BİR Günlükleri-DOĞMAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİR Günlükleri-DOĞMAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2025 Cuma

BİR Günlüğü 3- DOĞMAK

1981 yılında yaşanan bu içerik ilk olarak 22 Nisan 2009 yılında bu blogda yazılmıştır. BİR Günlüğü konsept olarak ortaya çıkıp yazılmaya başlayınca da, yıllar önce bana hazırlanan büyük ve çok riskli bir sürprizi içeren yazı, bu konsept altında da tazelenmeli düşüncesiyle ve ufak düzeltmelerle  yıllar sonra -son kez- tekrarlanmıştır.




Günün akşama dönen saatleriydi. Binbaşıyı evine bırakıp arabayı park ettikten sonra yukarı, subay gazinosuna doğru çıkmaya başlamıştım ki arkadan gelip koluma giren Aziz'le birlikte yürümeye başladık. Naber, nasılsın, nasıl geçti gün, muhabbetiyle ağaçlı yoldan yürüyüp gazinonun kapısından içeri girdik. Altı kişilik şahane bir çeteydik. Hem efendi, hem fırlama, biraz serseri, alabildiğine gözü kara, altı farklı şehirden, altı gencecik çocuk.

Her günü, her akşamı aksiyon yüklü altı asker.

Biz Aziz'le orduevine girdiğimizde, diğer dört adam ortalıkta yoktu. Ve garip bir şekilde canım sıkkındı. Aziz, ''Sen otur tertip, ben işlerim var onları halledip geliyorum,'' dedi. Ben, o an orada bulunan diğer çocuklarla, klasik asker deyimiyle alt devrelerle sohbete başladım. İzmirli, köle diye seslendiğimiz, çok sevdiğimiz, çok uyanık bir garson vardı. Yine alt devre, Tokatlı, Türk Sanat Müziği söyleyen, Orduevi eğlencelerinin ve eski kentin kızlarının sevgilisi, İbo'da oradaydı.

Bizim çetenin elemanları ortalıkta olmadığı gibi, biraz sonra o ikisi de kayboldu; ve ben, orduevinin oturma salonunda yapayalnız kaldım. Belki bu ilk kez olan bir şey değildi, ki çoğu zaman, şehir dışında ya da görevde olduğumuzda eksik oluyordu kadroda... Ama o gün, canım sıkkındı işte!



Babamın öldüğü, koğuştan izine gidiyorsun diye kaldırılıp otobüse bindiğim geceden henüz bir yıl geçmişti. Askerlikle ve babanın zamansız ölümüyle yüklenilmiş sorumlulukların, vazgeçilmiş hayallerin ortasında bir yerdeydim. O çete, benim o süreci kolay geçirmemin en önemli ögesiydi. En atak, en fırlama çağında bölünen hayatıma katılıp, yaşamı hiçbir şey olmamışçasına sürdürmemin en büyük dayanağıydı.

Hava kararmaya başladığında sadece Aziz benim olduğum yere gelip gidiyordu ki bu da gayet normaldi. Komutan (Tuğgeneral) orduevine yemeğe geldiğinde ya da büyük protokol yemeklerinde bütün düzenden sorumlu olan oydu. Saat sekize yaklaştığında, henüz çetenin diğer elemanları ortalıkta görünmüyordu. O ara, Aziz yanıma geldi, ''Tertip yukarıda az işim var, gel senle beraber gidelim,'' dedi. Orduevinin alt binasından çıktık. Kurulu olduğu yamaç dolayısıyla yıkılma riski olduğu için kapatılan üst orduevine doğru yürümeye başladık. Üst orduevinin sadece cuntacı generallere ayrılmış bölümü kullanılabilirdi ve oranın sorumlusu da Aziz'di.

Sadece onlar gelirlerse kullanılan, tugay komutanı dahil hiçbir üst ya da alt rütbeli subayın kullanamadığı bu odalar ve salon: Bizim askerliğimiz süresince, bir kez hizmet verdi cuntaya...

Biz Aziz'in ana kapıyı açmasıyla binadan içeri girdik, oranın sorumlusu olarak her akşam kontrol ediyordu ve her gün temizleniyordu odalar; her an gelirlermiş gibi... Üst kata çıktık, ana salona doğru yöneldik; burası, geldiklerinde yemeklerini yedikleri salondu ve olağanüstü güzel tabakları, kadehleri, çatalları, bıçakları vardı.

Mobilyaları anlatmama da gerek yok sanırım.

Kapalı ve karanlık salonun önüne geldiğimizde, Aziz kapının anahtarlarını bakındı, çıkardı, elini kapıya uzattı ve ''Aa açıkmış,'' dedi. Biz içeri girdiğimizde, birden ışıklar yandı ve alkış kıyamet koptu. Muhteşem bir masa hazırlanmıştı... Yaş pastaya kadar her şey vardı... Eski kentte bulunması mümkün olmayan Doluca Moskado'yu, kim bilir kaç gün önceden ayarlayıp, bulup buluşturup, masaya koymuşlardı. O zor koşullarda, onca riski alıp, bütün nöbet yerlerini ve nöbetçileri ayarlayıp, bana netekim paşa ve avanesine ayrılmış salonu açmışlardı. Masaya zor oturdum, bir konuşma yapmaya çalıştım. Gözyaşılarımın ve hıçkırıklarımın izin verdiği kadar konuştum; sadece sizi seviyorum diyebildim...

Her biri, bir hediye almıştı: Bir küçük kutu kibrit, bir tadelle, sevdiğim gazozdan bir şişe, Moskado, bir resim çerçevesi ve benzeri küçük küçük sembolik hediyeler... Hepsini bir torbada hâlâ saklarım; hayatımın en anlamlı ve en değerli hediyeleri olarak...

Bir yirmi Nisan akşamıydı.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP