Bir gün sonra sanırım, yeni bir yazısı düşüyor blogroluma. Denemenin blogrollda görülen başlığı da tam anlamıyla olta! Hoştu. Önceden bir fikrim olmasa o oltaya kesinlikle gelmezdim. Geldim. Çünkü seçilen başlıktaki gülümsemeyi sezmiştim. Belki de yanıldım. Okudum ve bir ufuk açıldı. Ve şu cümlelerin de olduğu bir yorum yazdım: "Cumbaları çok severim fakat sizin tanımlamanızdan hiç bakmamıştım olaya. Bir üst boyuta taşınıp kuvvetli bir kimlik oldular şimdi. Yarenlik edilebilir birer kimlik."
Diğer yorumlara göz atarken de Yağmur Tozu'na ait olanın içindeki şu soru bir ampulü yakıverdi: "Mimarlar da keşke cumbalı yapsalar apartmanları nasıl olur acaba?"
Güzel olur, güzel de oluyor çünkü!
Sıkı bir mimarla çalışmak, biraz da hayal sahibi olmak gerekiyor sadece. Modern bir tasarım, ahşap yoğun bir dış cephe, ve modern tasarıma eskiden, geleneksel bir dokunuş. Bu kadar basit!
Olağanım olan cumba okuduğum yazıyla birlikte bir alan olmaktan öteye geçti, birlikte yaşadığımız bir kimlik halini aldı. Elbette özür diledim kendisinden. Kıymetinin farkındaydım, salonun özel bir köşesiydi fakat bugüne kadar derin bir geleneğe ait olduğunu düşünmeksizin biraz üvey davrandığım duygusuna kapıldım. Tamam, özellikle yazın, sağ pencereyi açıyor, denizin kokusunu izliyordum ama ona gereken özeni göstermiyormuşum gibi hissettim birden. Ve bunu telafi etmek için çabaladım. Sabahtı. Erkendi.
Korona Günlerine uygun düşecek, ruhu germeyecek, yüze şefkatli gülümsemeler yerleştirip günlerin negatif etkisinden uzaklaştırırken başka dünyalara ortak edecek kitaplar seçmeye karar verdik. Daha doğrusu ben seçtim, o onayladı. Çalışma odasından fazla zorlanmadan toparlayıp getirdiğim kitapları, üzerindeki dergileri ve kitapları bir süreliğine aldığım sehpanın üzerine yerleştirdim. Korona Günleri Seçkimizin içine öyle gerim gerim germeyen, hatta eğlenceli bir iki polisiye de yerleştirdik ki kendimizi kaptıralım ve gündemden hep kopalım. Toplu bir fotoğraf gerekiyordu elbette; günün mana ve önemine binaen... İhmal etmedim. Gariptir ama, fotoğrafta kahve de olmalı, dedim! Fakat filtre kahveyi, Cumba'nın huzuruna, yakıştıramazdım. Elbette ki masada kahve olmalıydı ama bu şekerli bir sütlü kahve olmalıydı; süt ilaveli değil, eskilerde kalmış gerçek bir sütlü kahve!.. Üşenmedim.
Ve ilk kitabımız: Romantik-Bir Viyana Yazı. Diyebilirim ki en bayılarak okuduğum, izi asla silinmeyecek enn kitaplarımdan biridir. Çok özeldir ve bir gün gittiği yerden geri gelememiştir! Sonra, 2012 yılında yeniden fakat bu kez İş Bankasından çıkan kitabı aldığımda, yeni tarihi atarken, 1993'ü de unutmamış ve atmışımdır.
Kahramanımız bir Tarih Öğretmeni. Fantastik kitap kahramanı tadında başka karakterleri de var elbette. Ruhları dürtükleyen bir kitap olduğunu düşünmekteyim ki bu ifadede bile kitabın etkisi var! Bir göl kenarında günün ruhları dürtükleyen saatlerinde okunuyormuş hayali kurdurur hep bana... ki o ifadenin geçtiği, yani günün ruhları dürtükleyen saatlerindeki bir an, göl kenarındaki bir yemek anı ve ifadenin gücü unutulmazımdır. Benim için kutsal bir kitaptır ki ilk sayfasının hemen yanındaki sayfada yer alan Adalet Ağaoğlu cümleleri bir vasiyet gibidir.
Bu sayfalardaki bütün kişi, yer, kitap adlarının, tarihlerin, coğrafyaların, "gerçektekilerle" her türlü ilişkisi vardır. Sadece, kitabın okunup üflenmiş roman kategorilerinden hiçbiriyle hiçbir ilişkisi yoktur.
Yazarın özlemi, bu romanın kafalarda önden hazır herhangi bir kalıba sokulmadan okunmasıdır.
Ve Pınar Kür. Beni fena halde şaşırtan, bayıldığım bir polisiye. Bir tek kitabını okumuştum ve muhtemelen de kitaplardan konuşurken bunu beyan etmişimdir... Belki de "Bir Pınar Kür kitabı okusam mı," demişimdir... Ve Cinayet Fakültesi'ne bayılmışımdır. Şahane bir romandır ve edebiyat tadı noktasında ve de öyküsü itibariyle ve de karakter renkleriyle yaşatır kendini. Üstelik iyi polisiyeyim diyen çok kitap, kıyısından bile geçemez. Bütün bu samimi ifadelerimden öte de benim için özeldir. Çünkü onu bana Enn Sevdiğim Kadın getirmiştir.
***
Italo Calvino beni Görünmez Kentler'le vurmuş bir yazar. Şu blogun içinde kaç kez bahsetmişimdir bilmiyorum. Sonra başka kitaplarını da okudum elbette. Fakat Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü adlı 75 sayfalık romanı, en keyifle okuduğum, birebir hissettiğim, gözümden akanlar kelimeler değil de bir filmin kareleriymiş gibi yaşadığım bir kitap olmuştur. Belki konunun ilginçliği ama daha çok da aksiyonu ve betimlemeleriydi beni ele geçiren... pek çok karakterine sokakta rastlasam tanırım! Hakeza mekanlarını da yeteneğim olsa birebir çizerim. Öylesine içinde kaldığım bir kitaptı. Sanki 75 sayfada tuğla bir kitap çıkmıştı karşıma.
"Şu yakın tarihte hayatıma girmiş ikinci şey bu kitap, ve şu yakın tarihte hayatıma girecek hiç bir şeyin birinci olma şansı yok, ne yazık ki. O yüzden bu ikinciliğe o gözle bakılsın lütfen."
Bu cümleleri bundan yaklaşık sekiz yıl önce Kapı* adlı kitabıyla Magda Szabo yazdırmıştı bana. Macar yazarlara zaafımın başlangıcı oldu o kitabıyla kalemi narin, hikâyeleri güçlü kadın. Sonra Katalin Sokağı'nı okudum. Yine yanıltmamakla kalmadı, ayrı sevdiğim kitaplar ve yazarlar haneme bir çentik daha attırdı.
Budapeşte'de bir sokak Katalin ki orada olma isteği yaratıyor. Üç aile bir hikayede... Gülümsetiyor insanı, yer geliyor geriyor; zor yıllar Avrupa için. Naziler... Hoş da bir kurgusu var kitabın. Korkmayın, üzüleceği anlarda bile sıcak kalıp gülümsüyebiliyor insan. Karakterlerin her biri mıh gibi kalıyor aklınızda, çünkü siz de öyküye dahilsiniz. Yaşıyorsunuz!
***
...Dönüyorum odanın sıcaklığına, alıyorum elime kitabımı, uzatıyorum bacaklarımı rahat yatağa... Saraybosna Marlborosu. Muhteşem bir savaş romanı! Aslında bir öykü kitabı; ama küçük insanların büyük öyküleriyle örülmüş, hiç canınızı yakmadan bir savaşın dramını, ne olduğunu cilt cilt kitaptan daha detaylı ama hayata dair hikâyelerle ve karakterle anlatırken gülümsetebilen... Fena halde o coğrafyada olma isteği yaratan, savaşın soğukluğunu insanın sıcaklığı ile bütünleyen, üzerine bir yazıyı ayrıca hak eden enfes bir kitap. Ve henüz minik bir öğrenciyken arkadaşlarla gittiğimiz, şimdi yerinde yeller esen sinemada izlediğim filme adını veren, sonraki yıllarda pek çok romanda önüme çıkan izi daim bir direnişin öyküsü, Neretva Köprüsü...**
"Tourette sendromu (veya Turet sendromu), aynı şekilde kısa aralıklarla meydana gelen istemsiz, hızlı, ani bedensel tikler ve ses tiklerinin oluşturduğu nörolojik veya “nörokimyasal” kalıtsal bir rahatsızlıktır, gelişimsel bozukluklar kategorisinde ele alınır. İsmini Fransız doktor Gilles de La Tourette den alır."*
Lionel Essrog bu sendroma sahip ilginç, o derece tatlı, ve o derece sadakatli bir karakterdir ki kendisi adamım olmayı başarmıştır. Bir de patronu ve elbette arkadaşları var ki onların her biri de ilginç ve tatlı çocuklar. Bu tatlı çocuklar bir yetiştirme yurdundan arkadaşlar. Bir "dedektiflik" işinde birlikteler. Popüler kültür ile yüksek edebiyat arasında bir yerdedir ben için ki bunun bilinçli bir seçim olduğunu düşündürtmüştür bana; yazar belki de bir parodi yaratıp fazlası ile eğlenerek yazmıştır bu romanı. Hissiyatım bu yönde olmuştur.
Akıcıdır, eğlencelidir, duygusaldır, heyecanlandırır ve merak ettirir. Ama en güzeli bir insana, hayatının güzel haftasonlarından birinden söz ettiği bir yazının içinde "Sonuçta içine raylar kaçmış bir insanım. Coşkun denize bakıp kitabımı açıyorum. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in içinden geçiyoruz sanıyorum." gibi cümleler kurdurur.*** Üstelik kendisi ödüllü bir kitaptır!
***
... Rahat koltuklara konuşlanıyoruz. Kitaplarımız elimizde. Kahvelerimiz geliyor. Mikrodalga görmüş börekler şaşırtıcı derecede lezzetli. Okuduğum kitap Günden Kalanlar, şahane. Vakar kelimesinin altını şahane dolduran kıymetli bir uşağın İngiltere kırlarındaki yemyeşil seyahatine eşlik etmek, konakladığı yerlerdeki sohbetine katılmak çok güzel. 2. Dünya savaşı sürecine de dokunan, şatolarda savaş-siyaset ve gelecek konuşulan, içinde lezzetli bir aşk da olan nahif ve çok lezzetli bir roman bu. Yazarı Nobel alınca fark ettiğim biri. Artık starım ama! Kapıya çağrı başladı. Cam kenarını kapmışız yine. Göklerin Atlantisi ise muhteşem parıldıyor.****
İşte bu kadın ne yazsa okumaya hazır kişiyim ben. Bir gün bir kitap aldım, yazarını tanımıyorum, beni vuran kitabın adı, semtin hastasıyım. Bu Gece Pera'da.* Dili kullanmaya, anlatıya bayılıyorum. O andan itibaren de hayranı oluyorum. Jale Sancak. Tavsiye kitabımız onun yaptığı bir seçki, İstanbul Öyküleri Antolojisi. İçinde kimlerin hikâyesi yok ki! Sait Faik'ten Murathan Mungan'a, Peride Celal'den Tezer Özlü'ye, Abidin Dino'dan Selim İleri'ye, Bilge Karasu'dan Feride Çiçekoğlu'na tam 27 birbirinden güzel öykü var. Ama bana sürprizi, her birine ayrı ayrı bayıldığım hikâyeleriyle bu kitabı okuyana kadar kendilerini tanımadığım, sonra da kitaplarını aldığım iki yazar. Kostümlü Hayalet ki tadına doyamadığım bir anlatıdır, ifade muhteşemdir, karakter fena halde çarpar ve ne mutlu ki beni Nalan Barbarosoğlu ile tanıştırmıştır.
Bir etkili, çok etkili hikâye de Vecdi Çıracıoğlu'dandır ki karakterleri rüya gibidir. Hüznü de yanında olan, yer yer ısıtan, son noktada da okuyanı gerçek hayattan bir anmış gibi hoş ve buruk, ama gülümserken bırakan unutulmayacak bir rüya gibidir... Muhteşem bir hikâyedir, nahiftir ve insanın soluğunu keser, nefessiz okutur kendisini, Oltacı Miran ve Sarıkanat.
***
Öykülerde Bir Ülke alt başlıklı Batının Doğusu, yazar Miroslav Penkov'un ülkemizdeki ilk kitabı. Başka bir kitabı çıktı mı daha sonra bilmiyorum. Ama bu kitabındaki öykülerine bayıldığımı biliyorum. Bana Bulgaristan'ın yüz yılını anlat deseler, öyle bir anlatırım ki sanırlar ömrümün çok yılını orada geçirdim. Bize, bizim soydaşlarımıza dair de pek çok iz var öykülerde; isim değiştirmeler, rejimin baskıları, yıkılışı, yıkılan ve değişen hayatların gülümseten öyküleri, hepsi var. Ama en önemlisi yazarın hikâyelerinde kullandığı tatlı mı tatlı mizah. Acıtırken bile gülümsetmeyi becerebiliyor olması ve gülümsetirken de yaşananları aklınıza kazıyarak, bir dönemi anlamayı sağlıyor olması kalburüstü! Bu manada baktığımda. Saraybosna Marlborosu'nu seven bunu, bunu seven onu sever diyorum.
Macar yazarlara zaafım çoktan başlamışken rastlaşmıştım László Krasznahorkai ile. Bilinçli bir seçim değildi, önce adı, sonra kitabın adı ve Macar yazar olması tetiklemişti. Gönlüm istedi ve sipariş listemde yerini aldı. Bir yaz akşamında kadim evin yeni giysili halinde, bahçede ve sokak lambasının sıcak ışığından yararlanarak okumuştum kendisini. İlk cümlelerindeyken daha "İşte bir Macar Yazar!" dedirtmişti. Fakat baş karakter Korin; muhteşem bir adam. Biraz Brooklyn'li Lionel gibi... ruhen ama. Bu "entelektüel" bir kişilik. Arşivde çalışıyor ve bir gün bir belge ile rastlaşıyor ve sonra macera başlıyor. Ben bayılıyorum bu sürece ve tabii ki kendisine. Onunla New York'a gitmeye gönüllüyüm. Kalbi güzel, takıntılı ve komik adam Korin sonuçta. Yazar için fazla söze gerek yok, mizahı şahane kullanan, cin gibi zeki bir adam. Usturuplu sabahımdayım şu yazıyı yazarken, yoksa içimden geçen vurgu başka türlüydü!
Ben bazen yüksek edebiyat falan takmam, bir kitap beni çektimi alırım, adı istanbul Treni olunca da kimseler tutamaz beni. Kitabın arka kapağındaki tanıtımın ilk cümlesi şöyleydi: İstanbul Treni 20.yüyılın en çok okunan İngiliz yazarlarından Graham Green'in romancı kimliğini bulmaya başladığı yapıtıdır. Kitapla ilgili çok eleştiri ile rastgeldim okuduktan sonra. Elbetteki okurken ben de "Abi bazı cümlelerinde fazla detay girip işi uzatmışsın, daha kısa tasvirler de olsaydı anlardık, mal değiliz." dedim lakin kitabı sevdim. Onu, o yılların koşulları ile değerlendirdim ve evet bayılarak okudum. Hatta o trende ben de vardım. Belki buna benzer çok şey okuduk dedirten, yoksa bildiğimiz başka yazarlara mı öykündün sen, gibi tepeden bakan cümleler de geliyor insanın aklına fakat ben sevdim, samimiyetine ve çabasına inandım, hatta İstanbul'a varınca ve bitince kitap; ilk işim Pera Palas'daki oda fiyatlarına bakmak oldu. Restoran menüsünü inceledim ve enn sevdiğim kadına fikrimi beyan eden bir mektup attım. Bir hayal kurdum, zamanda bir yolculuğun hayalini.
Şu günler önce bir geçsin...
*Kapı Magda Szabo
**Yazının geçtiği, konuyla alakasız, Şehrin Fısıltısı adlı yazı
*** Cümlenin geçtiği, yine konuyla alakasız bir yazı.
****Yine konuyla alakasız bir Antalya dönüşü yazısının içinden bir alıntı.
*Turet Sendromu ile ilgili geniş bilgi için Vikipedi lütfen.
Pınar Kür'ü bir kez daha duymuştum sanırım, şimdi sizde de okuyunca merak saldım. Diğerlerine de öyle.. bilmediğim kitaplardı, teşekkürler :)
YanıtlaSilBir şey değil:) Hepimiz gençken çok kitabı bilmiyorduk ki, büyüdükçe, duydukça öğrendik. Emin ol ben de sen yaştakilerin okuduğu pek çok şeyi bilmiyorum:) Ama biliyorum ki güzel işler yapıyorsun, geleceğin parlak yani:)
SilOralardan pek küçük görünüyorum sanırım :) sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. ben kendimi birçok şeye geç kalmış sayarken hem de :)
SilKüçük demedim, genç dedim ki bayağı geniş ve kapsayıcı bir ifade:) 30 Gün Şarkı Meydan Okuma Listesi başlıklı yazıdaki şarkılar düşündürtmüştü fakat ilk okuduğumdaki yazı, öğretmenlik ve blogdaşlara bakıncaki tasavurum farklıydı; bu cevabı yazarken bir an tereddütte kaldım aslında:)
SilSaraybosma Malbrosu alınacaklar arasında benimde. Onun yanına birde cinayet fakültesini ekledim. Tanıtım için sağol.
YanıtlaSilRica ederim, sevindim bir faydam oldu diye, sen de sağol:)
YanıtlaSilListenizdeki kitaplardan listemde olanlar var. Nasip bu sene olur mu bilemiyorum? Ortalık karışıkken kitap almak istemiyorum, hem de elimdekileri okuyorum.
YanıtlaSilSanırım hepimiz elimizdekileri okuyoruz, stoklu gitmenin faydası bugünler içinmiş demek ki...:)
Sil