Hava kapalı ama aydınlık. Sabah sakin. Günün pek güzel hallerinden biri, ufuk çizgisinden kafa kaldırıyor.
Güneşin bugün yokum diyen hınzır tebessümü, orada.
Bir yük gemisi sol cenahtan sağa doğru usulca hareket halinde... Camdan giren serin, tazelik kokuyor. Deklanşörden gelen klik sesiyse bu anı hapsediyor.
Müzik dinliyor, blog yazıları okuyorum.
Ne yazık ki kahvem bitmiş!
Domates iri parçalar halinde dilimleniyor. Bir de yeşil biber...
İnce ama büyük bir dilim ekmek teflon tavada.
Domatesler şöyle bir çevriliyor. Izgara edilmiş biber parçacıklarıysa
şimdi domateslerin yanında... Karabiber, kekik ama nane esintili...
Eklendi.
...........
Önce yumurtanın beyazı...
Şimdi sarısı.
Biraz peynir...
Ve şimdi dinlenme zamanı!
............
Manzaraya paralel masa.
Bilgisayar biraz öteleniyor. Menemen, kızarmış ekmekle birlikte ekmek tahtası, masada yerini alıyor.
Bir yazıda uzun kalıyorum: İçindeki ve çok hoşuma giden bir cümlenin altını çizen kısa bir yorum yazıyorum.
Dinlediğim albüm bitiyor.
Gözat'a göz atıyor, daha önce rastladığım ama yabancı sandığım albümü tıklıyorum bu kez.
Yakın durduğum bir tür değil fakat dikkatimi çekmeyi başarıyor.
İçindeki bir şarkı antenlerimi dikiyor.
Paylaşmak istiyorum.*
Blog listesindeki taze ve duygu yüklü bir başka yazı okunurken içindeki hoşa giden ve bir tanım içeren cümle, bir kaç kelime eklenerek yorum haline dönüşüyor.
................
Ne ilginç: Enn Sevdiğim Kadın da sanıyorum o meydanda!
...............
Albüm bitiyor.
Bir yazıya girişiyorum.
Fotoğrafları yerleştiriyor fakat eksik buluyorum. Eksik olanlarsa, yazının girişinde bahsedeceğim ve zamanda yürüdüğümüz bir noktanın.
Taslak olarak bırakıyorum.
Bir planım var!
.............
Sonra şaşırıyorum.
Biliyorum ki yıllarca çok fotoğraf çektik. Ama neden bir tane bile bulamıyorum ve var sanırken; blogda onca yazı içinde sadece iki yazıda birer cümleyle söz etmenin dışında O'na dair bir şey yok?!.
O, çok özel bakkaldan söz etmek istiyorum.
Ve onun köşesinden inen ve O'na giden yoldan.
Yüz yıldan eski ve ben için, bizim için çok kıymetli, pek çok popüler ve bilinen ve de görkemli yerleşimin önüne koyduğumuz, bir bebek tadında sevdiğimiz bu olgun ve dünyada çok azı kalmış nokta üzerine yazarken; defalarca geldiğimiz 4000 yıllık coğrafyanın fotoğraflarını eklemeden ve ondan söz etmeden yapamam, yazmamalıyım, diye düşünüyorum.
..............
Bir umudum var ama!
Enn Sevdiğim Kadın hafta sonu dönüyor.
Oysa ki ben için hep buradaydı.
Şu telefon ne güzel bir şey!
.............
Kahvem var!
*
16 Eylül 2020 Çarşamba
Sabaha Basit Cümleler
Etiketler:
an'larım...,
Korona Günleri,
müzik
12 Eylül 2020 Cumartesi
Biri AKSİYON mu dedi?
O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu. Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında bir araya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını...
Aksiyonlu Günler... Umur -2010
Bugünkü siyasal sıkıntılarımızın, demokrasiden ve parlamenter sistemden ayrılmamızın, yüzde onluk seçim barajı ile başka bir çarpık düzenin oluşma adımlarının atıldığı, azınlığın "demokrasiye" hakim olabildiği, katılımcılıktan uzak, sorgulanabilir olmayan, halkın değil de yönetenlerin iki dudağından çıkan sözcüklerin yön verdiği ucubeliğe geçişin tohumlarının atıldığı günün yıldönümü!
.................
Sabah 09.08
Güzel bir kahvaltı hazırlıyorum. Güzel de bir filtre kahve. Kahveme devam ederken yazılarımda dolaşıyorum. Bir başka yazı planlıyorum ama gün öyle sakin ve huzurlu ki yazmıyor, okumaya, kendi zamanlarımda dolaşmaya başlıyor, iyi ki blog yazmaya karar verdim ve iyi ki de bu yazıyı yazmışım dediğim, bir bölümünü yukarıda paylaştığım yazımda kalıyorum. Onun altındaki yorumlar, en çok da o yorumlardaki şu cümle "Acı, çok acı ama, çağın tanığı olanların bunu paylaşması tarihe karşı da bir sorumluluktur." tetikliyor beni.
Yeni nesil gençleri çok seviyorum. Merak edenlerini ve okuyup yazanlarını, soran ve sorgulayanlarını, konu ne olursa olsun hayranlıkla izliyorum. Sonra bir adım ileri gitmeye, bu yıldönümünde, yaşandığından 39, yazıldığından 10 yıl geçmiş, bir bölümü yukarıda paylaşılmış kapsamlı tanıklıklar ve yaşanmışlıklar içeren, her birinin altındaki linkin bir sonrakine götüreceği: şu hayatta yaptığım en yararlı işlerden biri olduğunu düşündüğüm, dört bölümlük, hayatımın en özel, en aksiyonlu gününü ve dönemi anlattığım, bir yandan da sorgulayan yazımı -okumamış olan ve o günleri ve insan hikayelerini merak edenler için- son kez paylaşmaya karar veriyorum:
Aksiyonlu Günler... Umur 1.Bölüm
Etiketler:
editörden...
5 Eylül 2020 Cumartesi
14 Dakikada Şarap Menü
Komik bir durum!..
Yazıyı yazarken müzik dinliyorum, favorilerimi elbette: sonra onlar bitiyor ve hiç dinlemediğim, dinlediklerim üzerinden önerilen ve ilk kez karşılaştığım bir şarkıcıyı tıklıyorum, Spotify'da... bildik ve eski bir şarkının, bilmedik bir şarkıcı tarafından yorumlanmış hali ilginç geliyor ve hemen yazının sonuna ekliyorum. Şimdi, onca yıl blog yazdıktan sonra ilk kez bir okur gibi ayarlanmış saatte yayınlanmasını bekliyorum yazımın: şarkıyı tıklayıp dinlerken, onun eşliğinde okumak için!
****
Hikâye bir İzmir dönüşü, ekmeği şeklen İzmir usulü Kumru, daha özü, süslü olanlardan değil de Tarihi Alsancak Gevrek Fırını sadeliğinde geleneksel Kumru yapmam; bu vesileyle de nispeten özlem gidermem, hem de kahvaltı meselesini kolaya getirmemle başlıyor. Sonra bunu biraz daha tembel işine çevirip bu kez adını yerelleştirerek Alanos Usulü Kumru'ya eviriyorum ki bundaki maksadım daha az ekmek tüketmek! Başlangıçta orjinale sadakatle sadece domates dilimleri ve İzmir-Bergama Tulumu kullanırken, olayı özellikle kahvaltıda, peynir cinsleri dahil olmak üzere çeşitlendirmeye başlıyorum.
.................
Derken, geçenlerde CarrefourSA'da bir şarapla karşılaşıyorum: tadı ruhta olağanüstü izler bırakmış bir bağda içilen şarabın,* "alt segment" kardeşlerinden birisi bu!
Bir Cabernet Sauvignon-Merlot kupajı ki fiyat* kalite noktasında benim diyen çok şarabı arkasında sıra yapacak kadar başarılı bulacağımı, bilmiyorum henüz!
Gelince eve ve ilk kez deneyeceğim üzere ve tembele bağladığımdan: yakışacağını düşünerek aldığım Lays Fırından, yoğurt ve mevsim yeşillikleri katkılı patates cipslerini bir kaseye döküyor, serinlemiş kadehteki şarabı da masaya taşıyorum.
Şarap görüntüsü ve ilk yudumu ile aklımı alıyor, bayılınca ona bir ışık da yanıyor! Fazla uğraşa gerek olmadan, toplam 14 dakikada hazırlanacak atıştırmalıkla keyifli bir gece geçirilebileceği noktasında yol gösterici bir menü oluşuyor zihnimde.
Dün akşam -ankastre- fırını açıp, 195 dereceye ayarlıyorum. Sonra mahallemin fırınından yarımını dilimleterek aldığım, lezzetini bu tür atıştırmalıklar için ideal bulduğum, üstelik dayanıklı Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinin büyükçe ve ince iki dilimini içine pişirme kağıdı koyduğum döküm fırın kabına yerleştiriyorum. Üzerine bir miktar sızma zeytinyağı gezdiriyor, onun üzerine bir dilim Namet-hindi füme yerleştiriyor, onların üzerine de pişerken kurumasınlar diye ince dilimlenmiş domatesleri, onların üzerine de dilimlediğim küçük dolmalık biber halkalarını koyuyor, köyden aldığım kurutulup öğütülmüş, nane esintili kekikten bir miktar serpip, üzerlerinde bir miktar daha zeytinyağı gezdirdikten sonra....
Çoğu zaman iki büyük ve ince dilim, bazen de örnekteki gibi bir büyük bir de küçük parça İzmir-Bergama tulumu yerleştirip, bir miktar kırmız pul biber ekliyorum ki tüm bu işlemler bittiğinde fırın da ısınmış oluyor.
Kabı fırının orta sırasına yerleştiriyor, süreyi 14 dakikaya ayarlıyorum. O arada bir kadehe keyfe keder ölçüde şarabı koyup, kadehin üzerini buzdolabındaki diğer kokuları almayacak ölçüde tecrit eden bir bardak ya da kase ile kapatıp buzdolabının üst rafında serinlemeye bırakıyorum.
Şarap ilk aldığım gün, açıp kadehe koyduğum anda beni şaşırtmış, rengi ve kıvamı ile de teslim almıştı. Hem görsel olarak etkilemiş, serinledikten sonra biraz daha havalansın diye bırakmış, ilk yudumla da notunu vermiştim. Genizde biraz yakıcı bulsam da damakta ben kaliteyim demişti. Merlot, Cabernet karşısında ezilmemiş, bu ortaklığın içinde ben de varım demiş, özgün kimliğinin altını çizmişti. Onun meyvemsi izleri ile çaprazlanmış Cabernet Sauvignon'un asaleti bu işe gönül koymuş Lucien Arkas'ın zevki, özeni ve kalitesiyle birleşince ortaya çıkan tat rüya gibiydi. Bir kez daha bir şarap, İdol-2018: fiyat kalite noktasında beni şaşırtmayı başarıyordu. Kendi damağının keyfine değil de aldığı şarabın fiyatına, markasına ve bilinirliğine bakan birine kör tadım yaptırsak ve ederi nedir bunun diye sorsak, eminim ki ağızdan çıkan kelam çok yukarılarda olacaktı.
Sonraki içimde havalandırma süresini biraz daha uzatıyor, genizdeki yakıcılık azalıyor ve kendi idealimi buluyorum, ve ilk şişeyi henüz bitirmemiş olsam da rengine ve kıvamın dolgunluğuna hayran şaşkınlığım devam ediyor... Seyrine bayılıyorum.
.................
Ondördüncü dakikada fırın beni çağırıyor, önce kapağını açıyor, ilk sıcaklığı dışarı atıyor, sonra da tutacakla fırın kabını alıp biraz dinlendirip, sonrasında atıştırmalıkları ekmek tahtasının üzerine yerleştirip, dolaptan aldığım serinlemiş şarapla tanıştırıyor, sonra da televizyonun karşısına taşıyorum. Hemen kaynaştıklarını söylemeliyim.
Uzun zamanlara yayılmış bu mutlu, telefonda paylaşmalı geceyi; nüanslarında dolaştığım, yeni yeni keşifler yaptığım tek bir kadehle doya doya yaşıyorum.
Fikrimdeyse kırmızı, dili körletmeyecek kadar acı biber halkalı kavurma üzeri, Bergama tulumlusunu denemek var!
..................
195 derecede 14 dakika çünkü: Ekmeğin üzeri ve altı ince bir tabaka halinde çıtırlaşırken ara bölüm bir tık daha yumuşak kalıyor, fümeler sertleşmediği gibi domatesler sularını yitirmiyor, kekik kararmıyor ve biberler sertleşmeden ızgara tadında izlerle sakin ve dumansı bir tatla, tulum peyniri de tam olması gereken, kendini tam anlamıyla salmamış ama kremsi bir dokuda kalıyor.
Sonrasıysa...
iyilik, güzellik!
*CarrefourSa'da an itibariyle 45,90 TL
*Bağ ve o Şarap'tan bahis, La Mahzen'de Consensus başlıklı yazının üçüncü fotoğrafından sonra!
Etiketler:
İdol 2018,
Korona Günleri,
Lucien Arkas Bağları,
müzik,
Şaraplar,
yemekler...
2 Eylül 2020 Çarşamba
Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap
"Bir Amerikano lütfen."
"Bir de elmalı, tarçınlı, ballı kek lütfen."
.................
Güzel okuma Pusula'nın ardından her zaman olduğu gibi o mu bu mu kararsızlığı yaşıyorum. Günün çalışma saatleri bitti, dükkanı kapatıyorum. Yeni kitap için çalışma odasına geçiyor kitaplığın okunmayanlar bölümüne göz atmaya başlıyorum; o mu bu mu anının keyfini yaşarken ara sıcak fikriyle daha ince kitaplar arasında dolaşıyor, 176 sayfalık, kapağından anlaşıldığı üzere müzikli ve yine tanımadığım bir yazarın kitabını alıyorum raftan. Salona geçip kanepeye uzanıyor, gizem bağıran, uyanıkça yazılmış önsözünü okurken ardındaki hınzır gülümsemeyi de fark ediyorum.
O görmezden gelinen millet, başlıklı birinci bölümü geçip 14. sayfaya kadar geliyorum ki onun üst başlığı da Ne olur gerçeği dinle! Bu kısa sürede de kitapla aramda kuvvetli bir bağ oluşuyor, seviyorum. Hatta Pusula'nın altındaki cin yoruma bu kitabı kastederek;
Bu kitabın ardından başladığım kitap!
Bu kadar mı olur, dedirtiyor: yine bilmediğim ve ilk okuduğum biri, elim gitmiş; "mevzubahise, yani müzik kısmına şahane bir katılım yapıyor," ipuçlarını vererek... çekiliyorum." şeklinde bir yanıt yazıyorum.
Gizemli, farklı üslubuyla ve de şaşırtıcı kurgusuyla yazar Lev Matvej Loewenthal etkiliyor beni. Güçlü kitap Pusula'nın ardına gelmesini de kitap meleğimin beni hissediyor olmasına yoruyor, şansıma seviniyorum. Fakat bu arada, zorlu ve geri dönüşlü bir okuma olacağını, şiddetle öneriyorum sözcüklerini kullanamayacağımı da hissediyorum.
Gönlümse zihinsel bir yorgunluk istemiyor, yoğun mesainin ardını lay lay lom ve emeksiz geçirme fikrinde. Kapatıyor kitabı açıyorum üyesi olduğum portalı, BBC First'de ne var ne yok diye bakarken yeni olduğunu düşündüğüm, bilmediğim ve adından hareketle komedi olduğunu sandığım bir dizi ile karşılaşıyorum ki başlama saatine henüz var. 3.bölümü olduğunu görünce de nasıl fark etmemişim diyerek, zamanda geri gidip birinci bölümünü arıyor, bunun zaman alacağını düşününce de portalın tekrar izle bölümüne geçiyor ve 2017 yapımı bu dizinin 3.sezonunun 12 bölümünün bana gülümsediğini görüyorum. Kısa özetin cümlelerine göz atınca da aramızda şiddetli bir aşk kıvılcımı oluşuyor... Ve birinci görev için Nepal'deyiz! Bu arada Doluca Kav Öküzgözü Boğazkere 2017'den bu üzümler için özel tasarlanmış, Paşabahçe-Nude serisinden bir kadehe bir miktar koyuyor, onu da kısa süre için buzdolabına, kadehin ağzını kapatarak serinlemeye bırakıyorum. Bu üzümler söz konusu olduğunda Buzbağcı* olan ama Tekel özelleşince de Kayra Buzbağ Rezerv'in başarılı bir kupaj olduğunu düşünen ben yemekle değil de aperatif fikri taşıdığında şarap: Kav'ın bu şarabının -eğer şişe bitirilmeyecekse- kadehte biraz havalandırıldıktan sonra içimini keyifli bulduğumun da altını çizmek istiyorum, yeri gelmişken.
Nepal'de deprem sonrası bir yardım için bulunuyoruz. Bu arada bölük ile tanışıyoruz. İlk anda seviyorum kendilerini. Çekim ve elbette sahne düzenlemeleri muhteşem, çok da başarılı bir reji ki bir film izlemiyor bizzat içine dahil oluyorum. Üstelik ilerleyen bölümlerden birinde bir Katmandu turu bile atıyoruz. Velhasıl-ı kelam diziye bayım bayım bayılıyor ve hayatımda ilk kez, Saga'yı iki bölüm üst üste izleme hallerim dışında ilk kez bir dizinin 6 bölümünü aynı gecede izliyorum. Nerelere gitmiyoruz ki ve yakın tarihten hangi terör grupları ve ateş altındaki ülke yok içinde...
İyice kanka oluyorum bölükle, heyecandan heyecana sürükleniyor, arada bir gülüyor, arada bir siperin ardında ter döküyor, uyuşturucu kaçakçılarının hakim olduğu muhteşem nehirlere ve Güney Asya doğasındaki güzelliklere hayran kalırken bir yandan da canımın derdine düşüyorum. Bir yanıyla da bunun Amerikan değil de İngiliz dizisi ve askerleri ve elbette BBC yapımı olmasına seviniyor, sempati duyuyor, nispeten tarafgil olmayan politik üslubunu seviyor bunu kendi okumalarımla sentezliyor, aynı düşünmediğimiz yerlerini ayıklıyor, kaliteli ve heyecanlı bir diziyi soluksuz izlemenin tadını çıkarıyor ve üç akşamda bitiriyorum diziyi! Elbette ki Emperyalizmin gülücük dağıtan güzellemeleri var, ne kadar yardım sever, ne kadar kollayıcı politikalarla oralarda oldukları masalını gözüme sokuyorlar lâkin bir yanıyla da terör gruplarının baskısı altındaki yoksul ve sivil halk gerçeği var. Solcu ve insan yanımı şöyle bir kaç adım uzağıma yolluyor, düzenin içinde yoğrulmuş kimliğimle dizinin keyfini çıkarıyorum.
............
Kitapla arkadaşlığımız ise epey sürüyor, bazen geri dönüyor, sayfalar arasında bazı yerleri arıyor, onu, o an okuduğum sayfadaki durumu netleştirmek için buluyorum. Belki ara vererek okumanın sıkıntısını yaşıyorum, bilmiyorum. Ama yazarın beni zorlamış olsa da başarılı ve sıradan olmayan zengin dokundurmalı, ufuk açıcı bir polisiye yazdığını düşünüyorum ki bunun bir polisiye olduğunu anlamam ve kabul etmem zaman alıyor! Sonra her şey yerli yerine oturuyor: Bu kitabı mesela Enn Sevdiğim Kadın okusa, başladığı gibi bitirir, eminim ki çok tat alır, kolayca anlar ve anlatılanı kavrar, ve daha kesin cümlelerle bir anlatım bütünlüğü kurardı hakkında. Demem o ki bir kenara atmadan en çok iki gün içinde bitirmek ve biraz da emek vermek gerek!
Bir akşamüstüyse dükkanı kapatınca atıyorum çantama kitabı, çünkü onunla olmayı seviyorum. Küçük bir kitap gibi dursa da ben için zengin ve kocaman, müziğe dair çok bilgi var, tarihsel anlatılar, meraklandırıcı durumlar, üslup sanki 176 sayfalık bir kitap değil de en az beşyüz sayfalıkmış gibi doyurucu...
Açık havadayız, girişte siparişimizi verdik, hazırlanmasını bekledik, dışarıda, yola biraz uzak, denizi gören, yan sokağın sakinliğine teşne masaya oturup kahvemizi ve pastamızı masamıza yerleştirdik. Bölüm başlıklarına bayılmaya devam ederken gülümsüyorum... Mesala Oldukça tuhaf bir tahkikat! Mesela, Tamam Müfettiş umutsuzluğa kapılma! Ve mesela, İşte şimdi yaratılanların ruhu kozmozun armonisiyle akorlanıyor viyolasında...
Bu arada Kahve Dünyası'nın elmalı, ballı, tarçınlı keki muhteşem: şekersiz Amerikano ile de rüya gibi. Bu tatlara karışmış kitabın tadıyla güzel yaz akşamının denizle buluşmuş serinini çekerken içimize, On İkinci Nota ile ben: bu zorlu kitabı başarıyla çeviren Betül Parlak'ı da anıyoruz. Dip notlar şahane, Kudüs'e, Budapeşte'ye, Prag'a, Tel Aviv'e uzamak... Yahudi geçmişin derinliklerinde dolaşmak, Roma ve Paris'te aynı anda düzenlenen konserde Rachmaninoff çalınırken iki virtüözün düellosuna tanıklık etmek; kahve ya da hoş bir şarabı kitap ile birlikte, onun dünyasını dolaşarak yudumlamak muhteşem. Ve ayrıca Bomba, tablolar, Terezin gibi haller... kurmacadaki bulmacaları usul usul çözme, yazarın okurla konuşma anları çok çok farklı, ben için zorlu ama lezzetli ve hatırlanası bir okuma haliydi ki bir gün baştan sona hiç ara vermeden ve yeniden: sıfırdanmış gibi okumayı düşünüyorum.
Roma Müzik Parkı Konser Salonu, Paris, Paris Filarmoni, Villette Parkı?
Karmaşık bir mekanizma: bomba?
Paganini'nin Bir Teması Üzerine Rapsodi (24 Numaralı Kapriçyo)!
Kurmacacı bir yazar!
Daha ne olsun...
*Buzbağ Şarap!
"Bir de elmalı, tarçınlı, ballı kek lütfen."
.................
Güzel okuma Pusula'nın ardından her zaman olduğu gibi o mu bu mu kararsızlığı yaşıyorum. Günün çalışma saatleri bitti, dükkanı kapatıyorum. Yeni kitap için çalışma odasına geçiyor kitaplığın okunmayanlar bölümüne göz atmaya başlıyorum; o mu bu mu anının keyfini yaşarken ara sıcak fikriyle daha ince kitaplar arasında dolaşıyor, 176 sayfalık, kapağından anlaşıldığı üzere müzikli ve yine tanımadığım bir yazarın kitabını alıyorum raftan. Salona geçip kanepeye uzanıyor, gizem bağıran, uyanıkça yazılmış önsözünü okurken ardındaki hınzır gülümsemeyi de fark ediyorum.
O görmezden gelinen millet, başlıklı birinci bölümü geçip 14. sayfaya kadar geliyorum ki onun üst başlığı da Ne olur gerçeği dinle! Bu kısa sürede de kitapla aramda kuvvetli bir bağ oluşuyor, seviyorum. Hatta Pusula'nın altındaki cin yoruma bu kitabı kastederek;
Bu kitabın ardından başladığım kitap!
Bu kadar mı olur, dedirtiyor: yine bilmediğim ve ilk okuduğum biri, elim gitmiş; "mevzubahise, yani müzik kısmına şahane bir katılım yapıyor," ipuçlarını vererek... çekiliyorum." şeklinde bir yanıt yazıyorum.
Gizemli, farklı üslubuyla ve de şaşırtıcı kurgusuyla yazar Lev Matvej Loewenthal etkiliyor beni. Güçlü kitap Pusula'nın ardına gelmesini de kitap meleğimin beni hissediyor olmasına yoruyor, şansıma seviniyorum. Fakat bu arada, zorlu ve geri dönüşlü bir okuma olacağını, şiddetle öneriyorum sözcüklerini kullanamayacağımı da hissediyorum.
Gönlümse zihinsel bir yorgunluk istemiyor, yoğun mesainin ardını lay lay lom ve emeksiz geçirme fikrinde. Kapatıyor kitabı açıyorum üyesi olduğum portalı, BBC First'de ne var ne yok diye bakarken yeni olduğunu düşündüğüm, bilmediğim ve adından hareketle komedi olduğunu sandığım bir dizi ile karşılaşıyorum ki başlama saatine henüz var. 3.bölümü olduğunu görünce de nasıl fark etmemişim diyerek, zamanda geri gidip birinci bölümünü arıyor, bunun zaman alacağını düşününce de portalın tekrar izle bölümüne geçiyor ve 2017 yapımı bu dizinin 3.sezonunun 12 bölümünün bana gülümsediğini görüyorum. Kısa özetin cümlelerine göz atınca da aramızda şiddetli bir aşk kıvılcımı oluşuyor... Ve birinci görev için Nepal'deyiz! Bu arada Doluca Kav Öküzgözü Boğazkere 2017'den bu üzümler için özel tasarlanmış, Paşabahçe-Nude serisinden bir kadehe bir miktar koyuyor, onu da kısa süre için buzdolabına, kadehin ağzını kapatarak serinlemeye bırakıyorum. Bu üzümler söz konusu olduğunda Buzbağcı* olan ama Tekel özelleşince de Kayra Buzbağ Rezerv'in başarılı bir kupaj olduğunu düşünen ben yemekle değil de aperatif fikri taşıdığında şarap: Kav'ın bu şarabının -eğer şişe bitirilmeyecekse- kadehte biraz havalandırıldıktan sonra içimini keyifli bulduğumun da altını çizmek istiyorum, yeri gelmişken.
Nepal'de deprem sonrası bir yardım için bulunuyoruz. Bu arada bölük ile tanışıyoruz. İlk anda seviyorum kendilerini. Çekim ve elbette sahne düzenlemeleri muhteşem, çok da başarılı bir reji ki bir film izlemiyor bizzat içine dahil oluyorum. Üstelik ilerleyen bölümlerden birinde bir Katmandu turu bile atıyoruz. Velhasıl-ı kelam diziye bayım bayım bayılıyor ve hayatımda ilk kez, Saga'yı iki bölüm üst üste izleme hallerim dışında ilk kez bir dizinin 6 bölümünü aynı gecede izliyorum. Nerelere gitmiyoruz ki ve yakın tarihten hangi terör grupları ve ateş altındaki ülke yok içinde...
İyice kanka oluyorum bölükle, heyecandan heyecana sürükleniyor, arada bir gülüyor, arada bir siperin ardında ter döküyor, uyuşturucu kaçakçılarının hakim olduğu muhteşem nehirlere ve Güney Asya doğasındaki güzelliklere hayran kalırken bir yandan da canımın derdine düşüyorum. Bir yanıyla da bunun Amerikan değil de İngiliz dizisi ve askerleri ve elbette BBC yapımı olmasına seviniyor, sempati duyuyor, nispeten tarafgil olmayan politik üslubunu seviyor bunu kendi okumalarımla sentezliyor, aynı düşünmediğimiz yerlerini ayıklıyor, kaliteli ve heyecanlı bir diziyi soluksuz izlemenin tadını çıkarıyor ve üç akşamda bitiriyorum diziyi! Elbette ki Emperyalizmin gülücük dağıtan güzellemeleri var, ne kadar yardım sever, ne kadar kollayıcı politikalarla oralarda oldukları masalını gözüme sokuyorlar lâkin bir yanıyla da terör gruplarının baskısı altındaki yoksul ve sivil halk gerçeği var. Solcu ve insan yanımı şöyle bir kaç adım uzağıma yolluyor, düzenin içinde yoğrulmuş kimliğimle dizinin keyfini çıkarıyorum.
............
Kitapla arkadaşlığımız ise epey sürüyor, bazen geri dönüyor, sayfalar arasında bazı yerleri arıyor, onu, o an okuduğum sayfadaki durumu netleştirmek için buluyorum. Belki ara vererek okumanın sıkıntısını yaşıyorum, bilmiyorum. Ama yazarın beni zorlamış olsa da başarılı ve sıradan olmayan zengin dokundurmalı, ufuk açıcı bir polisiye yazdığını düşünüyorum ki bunun bir polisiye olduğunu anlamam ve kabul etmem zaman alıyor! Sonra her şey yerli yerine oturuyor: Bu kitabı mesela Enn Sevdiğim Kadın okusa, başladığı gibi bitirir, eminim ki çok tat alır, kolayca anlar ve anlatılanı kavrar, ve daha kesin cümlelerle bir anlatım bütünlüğü kurardı hakkında. Demem o ki bir kenara atmadan en çok iki gün içinde bitirmek ve biraz da emek vermek gerek!
Bir akşamüstüyse dükkanı kapatınca atıyorum çantama kitabı, çünkü onunla olmayı seviyorum. Küçük bir kitap gibi dursa da ben için zengin ve kocaman, müziğe dair çok bilgi var, tarihsel anlatılar, meraklandırıcı durumlar, üslup sanki 176 sayfalık bir kitap değil de en az beşyüz sayfalıkmış gibi doyurucu...
Açık havadayız, girişte siparişimizi verdik, hazırlanmasını bekledik, dışarıda, yola biraz uzak, denizi gören, yan sokağın sakinliğine teşne masaya oturup kahvemizi ve pastamızı masamıza yerleştirdik. Bölüm başlıklarına bayılmaya devam ederken gülümsüyorum... Mesala Oldukça tuhaf bir tahkikat! Mesela, Tamam Müfettiş umutsuzluğa kapılma! Ve mesela, İşte şimdi yaratılanların ruhu kozmozun armonisiyle akorlanıyor viyolasında...
Bu arada Kahve Dünyası'nın elmalı, ballı, tarçınlı keki muhteşem: şekersiz Amerikano ile de rüya gibi. Bu tatlara karışmış kitabın tadıyla güzel yaz akşamının denizle buluşmuş serinini çekerken içimize, On İkinci Nota ile ben: bu zorlu kitabı başarıyla çeviren Betül Parlak'ı da anıyoruz. Dip notlar şahane, Kudüs'e, Budapeşte'ye, Prag'a, Tel Aviv'e uzamak... Yahudi geçmişin derinliklerinde dolaşmak, Roma ve Paris'te aynı anda düzenlenen konserde Rachmaninoff çalınırken iki virtüözün düellosuna tanıklık etmek; kahve ya da hoş bir şarabı kitap ile birlikte, onun dünyasını dolaşarak yudumlamak muhteşem. Ve ayrıca Bomba, tablolar, Terezin gibi haller... kurmacadaki bulmacaları usul usul çözme, yazarın okurla konuşma anları çok çok farklı, ben için zorlu ama lezzetli ve hatırlanası bir okuma haliydi ki bir gün baştan sona hiç ara vermeden ve yeniden: sıfırdanmış gibi okumayı düşünüyorum.
Roma Müzik Parkı Konser Salonu, Paris, Paris Filarmoni, Villette Parkı?
Karmaşık bir mekanizma: bomba?
Paganini'nin Bir Teması Üzerine Rapsodi (24 Numaralı Kapriçyo)!
Kurmacacı bir yazar!
Daha ne olsun...
*Buzbağ Şarap!
Etiketler:
kitaplar,
Korona Günleri,
Lev Matvej Loewenthal,
müzik,
On İkinci Nota,
Our Girl,
Paganini
28 Ağustos 2020 Cuma
Atatürk'lü Arma Atatürk'lü Forma!
Ben Samsun'u ve Samsun Halkını gördüğüm zaman, memlekete ve millete ait bütün düşünce ve kararlarımın yerine getirilebileceğine dair bir defa daha kuvvetle inanmıştım. Samsun'luların hâl ve durumlarından gördüğüm, gözlerinden okuduğum vatanseverlik ve fedakarlık; ümit ve tasavvurlarımı olumlu bir inanca götürmeye yetmişti.
Mustafa Kemal Atatürk
# Twitter: Atatürk'lü Arma Atatürk'lü Forma
Etiketler:
Atatürk'lü Arma Atatürk'lü Forma
23 Ağustos 2020 Pazar
Ama Pusula Şahane Bir Romandır
Şuradan başlayan üçlemenin son yazısıdır!
Son günden sonra
Güneş yatak odamın perdelerini aşarak ve sessizce süzülüyor içeri... Günün en erkeni, şahane bir Öküzgözü-Boğazkere kupajından biraz da serinletilmiş bir kadehi usul usul, hissede hissede dönmüşüm geceye...
Ve güzel uykunun derinlerinden çıkıp kıpırtılı bir heyecana uyanmışım.
Dün akşam çocuklarla laflamanın vakti uzatması, saatin yatma saatlerine denk gelmesi, yine uyandırırım kaygısıyla ve isteğimi bastırarak ama bu ikircikli halden de kurtulamayarak telefonun tuşlarından uzak tutmuştum kendimi.
O'nu düşünüyor ve gülümsüyorum.
Sabahın beş buçuk altısı gibi... Yıllardır ve her gün O'na yazdığım ve bana yazılan, sayıları kaç binleri aşmış -kısa, uzun- mektupların tadı geliyor gözlerime, gülümsüyorum. Sonra nedense İskele'nin üzerinde; deri montu, kotu, omuz hizası, muzur kız çocuğu saçları ve o andaki duyguları ile O.
Çaktırmadan çektiğim ve bayıldığım o an fotoğrafları bir de...
Alıyorum bir kez daha Pusula'yı elime, açıyorum 414'üncü sayfayı: kitabın son bölümü ve bölüm başlığı 06:00.
Ağırlıkla romanın iki ana karakteri arasındaki mektuplar...
İlerlerken ve kitabın lezzeti üzerine düşünürken 446'ıncı sayfada kalıyorum, çünkü: oradaki bir paragrafı bloga taşımalısın, diyor, içsesim. Önce üşeniyorum; yatak rahat, odam sessiz bir huzur veriyor, güneş iyice yayılıyor, cam aralığından denizin kokusu bu huzurlu sabaha usulca katılıyor, dingin ve gülümseyen ruhumun da kıpırdayası yok.
Bir yandan da keskin bir tavsiye içermeyen, alıcıları önemseyen, pişmanlık hissi yaşamalarını istemeyen tereddüt ifadeli yazımı düşünüyorum.
Oysa ben bayıla bayıla okumuştum: ruhunu iyi tanıdığım, zevklerini bildiğim insanlarıma bağıra bağıra; alın, okuyun bu kitabı, derken yazıdaki bu çekingen tavrım neden, diye soruyorum.
Bir kahve istiyor canım. Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Güneş bu kez sağ yandan verev giriyor ve uzuyor parkelerin üzerinden Batı'ya doğru. Deniz sakin dalgalarıyla bana doğru geliyor.
Çok Sevgili ....., diye başlayan mektubun özellikle bir bölümünden bazı cümleleri kitaptan bir tat vermek için karar verdiğim üzere yazmaya başlıyorum. O ara tam ben yazmaya başlamışken kankam, şu bayıldığım içsesim, "Şiir," diyor, "şarkı," diyor, "eklemelisin," diyor. "Üstelik mektuptaki "Himzo Polovina'nın yorumunu tavsiye ederim," sözlerine kulak vererek..."
Sayfa 446
Bosna folklorunda sevdalinka denilen geleneksel şarkılar vardır. İsmi Türkçe bir söz olan sevdadan gelir ki o da "siyah" anlamına gelen sawda'dan alınmıştır..........
........Şimdi hediyen:
........Sana bir şarkı, bir sevdalinka sunuyorum: Küçük bir hikâye anlatan Kraj tanana šadrvana. Sultanın kızı gün batarken şadırvanın temiz sularının şırıltılarını dinler; genç bir Arap esir her akşam muhteşem prensesi, gözlerini ayırmadan, sessizce izler. Esirin yüzü her seferinde biraz daha sararıp solar; sonunda bir ölü yüzü kadar solmuştur. Kız ona adını, nereden geldiğini ve aşiretini sorar; adam ona adının Muhammet, memleketinin Yemen, aşiretinin de Asra olduğunu söyler: sevdalanınca ölenler bu Asralılardır, der.
Türk ve Arap motifleri taşıyan bu şarkının sözleri sanılacağı gibi Osmanlı dönemine ait bir şiir değildir. Safvet Beg Basagic'in bir eseridir bu -Heinrich Heine'nin ünlü şiiri Der Asra'nın çevirisidir......
Bir çevirmen tarafından iyi ki haddi bildirilmiş, o had bildirmeyle hayatının en güzel yazılarından birini yazmış bir blog yazarı olarak: Bu kitabı anlaşılır dipnotları ile lezzetli kılan Ebru Erbaş'a teşekkür ediyorum.
Son günden sonra
Güneş yatak odamın perdelerini aşarak ve sessizce süzülüyor içeri... Günün en erkeni, şahane bir Öküzgözü-Boğazkere kupajından biraz da serinletilmiş bir kadehi usul usul, hissede hissede dönmüşüm geceye...
Ve güzel uykunun derinlerinden çıkıp kıpırtılı bir heyecana uyanmışım.
Dün akşam çocuklarla laflamanın vakti uzatması, saatin yatma saatlerine denk gelmesi, yine uyandırırım kaygısıyla ve isteğimi bastırarak ama bu ikircikli halden de kurtulamayarak telefonun tuşlarından uzak tutmuştum kendimi.
O'nu düşünüyor ve gülümsüyorum.
Sabahın beş buçuk altısı gibi... Yıllardır ve her gün O'na yazdığım ve bana yazılan, sayıları kaç binleri aşmış -kısa, uzun- mektupların tadı geliyor gözlerime, gülümsüyorum. Sonra nedense İskele'nin üzerinde; deri montu, kotu, omuz hizası, muzur kız çocuğu saçları ve o andaki duyguları ile O.
Çaktırmadan çektiğim ve bayıldığım o an fotoğrafları bir de...
Alıyorum bir kez daha Pusula'yı elime, açıyorum 414'üncü sayfayı: kitabın son bölümü ve bölüm başlığı 06:00.
Ağırlıkla romanın iki ana karakteri arasındaki mektuplar...
İlerlerken ve kitabın lezzeti üzerine düşünürken 446'ıncı sayfada kalıyorum, çünkü: oradaki bir paragrafı bloga taşımalısın, diyor, içsesim. Önce üşeniyorum; yatak rahat, odam sessiz bir huzur veriyor, güneş iyice yayılıyor, cam aralığından denizin kokusu bu huzurlu sabaha usulca katılıyor, dingin ve gülümseyen ruhumun da kıpırdayası yok.
Bir yandan da keskin bir tavsiye içermeyen, alıcıları önemseyen, pişmanlık hissi yaşamalarını istemeyen tereddüt ifadeli yazımı düşünüyorum.
Oysa ben bayıla bayıla okumuştum: ruhunu iyi tanıdığım, zevklerini bildiğim insanlarıma bağıra bağıra; alın, okuyun bu kitabı, derken yazıdaki bu çekingen tavrım neden, diye soruyorum.
Bir kahve istiyor canım. Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Güneş bu kez sağ yandan verev giriyor ve uzuyor parkelerin üzerinden Batı'ya doğru. Deniz sakin dalgalarıyla bana doğru geliyor.
Çok Sevgili ....., diye başlayan mektubun özellikle bir bölümünden bazı cümleleri kitaptan bir tat vermek için karar verdiğim üzere yazmaya başlıyorum. O ara tam ben yazmaya başlamışken kankam, şu bayıldığım içsesim, "Şiir," diyor, "şarkı," diyor, "eklemelisin," diyor. "Üstelik mektuptaki "Himzo Polovina'nın yorumunu tavsiye ederim," sözlerine kulak vererek..."
Sayfa 446
Bosna folklorunda sevdalinka denilen geleneksel şarkılar vardır. İsmi Türkçe bir söz olan sevdadan gelir ki o da "siyah" anlamına gelen sawda'dan alınmıştır..........
........Şimdi hediyen:
........Sana bir şarkı, bir sevdalinka sunuyorum: Küçük bir hikâye anlatan Kraj tanana šadrvana. Sultanın kızı gün batarken şadırvanın temiz sularının şırıltılarını dinler; genç bir Arap esir her akşam muhteşem prensesi, gözlerini ayırmadan, sessizce izler. Esirin yüzü her seferinde biraz daha sararıp solar; sonunda bir ölü yüzü kadar solmuştur. Kız ona adını, nereden geldiğini ve aşiretini sorar; adam ona adının Muhammet, memleketinin Yemen, aşiretinin de Asra olduğunu söyler: sevdalanınca ölenler bu Asralılardır, der.
Türk ve Arap motifleri taşıyan bu şarkının sözleri sanılacağı gibi Osmanlı dönemine ait bir şiir değildir. Safvet Beg Basagic'in bir eseridir bu -Heinrich Heine'nin ünlü şiiri Der Asra'nın çevirisidir......
Bir çevirmen tarafından iyi ki haddi bildirilmiş, o had bildirmeyle hayatının en güzel yazılarından birini yazmış bir blog yazarı olarak: Bu kitabı anlaşılır dipnotları ile lezzetli kılan Ebru Erbaş'a teşekkür ediyorum.
Etiketler:
an'larım...,
kitaplar,
Korona Günleri,
Mathias Énard,
müzik,
Pusula
21 Ağustos 2020 Cuma
Pusula Şahane Bir Romandır... Ama!
Çocuk yazlarımda Şark'ın Pertek ilçesinde olur, dedemin evinin önünden geçip uzaklara, sınırın öte yanlarına giden çoğunlukla yabancı plakalı arabaların ardından bakar, hangi coğrafyalardaki hangi ülkelere gittiğini bilir, okuduğum hikâyeler, gazete yazıları, müziğe yansımış oryantalist izler, duman ve uyuşturucu haberleri, daha çok da afyon aklıma gidilen noktalarla ilgili görseller çizerdi. Ve elbette Çiçek Çocukları, namı-ı diğer Hippiler ve bu kültür ya da akım, yaşadığımız hayatın hayal dünyasındaki figürleriydi. Bu okumayı çok keyifli kılan belki de bu çocuk alt yapıdır, bilmiyorum. Ama son sayfayı kapattığımda emin olduğumsa ilk kez okuduğum, gerçekte bir akademisyen olan yazar Mathias Énard'ın beni çok şahane bir yolculuğa çıkardığı... Üstelik ilk başladığımda ve bir çırpıda 114.sayfasına geldiğim anda yarattığı coşku ile kendimi frenleyemeyip yazdığım şu yazıdaki hissi bir gram eksiltmeden aksine merak ettirip çoğaltarak süren uzun ve keyifli bir süreçti bu.
465 sayfalık bir romandı okuduğum ama Binbir Gece Masalları'nın tüm ciltlerini sanki okumuşum gibi bir hazdı aldığım. Pek çok eski, bildik ünlü yazar, pek çok klasik müzik bestecisi, pek çok eser, ünlü ve eski bir şiirin bir cümlesinden etkilenilerek yazılmış klasik müzik eserleri bilgisi, dolayısı ile müzik edebiyat ilişkisi, aşk, cinsellik, çokça bize ve tarihimize dair unsur, karakter, Ortadoğu'nun yine bildiğimiz, gazete sütunlarında okuduğumuz yakın tarihi, etkileyici çöl akşamları, yıldızlı göğün altındaki çadırlarda soğuk yaz geceleri, İran'ın, Suriye'nin, daha doğrusu Şark'ın geçmişi, Batı kültürüne etkisi, yakın tarihte yaşadıkları siyasal hareketler ve savaşlar tüm unsurları ile bir fon olarak ama etkin bir şekilde vardı romanda.
Şahsım adına altını çizmeliyim ki özellikle şu kapanılmış günlerin varlığını yok eden, yolculuğa çıkarıp başka başka hâllere ve mekânlara oturtup, üstelik okurluktan çıkarıp beni olayların içinde görünmez, dolayısı ile tehditlerden uzak bir tanık haline getiren çok keyifli bir okuma süreciydi Pusula. Enn kitaplarım listesinde ilk andan itibaren müstesna bir yer edinmeyi başarmanın yanı sıra, bir eğitim de verdi!
Fakat tüm bu beğenilerime, enn kitaplarımdan biri olmayı başarmasına rağmen tereddütüm ve kanaatim odur ki bir alt yapı ihtiyacı da istiyor bu kitap: Klasik Müzik uzaksa, kitapta adı geçen ama aslında okuyan herkesin hatırlayabileceği yazarlar ve kitaplarıyla ilgili en azından dağarcıkta bir bilgi ya da bilinmeyene bir merak yoksa; her ne kadar üzerinde temellendiği ana hikâye ilgi çekici olsa da zevk alınacak bir okuma olmayacağını, o bölümlerin yorup sıkacağını, atlama hissi yaratacağını da düşünüyorum. Ama tüm bu "olumsuz" nüanslara bilgi ve ilgi olmasa bile öğrenme merakı varsa karakterde, yeni yeni kapılar açacağı kesin olan bu kitap: okunmalı, diye de düşünüyorum.
Ve ayrıca bu yazıdan yola çıkılarak -bir heves- alındığında; hep yanımda taşıdığım, pek çok değişik mekân ve anda açıp okuduğum, günlük hayattan çıkıp içinde kaybolduğum, bana yeni merakların ve kitapların kapısını aralayan, temelde iki ama çok karakterli Pusula nedeniyle inşallah pusulalar şaşmaz ve de bana sayılmaz, diye de ummak istiyorum...
Ama Pusula Şahane Bir Romandır için buradan lütfen!
465 sayfalık bir romandı okuduğum ama Binbir Gece Masalları'nın tüm ciltlerini sanki okumuşum gibi bir hazdı aldığım. Pek çok eski, bildik ünlü yazar, pek çok klasik müzik bestecisi, pek çok eser, ünlü ve eski bir şiirin bir cümlesinden etkilenilerek yazılmış klasik müzik eserleri bilgisi, dolayısı ile müzik edebiyat ilişkisi, aşk, cinsellik, çokça bize ve tarihimize dair unsur, karakter, Ortadoğu'nun yine bildiğimiz, gazete sütunlarında okuduğumuz yakın tarihi, etkileyici çöl akşamları, yıldızlı göğün altındaki çadırlarda soğuk yaz geceleri, İran'ın, Suriye'nin, daha doğrusu Şark'ın geçmişi, Batı kültürüne etkisi, yakın tarihte yaşadıkları siyasal hareketler ve savaşlar tüm unsurları ile bir fon olarak ama etkin bir şekilde vardı romanda.
Şahsım adına altını çizmeliyim ki özellikle şu kapanılmış günlerin varlığını yok eden, yolculuğa çıkarıp başka başka hâllere ve mekânlara oturtup, üstelik okurluktan çıkarıp beni olayların içinde görünmez, dolayısı ile tehditlerden uzak bir tanık haline getiren çok keyifli bir okuma süreciydi Pusula. Enn kitaplarım listesinde ilk andan itibaren müstesna bir yer edinmeyi başarmanın yanı sıra, bir eğitim de verdi!
Fakat tüm bu beğenilerime, enn kitaplarımdan biri olmayı başarmasına rağmen tereddütüm ve kanaatim odur ki bir alt yapı ihtiyacı da istiyor bu kitap: Klasik Müzik uzaksa, kitapta adı geçen ama aslında okuyan herkesin hatırlayabileceği yazarlar ve kitaplarıyla ilgili en azından dağarcıkta bir bilgi ya da bilinmeyene bir merak yoksa; her ne kadar üzerinde temellendiği ana hikâye ilgi çekici olsa da zevk alınacak bir okuma olmayacağını, o bölümlerin yorup sıkacağını, atlama hissi yaratacağını da düşünüyorum. Ama tüm bu "olumsuz" nüanslara bilgi ve ilgi olmasa bile öğrenme merakı varsa karakterde, yeni yeni kapılar açacağı kesin olan bu kitap: okunmalı, diye de düşünüyorum.
Ve ayrıca bu yazıdan yola çıkılarak -bir heves- alındığında; hep yanımda taşıdığım, pek çok değişik mekân ve anda açıp okuduğum, günlük hayattan çıkıp içinde kaybolduğum, bana yeni merakların ve kitapların kapısını aralayan, temelde iki ama çok karakterli Pusula nedeniyle inşallah pusulalar şaşmaz ve de bana sayılmaz, diye de ummak istiyorum...
Ama Pusula Şahane Bir Romandır için buradan lütfen!
Etiketler:
kitaplar,
Korona Günleri,
Mathias Énard,
Pusula
17 Ağustos 2020 Pazartesi
Sürprizli Bir Gün - Ada
Öncesi
Akan trafiği bekliyor, uygun anda da karşıya geçip sola dönüyor, eve dönen ineklerin arasından usulca geçiyor, enfes bir köy akşamüstünün içinden -şehirli dünyadan gittikçe uzaklaşarak- devam ediyoruz. Doğayla başbaşayız ve ilk kez girdiğimiz bilinmez yolda az önce bir eşiği geçtik ve bir anlamda başka bir dünyada seyir halindeyiz. Bu his muhteşem. Biraz yokuş çıkıyor, bazen aşağı doğru iniyor, şimdilik bir mesafe tayini yapamıyor, sadece tasavvur edebiliyoruz. Kesin olansa bu bilinmezliğe bayılmanın yanısıra şimdilik hayali bir fikrin sahibi olduğumuz noktanın, hep oturduğumuz, içine uzanan iskelenin ucundan uzak ufuklarına baktığımız Gölün bilinmezimiz olan, fotoğraf makinesi ölçeğinde yaklaşabildiğimiz, üzerine sadece hayaller ürettiğimiz karşı yakasındayız - kıyılarına ulaşmaya çalışıyoruz. Şimdilik yol üzerinde biz dışında bir araç yok. Az önce; hasır şapkalı, güneş yanığı esmer, bağrı açık, terlemiş bir Meksika köylüsünün ve evin geniş avlusunu saklayan, iki yana açılabilen demir kapılı yüksek bahçe duvarının önünden geçip, arkası bilinmez bir virajı dönüyoruz. Önümüzde, üzerinde iki kişi olan bir traktör var. Başlangıçta ve bir süre asfalt olan yol toprak taş şeklini aldığından beri ayrı bir zevk halindeyiz. Gökyüzü şimdilik sonsuz değil, sağımızda yemyeşil ve göğe doğru uzanan yamaçlar, sol yanımızda ise tel örgülerle çevrilmiş bahçeler içinde köy evleri ve bu kez aşağı doğru bir yamaç, küçük ve yeşil bir vadi var; onun derininde de küçük bir dere. Önümüzdeki traktör, köyün bittiği yerde, küçük korunun önünde duruyor. Durunca bir fırsat oluyor bu. İniyorum, çünkü yolu ve mesafeyi soracağım. Görünen o ki bu sevimli koruluktan öte iki tekerlek izini yol bilip devam etmemiz gerek!
"Merhaba,"
"Göle gitmek istiyoruz, doğru yolda mıyız ve ne kadar mesafe var önümüzde?"
"Bu yol biraz ilerde bitiyor, göle gitmez ve orada da bir mezra var."
"Tabelada Ada yazıyor ama?"
"Öyle denmiş ama bir mezra."
"Göle mesafe ne kadar?"
"20 kilometre vardır ama buradan gidemezsiniz"
Bir tarif veriyorlar ama onun zaten bildiğimiz noktaya götüreceğini düşünüyorum.
"Öbür yanı biliyoruz ki onun da en iyi tanıdığı insanlardan ikisiyiz. Biz olağan ve ezbere bildiğimiz Kuş Cenneti tarafında değil de bu tarafında olmak istiyoruz," diyorum.
Traktörün çamurluğunun üzerinde oturan genç adam anlıyor ve tarifini biraz daha detaylandırıyor. Geri dönüp ana yola çıkmamız, sonrasında bir kavşaktan sapmamız, sonra da iki kere sola sapıp sormamız gerekiyormuş.
Bulunduğumuz nokta manevraya müsait değil; Kaptan geri geri gelirken, Meksika çağrışımı yapan hasır fötr'lü Abiyle karşılaşıyoruz. Anlamış ki bir yeri arıyoruz. O başka bir tarif veriyor, onunki daha anlaşılır. Sonra dönebilmemiz için geri gidiyor, az önce önünden geçtiğimiz yüksek duvarlı küçük çiftliğinin iki kanatlı kapısını açıyor. Çok teşekkür ediyoruz bu tatlı Abiye, avludaki köy tadıysa çağırıyor... O bir kez daha yolu tarif ediyor. O esnada ezan başlıyor, ağaçlık yamacın hemen eteğinde cami -ve ezan günün ruhları dürtükleyen saatine anlam katıyor.
Sağımda kalan küçük vadiye, akşam üzerinin evlerine, ağaçlara, yamaca yayılmış ineklere, evlerden sızan yemek kokularına bakarak devam ediyor, ana yola çıkıyor, biraz devam ettikten sonra da kavşaktan tekrar sola dönüp, biraz gittikten sonra da küçük yokuşu inip tarifi verilmiş yola giriyoruz.
Yine ilk kez girdiğimiz bir yol ama uzaklarına baktığımızda tanıdık. Kurumuş ağaçlar kesilmiş ve bir tarlanın yanına yığılmış. Duruyoruz, çünkü arka koltukta, bazı dalları arkaya bir şeyler koyup alırken kırılmış ve uzun süredir seyahat halinde olan, aslında birer sanat eserine döndürülmek için sahiplenilmiş dallar topluluğunu akrabalarının yanına bırakmaya karar veriyor, Enn Sevdiğim Sanatçı. Bu arada Göle ulaşma uğraşlarımız içinde üzgünüz ki yolun önemli bir bölümünde fotoğraf çekmeyi ihmal ediyoruz. Oysa neler görüyor, ne anlar yaşıyoruz. Bu güzellikleri fotoğraflamamış olmanın pişmanlığını yaşıyorum, şu an. Bir yanıyla da şöyle düşündüm sanırım, nasılsa yanımda güzel anları kaçırmayan ve bu işi pek de sessizce yapan biri var.
Tepeler tırmanıyor, bazı yerlerde durup traktörün römorkuna toplayıp kasaladıkları sebzeleri yerleştiren ailenin bahçesine giriyor, yol tarifi alıyor, bunları sentezliyor ve devam ederek tariflenen yol ayrımına varıyoruz. Bu arada da sürekli yükseliyoruz ki bu mantıklı, çünkü iskelenin ucunda her oturduğumuzda bu yakadaki dağları görüyoruz. Muhtemelen, yol ayrımında karar verdiğimiz -şuradan gidelim- tercihimizde bu algı etkin.
Gidiyoruz biraz, sonra sağa dönüyoruz ve yol bir evin bahçesinde sonlanıyor! O ara arkamızdan bir pick-up, iyi tarım tesisinden içeri giriyor, biz dönüyoruz, az sonra o arkamızda bitiyor: En Sevdiğim kadın işaret edince de yanımızda duruyor. Önce tarif ediyor, sonra da "Beni takip edin," diyor. Kısa süre sonra da yanlış karar verdiğimiz anlaşılan kavşağa varıyoruz ve duruyor.
"Buradan aşağı gidin, Yörüklere varacaksınız."
Bizim coğrafya!
Çok keyifli bir yol, koca düzlüklere tepeden bakarak iniyoruz. Büyük Ev'de otururken ve kahvaltının tadını çıkarırken duvarın kenarından akan küçük su kanalından yola çıkarak arklar üzerine konuşmuştuk: Ben bizim oralarda hak saatimiz geldiğinde gidip gözeden çıkan ana kanaldan suyun yönünü değiştirdiğimizden, suyu Dedemin bahçesine ulaşan ark'a yönlendirdiğimden söz ederken En Sevdiğim Kadın da saatleri gelince gidip pompa yerleştirdiklerinden ve suyu hortumla taşıdıklarından söz etmişti...
Şu an üst fotoğraftaki alabildiğine pirinç tarlalarının kenarındayız ve yolun iki yanında arklar var. Uzağımızda bir noktadaysa muhteşem yağmurlama görüntüleri... "Güneş, öyle güzelsin ki," diyesi geliyor insanın. Muhteşem de bir ıssızlık...
Doğru devam ediyor, bir yolla kesişiyor, gördüğümüz içinde jip olan evlerin ihtişamına şaşırıyor, sonrasında bu ummadığımız durum üzerine konuşurken, bu evlerin sahipleri oldukları belli iki kişinin yanında duruyor ve soruyoruz.
"Gölün bu yakasına nereden gidebiliriz.?"
Eliyle hemen yandaki ağaçların arasına saklanmış dar aralığı gösteriyor daha genç olanı, seviniyoruz. Sonraki cümle ise umut kırıcı.
"Bu araba vurulmaz o yola, yazık!"
Sonra ilave ediyor:
Traktörlerin gide gele açtığı bir yol olduğunu, arabayla gidilemeyeceğini söylüyor. Hiç mi başka bir yol yok, diye soruyoruz üzüntüyle... Yok, diyor. Eğer sadece yolu gösterip susmuş olsaydı, Enn Sevdiğim Kaptan kesinlikle girerdi o yola. Ben de olsam aynısını yapardım, çünkü mottomuz şu bizim: Geri viteste bir sorun yoksa yürü! Ama sesindeki küçümseyici ifade ile kocaman bir soru işareti yerleştiriyor Abi kafamıza. Laf aramızda karşı tarafta, su basar ormanlarında, yıllar yıllar önce, daha tımtıfılken altımdaki arabanın gücüne inandığım için tarlanın içinden suyun dibine kadar gidip batmışlığım vardır! Peki siz olsanız gitmez miydiniz şu manzaraya?
Sonra ne mi oldu?
5.25 kasaya ve motora sahip 6 silindirli arabanın gücünü kullanmaya çalıştım önce ki çıkamayacağımı hiç düşünmemiştim. Bunun sulu ve yumuşak zeminde çok da işe yaramadığını anladım önce, bana Tadella'lar alan kız arkadaşımlaydım, çocuktum; sonra arka teker altına tahta parçaları koyup, bagaja da karşı evden yardıma gelen bir genç adamı oturtup geri vitesin gücünden yararlanarak sağlam toprağa ulaştım, belki de traktöre bağlayıp arka tekeri patinaj yaptığı yumuşak zeminden biraz çektik; o kadar eskide ve o kadar olay var ki, insansız kısımları karıştırmam mümkün.
Bu coğrafyayla bağım o kadar eski olmasına rağmen şu an bulunduğumuz nokta ve ana yoldan buraya geldiğimiz tüm alan bir ilk!
Teşekkür edip devam ediyoruz. Bulunduğumuz yol yeşilliklerin arasından ilerlerken vardığımız köprünün tabelası gülümsetiyor. Durmak mecbur: Tatlı Elma Köprüsü.
Bayağı derin köprünün altı... Bu da sularının mevsimi geldiğinde epey yükseldiğini düşündürtüyor. Bu da bura gençlerinin sular o kadar yükseldiğinde suya köprüden atladıklarını...
Epeyi kalıyoruz köprünün üzerinde, ada bayılmış vaziyetteyiz. Öyle vurgunuz gördüğümüz ilk andan beri, hem kendisine hem yöresine... Öylesine de kucaklayıcı. Fakat biraz sonra anlayacağız ki bu adla ilişkili bir an'ımız var.
Acaba az önceki adam, buna yazık, gidemezsiniz dediğinde Çekik Gözlü Mavi Kuş alınmış mıdır? diye bile düşünemiyoruz.
Derken Enn Sevdiğim Kadın ışıldıyor, Tatlı Elma'yı hatırlıyor. Erkek kardeşimle bir Sürmeli Köyü dönüşünde Delta'ya geldiğimiz gün Tatlı Elma İlköğretim Okulu'nun önünden geçtiğimizi ve bunu konuştuğumuzu söylüyor, ama ben yine de hatırlamıyorken tam... okulun önünden geçiyoruz. Algı şimdi doğru çalışıyor çünkü daha önce sağımızdan gelen yola bağlandık ve hiç geçmediğimiz bir noktada değiliz artık.
Veee... işte Leylek!
Bir evin bahçesindeki bir ağaçta yuva. Tatlı bir çift, bahçelerindeki su kuyusu ile uğraştalar. O tarafa çağırıyorlar; fotoğraf açısı için. Benim aklımsa "O yoldan Göl'e yürüme gitsek ne kadar sürerdi?" noktasına kilitli. Niye sormadık ki?
Artık Yörükler'deyiz ve az sonra çok sık kullandığımız yola bağlanacağız. Geçen haftaki direklerse boş. "O Gün gördüklerimiz de gittiler mi," diye düşünüyoruz. Sonra hep önünden geçtiğimiz ama hiç uğramadığımız Kafenin bahçesinde oturuyoruz.
"Bir Neskafe lütfen."
"Bir şekersiz Kola lütfen."
Bir sır: Geçen hafta boyu haritada gölün bu kıyısına nasıl ulaşırızı aradım. İlk iş, çekik gözlü mavi kuşla gidilemeyeceği söylenen yere bir göz atıp yürümeyle ne kadar zaman aldığını öğrenmek olacak. Aklıma gelen bir diğer yol daha ihtimal dahilinde gibi: Çok sevdiğimiz bir nokta var bu coğrafyada: -bazı- balık tutanlar dışındaki ziyaretçilerin bilmediği, ziyaret noktasının uzağında, güneşin şahane batıp, ayın şahane doğduğu ve yükseldiği bir yer: Şurası yani!
Ve oradaki düzlükler içinde iki kesişen yol, iki eski ve küçük köprü var bir de... Denememiz gerektiğini düşünüyorum. Enn Sevdiğim Kadın şu an; çok sevdiği bir yere: denize, dağa, dereye, köye ve de... kitap ve müzik festivallerine doğru yolda... Bir ay yok... Hele bir dönsün!
Enver Abi o gün bize "Motorla gelip alırım buradan sizi," demiş olabilir mi acaba?
"Göl üzerinde ulaşılamaz bir noktaya doğru, su motorlu küçük kayıkla bir yolculuk?!"
Süpperrrrr!
Akan trafiği bekliyor, uygun anda da karşıya geçip sola dönüyor, eve dönen ineklerin arasından usulca geçiyor, enfes bir köy akşamüstünün içinden -şehirli dünyadan gittikçe uzaklaşarak- devam ediyoruz. Doğayla başbaşayız ve ilk kez girdiğimiz bilinmez yolda az önce bir eşiği geçtik ve bir anlamda başka bir dünyada seyir halindeyiz. Bu his muhteşem. Biraz yokuş çıkıyor, bazen aşağı doğru iniyor, şimdilik bir mesafe tayini yapamıyor, sadece tasavvur edebiliyoruz. Kesin olansa bu bilinmezliğe bayılmanın yanısıra şimdilik hayali bir fikrin sahibi olduğumuz noktanın, hep oturduğumuz, içine uzanan iskelenin ucundan uzak ufuklarına baktığımız Gölün bilinmezimiz olan, fotoğraf makinesi ölçeğinde yaklaşabildiğimiz, üzerine sadece hayaller ürettiğimiz karşı yakasındayız - kıyılarına ulaşmaya çalışıyoruz. Şimdilik yol üzerinde biz dışında bir araç yok. Az önce; hasır şapkalı, güneş yanığı esmer, bağrı açık, terlemiş bir Meksika köylüsünün ve evin geniş avlusunu saklayan, iki yana açılabilen demir kapılı yüksek bahçe duvarının önünden geçip, arkası bilinmez bir virajı dönüyoruz. Önümüzde, üzerinde iki kişi olan bir traktör var. Başlangıçta ve bir süre asfalt olan yol toprak taş şeklini aldığından beri ayrı bir zevk halindeyiz. Gökyüzü şimdilik sonsuz değil, sağımızda yemyeşil ve göğe doğru uzanan yamaçlar, sol yanımızda ise tel örgülerle çevrilmiş bahçeler içinde köy evleri ve bu kez aşağı doğru bir yamaç, küçük ve yeşil bir vadi var; onun derininde de küçük bir dere. Önümüzdeki traktör, köyün bittiği yerde, küçük korunun önünde duruyor. Durunca bir fırsat oluyor bu. İniyorum, çünkü yolu ve mesafeyi soracağım. Görünen o ki bu sevimli koruluktan öte iki tekerlek izini yol bilip devam etmemiz gerek!
"Merhaba,"
"Göle gitmek istiyoruz, doğru yolda mıyız ve ne kadar mesafe var önümüzde?"
"Bu yol biraz ilerde bitiyor, göle gitmez ve orada da bir mezra var."
"Tabelada Ada yazıyor ama?"
"Öyle denmiş ama bir mezra."
"Göle mesafe ne kadar?"
"20 kilometre vardır ama buradan gidemezsiniz"
Bir tarif veriyorlar ama onun zaten bildiğimiz noktaya götüreceğini düşünüyorum.
"Öbür yanı biliyoruz ki onun da en iyi tanıdığı insanlardan ikisiyiz. Biz olağan ve ezbere bildiğimiz Kuş Cenneti tarafında değil de bu tarafında olmak istiyoruz," diyorum.
Traktörün çamurluğunun üzerinde oturan genç adam anlıyor ve tarifini biraz daha detaylandırıyor. Geri dönüp ana yola çıkmamız, sonrasında bir kavşaktan sapmamız, sonra da iki kere sola sapıp sormamız gerekiyormuş.
Bulunduğumuz nokta manevraya müsait değil; Kaptan geri geri gelirken, Meksika çağrışımı yapan hasır fötr'lü Abiyle karşılaşıyoruz. Anlamış ki bir yeri arıyoruz. O başka bir tarif veriyor, onunki daha anlaşılır. Sonra dönebilmemiz için geri gidiyor, az önce önünden geçtiğimiz yüksek duvarlı küçük çiftliğinin iki kanatlı kapısını açıyor. Çok teşekkür ediyoruz bu tatlı Abiye, avludaki köy tadıysa çağırıyor... O bir kez daha yolu tarif ediyor. O esnada ezan başlıyor, ağaçlık yamacın hemen eteğinde cami -ve ezan günün ruhları dürtükleyen saatine anlam katıyor.
Sağımda kalan küçük vadiye, akşam üzerinin evlerine, ağaçlara, yamaca yayılmış ineklere, evlerden sızan yemek kokularına bakarak devam ediyor, ana yola çıkıyor, biraz devam ettikten sonra da kavşaktan tekrar sola dönüp, biraz gittikten sonra da küçük yokuşu inip tarifi verilmiş yola giriyoruz.
Yine ilk kez girdiğimiz bir yol ama uzaklarına baktığımızda tanıdık. Kurumuş ağaçlar kesilmiş ve bir tarlanın yanına yığılmış. Duruyoruz, çünkü arka koltukta, bazı dalları arkaya bir şeyler koyup alırken kırılmış ve uzun süredir seyahat halinde olan, aslında birer sanat eserine döndürülmek için sahiplenilmiş dallar topluluğunu akrabalarının yanına bırakmaya karar veriyor, Enn Sevdiğim Sanatçı. Bu arada Göle ulaşma uğraşlarımız içinde üzgünüz ki yolun önemli bir bölümünde fotoğraf çekmeyi ihmal ediyoruz. Oysa neler görüyor, ne anlar yaşıyoruz. Bu güzellikleri fotoğraflamamış olmanın pişmanlığını yaşıyorum, şu an. Bir yanıyla da şöyle düşündüm sanırım, nasılsa yanımda güzel anları kaçırmayan ve bu işi pek de sessizce yapan biri var.
Tepeler tırmanıyor, bazı yerlerde durup traktörün römorkuna toplayıp kasaladıkları sebzeleri yerleştiren ailenin bahçesine giriyor, yol tarifi alıyor, bunları sentezliyor ve devam ederek tariflenen yol ayrımına varıyoruz. Bu arada da sürekli yükseliyoruz ki bu mantıklı, çünkü iskelenin ucunda her oturduğumuzda bu yakadaki dağları görüyoruz. Muhtemelen, yol ayrımında karar verdiğimiz -şuradan gidelim- tercihimizde bu algı etkin.
Gidiyoruz biraz, sonra sağa dönüyoruz ve yol bir evin bahçesinde sonlanıyor! O ara arkamızdan bir pick-up, iyi tarım tesisinden içeri giriyor, biz dönüyoruz, az sonra o arkamızda bitiyor: En Sevdiğim kadın işaret edince de yanımızda duruyor. Önce tarif ediyor, sonra da "Beni takip edin," diyor. Kısa süre sonra da yanlış karar verdiğimiz anlaşılan kavşağa varıyoruz ve duruyor.
"Buradan aşağı gidin, Yörüklere varacaksınız."
Bizim coğrafya!
Çok keyifli bir yol, koca düzlüklere tepeden bakarak iniyoruz. Büyük Ev'de otururken ve kahvaltının tadını çıkarırken duvarın kenarından akan küçük su kanalından yola çıkarak arklar üzerine konuşmuştuk: Ben bizim oralarda hak saatimiz geldiğinde gidip gözeden çıkan ana kanaldan suyun yönünü değiştirdiğimizden, suyu Dedemin bahçesine ulaşan ark'a yönlendirdiğimden söz ederken En Sevdiğim Kadın da saatleri gelince gidip pompa yerleştirdiklerinden ve suyu hortumla taşıdıklarından söz etmişti...
Şu an üst fotoğraftaki alabildiğine pirinç tarlalarının kenarındayız ve yolun iki yanında arklar var. Uzağımızda bir noktadaysa muhteşem yağmurlama görüntüleri... "Güneş, öyle güzelsin ki," diyesi geliyor insanın. Muhteşem de bir ıssızlık...
Doğru devam ediyor, bir yolla kesişiyor, gördüğümüz içinde jip olan evlerin ihtişamına şaşırıyor, sonrasında bu ummadığımız durum üzerine konuşurken, bu evlerin sahipleri oldukları belli iki kişinin yanında duruyor ve soruyoruz.
"Gölün bu yakasına nereden gidebiliriz.?"
Eliyle hemen yandaki ağaçların arasına saklanmış dar aralığı gösteriyor daha genç olanı, seviniyoruz. Sonraki cümle ise umut kırıcı.
"Bu araba vurulmaz o yola, yazık!"
Sonra ilave ediyor:
Traktörlerin gide gele açtığı bir yol olduğunu, arabayla gidilemeyeceğini söylüyor. Hiç mi başka bir yol yok, diye soruyoruz üzüntüyle... Yok, diyor. Eğer sadece yolu gösterip susmuş olsaydı, Enn Sevdiğim Kaptan kesinlikle girerdi o yola. Ben de olsam aynısını yapardım, çünkü mottomuz şu bizim: Geri viteste bir sorun yoksa yürü! Ama sesindeki küçümseyici ifade ile kocaman bir soru işareti yerleştiriyor Abi kafamıza. Laf aramızda karşı tarafta, su basar ormanlarında, yıllar yıllar önce, daha tımtıfılken altımdaki arabanın gücüne inandığım için tarlanın içinden suyun dibine kadar gidip batmışlığım vardır! Peki siz olsanız gitmez miydiniz şu manzaraya?
Sonra ne mi oldu?
5.25 kasaya ve motora sahip 6 silindirli arabanın gücünü kullanmaya çalıştım önce ki çıkamayacağımı hiç düşünmemiştim. Bunun sulu ve yumuşak zeminde çok da işe yaramadığını anladım önce, bana Tadella'lar alan kız arkadaşımlaydım, çocuktum; sonra arka teker altına tahta parçaları koyup, bagaja da karşı evden yardıma gelen bir genç adamı oturtup geri vitesin gücünden yararlanarak sağlam toprağa ulaştım, belki de traktöre bağlayıp arka tekeri patinaj yaptığı yumuşak zeminden biraz çektik; o kadar eskide ve o kadar olay var ki, insansız kısımları karıştırmam mümkün.
Bu coğrafyayla bağım o kadar eski olmasına rağmen şu an bulunduğumuz nokta ve ana yoldan buraya geldiğimiz tüm alan bir ilk!
Teşekkür edip devam ediyoruz. Bulunduğumuz yol yeşilliklerin arasından ilerlerken vardığımız köprünün tabelası gülümsetiyor. Durmak mecbur: Tatlı Elma Köprüsü.
Bayağı derin köprünün altı... Bu da sularının mevsimi geldiğinde epey yükseldiğini düşündürtüyor. Bu da bura gençlerinin sular o kadar yükseldiğinde suya köprüden atladıklarını...
Epeyi kalıyoruz köprünün üzerinde, ada bayılmış vaziyetteyiz. Öyle vurgunuz gördüğümüz ilk andan beri, hem kendisine hem yöresine... Öylesine de kucaklayıcı. Fakat biraz sonra anlayacağız ki bu adla ilişkili bir an'ımız var.
Acaba az önceki adam, buna yazık, gidemezsiniz dediğinde Çekik Gözlü Mavi Kuş alınmış mıdır? diye bile düşünemiyoruz.
Derken Enn Sevdiğim Kadın ışıldıyor, Tatlı Elma'yı hatırlıyor. Erkek kardeşimle bir Sürmeli Köyü dönüşünde Delta'ya geldiğimiz gün Tatlı Elma İlköğretim Okulu'nun önünden geçtiğimizi ve bunu konuştuğumuzu söylüyor, ama ben yine de hatırlamıyorken tam... okulun önünden geçiyoruz. Algı şimdi doğru çalışıyor çünkü daha önce sağımızdan gelen yola bağlandık ve hiç geçmediğimiz bir noktada değiliz artık.
Veee... işte Leylek!
Bir evin bahçesindeki bir ağaçta yuva. Tatlı bir çift, bahçelerindeki su kuyusu ile uğraştalar. O tarafa çağırıyorlar; fotoğraf açısı için. Benim aklımsa "O yoldan Göl'e yürüme gitsek ne kadar sürerdi?" noktasına kilitli. Niye sormadık ki?
Artık Yörükler'deyiz ve az sonra çok sık kullandığımız yola bağlanacağız. Geçen haftaki direklerse boş. "O Gün gördüklerimiz de gittiler mi," diye düşünüyoruz. Sonra hep önünden geçtiğimiz ama hiç uğramadığımız Kafenin bahçesinde oturuyoruz.
"Bir Neskafe lütfen."
"Bir şekersiz Kola lütfen."
Bir sır: Geçen hafta boyu haritada gölün bu kıyısına nasıl ulaşırızı aradım. İlk iş, çekik gözlü mavi kuşla gidilemeyeceği söylenen yere bir göz atıp yürümeyle ne kadar zaman aldığını öğrenmek olacak. Aklıma gelen bir diğer yol daha ihtimal dahilinde gibi: Çok sevdiğimiz bir nokta var bu coğrafyada: -bazı- balık tutanlar dışındaki ziyaretçilerin bilmediği, ziyaret noktasının uzağında, güneşin şahane batıp, ayın şahane doğduğu ve yükseldiği bir yer: Şurası yani!
Ve oradaki düzlükler içinde iki kesişen yol, iki eski ve küçük köprü var bir de... Denememiz gerektiğini düşünüyorum. Enn Sevdiğim Kadın şu an; çok sevdiği bir yere: denize, dağa, dereye, köye ve de... kitap ve müzik festivallerine doğru yolda... Bir ay yok... Hele bir dönsün!
Enver Abi o gün bize "Motorla gelip alırım buradan sizi," demiş olabilir mi acaba?
"Göl üzerinde ulaşılamaz bir noktaya doğru, su motorlu küçük kayıkla bir yolculuk?!"
Süpperrrrr!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)


