kurdurmuştur bana: "Jale Sancak işte! Gözlemleri kuvvetli, kalemi masalcı, güzel insanların, mekânların ve duyguların efendisi... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında,
kesinlikle!
Çok seviyoruz kendisini, elde değil!"
Elimdeki kitabı röportajlar tadında... Seçtiği karakterler gençler. Kitabı 2018 Ağustos'da almışım. Dün birden onu okumak geldi içimden. Ve ilk karakterle de etkildedi beni. Muhtemelen şu enfes beyazlık ve köpüklü denizin çekiciliği nedeni ile yine Palmiye Kafe'de devam edeceğim okumaya. Büyük fincan çay 15 TL. Sanki kitaba çay daha yakışıyor. Dün akşam birden öyle hissettim. Üstelik çok uzun bir zaman önce çaya şeker atmayı bırakmıştım ve şekersiz hali sanki çok daha keyifli.
Minik gül biraz büyüdü, tomurcuk halinden usulca soyunup yapraklarını açmaya başladı. Ben onu kolları altına alan ve büyümesine tanıklık ederken de onu koruyan babasına hayranım. Muhtemelen anneyi kaybettik, diye düşünüyorum.
Gerçi anneyi hiç görmedim onlarla birlikte...
Evi terketmiş de olabilir.
Şu an kar yeniden hızlandı. Erimiş noktaların üzerinden bir ressam titizliği ile geçiyor,
ve o çirkinlikleri kapatıyor. Neredeyse deniz görünmeyecek. Bir polis arabası tepe lambasını yaka yaka ilerliyor. Tüm bu güzelliklere tanıklık etmek muhteşem. Bir kahve hazırlasam mı kendime acaba?!
Yalnız dostlar, şimdi şu enfes kar yağarken,
trende olmak vardı anasını satim!
17 Şubat 2025 Pazartesi
Palmiye Kafe'de Kitaplı Bir Akşam
Gökyüzü puslu; pusun arkasında enfes bir dolunay var. Tam tepemde ve ben sahilden kafeye doğru yürüyorum.
Sırt çantamda kitabım, yağmurluğum, okuma gözlüğüm, su ve küçük fotoğraf makinesi...
Dolunay muhteşem, diğer makineyi almadığımın pişmanlığını yaşıyorum. Ayın duygu yüklü bu muhteşem anını görmesi için enn sevdiğim kadını arıyorum ki tam o sırada bir bulut gelip kapatıyor onu.
Bir umut!
Açı itibariyle onun lojmandan görebileceğini düşünüyorum; o evde bulunduğu odayı değiştiriyor ve şimdi ayın görünebildiği yerde ancak o da artık bulutların kapattığı ayı göremiyor. O anı kaçırdığı için üzülüyorum. Kafeye yaklaştım, kitap-kapiçino yapma fikrindeyim ancak dilimi ısırıyorum çünkü mekânın dolu olmamasını temenni ediyorum. Önündeyim ve sevinçten zıplamak istiyorum. İçerisi çok sakin, cam kenarında ve gelip geçen insanları görebildiğim bir masadayım. Garson çok tatlı bir genç kız, tanışıklığımız var, gülümsüyor; ben de ona gülümsüyorum. Kafedeki müzik dozunda ve harika parçalar çalınıyor. Genç kıza nasılsın diyorum; ve bir kapiçino lütfeni cümlenin hemen ardına ekliyorum. Montumu çıkarıyor, sırt çantamdan kitabımı alıyor ve ilk sayfasını açıyorum.
Kapiçinom masamda.
Fakat bir yanılgı içindeyim. Kalem Kültür Yayınları'nın, Avrupa Birliği çerçevesinde çıkan kısa öykülerden uzun bir köprü başlığı ile yayınlanan 7 kitaplık serisini 2019 yılında almış ve okumuştum. Elimdeki kitap da aynı serinin lakin ben şaşkınım. Çünkü bu kitabın o seriden bağımsız olduğunu ve öyle aldığımı düşünüyorum. Kitap beni adıyla da şaşkına çevirmiş durumda; zaman kavramım uçmuş ve ben bu kitabı sanki sonraki bir tarihte almışım gibi düşünüyorum. Kafamdaki bu karmaşayı enn sevdiğim kadınla paylaşıyorum ki o yanıldığımı söylüyor. O zaman aldıysam okumuş olmalıyım! Ama satırlar bana okumamış olduğumu fısıldıyorlar. Kitabın kapağını açıyor ve içine dalıyorum. Okumaya başlıyorum ve yol aldıkça da okumadığımı kendimce netleştiriyorum. Oysa mümkün değil. Hem demiryolları olacak adı, hem de ben okuduğum halde okuduğumu hatırlamayacağım. Serinin diğer kitaplarına tekrar bakıyorum, evet doğru aynı tarihi atmışım, bu da 2019'dan ve imzam var.
Kitabın öyküleri sert. Cinsellik var. Ve sanki bir Danimarka portresi çiziyor. İnsan kısmen yadırgasa da sonra şöyle bir duruyor ve bu öykülerdeki yaşanmışlıklar cinsel özgürlüğün sınır tanımadığı coğrafyalar için hiç de anormal değil diye düşünüyor ve içimdeki, beni yanıltan muhafazakâra da iki tokat atıyorum.
Elbette ahlaki açıdan sorgulamıyor, hayat tüm insanlar için tek kere yaşanan bir şey diye düşünüyor ve karakterlere ahlakçı yaklaşıp da özgürlüklerine çomak sokmayı üzerime vazifeymiş gibi görmüyorum.
Kapiçinom bitmek üzere... Oysa geçirdiğim zamandan çok mutluyum. İkinciyi istesem mi diye düşünüyorum. Saate baktığımda o hadi diyor bana. Oysa ben eve gitmek istemiyorum ama gitme vaktinin geldiğini de görüyorum ve ikinci kapiçinoyu sere serpile içemeyeceğimi daha ilk yudumdan sonra da aceleyle ve iş olsun diye içeceğimi biliyorum. Bu fikre selam çakıp kalkıyorum.
Çalışanlara teşekkür ediyorum, ve kasanın önündeyim, ve büyük şok! Ancak bizim gibi kitapsız bir ekonomiste sahip ülkede olabilir bu ki daha önceki yıllarda asla olmazdı. Belediye'nin kafesinde dün 50 TL. olan kapiçino 90 TL. olmuş. Tanrım bize ve hiçbir ülkeye kitabı olmayan yetenekte bir ekonomist nasip etmesin diyor ve kendimi ay ışığının altındaki soğuk havaya, geceye,
ve muhteşem denize teslim ediyorum.