31 Aralık 2010 Cuma

Yeni Yıl Konseri: O ne şenlikdi Allahım!

Bu şehirde yaşıyor olduğuma bir kez daha şükrettiğim şahane bir akşamdı. Aslında tüm konser boyunca, geceyi hangi kelimelerle yansıtabileceğimi düşünmüştüm. Bir sürü kelime içinden en çok "muhteşem"in, dünkü güzellikleri gerektiği gibi yansıtabileceğini sanmıştım. Gecenin her saniyesinde iç sesim, diken diken olup sürekli aynı nidaları atsa da, yine de sözcüğü ortamı anlatabilmek için yeterli bulamamıştım.

Geceyi anlatabilecek bir sözcük arıyordum. Yoktu...

Evet! Geceyi, dün gecede hissettiklerimi, tanıklıklarımı anlatabilecek, geceyle eşleyebileceğim bir sözcük benim lugatımda, dili kullanabilme becerilerim içinde yoktu. Çaresizdim...

Bu sabah dahi, Bitsy ile geleneksel sabah ritüelimiz süreci boyunca, dudağımın kenarındaki gülümsemeye yerleşmiş olan kocaman bir mutluluk, kocaman bir umuttu.. Dün geceki konserin her bir saniyesini yeniden yaşıyor, yaşadığım kentle benim, hatta ailemin tüm fertlerinin kurduğu bağ, ve yeri tartışılmaz sadakat üzerine düşünüyordum.

Evet! Biz bu şehirde yaşamayı çok ama çok seviyoruz. Oysa ki köklerimiz, kökenimiz bu şehirden değil...

Ata topraklarına yaptığımız yolculuklardaki mutluluğumuzun, gittiğimiz farklı farklı kentlerin tadlarının dibine vurmamızın temel sebebi, tıpkı şairin dediği gibi, buraya döneceğimizi biliyor olmak...

İnanın kelimelerle oynamayı bu kadar seven ben bile bu bağı, Samsun Devlet Opera ve Bale'sinin bu şehire kattıklarını, onu nasıl çoğalttıklarını anlatmayı beceremiyorum. Şu anki duygularım; derli toplu, kısa ve öz bir yazı olsun çabalarım nedeniyle önüne koymaya çalıştığım tüm setlerimi yıkıp geçiyor; tüm direnç noktalarım bir bir yıkılıyor. Bir konser yazısı yazma niyetiyle oturduğum klavyenin başında, hangi anı, hangi anın önüne koyacağımın şaşkınlığını yaşıyorum. Dün geceki muhteşem coşkuyu, şahane katılımcılığı, esprili sahneleri, her biri birbirini tamamlayan bir sürü güzel anı anlatabilmek arzusu yüzünden, kendimi tanıyamadığım kadar anormal ama aynı zamanda son derece coşkulu, şapşaşkın bir karmaşa içindeyim. Tüm duygularım aklımla, duvardan duvara çarpan ateşli bir oynaşmanın engellenemez, lezzetli, bi o kadar ahlaksız, en terlemiş, en çoşkun anlarını yaşıyor. Bir türlü toparlayamıyorum yazıyı... Öylesine muhteşem bir tad ki bedenimin her hücresini sarıp sarmalayan...

Emin olun, dün akşamın, yani şahane akşamın; o salonda bulunan -istisnasız- herkese yaşatığı lezzet ile o salonda bulunanların yüreklerinden çıkıp havada uçuşan, sonra birbiriyle buluşup kollektif bir haza ulaşan duyguları üzerine bir yazar; içinde sevinçler, coşkular, kahkahalar olan kocaman bir roman yazabilir. İnanın birisi de o romanı alıp, kamerayı konser salonundan hiç çıkarmaksızın, Brezilya dizilerinin ruhuna rahmet okutacak uzunlukta bir seri çıkarabilir. Ve bir kez daha inanın, o anları hiç yaşamamış, konser salonlarında hiç bulunmamış, klasik müziğe son derece uzak, en ücralardan bir televizyon izleyicisi bile dizisini izlerken, çayını höpürtedip, keyiften göbeğini kaşıyabilir...

Şimdi siz, bu yazıya bir şekilde ulaşıp da okuyanlar, belki de sanıyorsun ki müthiş bir tarafgirlik ve abartı var şuraya dökülen hissiyatımda... Ahh şu an ve dün gece, o muhteşem anları yaşarken içimden geçenlerin ne olduğunu bir bilseniz! Ya da ufacık da olsa bir kamera kaydını koyabilseydim şuraya, beni anlardınız.

Dün, onca konser izlemiş ben en çok; tanıdığım, sevdiğim her insanı ellerinden tutup getirmek, o salondaki şahaneliğe tanıklık ettirmek istedim. Şimdi tüm bu satırları yazarken bile öyle bir coşku var ki içimde, tarifi olanaksız.

Evet bir süredir yeniyıl 2011'i öteki yıllardan daha farklı bir heyecanla bekliyorum. Hayatımda bir yılbaşında ilk kez tüm zamanlarımdakinden daha coşkuluyum. İçimde, yeni yılla ilgili tarifsiz sevinçler var. Ve biliyorum ki; eğer ölümler ya da çaresiz hastalıklar olmazsa, benim ve kocaman ailem için şahane bir yıl olacak...

Evet bu yılbaşı, üç yakışıklı delikanlımız, üç üniversiteli sırığımız aramızda yoklar... Onlar bi başka şehirde biraya gelip kutlayacaklar yılbaşını... Biliyorum ki kızlar yine etraflarında pervane olacak... Ve çok iyi biliyorum ki; biz gerçekten bir birinin keyiflerinden, neşelerinden beslenen de bir aileyiz. Bu akşam ki masamızdaki sohbette en çok onları konuşacağız. İt duruşlarına tebessüm edip genç heyecanlarını okşayacağız. Hatta Facebook sayfalarına koyacakları fotoğraflarına, ailemizden face kullanan bazı büyükler " Maaşallah 3 silahşörler gibisiniz" benzeri yorumlar yazacaklar.

Sanmayın ki ben bu kadar yoğun duygular, umutlar, heyecanlarla abarttım konseri...

Evet! Konser gelecek güzel yılın müjdecisi, işaret fişeği gibiydi.

Evet! Ana yemeğin güzelliğini sinyalleyen şahane bir antreydi.

Evet! En küçük hücreme kadar hissediyorum ki şahane bir yemek önümüzde ve ona yıllarla biriktirilmiş, şapşahane bir şarap eşlik edecek...

Dilerim herkese; mutlu, ama çok çok mutlu, içinde bir sürü bonusun saklı olduğu, yollarınızın o bonuslarla kesiştiği, güleryüzlü, yeni, yepyeni bir yıl... Kutlu olsun efendim, gelip yazılarınıza yorumlar bırakamasak da hepinizi-tüm samimiyetimle söylüyorum ki- çok ama çok seviyoruz.

Haa! Konserin kendisi tabi ki tüm ayrıntılarıyla; kahkahalı anları, sürprizleri, romantizmi ve konseri birlikte izlediğimiz Tırtıl'ın incileriyle birlikte yarına yazılacak...

Valla...

Söz:))

28 Aralık 2010 Salı

Yakınlık!

Epeyidir ne yazı yazıyorum ne de herhangi bir yere yorum... Belki de tüm kelimelerimi birisi için-canlı canlı-harcamışımdır, harcıyorumdur, kimbilir? Ama bugün hayata, sanki daha başka bakmaya başladım. Huzurlu ve keyifli... Sanki gelecek yılın kaymaklı dondurmasını şimdiden yiyen bir mirasyediyim. O hain gülümsemem hiç terk etmiyor beni... Yüreğim olduğundan daha it, kıpırtılı ve sımsıcak... Sanki bir uçan halının hafifliğine yolcuyum.

Hazır yakalamışken bu ruh halini, yazıvereyim dedim şu yazıya bir yorum. Sonra vazgeçtim ve tüm kelimelerimi alıp buraya getirdim.

Okuduğum yazının başlığı "Uzaktan Sevmek mi..."

Uzaklık, sanki başka başka anlamlar yüklenebilecek, farklı yüreklerde, farklı kelimeler hatta başka başka duygularla yakınlıkla eş anlamlı hale getirilebilecek kocaman bir sözcüktür benim için.

Bahsi geçen yazıyı bugün bir kez daha okurken güldüm, sevindim, kanım ona kaynadı! Neden o yazının yayınlandığı gün değil de bugün yorum yazmak istediğim ise izaha ihtiyaç duyan bir durum sanki... Sanki üzerine bir sürü insan hali yazılabilecek sipper bir konu bu... bi düşünelim bakalım!

Bugün aslında, bir kağıda, tıpkı eski günlerdeki gibi kalem kullanarak uzunca bir mektup yazmak istemiştim. Hatta kağıdın ucunu yakıp öyle koyacaktım zarfına... Dün tren koltuğundan akıp giden zamana, sonrasında bir otobüsün penceresinden yarına bakarken hep bu mektubu düşünmüştüm. İçine yazacaklarım ve kullanacağım dil, eski kelimeleri de pekala kullanabilen yeniyetme bir delikanlı şımarıklığında olacaktı. Postaneye gidişimi, ona pul yapıştırışımı, nereye atacağımı bilememenin şaşkınlığını bile düşünmüştüm. Alanın okurken ki yüzünü görmüştüm. Paylaşırken ki keyfini de...

Şimdilik bu kadar deyip; mektup, yorum, yazı karışımı bu posta son vereyim, yanlış bir kelam edip de postu deldirmeden! Ya da biri klavyeye dur desin... mesela ben!

Bi gün şöyle bir şey yazmıştım, çok ama çok keyifli bir yolculuğun dönüşünde: "Özlemek, tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde..."

Yine sipper bir yolculuktan dönemedim! Hala bir tren garında, bir otobüsün koltuğunda yüreğime yaslanmış saçların kokusunda, gecenin en yarısında hafif ıslanmış asfaltın parlağında, içinden geçilen görünmez kentlerimizin ışığında, trenin barında iki yeniyetme kızkardeşle parlattığımız sohbette, şahane bir parkın ıssız kahvaltısında, dergilerden fırlamış da oraya konuşlanmış sanılası salonda mumlar ve müzikle harmanlanmış yiyeceklerin, biraların hiç uyanmak istemediğim rüyasındayım. Gördürenin yüreğine sağlık! Haa bi de janjanlı var ki; o bugüne kadar tanıdıklarımın tümünden farklı, bir kendine münhasır şahsiyet. Ve kendileri başlı başına bir yazı konusu! Sakarya'dan geçiyorum şimdilik. "Ebegümeci"nin keyfini ise bekletiyorum.



Ve farkındayım ki bir süredir yapmakta olduğum yolculuklardan hiçbirini diğerinin önüne koyamıyorum. Şapşahane bir keyif, hain gülümsememin kenarından, en lezzetiyle akıyor.

İyi ki...

*Ebegümeci şahane bir kremalı pastaya benim tarafımdan takılmış addır. Kastedilen Sakarya Ankara'dakidir
Fotoğraf: Kapının oralarda bi yer

1 Aralık 2010 Çarşamba

Vera

Enfes bir sabaha yürüdüm, içimde birikmiş ama bir türlü kağıda dökülemeyen onca yazının satırlarını aklımdan geçirerek...

Farkındayım ki; yaz uykusundan bir türlü uyanamayan yüze yerleşmiş serserilik, mutlu ve aptalca bir tebessüm, yazma konusunda inatçı bir tembellik, o tembelliğe çeşit çeşit bahaneler üreten öğrencilik halleri umursuz bir avarelikle hüküm sürmekte hâlâ...

Oysa, "Bizim operada sezon başlar ve ben yazarım," diye düşmüştüm ya bir cümle, bir yazının içine, iki ay önce... Artık, sevgili kişinin cümlesindeki gibi; kırmızı kar'ı bekliyorum ben... Çok tembelim artık, çok!

Her sabah, evet bu kez oturup yazacağım, diyorum. Heyecanım had safhada... Sonra oturup kalıyorum, bir sürü geyiğe takılıp öylesine oyalanıyorum. Aslında o kadar çok şey birikti ki... Yani malzemeden yana sıkıntı yok. E siyaset gündemi de fazlasıyla dolu... Günlük hayat dinamik. Üzerinde bir yıldır çaba harcadığımız bir önemli projenin gerçekleşmesi için harcadığımız emeğin karşılığını alacağımızı gösteren önemli gelişmeler de yaşıyoruz. Ama bir türlü yazamıyoruz. Yani ben!

Mesela, tarafımızdan pek kayda değer bulunmamakla birlikte yine de tiplemeleriyle güldüren Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun izlendi, yazılamadı...

Behiç Ak tarafından yazılmış, iki muhteşem oyuncu Seray Gözler Yeniay ve Adnan Biricik'in dört karakteri canlandırdığı; ilişki, iktidar, sevgi, evlilik, monotonluk, aşk ve macera, kadın ve erkek, birey ve politika üzerine çapraz ve paralel ilişkileri anlatan, muhteşem bir oyunculuk gösterisi olan, konusu sağlam, ritmi lezzetli, şiddetle tavsiye edeceğimiz "2x2" izlendi, yazılamadı...

Profesyonel ki üzerine çok lezzetli bir yazı okunarak not alınmıştı akıl defterine... İzlendi, yazılamadı. Zaten bahsi geçen yazının üzerine çıkacak bir yazı da yazılamazdı!

Carmen izlendi, yazılamadı.

Binbir Gece Masalları bale gösterisi izlendi, ki eleştirilecek bir iki balerine rağmen çok da beğenildi, yazılamadı... Ama cumartesi gecesi izlenen Bir Tenor Aranıyor, yazılacak sanırım bir iki güne kadar... Üstelik bu sezon; Tırtıl, Zeyno, Naz'la birlikte gidiyoruz gösterilere, sonra paylaşıyoruz izlediklerimizi ve oyuncular hakkındaki görüşlerimizi... Onların şahane tespitleriyle öğreniyor ve büyüyorum ben de biraz daha...

Gelirsek ana konumuz Vera'ya; başlığı okuduğunuzda yarattığı çağrışımı ya da algınızın seçtiğinin ne olduğunu tahmin edemiyorum. Açıkçası ben de bu yazıya neden olan cümleleri ilk okuduğumda doğru bağlantıyı kuramamıştım.

Yazı, geçenlerde aldığım bir e-posta üzerine aslında... Ve blog yazmanın bana kazandırdığı tanışıklıklardan yeni bir tanesi üzerine... Yazıya övgü ile birlikte, oradaki iki şarkı için "Nükhet Duru'nun şarkılarını ben duymamıştım, sayenizde öğrenmiş oldum, harika oldu. :) Benim de size bir önerim olacak..." kelimelerini içeren, iki de link eklenmiş, Arel Koray Nalbant imzalı bir e-postaydı aldığım.

Belki de kim ki bu Arel Koray diyeceksiniz. E-posta kutumda, kişilerimde olmayan ve daha önce duymadığım bu adı görünce, virüs falan da yemesem şimdi, diye düşünmedim değil açıkçası. Fakat konusuna dikkat kesildiğimde gördüğüm "Kürk Mantolu Madonna hakkında" ibaresi, elimi çabuk tutturdu ve açıp okuttu e-postayı... Kürk Mantolu Madonna üzerine bir yazı yazmıştım yaklaşık iki yıl önce...

Arel Koray, Vera adlı bir grupları olduğundan, kendisinin hem şarkıları yazdığından hem de
grubun vokalisti olduğundan söz ediyordu. Onun, Kürk Mantolu Madonna için yazılmış bir de şarkısı vardı.

Vera, Denizli'li gençlerin kurdukları bir grup. Sitelerini ziyaret ettiğinizde; amatör ruhlarının yanı sıra seçtikleri müzik yolunun ne olduğunu göreceksiniz. Belki bir gün oldukça yukarılara tırmanmış bir grubun ilk yıllarına tanık olacaksınız. Vera'nın Kürk Mantolu Madonna'sı ve diğer şarkıları için buradan. Grup hakkında ayrıntılı bilgi için de buradan lütfen: veraistanbul.com

Görsel: Kapının önü

17 Kasım 2010 Çarşamba

Devr-i Alem Meselesi

Elimde milimetrik çizim kağıtları, sıfır-üç, beş, yedi, dokuz kalemlerle şehrin merkezinde sokaklardan birinde yürüyordum. Bilirsin, bizim şehir öteden beri gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkını bir türlü dengeleyememiştir. Dolayısıyla o kavuran sıcak, akşam üzeri serinliğe çevirdi yüzünü. Tam da okulların açılma mevsimi...

Derken sokağın içinde, tuhafiye dükkanlarından birinde, o renkli vitrinlerde, mavi mavi önlükleri seyre daldım. Hani o piç kuruları birinci sınıfa başlarken anaları, tuhafiye dükkanlarında , üzerlerine en yakışan önlüğü bulacağım diye çocuklara giydirip giydirip çıkarıyorlar da, bir çocuğu ilk kez okula göndermenin, ona ilk kez mavi önlük giydirmenin doruk doruk heyecanını yaşıyorlar da, o piç kurularının hiçbir şeyden haberleri olmuyor ya hani...

Çocuğun gönlüne yatan "ben ten"li beslenme çantası ya da suluk iken gözü, önlük mönlük görmüyor. Sonra anaları tutup elinden üstü başı çiçek gibi çocuğu, ders başlamasından bir saat evvel okul bahçesine getiriverip, "hadi bakalım akıllı ol" diyorlar da, gözleri doluyor ya hani…

Ben de küçük bir piç kurusuyken, ilk kez okula gönderildiğimde, annem bana, belden kordonu arkadan kurdele yapılan mavi bir önlükle, çiçekli yakalık almıştı… Gerçi beni okula ilk kez bıraktığında vangır vangır ağlıyordum korkudan :)) Oysa anamın o günkü heyecanı hiç bir şeye değişilmezdi, eminim.

Bir yandan soğuk, bir yandan gurbet falan duygusala bağladım blog. Yemin ederim, önlük alıp giyesim geldi.

Daha dün Türkçe defterime, daha şık dursun diye, “e” harfi onlarca kez yazdırılmaya uğraşılırken, şimdi lanet olası mil yuvasının çapını veya mengene gövdesinin görünüşte verilmeyen köşe kavislerini hesaplıyorum. Bak vallahi şikayetçi değilim, mühendis olmaktan blog. İç geçirdim öyle bir... Biraz gecikmeli de olsa birinci sınıfa başlayan piç kurularını öpüyorum yanaklarından…

3 Kasım 2010 Çarşamba

18 Ekim 2010 Pazartesi

Zemberekkuşu'nun Güncesi

Haruki Murakami okumak, beni son zamanlarda rahatlatan en önemli etkinliklerden biri. Bunu artık tamamen kabullendim. Benim için bulaşık yıkamak; ya da okuldan eve yürümek gibi sürekli yaptığım ve olağanlığından dolayı beni dindiren bir eylem oldu sanki. Onun kitaplarını okurken, kahramanlardan biri oturup midesine bir bira indirdiğinde, suyu çekilmiş bir kuyunun dibine kendine son derece normal gözüken bir nedenden dolayı inip günlerce orada oturduğunda ya da yüzünde ansızın beliren bir lekeyle ve bu leke yüzünden sokakta ona dikilen gözlerle başetmek zorunda kaldığında, Dünya üzerinde hemen her noktada aynı varlığın hüküm sürdüğünü anlıyorum: İnsan yaşamı!

Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni de, yüklü fiyatına rağmen yine kafamı toparlamak ve düşünmek istediğim bir dönemde aldım. Tıpkı Sahilde Kafka gibi.. Sahilde Kafka bende derin izler bırakan bir kitaptı, beraberinde çok sayıda soru işaretiyle beraber. Zemberekkuşu'nun Güncesi ise ona göre daha rahat bir kitap, ya da bana öyle geldi. Parçaları birbirine oturtmakta çok fazla zorluk çekmiyorsunuz. Ama bununda bir ön şartı var.

Murakami, Zemberekkuşu'nun kanatları altında sizi Akdeniz'den Sibirya'ya, 2.Dünya Savaşı yıllarının acımasızlıklarından, günümüzün politik-sosyal acımasızlıklarına, birbirinden farklı alemlerde insanların (ve hatta hayvanların) başlarından geçen birbirinden garip olaylar aracılığıyla gezdiriyor. Bunu yaparken de, geçen her bir olaydan istisnasız keyif almanızı sağlıyor.

Parçaları kitabı bitirdikten sonra birleştirmeye çalışmak en iyisi, çünkü aksi takdirde yaratacağınız sürekli bir "Acaba tüm bu alakasız gibi gözüken olaylar ve insanların yolu ne zaman kesişecek?" beklentisi sayfalardan alacağınız hazzı örseleyebilir. Zaten kendinizi zorlamanıza hiç gerek bırakmadan, kendiliğinden gözünüzün önünde canlanacak sahneler size önemli kapılar açacak. Somut ve soyut ögeler yine bir arada ve bu ikisi bazen birbirine karışacak. Doğru ille de gerçek değildir ve gerçek de belki tek doğru değildir.Daha önce hiç Murakami okumadıysanız, başlamanız gereken kitap kesinlikle budur. Keyifli okumalar!...

8 Ekim 2010 Cuma

Yeni Yayın Dönemi

kendime notlar; üzerine yazılmak üzere...

Yazma serüvenim bundan yaklaşık beş yıl önce başladı. Uzun, upuzun ve gönderilmemiş bir mektupla... Bazı geceleri sabaha, o sabahı da başka bir geceye bağlayacak kadar uzun soluklu bir yazma süreci. Upuzun bir ilişkinin dökümüydü her şey... Tüm yaşanmışlıklarımın sürece kattıklarını da ortaya koyan, nedenlere, niçinlere alt yapı olan bir yaşam ve anlar özetiydi klavyemin tuşlarındaki...

Askere giderken iki devreli bir lig olarak tanımlamıştım hayatımı... Birinci devresini kapatmış, ikinci devrenin hayallerini, umutlarını ve olası sürprizlerini yanıma almıştım. Daha bir aylık askerken, hep hazır olduğum ölüm gerçekleşmiş ve ben planlarımın bana ait olan, içinde sadece benim olduğum kısımlarını hayatımdan çıkarmış; bildiğim, beklediğim ve hazır olduğum, ama öyle olsun istemediğim rolü oynamaya başlamıştım.

Kendimi bir bukalemun olarak tanımlarım hep... yaşamla ilgili şikayetlerim yoktur. En olumsuz anlarda bile ortama uyar, anın tüm gerçekliklerini bir durum olarak görür, onun güzelliklerini bulur ve onların üzerinden yürürüm.

Bu öngörebilir ve hayatla uyumlu halime rağmen, açık söylemek gerekirse, hayatımın bir üçüncü devresi olacağını hiçbir zaman öngörememiştim. Ama oldu. Bu üçüncü devrede de diğer iki devredeki beni terk etmedim. Ama hayatın kalabalık akışının iplerini, bu kez tümüyle elime aldım. Bencil oldum. Ya da öyle olmaya karar verdim.

Evvel zaman önce, yani ikinci devrenin bir türlü başlayamayan kapanış töreni devam ederken, yeni bir yazma süreci başlamıştı bende; neredeyse her sabah bir şeyler karalıyordum. Öylesine yazıyordum. Sabahlarımı, gün içi boşluklarımı dolduran bir uğraş olup çıkıvermişti yazmak. Geride bıraktığım yaşamı gözden geçirme, sevdiğim anların içine girip kendimi bu dünyanın, anın, sürecin dışına atmanın keyfiydi dökülen her bir kelime ... Yeni, yepyeni bir ritim tutturmuştum. Hayat, yeni ve hızlı ritmiyle keyifli keyifli akıp giderken, bir anda zamanın el frenini çekiyor, kendimi anın dışına, kumbaramda biriktirdiklerime atıyordum. İz bırakan anları yaşıyor, keyfini de yanıma alıp bugüne dönüyordum.

Bir evvel zaman daha sonra, sadece vizyondaki filmleri takip etmek için üye olduğum bir sinema sitesinde yorumlar yazarken buldum kendimi. Oranın seviyesinin ve tadının kaçtığını hissettiğimde, bugünden iki yıl bir ay önce, bir akşam birden blog hazırlarken buldum kendimi. İlk yazım bir filmdi: Volver.

Blog dünyasıyla hiç bir alakam, konu üzerine hiç bir bilgim yokken bir yazı okumuştum gazete sütunlarından birinde... Blog dünyasını kasaba yaşamına benzetiyordu yazar... Ben artık bir kasabalı olmuştum. Bugün, şu an, farkındayım ki ben çok güzel bir kasabada yaşamaktaymışım. Sabahın en erkeninde, elimde kahve kokusu, konuk oluyormuşum pek çok yüreğe...

Fakat bu yaz, olağanım olmuş, yani sabah elimde kahve kokusuyla başlayan dolaşmalarımın, içimden geldiğince akıp giden zamana saldığım kelimelerimin uzağına düşüverdim. Yaz dışında sadece bana ait olan yaşamım, yine çok kalabalık, yine coşkulu bir seyir halindeyken, başka bir ritimle toslaştı bu sene. Mahremiyet alanlarım yok oldu. Yaşamın ritmi, ne yazık ki elimden gitti. Günün akışını düzenleyen, keyfe keder hareket eden bireysel özgürlüğüm, evdeki şahane kalabalığın esaretine girdi. Sadece beni düşünen, o benin çizdiği rotada yürüyen bencil olma halim kesintiye uğradı.

Aslında hayatımın hatası, evde yer açmak için bilgisayarı ofisimsiden salona taşıyıp, alt katı terk etmemle başladı. Yazları ev kalabalıklaştığı için ve artık bir genç kız iddiasındaki Naz odaya el koyduğundan; üst kattaki, erik ağacı ve altındaki masaya bakan odaya taşımaktan vazgeçip bilgisayarı, salona yerleştirdim. Dolayısıyla, ufak çaplı bir internet kafe halini alan salonda her biri bir koltuğa yayılan, çok sevdiğimiz ve aynı zamanda dünyanın en geveze sağır dilsizi olan Esra'yı, ortalığı toparlamasının iki dakika sonrasında çıldırtmayı başaran dağınıklığın müsebbibi çetenin içinde kaldım. Üç kişi aynı masaya oturup önlerine açtıkları laptoplarıyla oyun sitelerinde, özellikle piştide, dördüncüye kumpas kurup, perişan eden bir çete bu... Kağıtlarını birbirine söyleyen, dolayısıyla pişti ve sayı toparlayan, ve tüm bu halden habersiz bir garibi tüm oyun boyunca deli eden bir çete...

Çoğu zamanlarda bu çete işgal ettiği için salonu, o hareketliliğin içinde bir türlü düzen kuramadım. Bir türlü konsantre olup da yazmaya fırsat yaratamadım. Canım cicim her şeyim blogumu kaçınılmaz bir biçimde gözümün ırağına koydum.

Belki de tüm bunlar, bir tembelin bahaneleridir, bilmiyorum!

Kısa ve öz; bu yaz bir türlü çekidüzen veremediğim ben yüzünden, blog ihmale uğradı. Bu yazamaz sürece çeşit çeşit bahaneler de yaratmadım değil hani! Mesela cumartesi günü sezonu açan Samsun Devlet Opera Balesinin Carmen'i üzerine yazacağım bir yorum ile sezonu açarım sanıyordum, öyle kandırmıştım kendimi. "Yeni Yayın Dönemi" başlıklı bu yazının bir hafta önceki halinde "Neyse, bu akşam Carmen'le SDOB'si yeni sezonu açıyor ve ben de kendi ritmime dönüyorum. Yani yeni yayın dönemi başlıyor. " diye, şu an aktüalitesini yitirmiş bir cümle de vardı.

Beş gün rötar yaptım. Geçen cumartesi izlediğimiz Carmen üzerine bir yazıyı da henüz yazmadım ama iştahlıyım sanki...

Oysa ne şahane bir yaz yaşadım.

Sipper izler ve anlar var damağımda...

Yani.. bu kez, gerçekten, yeni yayın dönemi başlıyor.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Ekvator Hikâyeleri... Bir Kitap Önerisi; Yanında Kullanma Kılavuzu İle

Geçen gün, kanepeye uzanmış, gökyüzünü ve ağaçları keserken, gözüm kitaplıkta o an için bakılacak kitap aramaya başladı. An'a en uyacak kitap olarak öyle derin, boğucu, sıkıntılı bir halet-i ruhiyesi olmayan; merak uyandırıcı, tebessüm ettirecek, serüven ve giz kokan bir şeyler aramaya başladım. Ve "Güne en uygun benim," diyerek parmak kaldıran, bir İstanbul seyahatinde oğul için kitap bakarken gözüme çarpıp oğula aldığım ve o an hissettirdikleri konusunda beni yanıltmayan Ekvator Hikayeleri'nde karar kıldım. Ara ara ben de göz atmıştım, ama şöyle ciddiyetle oturup okumamıştım.

Sonra, sayfalar arasında gezinirken bir anda, artık özlemi içimden taşmış anlardan mıdır ya da tüm yok saymalara, istememelere rağmen artık ruhumun tak dediği noktada mıydım, bilmiyorum. Üzerine düşünmek de istemiyorum açıkçası... Neden olan her ne idiyse, aklıma sahneleri yazdırmaya başladı hemen.

Önce kitaptan mı yoksa aklımın sahnelerinden mi başlasam tereddütündeyim şu an!

İçinde şarap olan piknik sepetleri, kareli yer örtüleri, peynir başta olmak üzere üzüm ve benzeri hafif yiyeceklerle o sepetin içine atılmış şiir kitaplarına eşlik eden tatlı bir rüzgarın ağaç altlarında, şırıltılı bir dere kenarına yatılmış dizlere şiir okumaya meylettiren önerileri görmüşlüğüm vardır; dergilerin aşkınıza renk katın köşelerinde. Yakındaki gölün kıyısında, kaya mezarlarının olduğu yere yayılıp, özellikle mitolojik ya da arkeolojik kitaplara ortamı fon yapmak, akşamüstü o gölün kıyısındaki içkisiz aile lokantasında kiremitte kaşarlı alabalık yemek gibi sapkınlıklarım da vardır.

Ama bu kitabın çağrıştırdığının kel alaka haline de şaşırdım hani!

Bu kitaba yakışır ambiyans nasıl olmalı konusunda aklımın ortaya karışık önermesi ise şu:

Ertesi tatil olan bir günün saat 20'den sonrasında, gökyüzünün yakışıklı lacivertini daha da parlatmış mehtaplı bir gecede ışıkları kapatılmış, mavi ışığın hakimiyetindeki salona, odanın farklı yerlerine dağıtılmış farklı renklerde ve farklı ebatlardaki mumların titrek ve sarı ışıkları eşlik eder... Sevdiğiniz türden ve sayıda tütsü uygun yerlere dağıtılır... Uzanacağınız kanepenin el altına çekilmiş sehpanın üzerine, kesinlikle beyaz ve küçük tabaklarda; sevdiğiniz, içkinizin yanına yakıştırdığınız türden yiyecekler yerleştirilir. Benim kişisel tercihlerim şunlar: Patates kroket, Çin (ya da sigara) böreği, peynir tabağı ve füme dil. Tatlım geldi zamanı için de krem karamel. İçecek olarak genellikle tatil tembelliğindeki pazar günü öğleden sonralarında, ortalığın şişeden geçilmeyeceği bir vaziyette tekila bira ya da votka bira yapmayı Tarantino'nun ya da benzerlerinin ''manyak'' filmlerine yakıştırdığımdan, bu kitabın gecesine uydurduğum yiyeceklerin yanına ve ortamın romantik havasına Pamukkale Anfora Shiraz'ı uygun gördüm. (Plase: Kavaklıdere Angora kırmızı ve Buzbağ.)

Ha pardon unutuyordum! Başucunuzda, sadece kitabı aydınlatacak bir okuma lambası dışında hiç bir teknolojik ışık olmamalı odada; müzik setinin ışıkları hariç... Battaniye ya da benzeri bir örtü tercih sebebidir.

Ben iki farklı müzik türü seçtim, iki farklı hal için: Kanepeye tek kişi halde sığabileceğiniz ikinci kişiniz varsa, ki bu tercih edilendir; caz- blues karşımı bir şeyler yakışır diye düşünüyorum ve tercihimi Madeleine Peyroux'dan yana kullanıyorum (Plase: Ali Farka Toure.) Tek kişilik, bonusu da yalnızlık hissiyatı olan seçenek için de benim tercihim Pink Floyd'dur.* Mümkünse uzun gitar bölümleri olan üç dört parçadan oluşturulmuş, kalkmayı gerektirmeyecek uzunlukta bir seçki oluşturulursa daha da iyi olur.

Geliyoruz en önemli kısma:

Elbette kanepede tek kişi olabileceğiniz bir ikinci kişiniz varsa gece muhteşem. Gerçi bunun şu riskini de göz önününe koymamda yarar var sanırım: Bir kanepeyi tek kişilik yapabilecek ikinci kişiyle arada oluşması muhtemel sıcacıklık, göğüse yaslanmış saçların kokusuna okunan satırlar, tenten halin yumuşak dokunuşları okunan kitabı bir kenara bıraktırıp başka sayfaları açmaya, birbirinin notalarına dokunarak farklı bir müzik yaratmaya, dolayısıyla kendi kitabını kendin yaz bir hal oluşturmaya meylettirir mi kişileri? Ettirebilir! Ya da bir anda, senin gözünün üstünde niye kaşın var gerekçesi yaratarak fi tarihinde de şunları demiştinlere kadar uzanacak bir tartışmanın göbeğine atıp gecenin içine ettirebilir mi?

Duyamadım!

Eğer kanepeye tek kişilik sığabileceğiniz ikinciniz varsa; her hâlükârda iyi eğlenceler. Yoksa, zaten kitaba yumulacaksınız ki bunun daha yararlı bir şey olduğu su götürmez! En azından gözünün üstünde kaşın var diye başlayıp süregidebilecek bir halin oluşma ihtimali uzaklardan el salladığı için, daha iyi bir durumdur deyip; kitabın, içkinin, müziğin ve gecenin keyfini çıkararak teselli olabilir(sin)iz...

Gelelim Tübitak popüler kitaplardan çıkmış, fiyatı oldukça uygun, Ekvator boyunca Güney denizlerinin sırlarından başlayıp Güney Amerika'dan Afrika'ya, Asya ve Okyanusya'ya sıralanmış ülkelerden seçilmiş yirmi hikâyeden oluşan, gerçekten keyifli bu kitaptan seçtiğim bazı hikâyelerin ilk paragraflarına:

Şanssız Conquistador

1540'da son İnkalar tarafından çıkarılan yangınlarla harap olan ve ardından da İspanyol fatihler tarafından daha da yıkılan Quito kasabasına yeni bir vali geldi: Gonzalo Pizarro. Gonzola, İspanya'nın Estremadura kesiminde küçük bir kasabada bir domuz çobanı olarak hayata başlayan ve başdöndürücü bir şekilde, inanılmaz derecede zengin Peruluların efendiliğine yükselen Fransisco Pizarro'nun erkek kardeşiydi.


Yerküre'nin Ölçümü

Fransız ordusu 1719'da, İspanyolların, Katolanya ile Girona arasındaki yolu kapatan, Güller Kalesi'ne kuşatma yapmıştı. Fransız birlikleri içinde ilk kez savaş deneyimi yaşayacak, Charles Marie de La Condamina adında 18 yaşında gözüpek, bebek yüzlü bir subay vardı. Bu genç subay tehlikeye o kadar umarsız yaklaşıyordu ki cafcaflı ve kolayca fark edilebilecek kırmızı bir şapka giyerek düşman ateşine adeta kendini siper edebiliyordu.


Riobambalı Penelope

C.M.de La Condamine'nin yönettiği ve Yerküre'nin Ekvator çevresini ölçecek olan Fransız bilim heyeti, 1741'de sık sık Riobambalı Penelope başlığı altında anlatılan, unutulmaz ve romantik bir olay da yaşamıştı. Bu inanılmaz gibi görünen olaylar dizisi daha sonraki elli yılda Avrupalı yayımcılara, çok acıklı hikâayeler için yararlanabilecekleri zengin bir kaynak hizmeti görmüştü.


Çıplak Barones

Paris 1932. Bir akşamüstü geç vakitte, Monmartre'da bir barda, uzun bir amber ağızlıkla Türk sigarası içen genç ve hoş bir kadın, kendisiyle pek de olağan sayılmayacak bir yoğunlukta konuşan adamı hayranlıkla dinliyordu. Bu klasik bir baştan çıkarma sahnesi olarak görünebilirdi ve bir şekildede zaten öyleydi çünkü adamın sözcükleri kısa sürede kadını aşık edecekti. Ama ona değil...


İnsan Yiyiciler

Yozlaşmış Hartum'da ve uyuşmuş Zengibar'da bilinmeyenlerle ilgili, Afrika'nın Büyük Göller'inin batısında kilometrelerce uzanan, güneş ışığının bile sızamadığı tıpkı yeşil gölge gibi erişilmez, balta girmemiş ormanlarla ilgili korkunç hikâyeler anlatılıyordu. Bu ormanlarda ağaçların kendileri bile uğursuzdu.


Yazının blogdaki ilk yayın tarihi: 24.10.2008

Kitap Yazarları: Gianni Guadalupi-Antony Shugaar

Çeviri: Nazmiye Özgüç

Tubitak Popüler Bilim Kitapları-2004


*Ve önerilen şarkıcılardan tadımlıklar... Pink Floyd, Pink Floyd zaten!






24 Ağustos 2010 Salı

15 Ağustos 2010 Pazar

Klima


- Yarın Sakız Adasına gideceğim.
- O kadar yolu niye gidiyosun ki, yakında bir market yok muydu?

...the day after

- Napıyon ki?
- Ala çatıyorum.


13 Ağustos 2010 Cuma

Dil öğrenmeye meraklı mısınız?

Başlığa yanıtınız evet ise, ya da herhangi bir nedenle herhangi bir dili en azından günlük kullanım seviyesinde öğrenme ihtiyacı içindeyseniz, Livemocha adlı bu site tam size göre...

Siteyi, Erasmus kapsamında Polonya'ya gidecek olan Mussano'ya günlük kullanabileceği üç beş Lehçe cümle bulabilmek amacıyla nette dolaşırken buldum. Önce pek ciddiye almadım. Sonrasında merakımı yenemeyip üye oldum ve dün akşam denedim. Sonuç mükemmel!

İnternet için biraz da ironi yükleyerek sıklıkla kullandığım ifadelerden biri, sosyalizmin teoriden pratiğe geçtiği bir alan olduğudur. Uzun otomobil yolculuklarında, gittiğim güzergahlar üzerindeki küçük köylere, en ücradaki yerleşim yerlerine bakar, oradaki evlerden birini seçer, "Şu evde oturan yoksulla dünyanın en güzel şehrindeki en güzel evde oturan zengini, bütünüyle olmasa bile en azından bilgiye ulaşmak adına en çok eşitlemeyi başaran alan internettir," derim. İşte bu site bunun en güzel örneklerinden biri; çünkü hiç bir para talep etmeksizin, dünyanın pek çok dilini hiç değilse günlük kullanabileceğiniz ölçüde öğretiyor size... Üstelik bunu son derece iyi bir metodla yapıyor. Bir yandan sesli cümleler kurarken, aynı anda görüntü altında cümlenin yazılışını sunuyor size... Ve tek bir çevir tıklamısıyla cümlenin Türkçesini öğrenmenize olanak tanıyor. Bununla da yetinmeyip, her bölümün ardında sizi sınava çekerek, başarı oranınızı karneliyor. Öğrenmek istediğiniz dille ilgili bilgi düzeyinizle doğru orantılı olarak farklı kur seçenekleri sunuyor.

Site aynı zamanda sizinle aynı dilde eğitim alanlar arasında pratik yapabileceğiniz bir sosyal iletişim alanı da yaratıyor. Siteye e-mail adresinizle üye oluyorsunuz ve aktivasyonun ardından öğrenmek istediğiniz dili seçip, hemen eğitime başlıyorsunuz.

Bu kadar övgünün ardından; dil öğrenmek kendi ilgi alanınızda değilse bile çocuklarınızın eğitimine katkı yapabilmeniz adına, en azından bir göz atmanız için, sizi bir tıkla yollayacağım ve memnun kalacağınızdan şüphem olmayan yer Livemocha .

19 Temmuz 2010 Pazartesi

15 Temmuz 2010 Perşembe

Kebabın Fısıltısı...

Ben iki olamam ki..
Sizleri doyurmadan.

Ö.Asaf
Yalnızın Serenadı

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Sevme Diyeti...

Sana daha önce hiç Yusufçuk hikayelerinden bahsetmiş miydim? Yusufçuk mücadele hayvanıdır. Yani öyle derler! Hayatımda hiç görmedim, ama aynı zamanda çok da güzel derler. Yusufçuğun mücadelesi doğduğu an başlar ve o bu mücadeleyi aşkı için sonlandırır. Bizim bildiğimizden biraz başka aşk hikayelerinin adamıdır Yusufçuk.

Doğru... Sana Yusufçuktan hiç bahsetmemiştim. Hayatları boyunca doğru eşi arayıp çiftleştikten sonra, erkeği dişisini, başka erkeklerden döllenmesin diye arkasından çeker. Sonra bir çabalama, bir hışım... sanıldığı kadar basit değil, hatta ölümcül olabilir. O, doğmak, hayatta kalmak ve metamorfozu için ihtişamlı bir mücadelenin, böcek örnekleri arasındaki en can alıcısıdır.

Herneyse... Sonum hiç Yusufçuk hikayelerinden birine benzesin istemem. Kıskançlığımız bizi girdaplarda boğsun da istemem. Birlikteliğimiz Ahmet Altan'ın kitaplarından birinde bahsettiği ölümcül kıskançlık hikayelerinden biriyle sonlansın da istemem...

Hayatımda "işte o" deyip adına binlerce harf karaladığım adamın, bir gece, bir hiç meselesi üstüne ellerimden kayıp gitmesine de izin vermem: Loş ışıklandırılmış bir salonda apansız masama oturan, ve bir bayram sabahı hiç yoktan yere kimseleri aramayıp sadece onun için telefona sarıldığım, çatlak sesimle kulaklarını yırtıp bayram kutladığım ve işte öylesine muhabbet olsun diye -yalan! numaramı kaydetsin diye- olur olmaz herşeyden, birşeylerden bahsettiğim bir ilk adam için...

Ve ileride gelirde kızlarımı eteklerime toplayıp, anlatıp gülerim diye oynadığım şakadan ibaret oyunlar... sevebileceğime hiç inanmayıp çıktığım yol ve yanıldığım her akşam, ağladığım her telefon... binlerce teklif-i red konuşması... ve hepsini geride bırakıp sana gelişim. Olmaz deyip, gelişim, gelem deyip gelişim... geçmişte ne bir iz ne bir toz bırakmadan gelişim, seni kirletecek en ufak bir kir pas almadan gelişim... ve geldiğimin farkına hiç varmayışın.

Ben seni şöyle sevdim, böyle sevdim nidaları atacak yaşı çoktan geçtim. Ama ben seni, benim sana verebileceklerimi tahmin edemeyeceğin ölçüde sevdim. Paylaştığımız şeyi, paylaşma biçimimizi sevdim... Her gürültü dahil, her küfür hatta her ağlama, gırtlağımdan çıkan öfke dolu sesler dahil, birbirimize kustuğumuz her gece hatta, her kıskançlık krizi ve her sevme, sevişme, dediği* gibi her üryan gelişme dahil bizi çok sevdim. Ve ne olursa olsun yaşadığım ve anlatabileceğim tek hikaye olarak kalmanı isterim... Halen herşey adına mücadele ederim. Yusufçuk misali...

Seni sevipte görüşemediğim 3 hafta dahilinde 6 kilo kadar verdim. Anoreksiyadan öleceğimi bilsem yine severdim.

11 Temmuz 2010 Pazar

Deneme

“Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahatsız etmez: Değişiklik hep kötülüğe ve zorbalığa yol açar. Bir tek parça bozulunca düzeltilebilir: Her şeyin özündeki bozulma ve çürüme eğiliminin bizi ilkelerimizden uzaklaştırmasına da karşı koyabiliriz; ama koca toplumu yeniden kalıba dökmeye, bu kadar büyük bir yapının temellerini değiştirmeye kalkmak, düzeltecek yerde silip süpürmek, ufak tefek kusurları toptan bir kargaşalıkla düzeltmek, hastalıkları ölümle iyi etmek “ devleti değiştirmekten çok yıkmak isteyen” kimselerin işidir. Dünyanın birden düzeleceği yoktur. Ama insan kendisini sıkan şey karşısında o kadar sabırsızdır ki, her ne pahasına olursa olsun ondan kurtulmak ister. Binlerce örnek de gösteriyor ki dünya böyle çabuk şifa aramaktan hep zarar görür: Halinde genel bir iyileşme olmadıkça, bir an dertten kurtulması iyileşme demek değildir.”

3. kitabının 9. Bölümünde Devrimden böyle bahseder Montaigne.

Montaige'nin yüzyıllardır hücuma uğramış biricik kitabından kısacık bir yazıya gecemi vermek Montaigne'e ve cümlelerine bağışlanabilecek hatırlık bir zamandır. Montaigne'i eleştirmede cüssemin yetersizliğinin farkındayım öncelikle…


Bir devleti değiştirmenin onun öldürmekten farksız olduğunu savunan bu adam için aklımın uçlarına dayanan ilk şey “Cumhuriyet” olmuştu. 17. Yüzyılda şehrinden kaçıp evinin kuytularında kendini denemelerini yazmaya adayan adam için aklımda muhalefet yaratan ilk cümle buydu. Motaigne'nin her türlü kitabı edinip okuduğunu, bilgiye aç ve doyumsuz yaklaştığını öğrendiğimde, yazılarının pek çoğunun neden bir senfoni eşliğinde ruha hitap ettiğini anlamak hiç de zor olmadı. Devrim denemesini eleştirmeye kalkan aklım, onun, 20 yüzyıl havadislerinden bihaber olduğunun da farkındaydı.


Devrim… eylemin iskeletini, hızlı ve radikal, nitelikli ve kitlesel değişimlerin var ettiğini bilerek, Cumhuriyet Devrimine bir bakış atmamak da imkansızdır. Bizler bir sabah uyandığımızda yeni bir rejimle, bir başka sabah yeni bir dille, diğer bir sabah yeni anayasayla uyanmadık mı? Ve bütün bu cesur yeniliklerin akıl almaz ölçüde hızlı meyve verdiğini de gördük. Öyleyse Montaigne devrim eylemine neden bu kadar sert ve kesin yargılarla yaklaşmıştı?


Öylece sordum işte kendime. Ardından Paris´de uyumuşum.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Paris'ten Sevgilerle

Paris'ten Sevgilerle, şu sıralar vizyonda bulunanlar arasında, eğer Alacakaranlık furyasına kendinizi kaptırmamışsanız tercih edebileceğiniz bir film. Luc Besson'un yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiği, Pierre Morel'in çektiği Fransız yapımı, Paris manzaralı bu aksiyon, size ezberinizin dışında pek birşey sunmasa da kendini izlettirmeyi başarıyor. İlginç olansa baştan aşağı Fransa kokan filmin kadrosunda Fransız oyuncu bulunmaması..

Başrollerde John Travolta ve The Tudors'ın kral Henry'si Jonathan Rhys-Meyers, biri usta diğeri çaylak iki ajan olarak Paris'in tozunu attırıyorlar. Klasik usta-çırak ilişkilerinden farklı olarak birbirlerine karşı oldukça samimiler yalnız... Espriler havada uçuşuyor.

Sıcaktan bunaldığımız şu günlerde, kendini sinema salonunun klimasının altında rahatlatmak ya da yaz tatilini eğlenceli bir 2 saatle değerlendirmek isteyenler için Paris'ten Sevgilerle doğru seçim. Fazla bir beklentiye girmeden, koltuğunuza yaslanarak, Luc Besson'un bu yaz hediyesinin keyfini çıkarın derim ben..

Aksiyon sevmiyorsanız dahi, Travolta'nın çatlak oyunculuğu ya da sağdan soldan fışkıran ince espriler için bile izlenmeye değer.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

“Son Yılın Üç Mevsimi”nden

Başlığı ‘Son yaz’ olan bir yazıda aklıma düşeni, sonu nereye varacak diye düşünmeden yazıp duruyorum.

Şu İstanbul yarımadasının, Kadırga’dan Küçükcekmece’ye kadar uzanan coğrafyasının ve -kuşağımın bir bölümünün- etnografyasının son tanıklarından biriyim. Dilimin döndüğünce anlatmamın gereğini inanıyorum.

Nerelisin diye sorulduğunda, neden hep içimden Aksaraylıyım demek geliyor. Bunu zaman zaman düşündüğüm olmuştur. Benim Akasaray’ımdan bugün eser yok. O günlerin Aksaraylısı oraya buraya dağılmış. Yıllardır sadece gelip geçiyorum. Onbir yıl oturduğumuz apartmanın önünde çok ender, eğleşiyor, eski günleri anıyorum. Gençliğe orada adım attım, askere oradan gidip döndüm, iş yaşamına oradayken başladım. Köklü arkadaşlıklarım o dönemde edindiklerim. Yıkıntıların onarıldığı, acıların ve yaraların sarıldığı, savaşın oldukça geride kaldığı yıllardı, o yıllar. Tüm insanlık büyük bir coşku içindeydi ve dünya güllük gülistanlıktı. Tabii bu bana göre öyleydi. Bizim için batının kurtulması insanlığın kurtulmasıydı. İletişimsizlikten ne Afrika’da, ne Güney Amerika’da, ne de dünyanın neresinde neler döndüğünü bilmiyorduk. Maccarthyciliğin ne olduğunu, Rosenberglerin başına neler geldiğini bilip karşı çıkan büyüklerimizin seslerini kısıyorlardı. Bunları, -iş işten geçtikten- sonraları öğrendik. Çoğumuz Liz Taylor’a aşıktık, Marlon Brando’yu, James Dean’i taklit ediyor, Clark Gable gibi bakıyor, Nat King Cole ya da Frank Sinatra gibi şarkı söylüyorduk. Hepimiz en kısa zamanda Holywood’a kapağı atacaktık. İçimizden Paris’e yerleşmiş ressam arkadaşlara uğrayacak şaraplarını tadacaktık. Duygu yönümüzün bir parçası böyleydi. Ama Samatya’da içki içerken değişiyorduk, kimimiz Sait Faik’in yaşamına özeniyor, kimimiz Rüştü Onur gibi gencecik ölmeye. Birkaç kadehten sonra Ahmet Rasim’leşiyor, “Sakın geç kalma erken gel”lerle alaturkalığımıza bürünüyorduk. Veysel’e tutkunduk. Caz da saz da bizimdi. Divan, Attila İlhan kadar yakındı. Annabel Lee’yi Yahya Kemal, Vuslat’ı Poe yazmış gibi özümlemiştik.

Kırk, elli hatta üç yüz sayfa okuyup da bitiremediklerimin dışında, yılda elli küsur kitap okuyorum. Haftada ortalama bir kitap.

Çeşitli konuda yerli yabancı çok kitap yayınlanıyor. Dünyanın her köşesinden yeni yeni yazarlar tanıyorum. Eskiden bütün yayınevlerinin adlarını da yeni çıkan her kitabı da bilirdim. Şimdilerde alabildiğine yayınevi, alabildiğine kitap…

Dünyanın yazarları, edebiyatı, düşüncenin de, duygunun da sınırlarından aşırıp bir büyük okyanusa ulaştırmışlar. Bazı yapıtın koca bir mimarın elinden çıktığını görüyorum. Bazılarını da yine büyük bir iç mimarın bezediğini. O zaman bir kapalı iç denizde büyüdüğümün ayrımına varıyorum. Nasıl iç geçirmem? Zaman dar, artık çok geç, işte bu ‘Son yaz’ diyorum. Aklıma Pindarus’un sözü düşüyor: “Ruhum ölümsüzlüğü isteme, mümkün olanın alanını tüket!..”

İçimden geldiği gibi yazmaya devam edeceğim. Duygularımı ve düşüncelerimi zorlayıp kurgulamaya gücüm olaydı eğer, çok uzun zamandan beri içimden, yaz, yaz Skylos’u yaz, diye bağıran sese kulak tıkamaz, Skylos’u çağımıza taşıyan bir yapıtın uğraşına koyulurdum.

Skylos varlıklı bir göçer, bir İskit prensiydi. Karadeniz’de surlar içindeki Olbia kolonisinde Yunanlı bir karısı vardı. Kente girdiğinde değişiyor Yunanlı oluyordu. Bir Dionysos ayinini gizlice gözetleyen birkaç İskit onu Yunanlı kıyafetleriyle ayinin önünde döne döne yürürken görünce kendilerine ihanet etmiş saydılar ve Skylos’u öldürdüler. Neal Ascherson “Karadeniz” adlı kitabında “İki dünya arasında seçim yapmak istemediği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü” diye yazar. Hep bir arada türküler çağırdığımız sıra gecelerinden de, hüzzamlarla, hicazlarla meşk etmekten de, cazcıların doğaçlamaları jam session’lardan da aynı tadı alacak, çok yönlü bir kültürle büyümek ve aralarındaki gel gitlerle bulamaç bir kişiliği giyinmek…

İstanbul yarımadasında yetişmiş yaşıtlarımla belirsiz bir yaşam biçimiydi dramımız…

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış “Son Yılın Üç Mevsimi”nden...

1 Temmuz 2010 Perşembe

Ayinesi İştir Kişinin Fotoğrafa Bakılmaz!

Aslında bu türden konulara girmeyi pek sevmem. Sonuçta insani bir durumdur. O anların kendince gerçeklikleri vardır. Her insanın da hayata bakışı, duruşu, samimiyeti ile doğru orantılı olarak şekillenmiş korkuları, kaygıları, bunlara bağlı olarak da tepkileri ve savunma refleksleri vardır. Bu yüzden, bu haller iki farklı açıdan da değerlendirilebilir. Yani gördüğünüzden ve anın gerçekliklerinden ziyade, durduğunuz yerle doğru orantılı olarak, görmek istediğiniz noktalarından bakar ve oradan da okursunuz durumları...

Şu mevzide çömelme meselesiyle ilgili olarak benim de tepkilerim, okumalarım ve doğrularım vardı elbet... Olaya baktığım nokta şuydu ve bunu çok da anormal bulmamıştım, kendi gerçekliğinden ve kişinin hayata duruşundan bakarak... Evet orada bir güvenlik sorunu var ve bu anlamda başbakanı korumak da mantıklıdır. E başbakanda gürleyen ama bir türlü yağamayan biri olduğuna göre, görüntü normaldir. Ama bir kısım yandaş medyadaki sahiplenmeye, başkalarının oralara hiç gidemediğine atıflarla ve müstehzi gülümsemelerle alay edilerek yapılan savunulara, durumu parlatma ve olay üzerinden kahramanlık destanı yazma çabalarına bakınca, kendimi tutmam da pek mümkün olmadı. Sonuçta bu fotoğraflar, başbakanlık basın müşavirliği tarafından servis edilmiş, mesajı ve imajı olan bir halkla ilişkiler çalışmasıydı. Ki bu fotoğrafların bu şekliyle servis edilmesi, bence tam bir fiyaskoydu. Gerekçelerim de, sorduğum şu sorulara verilecek yanıtlarda kanımca...

Ülkesinin sınırları içindeki bir bölgede, üstelik tüm güvenlik tedbirlerinin en üst seviyede alındığı bir bölgede, ülkesinin en değerli birliklerinin koruması altında, havada sürekli güvenlik denetimleri yapan silahlı helikopterlerin dolaştığı bir mevzide kendini korumak maksadıyla çömelen bir başbakan görüntüsü, o ülkeye ya da bölgeye gitmeyi düşünenlerde ne türden bir algı yaratır? Ve o ülkenin vatandaşlarında, o bölgede askerlik yapan/yapacak çocuklarıyla ilgili olarak ne türden duygular oluşturur? O bölgede yaşayan, orada görev yapan doktor, öğretmen, polis, öğrenci, ana, baba, kısaca vatandaş olsanız, bu fotoğraftan yüklendiğiniz moral değerler ne olur?

Fotoğraflar üzerinden tartışma başlayınca; Ecevit'in başbakan olduğu dönemde yaptığı ziyaretin fotoğrafı üzerine yapılan yorumları kaçınılmaz bir biçimde hatırladım. Bu duruşu bir teslimiyet, karşıdakini efendi kabul etme hali olarak yorumlamıştı o gün, bir kısım medya ve siyasetçi.. Haftalarca süren polemikler yapılmıştı üzerine, fena çakılmıştı Ecevit'e...

Fotoğraftaki ve "efendi"nin karşısında hesap veren kişi; o "efendi" ve onun en yakın müttefiki İngiltere'nin karşı durmalarına ve üstelik de o adada bir İngiliz Askeri Üssü olmasına rağmen, soydaşlarını uğradıkları zulümden ve katliamlardan korumak için, ülkenin bugünkünden çok daha zor şartlarında, oluşacak her türden siyasi sonuçları ve ekonomik bedelleri ödemeyi göze alarak, hiç bağırıp çağırmadan, kimseye "van münüt" ayarları çekmeden, yani gürlemeden yağmıştı.

Haşhaş ekemezsiniz denmişti, ekeriz demişti.

Yine o "sinmiş" kişi, Suriye'nin kapısına orduyu yığmış, hiç lafı eveleyip gevelemeden hükümetinin ve ülkesinin kararlılığını sergilemiş ve sonuç almıştı. Üstelik de monşerlerle!.. Unutulmasın ki, terör örgütünün bir numaralı ve iki numaralı adamları bu ülkenin hapishanelerinde yatmakta...

Ve o kibar adam, 70 lerin sonunda, dönemin başbakanı Demirel tarafından, aynı zamanda bir koruma aczinin ifadesi olarak söylenmiş, "size suikast yapılacak, mitingi yapmayın!" telkinlerine rağmen sinmemiş, eşini de yanına alarak, ülkede hergün onlarca kişinin öldürüldüğü bir dönemde Taksim Meydanında kürsüye çıkmış ve konuşmuştu. Ki o adam Rumların hedefiydi ve Amerika'da bir suikasttan kıl payı kurtulmuştu.

Şimdi tekrar dönersem şu çömelme işine, şu soruları sormam elzem olur:

"Askerlik yan gelip yatma yeri değildir." diyen kişiyle şu fotoğraftaki kişi aynı insan. Değil mi?

Şu İsrail'e çakan, demediğini bırakmayan, gürül gürül gürleyen Ortadoğu Aslanı adamla; Dışişleri Bakanını -gazetelerin yazdığına göre- arayı düzeltebilmek için gizlice İsrail'li bakanla otel odalarında buluşturan, fotoğraftakiyle aynı kişi. Değil mi?

Bu fotoğraftaki kişi; daha geçen hafta, G.20 toplantısında Obama'yla ne kadar eşit, ne kadar arkadaş olduğunu futbol esprileriyle süsleyen, takımı elenen Obama'nın bu acısını, yaratmak istediği samimiyet imajıyla gözümüze sokarak paylaşan, bundan kendine bir iç siyaset görüntüsü yaratmaya çalışan, tribünlerine oynayan kişi. Değil mi?

Yanıtlar evet ise; iki bakanın gizlice görüşmesi ve bu görüşme talebinin bizden gelmesi hali, bir arkadaş ricasının yerine getirilmesi olayıdır!

Benim dostumu üzme, gönlü kırılmış, bir gönlünü alsan ricasıdır!

Bak! Sen onunla arayı düzeltirsen, biz de sana "dostun" olarak, şu tırmanan terörle alakalı, Kuzey Irak'da bir kıyak yapabilirizin iması(mı)dır!

Son günlerde yaşananlar, tırmanan terör; kesinlikle "ayağını denk al" ihtarı değildi! Ricaydı...

Başbakanımız arkadaşının ricasını kırmamak için tüm bu adımları attı, G.20 de sempati dağıttı, İsrail'le masaya oturmanın ısınma turlarını atmak zorunda kaldı. Papucun pahalı olduğunu farkedip çark ettiğini düşünen varsa içinizde, kesinlikle Ergenekoncusunuz. Hele bunu yaklaşan seçimlere yoruyorsanız. Hemen gidip bir aynaya bakın, acı gerçekle yüzleşin, içinizdeki Ergenokonu derhal görün.

Ha bir de şu ilginç tabii, neden bizim Dışişleri Bakanı ile onların Ticaret Bakanı görüşüyor. Hani ekonomi, ticari anlaşmalar falan filan, elin tersiyle masanın üzerinden şöyle en babasından bir "van münüt" çekilerek aşağı dökülemiyor mu?

Elimiz mahkum değildir canım!

Ayağımıza kurşun sıkıyoruz mu demiştim ben taa Davos'ta... Bir de ek mi yapmıştım, uluslar arası ilişkilerde gün olur devran döner diye... demiştim valla.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Unkapanı’na doğru

Kış, kimi zaman Balkanlar’dan, kimi zaman Kafkaslar’dan tüm zorbalığıyla saldırır, amanını keser İstanbul’un. Kışın zorlu geçtiği böyle bir şubat günü, Burhan Felek ya da Ulunay’ın eski kışları anlatan bir yazısından, Saraçhane’de karın at boyuna eriştiği aklımda kalmıştı.

Aksaray, Saraçhane, Şehzadebaşı, Zeyrek çocukluk anılarımı bıraktığım yerlerdi. İçimden turist rehberiymişim gibi, bir dolaşma isteği geçti. Yukarıya, Saraçhane’ye doğru düşsel adımlar atmaya başladım. İşte şurada, Pertevniyal Lisesi’nin bitiminde, Horhor’a doğru inen yolun hemen sağında, bir eski mezarlık olacaktı. Mezarların arasına kaçan topumuzu alırdık. Yanılsama mı bilmem, orada küçük bir cami olduğunu da anımsıyorum. Kimlerin mezarlarıydı ve varsa ne camiiydi ve ne diye yok edildi, onu da bilmiyorum. Saraçhane’de Hava Şehitleri parkıyla karşı karşıya iki güzel park vardı. Belediye binasının Nato toplantısıyla yapılacak olan açılışı 1960 ihtilaline rastladı. Hava şehitleri parkının arkasındaki itfaiye ve askerlik şubesi binaları mimarileri ile turizme kazandırılacak değerdedir. Şimdilerde karikatür müzesi olarak kullanılan Gazanfer türbe ve külliyesinin, binaları, yüzük taşı gibi küçük ve tipik Osmanlı güzelliğiyle, koca Bozdoğan kemerine yaslanmış, anasının kuzuları gibi görünür. Karşısında Vefa’ya yönelen yolun başında, çocukken hem okumakta zorlandığım hem anlamını bilemediğim Hıfzısıhha Enstitüsü’nden sonra ilk binasında Kuzgun Acar’ın madeni bir rölyefi bulunan, İtalyan mimarın yaptığı İMÇ binaları Unkapanı’na kadar bir zincirin halkalarıymışçasına salınır. Mimarın, çarşının ardındaki görüntüyü kapatmama düşüncesi hep saygımı çekmiştir. Binalar zincirine bir yerde ara vermiş, Süleymaniye’nin önüne geçmemiştir. Eski bir çeşme yok edilmemiş, süsleyecek şekilde binalardan birinin duvarına gömülmüştür. Unkapanı’na yaklaştıkça Bedri Rahmi’nin olduğunu sandığım, duvar süslemeleri görülür. Küçükpazar’a giden yolun başında -bu kez yalın- bir Osmanlı yapıtı; Şep Sefa Hatun Camii ve Külliyesi vardır. Tam karşısında Bizans sarnıcının kalıntıları ve onun biraz üzerinde Sedat Hakkı Eldem’in Ağa Han Mimarlık Ödülünü almış olan SSK binaları bir selsebil gibi akar. Ne var ki, -dış cephenin bakımsızlığının üstüne tuz biber eker gibi- önüne dev bir reklam panosu kondurulmuştur. Mimarinin görünüşünü engelleyen bu saygısızlık, bir bakıma utancımızı gizliyormuş gibidir. Bir kaç yüz metrelik yokuşta, biri diğerinin omzuna yaslanmış, ayakta durmaya çalışan binalarıyla yorgun bir tarih izlenir. Bizans sarnıcının kalıntılarının üzerinde Zeyrek Mehmet Efendi Camii’nin, İstanbul alındıktan sonra camiye çevrilen ilk kilise olduğunu ve adı Pentokrator olan bu kilisede bazı imparatorların taç giydiğini okumuştum. Bu yükseltiden bakıldığında gözlenen görüntü; Harem’den Sarayburnu’na bakıldığında görülen güzellikle yarışan, insana resmini yapma isteği uyandıran bir görüntüdür. Sonra adının neden Filyokuşu olduğunu bilmediğim dik bir yokuş ve bundan sonrasına “Merhaba Cibali!” denir.

Bir insan, sevdiği mimari bir yapıyı ya da bir heykeli sabahtan akşama kadar etrafında döne döne seyredebilir. Sonra aydınlatılmış meydanda akşamdan sabaha kadar tekrar seyredebilir. Bu yapılara, ışığın değiştiği her açıda, hangi açıdan bakılırsa nasıl değiştiğini görmek için usanmadan bakılabilir. Resim seven biri için de geçerli bu. Koltuğunun karşısındaki duvarda asılı duran tabloya yıllar boyu bıkmaksızın bakabilir, keyifle kahvesini yudumlayabilir. Bir insan, sevdiği bir şiiri öğrendikten ölünceye dek yüzlerce kez söyleyebilir. Bu, bir şarkıyı seven biri için de geçerlidir. Hatta, elleriyle ayaklarıyla ritim tutup ıslıkla bile mırıldanabilir. Roman ve yedinci sanatın ürünleri bu bakımdan şanslı sayılmaz. En sevilen film kaç kez seyredilebilir? 1960’lı yıllarda okuyup da beğendiğim “Gazap Üzümleri”ni tekrar okumak isteyişimde, kitabın kalınlığı gözümün önüne geldikçe, isteğimden caymışımdır hep. Okuyamadığım daha bunca kitap varken onu ancak başka bir kitabın bulunmadığı ıssız adada yada hapsedildiğim bir odada tekrar okuyabilirim, diye düşünürüm. Tekrar tekrar okuduğum kısa romanlar ve seyrettiğim filmler yok değildir. Teknolojinin çılgınca gelişmesine baktıkça en kalın kitapların da beş dakikada okunabileceği günlerin -hem de çok yakında- geleceği şaşırtmıyor beni. Ne ki, yaşamımın o günlere erişmeyeceğini biliyorum..

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış Son Yılın Üç Mevsiminden...

26 Haziran 2010 Cumartesi

25 Haziran 2010 Cuma

Mustafa Özkent ve Orkestrası ile kahve kokusu, yanında bir de kitap

Onu tanımıyorsanız dahi, eğer iyi bir Türk Filmi izleyicisi iseniz ya da yaşınız TRT'nin siyah beyaz günlerine ulaşıyorsa, şarkıları dinlediğinizde hemen hatırlayacaksınız.

Üsküdar'a gider iken

Benim Mustafa Özkent adını öğrenmem, yaklaşık üç yıl önce okuduğumda şaşırdığım bir gazete haberiyle mümkün oldu.

Köşeye sıkışmış haber; 1973 yılında çıkardığı Gençlik ile Elele adlı albümün, aradan geçen onlarca yıl sonra başta Amerika olmak üzere pek çok batı ülkesinin müzik listelerinde yer bulmuş olmasıydı. Üstelik  mesele sadece bu da değildi. Albüm, dünya müzik otoritelerince ve camiada kült kabul ediliyor, 2007'de müzik eleştirmenlerinin en iyi 10 albüm listelerinde kendine yer buluyordu. Mevcut kayıtları da Amazon.com'da satıştaydı.

Merak edip tıklamıştım. Ve "maymun kapaklı" bu albümü orada görünce, pek de sevinmiştim. Bu yazıyı o zaman niye yazmadım, hayret! Neyse, haberi olmayanlar duysun, duyanlar duymayanlara duyursun.

Burçak tarlası

Yine gününde yazmam gereken ama yazamadığım bir kitaptan, hem de dünyanın en ucuz ama aynı zamanda en yararlı kitabından haberdar edeyim sizi. Belki gazete köşelerinde rastladınız ya da bankanın duyurularıyla haberdar oldunuz. Buna rağmen, belki "adam sende" yaptınız. Çünkü az daha biz de yapıyorduk. Kitap, "Karneni göster kitabını al." sloganıyla sürdürülen kampanya çerçevesinde, -görme engelliler dahil- ilköğretim öğrencilerine hediye edilen "Yazarlarımızdan Öyküler". Ben elimden düşüremedim. Binlerce öykü içinden, adam sendecilik yapmaksızın, emek vererek bu kadar güzel bir seçki oluşturanları ve buna sebep olan T.İş Bankasını kutlamak gerek. Kitap, sadece Doğan Hızlan'ın "Güzel Öykülerle Baş başa" başlıklı sunuş yazısı için bile edinilmeye değer. Yazarlarımızdan Öyküler; özellikle kitaplara uzak duran küçüklere, sadece bu sunuş yazısı ile bile gaz verecektir, emin olun.

18 haziranda dağıtımına başlanılan kitap kalmış mıdır banka şubelerinde bilmiyorum. Her bir öykünün önünde yazarıyla ilgili olarak hem üslubu, hem yaşamı, hem de eserleriyle ilgili kısa ama içerikli bilgiler de var. 132 sayfalık, hazine değerindeki bu kitapta kimler yok ki... Bir kaç isim verirsem, bu seçkinin ne kadar lezzetli bir başlangıç kitabı olacağı; çocukları, Türk Edebiyatının bu çok değerli yazarlarıyla erken yaşlarında tanıştırarak onlara, ne kadar güzel bir yol haritası oluşturacağı daha iyi anlaşılabilir.

S. Faik Abasıyanık, Adalet Ağaoğlu, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Necati Cumalı, toplam 15 yazarın 15 öyküsünün yer aldığı bu güzel kitabın ilk aklıma gelen isimleri.

Kendi çocuklarınız ilköğretim çağını aşmışsa, ya da çocuklarınız yoksa, etrafınızdan bir çocuğun elinden tutun ve karnesiyle bir İş Bankası şubesine götürün. Onun kitaplarla süslenecek serüveninde ilk ayak izi siz olun.

Lorke lorke

24 Haziran 2010 Perşembe

Yazı İşte!

Saat dört gibi yağmurun sesine uyandım. Evin etrafındaki duruma bir göz atıktan sonra yatağa dönemedim. Buse'nin peşinden "abla abla" diye bağırarak koşan Sude'de takılıyım artık. Mardin'deki düğünevi katliamındaki küçük kızın gözyaşları hiç terk etmemişti beni... Hatta şöyle bir not düşmüştüm akıp giden zamana: "Saat 19:05. Televizyonda bir kız çocuğu hıçkırıklara boğulmuş, kimseler tutamıyor. Yakarışları can yakıcı, en çok da, gözyaşı ve feryada bürünmüş şu cümlesi: O benim ablam değil, annemdi... Benim, annem öldü.

Ben orada koptum... Yokum artık!.."

Cd çalara bir albüm koydum: Soledad Bravo. Önce, evet önce, küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış devrimci romantizm anlarına gittim.

Hasta Siempre'yi onun kadar güzel söyleyenine tanık olmamıştım, taa ki o güne kadar... İlk Joan Baez'la tanımıştım şarkıyı... Tıfıl devrimcilerin "ikon aşkı", Joan Baez.

Sonra, "sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün neyleyim ben" geldi. Gitarı ve vokali aklıma karıştı...

Kanapeye uzanıp, birleşmiş ellerimi kafamın altına yastık yaptım. Bacaklarımı uzatıp, ayaklarımı kanapenin kolçağına koydum. Başı göklerde ağaçlara yoldaş oldum, pür kulak... Duyduğum en yalın, en içe işleyen, hikayesini en iyi anlatan seslerden birine, Soledad Bravo'ya teslim ettim kendimi... Bir başka sesi de, öleceğim güne sakladım.

Onu dinlerken, sanki birileri alt yazı geçiyor sanıyorum aklıma... Sanki o, sözleri Türkçe bir şarkı söylüyor. Müziğin evrensel bir dil olduğunu, en çok onu dinlerken hissediyorum. Dinlediğim albüm 68 ruhunun evrensel bir yansıması Cantos Revolucionarios De America. Bravo’nun otantik yorumu, doyulmaz, yalın, berrak sesinin gücü kaçınılmaz bir biçimde yoldan çıkarıyor insanı, alıp götürüyor zamanın derinliklerine.

Daha önce duydunuz mu, kendini tanır mısınız, hiç dinlediniz mi bilmem... Onu bana "Kitarist" tanıştırdı. Öyküsüyle, ruhuyla, karmaşıklığı ve kırılganlığı ile bu kadar örtüşen bir ad görmemiştim o güne kadar. Selvipınar... O bana gönderene kadar, hiç haberdar değildim devrimci şarkıların en güzel sesli kadınından, hatta başlangıçta, Latin bir grup sanmıştım.

Bir sinema sitesinde öylesine yazılar yazıyordum. O günlerin havasını atmadan, bu yazıdan geçemem ... Hayranlarım oluşmuştu. Çok güzel mesajlar alıyordum; uykusuz kalmış gecelerin suçunu bana yükleyen. Öyle insanlardan, öyle güzel cümleler duydum ki; sonunda kendimi bir şey sandım.

Yağmurun ritmine kapıldığım bugünkü yolculukta, yazma günlerinden edindiğim dostlukları düşündüm. Kitarist'in beni akademisyen biri sanmasına, hatta karşılaştığımız ilk gün mesleğimi öğrendiğinde şaşıran, beni edebiyat öğretmeni ya da öğretim görevlisi olarak hayal eden Captaiin'e güldüm. Farkettim ki; bugüne kadar, arkadaşlarım, iş çevrem dışından tanıştığım insanlar, hiç bir bağ kuramamışlar mesleğimle ben arasında... Oldukça kariyerli (akademisyen)bir kadının attığı şaşkın maile verdiğim yanıtları, bir yazıya konuk etmiştim zaten.

Yine klavyemin freni patladı farkındayım. Sabah, taslak bile olmamış satırların sele kapılıp "reader"a düştüğünün de farkındayım. Yarattığım kirlilik için özür dilerim.

Dedim ya, şaşkınım, üzgünüm, yolcuyum bugün. Bir abi ya da abla yitikliğinin gelecekten neler çaldığını bilirim. Kaç keyifli konuşma, gülüp eğlenme, dertleşme, teselli arama gecesi eksilir yaşamdan. Aynı odada bir gece ansızın tek kalmak, sonra yaşama yeniden başlamaya çalışmak. Zordur.

Venezüella'lı bir ailenin İspanya'da doğmuş, sonra Venezüella'ya dönmüş, 1943 doğumlu kızıdır Soledad. Mimarlık, edebiyat ve psikoloji eğitimi görmüştür. Çok geniş bir yelpazede söyler şarkılarını...

Çamaşır makinasının bile aklı şaştı bugün. İki tokat sağına, iki tokat soluna, anca öyle çalıştı.

Sersemlik diz boyu...




Hasta Siempre

Santiago de Chile

Que Dira El Santo


Görsel: Rachel Conable

22 Haziran 2010 Salı

Hayat bir şey olmamışcasına devam ediyor gibi yapalım mı?

İçim sıkkın... Oysa hevesim; geçen perşembe gününden beri yaşanan keyifli anları, konuğumuz olan -bir ilk- filmin yapımcısı, yönetmeni ve görüntü yönetmenin gözlerinden, keyifli bir rakı masasına her bir sözcükle birlikte dökülen ışıltıları yazmaktı.

Memleketin her köşesine dokunan şahane sohbetten sahneler aktarmak, bildiğiniz pek çok televizyon dizisinde yönetmen yardımcılığı, yönetmenlik, görüntü yönetmenliği, yapımcılık yapmış bu insanların; adı bende saklı bu filmin geleceği üzerine kurdukları düşlerin heyecanını, o heyecandaki samimiyeti, coşkuyu yansıtmaktı.

Henüz varlığından Kültür Bakanlığı ve yakın çevrelerinin, ekibin ve oyuncuların dışında kimsenin haberdar olmadığı filmden kısa tüyolar vermek, oyuncularından söz etmek, mekan bakma yolculuğundaki bu insanların ağzından henüz basına yansımamış ilk bilgileri blogda aktarmanın havasını atmaktı.

Çok keyifli ve heyacan yüklü bir yazı planlamıştım. Evin ufaklıklarının kulak kesilmiş tanıklıklarını, filmin perde arkası görüntüleri ve belgeseli için çekilen fotoğrafları, yapılan kayıtları, o kayıtlara ufaklıkların verdiği pozları, geceyi ve evimizin bahçesini süsleyen esprileri bütün sıcaklığıyla uzunca bir yazıya katmaktı arzum.

Önce Gediktepe'de şehit düşen askerlerin acısı, en çok da, evet en çok da bir servis otobüsünde ölen Buse'nin acısı, ellerimi ve yüreğimi klavyenin uzaklarına düşürdü.

Günboyu kendi yazılarımın içinde dolaştım.

Oturup durum üzerine bir yazı yazsam, her olay karşısında aynı nakaratları tekrarlayan büyüklerimizden, televizyonları işgal eden medya yıldızlarımızdan farkım kalmayacağını farkettim.

Çünkü 30 yıldır devam eden aynı nakarat...

Pazar günkü "baskını", onu baskın diye adlandıran medyanın haber yapma durumunu, olay üzerine ahkam kesenlerin uslubunu, siyasetçilerin tutumunu yazmak için yeni bir yazıya hiç gerek olmadığını, "Öfkem Büyük" adlı yazımı alıp sadece mekan adını değiştirerek yayınlamakla sorunu halledeceğimi gördüm. Siyasete vurmak istesem, "Kürt Açılımı Diye Diye..." ve "Güncel ve Gelecek Üzerine Ütopik Sayıklamalar"da söylediklerimden farklı bir şey söylemeye gerek olmadığını farkettim.

Birbirinin kopyası süreçler yaşıyoruz. Sürekli bir repete* hali...

Beni en çok, sorunun bir parçası ya da tarafı olmak anlamında en ufak sorumluluğu olmayan insanların hayatındaki "son" yazıları hırpalıyor.

Bir bitirebilsem, "Aksiyonlu günler... Umur" adlı yazı dizisini... Ki vurgusu "umur"a dır. O zaman daha çok anlaşılacak Buse ve Mehmetcik gibi örneklerle nelerin yitip gittiği...

Keyfim hiç yok. Dolayısıyla umutlu, gülümseyen, şıkır şıkır bir yazı da yok klavyemin tuşlarında. Ne yapsam, ne etsem olmuyor... olamıyor.

Buse'nin umutlarını, hayattan beklentilerini görüyorum ne yana dönsem. Kader denen şeyin ufacık hamlelerle değiştirilebilir olduğunu; tanıklık ettiğim, hikayeleştirmeye çalıştığım sürecin iki kahramanından biliyorum.

Ve ne yapıp etsem de, bugün keyifli bir yazı yazamıyor, akıp giden zamana küçük notlarımı düşmekle kalıyorum.

Buse'ye her baktığımda da, elinden alınmış hayallerini ve çocuklarımızı görüyorum.

*Giyim sektöründe aynı malın tekrarı anlamında kullanılan bir söyleyiştir.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Babasız büyümemek

L.N., savaş başladığında ondört, bittiğinde yirmi yaşındaydı. Sonra, bir 27 yıl daha savaş içindeki altı yılını yaşadı. Dört roman, otuzyedi öykü ve sayısız şiir yazdı. Yapıtlarının tümünde, altı yılın sadece bir gününü anlatıyordu. Tamamını yazması için daha haftalar, aylar ve pek çok 27 yıl gerekiyordu. Ama bir gece, elindeki kalem yere, başı defterdeki bitmemiş bir yazının “Silah tacirleri evlat acısı tatmadı, torpille cepheden uzak tuttular onları” tümcesi üzerine düştü.

T.R, savaş başladığında altı aylıktı, yaşını dolduramadan ya da ne olduğuna akıl erdiremeden, annesinin altında ezildi. Görenler anneannesi sandılar annesini, öldüğüne mutlu olmuştur, diye anlam verdiler, oysa yirmibirine yeni basmıştı ve ölürken, üstüne kapaklanarak yavrusunu kurtardığını, kendisinin son bulan “şimdi”sini bebeğinin geleceğine bıraktığı sanısıyla gülümsüyordu.

Savaş başladığında ellisekiz yaşında bir babaydı T.E.A, bittiğinde hem oğlunu, hem aklını yitirmişti. Sağ eliyle bir çocuğun elinden tutmuş da yürüyormuş gibi yürürdü. Daha ne kadar yaşadığı (yaşadı sayılır mı) bilinmez.

W.B., savaş bittikten sonra iki yıl daha, “Savaşa hayır”ın bildirisi; “Kapıların Dışında”yı yazmak için yaşadı. Öldüğü gün, oyununun yedi ülkede sahnelendiğinden habersizdi.

H.B: “Ve O Hiçbir Şey Demedi”


E.L’
ye göre, başladı bitti. Hep öndeydi, soluklanamadı doğru dürüst. Burnuna gelen barut kokusunu koklamamak için, ikide bir parmaklarıyla burnunu kıstırırdı. Böyle bir tikle ve her şeyi bilgece karşılayıp, karısının çocuğuna babalık yapmaya çalışarak yaşadı. Savaş konulu yüzlerce filmin hiç birini seyretmedi.

A.A., milyonlarda bir yetişen bilim adamıydı. Yurdunu terk edip, savaşsız bir ülkeye gitti. Bir daha geri dönmedi. Bir olasılıkla dargındı öldüğünde.

“Emredersin!”, R.B’nin ağzından çıkan ve aynı anda komutanı M.R’nin duyduğu son sözdü...

S.D.’nin ölümünü bay ve bayan M.D.’lere bildiremediler. Tanrı, onları evlat acısından esirgeyip, çok önce, daha ilk bombardımanda yanına almıştı.

M.B., savaş başladığında dokuz, bittiğinde, -annesiz, babasız, ablasız ve sağ bacaksız- bir sahra hastanesinde onbeş yaşında yeniden doğdu. Savaşı anlatan ne bir roman okudu ne de bir öykü...

R.R.D., düşünde ırmağın kıyısındaki evlerinin bahçesinde çocuklarıyla voleybol oynuyordu. Top tam sardunya öbeğinin ortasına düştüğünde düşünden de, uykusundan da sonsuza dek uyanamadı

Ne B.Y. salavat getirebildi, ne M.N. istavroz çıkarabildi, karşılıklı siperlerde ölümün eşitliğine yuvarlandılar...

E.H., Son savaştan onüçyıl önce “Güneş de Doğar” demişti.

İ.İ., savaş başladığında ellibeş yaşında, bir devlet başkanıydı. Ne savaşlardan çıkmış, çok gerilerde bırakmıştı Batı Cephesini. Ülkesini bu savaşa sokmamak için olağanüstü bir sabır ve gayretle yapayalnız savaştı. Bittiğinde savaşın tek galibiydi. Ülkesinin çocuklarına “Sizi aç bıraktım ama, babasız büyümeyeceksiniz” diye seslendi.

Ekmel Denizer


.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Kelimeye Takıldım ve Bu Kez Ben Abarttım

Birisi hakikaten müthiş gerilmiş...

Ben manik sanıyordum ve gülümseyerek bakıyordum. Ama dünkü benzetmesi hakikaten durumun depresif de olduğunun göstergesiydi.

Anlaşılıyor ki, ateş bacayı iyice sarmış.

Sürekli oraya buraya saldırmalar... Her söze anormal derecede kulak kesilmeler... Her cümleden manalar çıkarıp, görmezden gelemeyip üzerine atlamalar... En köşe yazarlarının cümlelerine yanıtlar yetiştirmeler, alemin tümününün sözlerinden alınıp malzeme çıkartmalar, durumun vehametini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor sanki.

Bir de farkediyorum ki, sürekli bir yeldeğirmeni yaratma hali mevcut, ve üst perdeden bağrış çağrışlarla o değirmenleri dövüp dövüp duruyoruz. Tüm bunlardan da kahramanlık destanları çıkartıyoruz.

Bu zavallı, derinliksiz, lümpen, gözü yaşlı sığınmacılık hali ve kendini sürekli gündemde tutma çabaları; bir süre sonra, "bakakalırım giden geminin ardından" halini yaşama korkusundan diye düşünüyorum. Benim teşhisim böyle...

Cumhurbaşkanlığı hayalden de öte, gerçekleşmesi mutlak bir hedefti gözünde ve neredeyse kesinliği matematik olarak sabitti. Bu güvenle ertelenmişti bir dönem sonraya. Hem karizmasına karizma katmış, kocaman bir fedakarlığı gözümüze sokmuş, gözü makam koltuk sevdasında olmayan bir insan cakasıyla, havasını da basmıştı.

Kendi aklınca, önünde, o makamı güçlendirecek değişikleri yapmaya olanak tanıyan uzunca da bir zaman vardı. Her yetkiyi istediği gibi dizayn edip, ülkenin tüm kurumlarını törpüleyip istediği kıvama getirerek, pek sevdiği "Arap" kardeşleri örneklerindeki gibi bir devlet başkanlığını da, çantada keklik görüyordu.

Diktatoryal hesaplardan değildi ama bunlar... Çocukca ve masumane heveslerdi hepsi. Kendini "en" görmek de, insanca bir duyguydu. Ülkesini neden böyle bir yetenekten yoksun bıraksındı.

Devraldığı ülke 87 yıldır tek çivi çakılmamış bir coğrafyaydı ve onca yılda yapılamayanları 8 yıla sığdırarak, kıskanılır bir ülke haline getirmişti. Ama bu yükselen ve onun şahsında güçlenen ülkenin askerlerinin kafasına çuvallar da onun zamanında geçirilmişti. Onca emperyaliste kafa tutan, onları vatan topraklarından kovan ülkenin yerini elçileri aşağılanabilen bir ülke almıştı. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu. Son olaydaki gemi de Komor bandıralıydı zaten. Çok yönlü dış politika açılımımızın ufacık kusurları olarak görülebilirdi tüm bunlar. Üstelik elimiz kolumuz bağlı durmuyor, her olayda gürlüyor, ama bir türlü yağamıyorduk. Olsundu.

Sanırım sayın profil şu aralar, seçim sürecine girilmesiyle yükselen ve hareketlenen toplumsal muhalefete ve önüne gelen anketlere bakınca yakın geleceğinde, 12 eylül tasfiyesinin ürünü olan Anap'ın akibetini görmeye başladı. Bu korkuyla dökülüyor, herkese yetişmeye çalışan akıl yoksunu kelimeleri... Artık mağduriyet alanları yaratamıyor ülke içinde, bu yüzden dışarıdan malzemelerle saldırıyor içeriye.

Dalga geçercesine konuşmaya çalışan yüzünün ifadesindeki gülümsemeye bakıyorum; kendinden emin bir güçten ziyade "mış" bir güçlülük görüyorum. Kalabalıklara söyleyecek malzemesinin kalmadığının en çok o farkında sanki... Vadettiği, parlattığı, saldırdığı her şey sonuçlanamadan, olumluya yönelemeden elinde patlıyor, yavaş yavaş... Ve belki de farkına daha çok varıyor ki; "Konjonktürle gelen, konjonktürle gidiyor," hem de bir daha gelmemek üzere...

Ve ona en çok batan ve onu en çok korkutan da şu sanırım: Böyle gelenlerin gideceği farkedildiğinde, önce etraflarındakiler kendilerine yeni kapılar aramaya başlıyor, oralara kapakları atıp daha da yalnızlaştırıyorlar kişiyi, kahırlara sürüklüyorlar. O şaşalı günler, o ben neymişim yahu hallerinin çakma yaldızları bir bir dökülüyor. Ve biliniyor ki; o korku bedeni sarmışsa, ecel de mutlaka geliyor. O zaman da iyicene pervazsızlaşıp her koz oynanmaya çalışılıyor. Tek kişilik ve kontrolsüz bir güç hakim kılınıyor akılda...

Yoksa kırk yıl düşünülse akla gelmeyecek, kimsenin bugüne kadar ufacık da olsa aklının kıyısından köşesinden geçirmediği bir benzetmeye sığınma ihtiyacı niye duyulsun ki...

Allahını seven bana söylesin; köpeğine "Arap" adını bir ırkı, ulusu aşağılamağı düşünerek koyan bir tek kişi bile olmuş mudur bu ülkede? Yoksa, köpeğinin rengine yönelik olarak koyulmuş, sevgi yüklü sempatik bir sözcük müdür Arap? Ve en çok hangi ekonomik gücün olduğu sokaklarda rastlanır Arap adlı köpeklere, biri başbakana söylesin allah aşkına...

Yahu kimin aklına gelirdi ki bu ülkenin yedi düvele kafa tutan başbakanı ateşli bir "nutkunun" içine bu ibareyi koyarak, bir ırka arka duracak ve onları; kendi ülkesindeki insanlara çakarak, aslanlar gibi savunacak...

Yoksa buradaki hayallerin imkansızlığını görüyor olmanın, yeni yeni sevgilerde, hayallerde teselli aramanın, insanın pek dili varmıyor ama, hani manik- depresif bir halin dışavurumu mu tüm haller... Acaba?

14 Haziran 2010 Pazartesi

hap..hap..hap…

Bin öykünün yolculuğunda-VI-

Varmış bir zamanlar bir ülkenin başında bir Abuş. Okumuş küçücükcücükken Köroğlu’nun öyküsünü. Büyüyünce Köroğlu olcam ben, diye tutturmuş. Gün olmuş devran dönmüş, danalar girmiş bostana, kovmuş bostancı danayı, Abuş büyümüş. Büyüyünce anımsamış küçücükçükken ne olmak istediğini. Ayvaz’sız Köroğlu mu olunurmuş, o da bulmuş Fettuş’unu. Fettuş da onu aramaz mıymış meğer, ümmetkarınızım, diyerekten.

Bir gün Teksas’ta atıyla gidiyorken Abuş, bakmış bir ağacın altında kaval çalıyor bir çoban, koyunlar otluyormuş.

Çoban emmi çoban emmi merhaba.. ben Köroğlu’yum, şurdan bir koyun ver de bizim kovboylara bir ziyafet çekeyim akşama, demiş. Der demez, fırladığı gibi Con Vayne, “seni bilmem ne yaptığımın oğlu” deyip basmış kıçına tekmeyi. Dar atmış atına kendini Abuş, kıskıs gülerek gelmiş çocukların yanına. Hayr’ola, demiş kovboylar ve Fettuş. Hiç sorma, demiş Abuş, anlatmış olanları.

Sen şimdi atla atına da git bul, selamımı söyle çobana, bu akşam çocuklara bir ziyafet çekecek, bir koyun verir mi sor, demiş. Fettuş da Köroğlu’nun dediği gibi yapmış, atlamış atına biraz gittikten sonra bakmış ki, bizim yaşlı çoban yine orda. Söylemiş bakalım Fettuş, ne demiş.

Aldı Fettuş: Selamünaleyküm Çoban emmi! Nassın, eymisin?

Dedi Çoban: Aleykümselam oğul. Nassolsun, Allah ümmete dövlete zeval vermesin!..

Aldı Ayvaz: Çoban emmi, Çoban emmi!..

Dedi Çoban: He oğlum, de oğlum?

Aldı Fettuş: (Ağlayaraktan) Abuş’un selamı var. Bu akşam bir cemiyetimiz var da, vargit çoban emmimize bir koyun verebilir mi, bir sor dedi!

Aldı çoban: O nasıl söz öyle, emri başım üstüne, lafı mı olur bir koyunun, sürüm feda Köroğlu ağama, yeter ki sen ağlama. Zıpırın biri geldi demin, demez mi ki; ben Köroğlu’yum ver bir kuzu bana, bastım kıçına tekmeyi zibidinin.

Böylece almış koyunu Fettuş gitmiş, anlatmış olanları Abuş’a…

Sonra mı ne olmuş? Daha ne olacak: Fettuş Ayvaz, Abuş Köroğlu rolünde bir film çevirmişler Holivutta, çobanın koyunlarını deve yapmışlar. Siz, ister “yok ya?” deyin bağıraraktan, ister, “yok deve!” deyin çağıraraktan…

Diyelim ki, şimdi bundan ne mana çıkar, diye sormuş olsun yazar, taklit ederekten Fettuş’u. Ve sonra yanıtlamış olsun kendi sorusunu, her zamanki gibi burnunu çekerekten silerekten yeşil harmanisinin yenine gözlerini. Ne mana çıkacak bundan: ‘çıkar’ı vermiş Abuş’a, ‘mana’yı geçirmiş zimmetine…

Anlayacağınız; “filfitili”ne döndüm, şınladım onkolojide ışınlandığımdan bu yana. Ararken kafiyeyi, Hüseyin Mayadağ’dan söylüyor taş plakta, dinliyorum Safiye’yi

Neye baksam ne görsem,
gelir bana gam olur.
Felekten bir gün çalsam,
vakitsiz akşam olur


Böylece ansıyorum Nef’i’yi, çekiyorum enfiyeyi bol bol hapşırıyorum. Hap..

hap.. hapşu!...


Ekmel Denizer


Ataköy, 04 Ocak, 2008

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP