16 Haziran 2023 Cuma

15. Yıl Özel Sayı-8



 Demir Küpte Günü Batırmak

Aralık 2016
 

Güzel gecenin günü yeni doğmuş bebek tadında, sıcacık ve pırıl pırıl. Çok kara olmayan karga güneşin tadını çıkarırken sanki de uzaklardan gelecek birini bekliyor. Ondan aşağı kalır bir yanımız yok. Dipdiri, suyu verilmiş çelik tadında, kış güneşli sabahı içimize çekiyoruz. Balkondan bakınca görebildiğimiz, bir kaç saat içinde varacağımız, pek de güzel anlar yaşayacağımız coğrafyada her şey yolunda. Sabah rutinlerinin ardından hazırlanıyor, çantalarımızı odada bırakıp, yine güzellikler geçerek kahvaltıya iniyoruz. 



Akşamın tüm izleri silinmiş mekân, pırıl pırıl; odalarından birine hazırlanmış kocaman açık büfe, hem ürün çeşitliliği hem de estetik açıdan kusursuz. Dışarıdaki aydınlığa oranla içerinin loş hali, henüz uyanamamış "hane halkından" dolayı salondaki sakinlik, kahvaltıyı kapatmışız hissi veriyor. Sükunet muhteşem. Abdülezelpaşa Caddesi'nden akan hayat şimdilik ıssız; tatil sabahı mahmurluğunda... Deniz pırıl pırıl.


Balat'ta, Haliç'e bakan bir masada, güneş bütün şefkatiyle yaşamı ısıtırken, lezzetli böreklerin tadını çıkarıyoruz. Özenle seçilmiş kahvaltılıklar ve aynı özenle düzenlenmiş bir alanda şahane bir pazar keyfi. Güzel gecenin, güzel olacağı hissedilen gününe bundan daha güzel bir başlangıç olamazdı. İkinci çayımı alıyorum. En sevdiğim kadın kahvesinin keyfinde. Dün geceki masamız gözümüzün nuru. Az ötemizde ve aydınlık penceresinin önünde... Seviyoruz onu. Yumurta tokuşturmayı yine ben kazanıyorum. Ardımızdaki eski Roma surunun hemen dibinde, yani mekânın içinde, kadim bir su akıyor; yılların ötesinden bir kaynak suyu. Kıymetli! Beyaz örtülü, çiçeği eksik bırakılmamış masalar bir başkadır... Beynim kısa süreli bir zaman yolculuğuna çıkıp, bir an canlandırmasının içine yerleştiriyor bizi. Sonradan doldurulmuş yolu ve gezinti alanını sıfırlayıp, denizi bulunduğumuz masanın dibine taşıyor. Öyle kalmalıydı diyor iç sesim.


Bitirince kahvaltımızı, tekrar odaya çıkıyor, çantalarımızı omuzluyor, son kez sevimli ve kadim oturma odalarına göz atıp vedalaşıyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz; güzel anlar yaşadığımız, çok da memnun kaldığımız, hikâye tamamlayıcısı Troya Hotel Balat'tan. Sabahın güneşli soğuğu yanaklarımızda, gözlerimiz mutlu, tadını çıkararak sabahın, planladığımız noktalara doğru yürüyoruz.


Bir tereddüt yaşasak da, daha Unkapanı Köprüsü'ne gelmeden, Haliç'in sağını değil solunu seçiyoruz.  Kadir Has'ta öğrenci olmayı düşlüyoruz. Tur hazırlığında olan vapurlara imreniyoruz. Oltaları denizde, bakışları hayat gailesinde, günlük nafakasının peşinde ve sigarasını dudağında unutmuş balıkçılara bakarken, nedense Sait Faik düşüyor düşüme. Şişhane'nin dibinden, bizim istikametimize göre Haliç'in solundan Karaköy'e doğru, pek de neşeli cümleler kurarak yürüyoruz.


Orada ne işleri var diyecek pek çok insanın aksine benim için tadı hâlâ aynı, gün pazar olduğu için kapalı küçük büyük rulman dükkânları, hırdavatçılar, yedek parça dükkânları, aralara sıkışmış küçüklü büyüklü esnaf lokantaları, minik çay ocakları, çağa biraz daha uyan -taklitçi- kafe özentisi, önlerine bir kaç masa atılmış, suya yakın, zamanın ruhuna uymuş teneke büfeler... ve elbette tüm bu yolun geçmişini, eski ve canlı zamanlarını çok bilmiş tarihi şahsiyet edası ile, bugününe mezbelelik diyecek insanların aksine, sevgiyle anlatan ben.

Bir süre sonra, doğruca Galata Köprüsü'ne gidecekken, sağa kıvrılıp aynı noktaya daha geniş bir açı çizerek varma kararını veriyoruz. Epey de eğleniyoruz. Bir yanda da sahildeki değişikliklere, inşaatlara üzülüyoruz. Karaköy'ün kedileriyse kaçmaz. Hani bilmeyen biri görse, kendilerine kaidesinin üzerindeki ne güzel kediler heykeli muamelesi yapması kesin. Ne de canlılar, ne kadar gerçeğe yakın yapmışlar denileceği mutlak. Pek emin olunmadığında, acabalı sorular sıraya dizildiğinde, birazcık tereddüt edince de dokunup kontrol edilmesi muhtemel  kediler... Seviyoruz kendilerini.


Keçiler de kaçmaz. Asla kaçmaz! Gençlerbirlikli-söylenişi bile güzel*, en Alkara yol arkadaşım ve cümle Gençlerbirlikliler için, kutsal. Bir de laf aramızda, sayı olarak diğer takım taraftarları kadar çok olmasalar da, entelektüel kapasiteleri, deplasman kaçırmamaları, yardımseverlikleri, akademik kariyerleri, takımı sahiplenişleri, örgütlenme ve hoca yollatma becerileri açısından koca koca takım taraftarlarına etki anlamında nal toplatırlar. Bulaşmayın!



Ve varıyoruz İstanbul Modern'e...

Milyon kere gelsem bıkmam... bıkmayız. Dünyanın tüm islerinden, çirkinliklerinden, can sıkıntılarından, siyasetin kirleten yorgunluklarından, gamdan kederden, acıdan isyanlardan kurtulmanın en güzel noktası. Rehabilitasyon merkezlerinin âlâsı. Canımın içi. Hoş bulduk. Sırt çantaları dolaba.

Meğerse Yalı Salonu Orkestrası sabah konseri için bizi bekliyormuş. Öylece kalıyoruz. Enfes bir yerleştirme. Bir kenara çekildik ve izliyoruz. Müthiş bir gerçeklik duygusu. Şahane tebessümler içindeyiz. Olağanüstü bir sessizlik ama duyuyoruz. Zevkle, hayranlıkla, şaşkın bir rüyanın tadında -uzun süre- dinliyoruz. Göğe eriyoruz yahu... göğe.


Sonrasında... girdiğim odalardan birinde oynamakta olan kısa filme bakınca, kala kalıyorum, oturuyorum kanepelerden birine. Yıl 70'ler. Toplum polisleri devri. Umutlu ama zor yıllar. Amcamın kitapları yakılırken, mahallemizde İşçi Partisi'ne 3 oy çıkarken, hiç aklıma gelmezdi ki bir gün de annemin korkularından, mutfak çekmeceleri çıkarılıp onların altına saklanmış kendi kitaplarımı yakacağım. İzliyorum. İçim kararmıyor. En sevdiğim kadın güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Karanlıktan, aydınlık pencerenin önüne çıkıyorum. Orada kalıyorum. İstanbul Modern'den, denize ve akıp giden hayata bakıyorum. Filmi ona anlatıyorum. O... Enn sevdiğim kadın.


Ferah, sade, insanı yormayan salonlarını dolaşırken, her bir resme, objeye göz atıyor, bazılarının önünde kalıyoruz elbette. Bunlardan biri Burhan Uygur'un ahşap ve tuval üzerine karışık teknikle yaptığı Kapı adlı çalışması. Frene bastıran renklerin göz alıcılığı mı yoksa figürler mi, yoksa hepsinin birlikte anlattıklarını çözme çabalarım mı bilmiyorum. Düşünmüyorum da... Sonra bakıyorum!.. Sırrımı çözmeye çalışıyorum. Kalıyorum. Yazının tam da şurasında, İstanbul Modern üzerine bir gün harcasam ve başrolünde onun olduğu bir günü yazıya dökebilsem diyorum. Eserlerden de bahsetsem, tek tek. Saf, zaten pek anlamadığım teknik kısımlarına girmeden, kenarlarına yazılmış yazılardan okuduklarımdan ve anladıklarımdan notlar alarak, sadece bana anlattıklarını, hissettiklerimi kendi kelimelerimden yazıya döksem istiyorum.  Aynı yerinde bekler mi beni acaba?


Ben yukarıdaki düşüncelerimin samimiyetiyle, ilgimi çekenlerin önünde kala kala, kendimce anlamlar çıkararak gördüklerime, yürürken; yine ilgimi çeken, gerçekten beğendiğim ve etkilendiğim bir grup, ışıklı enstalasyonun önünde kalıyorum. Aslında kalıyoruz da benim kalmam başka türlü. Cesaretim kırılıyor. Okuyorum. Mimar Bilgehan Şenel'in beğendiğim çalışmasının açıklama bölümündekileri.


"Enstalasyon şehri çevreleyen deniz üzerinde gün ışığının yansımalarından ilham almaktadır. İstanbul'un karmaşık yapısı, hala bitmemiş bir şehir oluşu, mimari bozulmaları, farklı sosyo kültürel yapısı, yıllar içinde aldığı göç, farklı sosyo ekonomik kesimleri içinde barındırması, kapsamlı bir şehir planının olmaması, sonuçta planlanmamış doğaçlama gelişen, tarihi dokusunu, yeşil dokusunu koruyamamış beton ve demirden bir kent oluşturur. Tasarımda kullanılan ham demir konstrüksiyon inşaat sahasına dönüşen bugünkü İstanbul'u temsil etmektedir."


Şimdi bu bilgiler ışığında aynı çalışmaya bakıyorum. Bu kez sanki görmeye başlıyorum; az önce ışıklı bir obje olarak hangi odama koysam acaba, diye düşündüğüm şey, yani Demir Küp, anlam kazanıyor... gün batımı, anlam kazanıyor. Şu yazma fikrim zenginleşiyor. Önce ben ne anladım, sonra açıklamaları okuduktan sonra ne anladım şeklinde bir yazı hayal etmeye başlıyorum bu kez.

Balkonda manzara hep güzel. Tarihi yarımadanın en güzel görüldüğü noktalardan birindeyiz. Güneşin karşıdan vurması teknik açıdan sorunlu fotoğraflara sebep olsa da başka türlü güzeller. Balkonda oturabiliriz. Güneş ısıtıyor.

"İki frambuazlı cheesecake lütfen."

"Frambuazlı cheesecake maalesef."

"Limonlu, frambuaz soslu cheesecake lütfen!"

"İki de limonata lütfen."



Bir yandan frambuazlı cheesecake'lerimizin tadını çıkarıp, lezzetli limonataları yudumlarken, bir yandan da devletimizin mütahhitler eliyle önümüze serdiği, canlı enstalasyonu izliyoruz. Pek topoğrafik bir yerleştirme. Bitince acaba, alışır mı gözlerimiz?


Güneş, açıktan geçen şehir hatları vapuru, miss gibi limonata ve bu kez yenilen frambuazlı cheesecake, nelere alışmadın ki deyip teselli ediyorlar beni... sahi nelere alışmadık! Biraz daha oturuyoruz balkonda. Sonrasında küçük adımlarla dolaşa dolaşa, baka baka, bazı eserlerin önünde kala kala, şimdiki zamanın İstanbul Modern'ini içimize ve anılarımıza kazıya kazıya kitapların olduğu alandaki -sanatsal-çalışmaya varıyoruz. Seviyorum alanı. Matrixvari bir filmin içindeymiş gibi hissediyor, bundan da çocukça bir tat alıyorum. Her ne kadar kız arkadaşına -çirkince- ayar veren bir adam ayarımı bozsa da, ve tepki verme damarlarım hareketlense de, bunun da filme dahil iki karakter olduğunu düşünüyorum.


Sırt çantalarımızı alıp çıkıyoruz. İnşaatların arasından geçmek, binaların sessiz hali, bir sürü yasak tabelası, baretli insanlar, beton mikserler, gelen giden dev kamyonlar ve bunca gürültünün arasından kafasını çıkaran garip sessizlik;  Matrix oyunumu sürdürmeme katkı veriyorlar. Varınca yeşil alanlara ve caddenin canlılığına, dünyaya dönüyorum. Aslında ve nedense İstanbul Modern'den çıktıktan sonra yürüdüğüm yollara bayılıyorum. Garip? Ve her seferinde, geçtiğim yollar sanki İstanbul'a ait değilmiş de ben bir rüyanın içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum.


Şu binaya fazlası ile şefkatliyim, aramızda yıllardır süren -sessiz- bir iletişim var. Bana bir hikâye anlatıyor ama ne? Görmüş geçirmiş yalnızlığının çok şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi olduğunu hissediyorum. Bir gün orada olmazsa ve ben onunla sohbet edip onu dinlememiş olursam o güne kadar diye de, çok korkuyorum. Karaköy'ün alışveriş merkezi tadındaki alt geçidine neredeyse varıyoruz. Buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız, saatten cüzdana, tişörtten kupalara, magnetlerden kolyelere, küçük küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkâna giriyoruz. Sevdiği arkadaşlarını asla boş geçemeyen bir tanıdığım var.

Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani birde treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenleri'nden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!


Keyifle çıkıyoruz Taksim'e. İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a; Rus Konsolosluğu'nun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Bizi Çiçek Pasajı paklar! Öğrenci yaşlardayken ama maalesef ben öğrenci değilken, iş için geldiğimde İstanbul'a, Lise'den -can- arkadaşlarımla buluşur, eğer başka bir planımız yoksa mutlak buraya gelirdik. Severdi de sanki Cavit Abi bizi. Entelektüel Cavit'in mekânındayız yani. Huzur'da. 

"Bir midye tava lütfen."

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen"

"İki de bira lütfen." 


Tam da herkesi kendi hardalını yapma merakının sardığı sene... Geliyor hardal, peşinden de doğal olarak uyarı. Fena yakar çünkü! Gerçi hardallık bir işimiz yok ama oğulu da kırasımız yok. Tecrübeliyiz de. Birazcık alıyoruz. Gözümüzden yaşı başarıyla getiriyoruz ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ne yazık ki acımız bununla kalamıyor. Daha  Abi maharetlerini ve hardallarının nasıl özel olduğunun altını çize çize anlatacak.

Sonrası her zaman olduğu gibi iyilik güzellik. Sonuçta günün en güzel saatleri. Sigara börekleri hayal ettiğimiz gibi olmasa da, iki bukalemun olarak, onları da çok güzeller yahu kategorisine terfi ettiriyoruz. O zaman bayılıyor, bir süre sonra bir daha istiyor, buz gibi biralarla çiçek gibi yapıyoruz günün bu güzel saatlerini. Ne becerikliyiz ama!

Dönüş saati yaklaşıyor. Çiçek Pasajı'ndan ayrılmak her zaman zor. İstiklal'de yürümekse her zaman güzel. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor. Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum.

Konuşa konuşa, İstiklal'in simge yapılarına baka baka Gezi Parkı'na varıyoruz. Sırtımızı ona verip banklardan birine oturuyor, Rusları, eylemcileri ve sıcak gündemi bir kenara bırakıp, önümüzden akıp giden kalabalığı seyre dalıyoruz. Rus büyükelçisinin bir suikasta kurban gideceğiniyse o an için düşünemiyoruz!

Sonrasında Havabüs ve Atatürk Havalimanı'ndayız.

Elimizde kahve kokuları, dilimizde hoş sohbet, Demir Küpte günü batırıyoruz.


*Söylenişi bile güzel, ifadesi taraftar Mahir Ünsal Eriş'in Sarı Yaz ve Kara Yarısı adlı kitaplarındaki biyografisinden.

14 yorum:

  1. e neler değişmiş, neler aynı kalmış gezisi lazım bence artık :)

    YanıtlaSil
  2. Bundan sonra da geldik İstanbul'a, pandemi ile bitti. Pek yakında geliriz yine sanırım. Bizim gözlerimizin olumsuzlukları off konumuna getirme yetenekleri var Şule, onlar ayıklanınca biz hep hayalimizdeki İstanbul'u görebiliyor ve yaşıyoruz:)

    YanıtlaSil
  3. Nostaljik bir İstanbul turu olmuş:) Emeğinize sağlık, güzel üslûbunuzla adım adım eşlik ettim size. Adeta her dakikanızı filme çekiyor, sonra duygularınızla harmanlayıp okura ziyafet sofrası hazırlıyorsunuz.

    YanıtlaSil
  4. Çok teşekkür ederim, İstanbul başka, isteyene her fırsatı da veriyor. Bazı hallerini görmezden gelince ve çocuk yıllardan kalanlarla harmanlayınca da mesele halloluyor sanırım. Aslında sofrayı şehirler hazırlıyor, koruyabildikleri ile... bize düşense o harmanı doğru yapmak:)

    YanıtlaSil
  5. Bu geziyi okumuştum önceden, hatırladım. :)
    Şulenin de dediği gibi yeni hallere de bir bakmanın zamanı gelmiş artık.
    Buyurunuz bekliyoruz. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gözümüzde tütüyor, fikrimizde de Sevgili Okul Arkadaşım, sonbahara varmadan bir kaçış an meselesi gibi gözüküyor:)

      Sil
  6. Mimar Bilgehan Şenel'in İstanbul hakkındaki tespitlerine katılıyorum. Eski kimliğinden uzaklaşsa da tarihi dokusu var olduğu sürece İstanbul dünyanın en güzide kadim şehirlerinden biri olmaya devam edeceğini umut ediyorum. İstanbul'u İstanbul yapan Tarihi Yarımada'dır. Gez-gez bitmez dedirten yarımadaya her gittiğimde mutlaka moral bozucu durumla karşılaşmışımdır. Olumsuz havayı dağıtıp güzelliklerine odaklanmaya çalışırım hep. :)
    Umarım tekrar ziyarete geldiğinizde olumsuz havanın dağılıp gitmiş olduğunu, hatıralarınızdaki İstanbul'un canlanmış halini görürsünüz. Çok zor olsa da...:)
    Yazınızdaki cesur anlatımı çok beğendim. Tebrik ediyorum sizi. Paylaşıp okuduğum için teşekkür ediyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Biz taşralılar da çirkinliklerini görmezden geliyoruz zaten, nokta odaklı ve telaşsız gezdiğimiz için bir de, şehrin güzelliklerini yaşamak adına şanslıyız:) Sanırım İstanbul yazılarımın içinde kullanmıştım şu an tam hatırlayamadığım ifadeyi: Çirkinliklerde gözlerimiz otomatik olarak off konumuna geçiyor ve onları yok ediyorlar, o nedenle İstanbul bize hep güzel:)

      Çok teşekkür ederim, güzel sözleriniz ve yazıyı çoğaltan ifadeleriniz için:)

      Sil
  7. Sessiz iletişimde olduğun Tophane Kasrı'nı ben de çok severim. Şu an restorasyonda. 2 aya kadar bitecekmiş. Bir dahaki gelişinde nasıl bulacaksın bakalım:)

    YanıtlaSil
  8. O yalnızlığını ve başbaşalığımız sevmiştim ben, şimdi başkalarıyla ortaklaşmak durumunda kalacağım demek ki, eski dostuz sonuçta kucaklaşacağımız mutlak:)

    YanıtlaSil
  9. İstanbul turu ne güzel olmuş:))) Bir İstanbul'lu olarak gülümseyerek okudum:))) Frambuazlı cheesecake ve limonata istiyorum ben de:) Biliyorum, küçük şımarık kızlara benzedim şu an:))) Tünel'e en son birkaç sene önce gittiğimde binmiştim, geçen sene gittiğimde binmedim ama tramvaya bindim:))) Otel çok şirin görünüyor:) Kedilere bayıldımmm tabii ki:) Bir de denizle bulutların birleştiği şahane fotoğrafı çook sevdim:)))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Otel eski bir yapı ve çok hoş düzenlenmiş, İstanbul'u sanki dışarıdan gelen bizler daha iyi yaşıyoruz:)) İstanbul'u Taşradan Yaşamak Daha mı Güzel? diye bir yazı da var blogda, topluca bakmak istersen İstanbul yazılarına, sağdaki seyahat la paragas etiketinin altındaki İstanbul fotoğrafını tıklarsan ulaşırsın:)

      Sil
  10. Yazıyı keyifle okudum ve İstanbul sadece bu şehirde turistken güzel önermemi bu yazı ile bir kez daha kanıksadım. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Öyle olmasa çoktan İstanbullu olmuştuk biz de, belki pek çok arkadaşım da:)

      Sil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP