22 Mart 2018 Perşembe

Kaleiçi, Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar

 Sıralı okumayı düşünürseniz buradan başlayın lütfen.

Öncesi

Dün, yani 7 Lezzetli muhteşem akşamın ardından, hayatımın en büyük pisboğazlıklarından birini kendime yaşattığım kokoreç dükkanının önünden geçiyoruz.

Sen o kadar keyifle içilmiş, gözlerde ve sözlerde kaybolunmuş, muska yapıp kalbin bir köşesinde taşınası gecenin finalinde gaza gel ve kalabalığından da kaynaklı olarak, dolaptan gelen kömür ateşi görmemiş kokoreçleri ızgarasının üzerinde acelece haşlayan, hijyenin hak getire olduğu dükkanda yağmurun da tadına aldanarak kokoreç söyle... Bir de bunu ye. Hani kişisel tarihim affetse ben affetmem derece  aymazlığım için kadim tanrı ve tanrıçalardan, şehrimizin eli öpülesi, yaptıkları işe saygısı olan kokoreççilerinden özür diliyorum.



Hâlâ 26 Kasım 2017

Mevlevihane tarafındaki kapıdan gireceğiz bu kez Kaleiçi'ne; önce, saat kulesinin hemen yanındaki caddeye bakan meydanda bulunan sevimli kulübelere uğrayalım. Onları sevelim. Bu şahane sivil inisiyatife, Kaleder'e, yarattıkları yaşam merkezinin sürdürülebilirliği için katkı yapalım. Bir kaç magnet ya da benzeri eşya alalım. Buraya kediler için yemek bırakan insanlardan yola çıkılarak yaratılmış bu alan; üzerlerinde bağışçılarının adları yazılı, rengarenk kulübelerde yaşayan yaklaşık 100 kedilik bir "köy". Bu sevimli kediler istenirse sahiplenilebiliyorlar. Bir de onları koruyan gönüllü bir abileri var. Adı Aras. Yüreği kocaman, şahane bir köpek. Öylesine gelmiş ve orada kalmış. Kaleder satış noktasının güzel yanı, bir fiyatlandırma ile karşılaşmıyor olmanız. Bağış yapıyorsunuz. Gönlünüzden ne koparsa... Mesela bize kartpostallar hediye ettiler, aldığımız magnetlerin ardından. 


Mevlevihane kapalı olduğu için giremiyoruz. Bu kapıyı tercih etmemizin temel sebebiydi oysa. O halde hayalimizde yaşayıp hissedelim kendisini, ve duyumsayalım mevlevi kokusunu. Bir mozaiktir bizim ülkemiz tekrarının somutlaşmış hali aslında bulunduğumuz alan. Yine katmanlı bir tarihi adımlıyoruz. Aralarında uzun yıllar olan değişik medeniyetlere ait bir çok eser nefes mesafesinde. Mesela Kaleiçi'nden her çıkışta selamlaştığımız Kesik Minare bölge Romalılara aitken tapınak olarak inşa edilmiş, Bizans döneminde ilavelerle hem idari hem de dini amaçlara hizmet etsin diye bazilikaya evrilmiş, Selçuklular gelince de yeniden onarılarak cami görevini üstlenmiş. Kimse kentsel dönüşüm deyip de özünü bozmamış, yıkmamış, dokusundaki malzemelere sadık kalarak ilave yapıp, işlevselliğini bozmadan bugünlere taşımış.


Tabandan ısıtmalı ve de soğutmalı Yivli Minare külliyedeki arkadaşları adına sözü alıp, geçmişi ile övünmeyi pek seven, lakin geçmişinin ruhunu ve derinliğini anlamamış, muhtemel ki hayatında doğru dürüst kitap okumamış, hiç biri üzerine düşünmemiş, "eser" bırakmaktan kastı geçmişin büyüklerine öykünmekten öte geçmeyen, inşaat üzerinden büyünebileceğine inanan müteahhit bakışlı büyüklerimize de diyor ki: "Ağalar bi bana bakın bir de mantar gibi türetip üzerinden siyaseten nemalanmaya çalıştığınız estetik, toplumsal yarar ve niyet yoksunu yeni yaptıklarınıza... ben ve ben gibiler yüzyıllardır tüm insanlığın takdirine mazharken, sizlerinkilerden hiç birinin önümüzdeki yüzyıllarda dahi bizim gibilerle aşık atamayacak olduğunu görün, anlayın ve düşünün".


Marina çağırıyor. Kale kapısına doğru yürüyüp oradan aşağı vuralım. Saat kulesi kafamı karıştırıyor. Genel vurgu II.Abdülhamit tarafından yaptırıldığı, lakin benim kafa dedektif. En ennn ennnn can iki arkadaşımdan adını kılıç sahibinden almış olanının dedesinin vakti zamanında "bir şekilde" eline geçen- ki kendisi eski zamanlarda Atatürk ile yan yana yürüme şerefine ermiş bir polis şefidir-  daha sonra Topkapı Sarayı müzesine bağışlanan ve halen orada olan kıymetli saatlerden birinin Abdühamit'e hediye edildiğini, bundan kaynaklı olarak da kendisinin bir saat meraklısı olduğunu biliyorum. Lakin kafamı karıştıran mimarinin pek eklektik duruyor olması... Bu yazıya girişince, tam da burada merakımı gidermek için Google'a sordum, kaygımı  paylaşır mı acaba? diye. O da şu yazıyı koydu önüme.

Dede başlı başına hikaye konusu edilecek bir şahsiyet. Bir gün, tıfıl bir çocukken en arkadaşımla yaptığımız efsane seyahati yazmalıyım ve orada, gezinin Yalova ayağından, onun yazlığında konakladığımız günden, elbette kızlardan ve onun şahsından uzun uzun söz etmeliyim. Cengiz Han'ın kılıçlarından birini salladığımın da kesinlikle havasını atmalıyım.

  

Kale girişine doğru yürüyoruz, bu kez girişten ileri doğru değil de sağ inişten aşağı vurmak niyetimiz. Sabah uçuşumuz çok erken ve henüz tramvaylar çalışmaya başlamamış oluyor.  Kaleiçi'nden Havaş'la ulaşım zaten sorunlu. O halde taksi. Şişçi Ramazan'dan Kaleiçi'ne doğru gelirken bir taksi durağının tarifesi gözüme çarpmıştı. Kafamda bir fiyat var.  Hemen saat kulesi girişindeki Kale Taksi durağının yazıhanesi önünde oturan, durak kültürü almış, efendiden iki şoföre selam verip soruyoruz. 

"Havaalanına kaça gidiyorsunuz?"

"50 TL."

Sessizce ve kurnazca bekliyoruz. Bir pazarlık söz konusu değil.

"45TL. olur." 

Hala sessiziz, mimiklerimiz konuşuyor.

"40 TL olur."

Anlaşıyoruz.

"Hangi otelde kalıyorsunuz?" 

"White Garden Hotel."

"Sabah birinizin buraya gelmesi gerek yalnız."

Öteki duraktaki tarifede de 50TL. yazıyordu. Bu durumda iki kişi için makul. Zaten sabahın körü için başka alternatifimiz de yok. En önemli meseleyi de hallettikten sonra, huzur içinde Uzun Çarşı Sokak'tan aşağı, limana doğru iniyoruz. İlk göze çarpan hemen yolun başındaki kafe ve şekerci dükkanı. Slav bir hanımefendi, şekerleri orada yapıyor. Kahveli şekerini daha sonra tattım, lezzetli ve eğlenceli. Waffle da var. Bir uğrayın isterseniz.


Çarşıyaysa bayılıyorum. Liman, gemiler, eski zamanlar ve korsanları dolaştırıyorum sokakta. Ganimetlerden paylarını düşenleri harcayan gemicilerin barlardan sokağa taşan seslerini duyuyorum. Sürekli yazıyor beynim ve ben bu durumu seviyorum. Artık bütünleştik sokakla. Dükkanlar sevimli, turistik bir çarşı olması fiyatlar açısından elbette ürkütüyor insanı ama ben deviniminin, baharat kokusunun ve estetiğinin keyfini çıkarıyorum. Tam limana girerken sağdaki küçük, bir o kadar sevimli müze çekiyor dikkatimizi, önünde kalıyoruz. Deniz Biyolojisi Müzesi. Yine tereddüt. Küçümsedim mi ne? Kaptan dürtse içerideyim. Pişmanlık ve onca emeğe haksızlık etmenin duygusu tepemde çekiç gibi.


Kafamın tarihsel senkronizasyonu şu an tamam. Tekneler birbirinden ilginç. Hakkını vermişler kesinlikle. Tur vakti değil ve olsa da bizim vaktimiz yok zaten. Güne damgasını vuran renk kurşuni bir mavi. Masal anları daha da gizemli kılmakla kalmayıp, şimdiki zamandan soyutluyor bizi. Mekanlarsa çekici. Çağırıyorlar. Ruhları kıpırdatan bu saatin tadını çıkaranlar da var elbette. Keyfince yaşıyorlar. Mesela şu iki genç hanım, usulca içiyorlar beyaz şaraplarını. Hoş ve sade bir masa. Günün ruhları dürtükleyen saatine pekala yakışıyor. Kıskanmamak elde değil. Yarasın. Neredeyse her bir teknenin önünde kalıp, çekici süslemelerinden hareketle hikayeler yazıp, hayaller kuruyoruz üzerlerine. Sonra, mendireğin üzerine çıkıyoruz. Beydağlarına son kez selam çakıyoruz. Balık tutanlar, sarmaş dolaş olanlar, poz poz selfi çekenler, balıktan dönen küçük tekneler, ruhları dürtükleyen saatin çekici güzelliği besliyor bizi. Aklımıza notlar düşerek, usul usul tırmanıyoruz merdivenleri.


Sokakları tavaf ederek ağır adımlarla yürüyoruz otele doğru. Kaleiçi'nde olmak bir başka ülkede yaşamak gibi. O bir başka ülke olunca Antalya da bir başka ülke oluyor doğal olarak. O bize benziyor ama. Kaleiçi sanki surlarla kendini ayrıştırmış, saklı, güvenli, daha demokratik ve kadim bir yer hissi yaratıyor insanda. Oralı olmaya daha yakın buluyoruz kendimizi.

Hava usulca kararıyor. Bir veda gecesi planımız var. Otelde biraz dinlendikten sonra, son kez ve akşamın güzelliğine yaslanarak, ışıkları yanmış mekanlarını kolaçan ediyoruz bu masal ülkenin.  Önce, otelin üst köşesinden gelen müziğin çekim alanına kapılıp, mıknatısına teslim ediyoruz kendimizi. Yaklaşınca görüyoruz ki canlı. Ama öteki köşedeki Dubh Linn de kışkırtıcı. İçimizde İrlandalılar var üstelik. Bu karar zorluğunu aşmak için sokaklarına dalıyoruz akşamın. Her mekan çekici. Gece ve özgürleşmek, ruhları dürtükleyen, her şeyi güzel kılan, kafaları arındırıp güzelliklere odaklayan kışkırtıcı bir şey mi yoksa? 


Yağmurun izleri gittikçe güzelleştiriyor geceyi. Açıkçası her  mekan bir özelliği ile öne çıkıp çağırıyor. Sanki bira isteği daha ağır basıyor, rakı bu kez çelemiyor aklımızı. Hıdırlık kulesinden uzaklara bakıp, derin derin Akdeniz çekiyoruz. Güzelliklerle kalabalık, aynı oranda sakin gece, akşam yemeğindeki evler, perdesi aralık alt katın yemek masasındaki aile, klasik müzik çalan çöp kamyonları, itfaiyenin sireni, yaprakların üzerindeki yağmur çiseleri, birbirinden güzel butik oteller, alafranga tuvaletlerden çiçeklikler yapmış insan aklı ve gecenin kokusu muhteşem. Dönüyor başımız.


Son kararımız ilk kararımızla aynı oluyor. Dönüyor dolaşıyor ve kürkçü dükkanına varıyoruz. Famous Kitchen. İki genç gitar ve mıknatıs gibi çeken ses, başardılar. Mekan hoş, seviyor ve benimsiyoruz hemen. Karşı mekan ve Dubh Linn'le birlikte güzel bir alan oluşturuyorlar. Memnunuz. Garsonumuz genç adam çok tatlı. Hizmetli ve güleryüzlü.

"İki Efes fıçı bira lütfen."

"Bir de karışık tabak."

Islak gecenin serini iki arada bir derede bıraksa da insanı, hem ısıtıcılar hem de sandalyelerin arkasındaki battaniyeler izin vermiyorlar içeri girmeye. Gece, sokak ve müzik büyüleyici. O halde dışarıda kalıyoruz.

Güzel bir veda akşamı mı?

Kesinlikle.

Yan masaya iki genç kız oturuyorlar. Sade bir şıklıkları var. Siyah saçlı olanı bir kadeh şarap istiyor. Diğeri bira. Güzel bir fotoğraf. Ülkemi seviyorum bir kez daha. Bir yudumun ardından şarapla ilgili şikayetini söylüyor genç kız. Tereddütsüzce ve güler yüzle değiştiriyor genç garson. Ve altını çiziyor, "sorun olursa tekrar söyleyin lütfen."  Bir süre sonra bir sağanak başlıyor. İyice parlatıyor geceyi. Brandaların altına sığınan sevimli köpek önüne konulanlarla mutlu.

Biz de mutluyuz, eğleniyoruz ve arada bir de mırıltıyla eşlik ediyoruz şarkılara. Solist ile göz kontağımız var. Takdirlerimizi de bizzat söylüyoruz zaten.

"İki bira daha lütfen."

"Biri 33'lük olsun lütfen."

Genç çocuk bahşişi anasının ak sütü gibi hak edenlerden. Bir de teşekkür edip otelimize doğru yürüyoruz. Islak ve artık üşüten havanın bedende yarattığı ürperti şahane.


Biraz şöminenin karşısında kalıyoruz. Bacaklarımız önümüzdeki sandığın üzerinde. Kanepeye kaykılıyoruz iyicene. Odunun rahiyası ve çıtırtıları fazlasıyla gevşetip, uykuya yolluyor bizi.



27 Kasım 2017 Sabahın erkeni


Çantalar hazır. Son kontroller yapıldı ve bir sorun yok. Son kez aşağıdan gelen odun kokusunu takip ederek iniyoruz lobiye. Arsalan uykudan uyanıp da geliyor zil çınlamasına. Teşekkür edip, anahtarı bırakıp vedalaşıyoruz. Gün ağarmaya çalışıyor. Sokaklar ıssız. Çantalar omuzlarımızda. Damağımızda lezzetli bir tat, ruhlarımız coşkun varıyoruz durağa. Dün konuştuğumuz iki şoförden biri, arabasında.

"Günaydın."

"Günaydın, buyrun."

Ana tramvayın raylarının üzerinden gidiyoruz bir süre, sonra çıkıyoruz caddeye. Hava ıslak, sabahın en erkeni şahane. Yola gitmenin o eşsiz ürpertisi bedende. Karanlığın fermuarını hızla açarak gidiyoruz havaalanına. Muhteşem bir sağanak başlıyor birden.  Neredeyse terminalden içeri girecek kadar yanaştırıyor şoförümüz kapıya.

"Teşekkür ederiz, iyi günler, hayırlı işler."

"Teşekkür ederim, iyi yolculuklar."

Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarımızı alıyoruz. Koltuklarda uyuyan insanları uyandırmaz adımlarla yürüyüp üst kata çıkıyoruz. Bir şeyler atıştırsak  mı? İkramsız uçuş sonuçta.

"İki Amerikano lütfen."

"İki de şu böreklerden lütfen."

Rahat koltuklara konuşlanıyoruz. Kitaplarımız elimizde. Kahvelerimiz geliyor. Mikrodalga görmüş börekler şaşırtıcı derecede lezzetli. Okuduğum kitap şahane. Vakar kelimesinin altını şahane dolduran kıymetli bir uşağın İngiltere kırlarındaki seyahatine eşlik etmek güzel. 2. Dünya savaşı sürecine de dokunan, içinde lezzetli bir aşk da olan naif ve lezzetli bir roman bu. Yazarı Nobel alınca benim fark ettiğim biri. Artık starım ama. Kapıya çağrı başladı. Cam kenarını kapmışız yine. Göklerin Atlantisi ise muhteşem parıldıyor.

2 yorum:

  1. Sizin seyyah haliniz pek güzeldir, severim. Ama Antalya bir başka olmuş sanki. Daha bi pır pır geldi kelimelerin titreşimi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Akşam bir yazım çıkacak oradaki ifade gibi, yıllarca dibine git ama girme durumu bir ilk yaşatınca ve tabii ki kale içinde kalınca, odun olsa aynı coşkuyla yazardı sanki:)

      Sil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP