28 Eylül 2008 Pazar

Cahil Periler: İçiniz Isınsın İsterseniz, İzleyin.


2001 ekonomik krizinin ortalığı karmakarış ettiği can sıkıntılı bir günde okulu asmış çocuk gibi işleri olduğu yerde bırakıp bir öğleden sonra sığındığım sinemada, tek başıma izlemiştim filmi...

Kadın kahramanımızın eşinden kalan eşyaları düzenlerken bulduğu bir aşk notu üzerine, eşinin kendisinden gizli bir hayat yaşadığını öğrenmesi sonucu içine düştüğü ruh haliyle ve yoğun bir merak duygusuyla ötekini araştırırken, kocasının tanıdığından çok farklı yönleri olduğunu keşfetmesi ve onun çevresine girmeye başlamasıyla izleyici olarak siz de: Perdedeki dostlukların birbirini sarmalayan sıcağında, çok güzel müzikler eşliğinde, aşkın cinsiyetlerden uzak haline sessiz bir saygıyla ve her türlü yargıdan bağımsız olarak, farklı cinsel kimliklerdeki arkadaş grubunun dayanışmasında, insan olmanın doğasındaki umudu hissedip görüyorsunuz .

Aile, arkadaşlık, aşk kavramlarına farklı bir açıdan bakan yönetmeninin, "Komşuya güvenmeye, ön yargılı olmamaya, farklı dillerle konuşanlardan ve farklı ahlak anlayışına sahip olanlardan korkmamaya, bizim gibi düşünmüyor diye insanları dışlamamaya yönelik bir çağrı." diye nitelediği Cahil Perileri: Belki anlam veremeyeceğiniz bir mutlulukla, içiniz ısınarak ve tebessümler ederek izliyorsunuz.

Benim, o gün müthiş bir terapi ile güven yükleyerek sinemadan hayata çıkışımı sağlayan, bana hissettirdikleri ve üzerimde yarattığı olumluluk etkisiyle unutamayacağım bir film olmuştu.


Özellikle dostluk üzerine güzel sofralar kurup, güzel şaraplar açan güzel bir filmdir, merak etmeyin!

Bugünlerdeki gibi kapalı, yağmurlu, film seyretme hissi ve hevesi yaratan havalara çok yakışacağını bir dip not olarak belirtmek isterim; terapi etkisi yoğun bu filmin... Elbette yapacak daha iyi bir işiniz yoksa!

26 Eylül 2008 Cuma

Camdan Bir Kuş Girdi




Günün ruhları dürtükleyen bir saatinde, kendi kuytumda bacaklarımı uzatıp uzaklara yatmışken... Yaprakların hışırtısına, denizin kokusuna, çalıların arasında dolaşan kaplumbağanın çıtırtısına açılmış pencereden bir kuş girdi .

Yaklaşık sekiz yüz çeşit kuşa ev sahipliği yapan a sınıfı milli parka senelik izinlerini geçirmeye gelen sürülerin geçiş güzergahında olduğu için ev, arada bir ihtiyaç molasına konarlar bizim bahçeye... Müşteri memnuniyetinin doğal bir sonucu olarak, her sene seyahati buraya planlayanların eline güvenilir konaklama alanı referansıyla kartvizitimiz verildiğinden, bir de kuş dünyasının doğal butik cennetler el kitabında yeri olduğundan bahçemizin; biz her sezona full gireriz.

Küresel ısınma denen meret yüzünden rezervasyonlarda ufak tefek sapmalar olsa da; bazen bir birlerimize nerede kaldı bu bülbül ailesi falan diye sorular sorup telaşlara bürünsek de; en geç dört beş gün sonra, en gevezesinden şarkılarının neşesini bırakırlar geceye...

Sonra bay kuş ve bayan kuş gelirler... Onlar nedense yıllardır ayrı ağaçlara yerleşirler. Bazı geceler; hayvanlar aleminin kırmızı noktalı hallerinin yakın takibindeki alemin acar paparazisi Tırtıl haberi yetiştirir: ''Bay kuş, ağacından uçtu!''

Bazen de; samimiyeti aşırı derecede ilerletmek isteyen afacanlar, tıpkı bugünkü kuş gibi, süzülüverirler camdan içeriye... Onlar meraklı heyecanlarıyla girdikleri andan itibaren eve, kendimden vazgeçen, ötekine fedaya hazır telaşlar girer devreye...

Bugün, zamanın kumbarasında biriktirdiklerimin 'sakla samanı gelir zamanı' hallerinden biri girdi devreye... Bu küçük afacan içeri süzülüp, koltuklardan birinin üst başına konuşlanıp varlığımı hiç eden bir rahatlıkla etrafı süzerken... Bu adam yerine konmazlığa gıcık olan egomun kendini gösterme hallerine fren koyup, çocuk sevmeyi beceremez bir mecburiyetçiliğe teslim edilmiş 'adın ne senin bakim' sıkışmışlığındaki kafamı hafifçe kaldırıp, en sevecen bakışlarımı takınarak, bu sevimli afacanın başını okşarken gözlerimle; 'İnsan ya da kuş fark etmiyor' diye düşündüm .

Inarritu'nun Babil'i, 'anlamak için dinlemelisin' cümlesi perdedeyken biter. İletişimin en önemli noktası budur sanki; sürdürülebilir ya da yaşanabilir olması için zamanın... En büyük kayıplar, sanmaların ürünleri değil midir?

Dinleme gereği bile duymadan varılmış yargıların içgüdüsel öfkelerine teslim edilmiş, 'bir yemin ettim ki dönemem' gidişlerinin...

Her seferinde; yanlış yargılara adlar koymuş öfkelerin sonuçlarından elde edilmiş fark edişlere rağmen yine de kalbinin öteki tarafından okşanmasını, onun kuytularının sıcaklarında sarmalanmasını talep eden çakma sanmaların kıyımları değil midir kayıp zamanlar...

Kuşlar camdan bir odaya girdiklerinde orada bulunan her kimse, onun içinde sevecen bir telaşın güllerini açtırırlar. Onu kurtarmak için, bütünüyle ona kilitlenmiş, zamanı değerli kıymaktan öte amacı olmayan telaşlı bir çabayı açık ederler...

Kişi önce, ki başından geçmişse de daha önce; bu sürecin olası sonuçlarının ne olduğunu bilmenin telaşıyla kapalı olan pencereleri de açar.

Sessizce... Ürkütmek istemez ama telaşlı hareketlerle, okşar bir yürekle konduğu yerde yakalayıp dışarı salmak ister. Kuş doğası ve yetiştiği hayatın örneklerini sanki her benzer olay, her kişi böyleymişe yayan bir endişe halinin ve sürekli negatif algının esiridir o anda... Artık kendi yargısının ötesinde bir doğru olabileceği olasılığı sıfırdır. Her yol onun doğrusuna çıkar. Ya da istenen öyle olmasıdır.

Onun zarar görmesini istemeyen çırpındıkça; kuş iyice telaşlanır. İyi niyetli bir çaba içinde gelecek felaketi fark edip korumaya çalışanın her hareketini, kendine yapılmış saldırı olarak algılar. Bütün çabalar artık onun kendi doğrularının hapsindedir...

Sonunda sadece içgüdüselliğin öğretisinde, kendine doğru duruma yanlış olanı seçtiği için; kontrolsüz bir korkunun telaşında, çıkış yolunu da bulamadığından, gider cama çarpar ve ölür. Onu kurtarma çabası içindeki insanın çektiği acıyı bilmeden. O insan için anlamının, bütün telaşların niyesinin kendi olduğunu öğrenmeden...

Zaman öğrettiriyor!.. Artık kuşların geliş ve dönüş zamanlarında perdeler çekili, sadece pencerelerden ışık giriyor. Onlar çıkarken cama çarpmıyorlar artık. Geldikleri yoldan gidiyorlar... Sanmalara neden olacak eylemler yok çünkü... Özgürlüğün yoluna salıp bu incecik duvara çarptıran telaşların camdan duvarları da... Telaşsızlığın yolu açık artık... Kendi halleriyle gelecekler ve gidecekler, son gelen şu kuş gibi...



Bu yazıya yorumuyla, sesiyle can katan katan biri var!

Beni, yani şu yazıyı yazan Buraneros'u bile defalarca dinlemeye "mahkum" eden Sevgili Momentos.

Burayı tıklarsanız da o enfes dinletiye ulaşacaksınız.

Resim:Gisela Van Oepen

23 Eylül 2008 Salı

FLAŞ...FLAŞ...FLAŞ...Bir Son Dakika Haberi!..


Mahallemizin en çenesi düşük kızı Fadik doğurdu...

Yaz boyunca masa sohbetlerimizin baş dedikodu malzemelerinden biri olan-Fadik hamile mi değil mi?-tartışmalarına son noktayı koyan, hayvanlar aleminin kırmızı noktalı hallerinin acar paparazisi Tırtıl'ın:''Evet Fadik hamile, hem de Haydut'tan'' sözlerine "hadi lan" diyenlere: ''Salonun penceresinden gördüm, hatta Arda haber verdi'' ısrarı doğrulandı!

Çocuklarının resimleri için kelle başı dünyanın parasını isteyenlerin aksine... en güzelinden mama, çocuk bezi, uzun süreli reklam anlaşması gibi önerilerimize sadece gurk sesinin hakim olduğu emme faliyetindeki yavrularını rahatsız etmemek adına ve en önemlisi onları birer ticari meta haline getirmeyi erdemli bulmadığından Fadik; çekemediğimiz ve an itibariyle elimizde olmayan görüntüleri doğal olarak yayınlayamıyoruz.

Onun yavrularını medya maymunu yapmama konusundaki bu tutarlı ve dik duruşuna saygı duyduğumuzdan, fotoğraf çekme konusunda bir zorlama içine de girmek istemiyoruz... kişilik haklarına ve özel hayatın gizliliği ilkesine saygı duyan yayıncılık anlayışımızın bir gereği olarak!(elbette görüntülere sahip olana kadar bu gereklilik!)

Dolayısıyla da Tırtıl'ın vakti zamanında verdiği bu haberin belgesini ev ahalisinden birilerinin gözüne sokamıyoruz!

Fotoğraflar konusunda ikna çabalarımız devam edecek, okuyucu merak etmesin! Görüntüler elimize ulaştığı ilk anda yayına verilecek. Ya da alemin paparizisi Tırtıl'ın haftasonu burada olması beklenecek.

Neyse bakacağız bir çaresine...

Habere güncelleme: Sabah olay yerinden bildiren muhabirimizin ilk anda dört olarak verdiği yavru sayısını 10 dakika sonra: ''Ya yanlış saymışım; beşmiş'' diye düzelttiği... Sonra yanlış gördüm sandığının doğru olduğunu anladığı sonraki bağlantıda sayı sekize yükselmiştir. Şu an itibariyle sekiz küçük zencimiz var. Sayının dokuza çıkması bekleniyor.

Biz La Paragas ailesi olarak Fadik ve Haydut çiftine, çocuklarının mürüvetlerini de görecek kadar uzun bir yaşam ve tonlarca mutluluk diliyoruz. Artık onlar bizim de çocuklarımız.

BU HABER:
ACAR MUHABİRİMİZ TIRTIL'A MASA BAŞI HABERCİSİ MUAMELESİ YAPAN EV HALKINA DA KAPAK OLSUN.

21 Eylül 2008 Pazar

Pazar Neşesi...Bir Şarkıyla Hasbihal Etmek; Bir de ''Selvi Boylum Al Yazmalım'' la...




Oyuncular vardır: Ne menem bir şeyse star ışığı denen şey, onlarda ondan yoktur!
İşlerine bakar büyük oynarlar.Ne gazete köşelerinde, ne televizyonların ışıklı magazinlerinde vardırlar.

Eser büyüktür, öykü sağlamdır. Her cümle, her iç ses yüreğinize saplanır, tıkanırsınız...

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi: ''Ne yaparım ben şimdi'' dediğinde Asya...

Filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edersiniz. Taraf olursunuz yalın sevgiden yana; emeğin tarafında... İstemezsiniz iyinin kaybetmesini; sızlasa da içiniz : ''Seninim işte! Alıp beni götürsene'' dediğinde Asya...

Sevmenin vaz geçişine saygı duyarsınız. Acısı sizi de yakar İlyas' ın bitmemiş türküsünün...

Ahmet Mekin bu filmin büyük oyuncusudur.

Yok saymanın, üstünü örtmenin her türlü teskin ediciliğini ilaç niyetine alsa da aşk; hiç bir doz kesmezmidir ki aldırma gönül yazar kırmızı BMC'nin üstünde...

Yeşilçamın yüz akıdır Selvi Boylum Al Yazmalım; dokunmadığı yürek var mıdır?...

Neden aşktan öteki için gidenler hep erkektir? Hani kadınlar daha duyguluydu? Yoksa erkekler vazgeçmeyi seçebilecek kadar çok mu severler? Yoksa çocuklar en değerlisi midir bütün vazgeçişlerin?.

Yoksa hiçbiri mi?

Çarşı karışır mı bu yorum üzerine ?

Niye Türkan Şoray' ı çok seviyorum ?

Yoksa soğuğun beni sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden ama yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla çocuk uykusundaki sokaklarda yürüyen miyim hala, elimde yüreği ile...

İşten başkaldırmış (!) bir arada dolaşırken afişini gördüm de ! Hepsi bu.

Aslında, sabahın kor güneşli ışıltılı aydınlığında elimde kahve kokusu oraya buraya göz atarken bir şarkı dinledim, o andan beri, içimden çıkma gayretleriyle, akıl çeperlerime takılmış duyguların kavga dövüşü ile eğleniyorum.

Meyhane köşelerinde, kum üzerinde, şiirler okunmuş ağaçların gölgesinde, yaz esintilerinin yosun kokularında, alkole bulanmışlığın gecelerinde gözlerime kilitlenmiş gözleri özlemek istiyorum diyor iç sesim...

Ötekide sus ...


18 Eylül 2008 Perşembe

Sadece Bir İmza Mı?

Günü Katık Edeceğim Dedim Bir Kere:))



Müthiş bir sonyaz ...

Keyifli bir sabah yolculuğundayım; geçmişe ve bugüne...

Karşıda, en bi müthişinden müthiş bi yeşil; otlar, ağaçlar...

Tam yanımda, meyvelerini camdan buyur eden; önce yeşil, sonra iri, sonra tan sabahı kızıl, sonra kankarası kırmızı olacak eriklerin ağacı...

O ağaca çarpıp içeri dolan denizin kokusunu taşıyan rüzgar...

Karşıdan selam veren ağaçların dibinde güneşe yüz vermiş böğürtlenlerin diken diken aralığından kafa kaldırmış, inadına tek başına ve inadına hırçın bi fuşya...

Şu an Joan Baez söylüyor; parkaların sıcağında bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta klişe sözcüklerin yankılandığı küf kokulu bir izbede...

Gökyüzü en bi deniz kadar mavi...

Slyvia Plath üzerinden düşünüyorum... Farkedilme ve umursanma üzerine... Ruhların düştüğü, cephelerin sertleştiği, sanmaların tavan yaptığı hallere yani...

Damağımda bir sigaranın dumanı...

Derin yerlerin kilitlerini açıyor, Joan Baez'ın sesinden rüzgarın kokusuna uçuşan her nota.

Moskova sokaklarında, Leningrad soğuğunda ırmak boyunda,
ve eski bir kentin ırmak kenarında...

Bir duvar üstünden ayaklarımı sallandırmış, havaya üflüyorum.

Yanımda şöyle biri olsaydı yalnızlığında; derin uykulara sığınmışlığın gün batımındaki evlerinin akşam yemeğindeki huzuruna ve dağların ihtişamlı yalnızlığına bakarak...

Ve güneşin önce yakın ağaçların, sonra dağların ardından yok oluşunu izleyerek...

Elimde kahve kokusu...
Günü katık ederek kendime; sessizliğin gevezeliğindeki akşamın hayalini kuruyorum.
.......



.......

Bu gece, yıldızların o sonsuz incelikte ışıkları altında,
Ağaçlarla çiçekler serin kokularını serperlerken havaya.
Aralarında yürüdüm, hiçbiri farkıma varmadan.
Uykuya dalmadan düşünürüm de bazen
Ben de onlar gibiyim aslında –
Düşüncelerim bulanır sonra.
Uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana.
Sınırı olmayan sohbet yürürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda.
Ve son kez uzanıp yattığımda bir gün ben asıl o zaman yararlı olacağım:
O gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin

Slyvia Plath
(Boyunayım adlı şiirinden bir bölüm)


Resim: Zerrin Tekindor'un bir tablosu...
Fotoğraf:Benim şehrimin...
Güne katık etme sözüde vili'den alıntıdır:))

Tetiklendim:))



Hayal kırıklıklarım yoktur mesela....
Bir şeyi yaşarken ona çok hayaller yüklemem...
Hayallerim vardır elbette...Ama duygularımın hayalleri yoktur...Onlar karşılıklarını bulduklarında hep akıp gitmiştir.



fotoğraf,sanatçı Ali Kabaş'a aittir.
http://www.alikabas.com/

17 Eylül 2008 Çarşamba

Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı


Sinema; anne babayla gidilen, çocuk yılların serin ve yıldızlı yaz gecelerinin tahta masalı yazlık sinemalarında çekirdek çıtlatılan, soğumaya fırsat bulamamış gazozlarla ''kabuklu kuruyemiş yemeyin'' yasaklarına inat, parmak aralarında öfelenen fıstıkların ağızda bıraktığı tuz tadıysa...

Sokakta bulunmuş film parçalarını tahtadan yapılmış çocukca makaralarda, önlerine bir büyüteç arkasına bir ışık koyup sokağın duvarlarına tebeşirle afişler yaparak, sarı defter sayfalarından biletlerle odunluğun karanlığında mahalleli mahalleli izlemekse...

Bayram harçlıklarının bayramlıkların cebinden iki film birdenli ''10.30'' matinelerinde sinema gişelerine seyriyse...

Karanlık salonda bir gerilim filmine nefesi tutulmuş insanları tıfıl bir fırlamalıkla, en arka koltuktan tahta koridora bırakılmış kola şişesinin yuvarlanırken çıkardığı tıkırtıyla hoplatmaksa... Okuldan tüyülmüş bir filmden çıkmış evinize giderken, bütün yürüyüşünüzü, evde yemek yiyişinizi, yatışınızı, dağın başında yaktığı ateşte fasulyesini pişirip kahvesini içen kovboya döndürmekse...

Dışarıda lapa lapa kar yağarken, bir sinema salonunda birbirinizin sıcağına sarılmış, filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay etmekse... Soğuğun sizi hala sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla gittiğiniz kafelerde memleket üzerine bilmiş bilmiş tahliller yaparken; aslında aşkla sevdiğiniz, bunu her ikinizinde bildiği ama söyleyemediği sınırda sevgililerin, zamanı durdurmak isteyen nefes nefese sohbetleriyse...

Biraz daha büyüyünce; kafeler yerine, gecenin geç bir vaktinde aynı üşümüş ve sokulgan adımlarla, bu kez şehrin çocuk uykusundaki sokaklarında yine birbirinin sıcağına sarılarak eve gitmek; gecenin dilsiz aydınlığında, birbirinin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek ise...

Bir an gelir farkedersiniz ki, bir zamanlar siz de bir oğulsunuzdur. Bir gün, sıcak bir el elinizde, karanlık bir sinemada tarifsiz duygularla bir ilk film izlemişsinizdir. Sonra, yıllar yıllar sonra, bir oğulun ellerinin sıcağı ve sığınmışlığı avuçlarınızdadır. Yan koltukta, karanlığın tedirginliğinde, o mekandan çıkma arzusuyla perdedekilerin renkliliği arasında sıkışmış bir kalbin attığını farkedersiniz. Yüreğinizde sıcacık bir şefkatle yüzünüze hüzünlü bir tebessüm çöker. ''Cinema Paradiso'' budur işte!.. Hiç bitmeyen mutlu bir şarkı.

Bugün, cüzdanıma yer etmiş notları ayıklarken elime iki kişilik bir bilet geldi; Konakplex, salon 2 , 7.sıra, yer no 7 ve 8... Üzerine 22.04.2006 Vahşi Doğa diye tarih atılmış... Bu, küçük oğulun sinemada ilk film izleyişinin bileti... Şimdi! Sadece aradan geçen iki yıl sonra; o çocuğun, kendi beğenilerini oluşturan bir kimlik olarak, kendi insiyatifiyle bir sinema sitesinde profil oluşturup kendi filmlerine yorumlar yapıyor olmasından daha başarılı ne olabilir ki? Bir baba için...

12 Eylül 2008 Cuma

Yüzyılın Deneyi!..Umutlar,Beklentiler,Yaygaralar...


Bu aralar dünya gündemini meşgul eden en önemli konulardan biri Fransa-İsviçre sınırında 25 km çapındaki bir alanda olup bitenler.Yani Big Bang(Büyük Patlama)diğer adıyla yüzyılın deneyi..

Bu konuda televizyonda,internette,orda burda duyduğumuz en yaygın kavramlar:CERN,Büyük Hadron Çarpıştırıcısı,Dan Brown(Melekler ve Şeytanlar),karadelik ve zamanda kırılma...Takip ettiğim ve anladığım kadarıyla deneyi ana hatlarıyla açıklamaya çalışacağım.

Önce deneyi gerçekleştiren kurum olan ve merkezi İsviçre'nin Cenevre kentinde bulunan Cern'den(açılımı fransızca:Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire-Türkçesi Nükleer Araştırmalar için Avrupa Konseyi) başlayalım.Dünyanın en büyük parçacık fiziği labaratuvarı olan bu merkez 1954'te Sovyetler Birliği ve A.B.D'nin fizik ve teknoloji alanındaki gelişimine karşı koyabilmek amacıyla 12 Avrupa ülkesi tarafından kurulmuş.Günümüzde ise 20 asil ve aralarında Türkiye'nin de(Ama Suudi Arabistan'ın da!!)bulunduğu 8 gözlemci üyesi var.10 binden fazla bilim adamı çalışıyor.Cern yüzyılın deneyine 14 yılda hazırlandı ve 10 yıla varması beklenen proje için tam 6.2 milyar euro'luk bir bütçe ayırdı.Bu para nereden geliyor diyebilirsiniz,hemen açıklayalım:Cern'e katılımcı ülkeler her yıl belli bir miktar aidat ödemek zorunda..Bu aidat milli gelir üzerinden hesaplanıyor.Örnek vermek gerekirse Cern'e tam üye olursak bize düşen yıllık pay 15-20 milyon dolar civarında olacak.

Üyeliğimizden söz açılmışken,bu konuda ilk adımı ancak bu yıl 14 Nisan'da gözlemci üye olarak attık.Gözlemci üye olmanın aslında pek bir avantajı yok.Adı üstünde "gözlemci" olarak sadece deneylere belli sayıda bilim adamınızı yollayabiliyor, ve asıl işi katılımcı ülkelerden bilim adamlarının yaptığı deneyleri ancak gözlemleyip, not tutabiliyorsunuz.Tam üyelik için aranan şartların başlıcalarıysa(telaşlanmayın Avrupa Birliği kadar oyalayıcı değiller)20 katılımcı üyenin onayını almak, ve az önce belirttiğim yıllık aidatı ödemek.Asil üye olduğumuzda ise kazanacaklarımız çok daha fazla gibi gözüküyor.Bilim adamlarımız yüksek teknolojili labaratuvarlarda deneylere katılabilecek,kararlarda etkin rol oynayabilecek, ve belki de içlerinden bazıları yeni teknolojiler üretecek.İçerideki yavan tartışmaları bırakıp(yok senin suyun zehirli yok cumhurbaşkanı Ermenistan'a nasıl gider vs.)biraz bu konuda yoğunlaşsak; çok daha yararlı olacak gibi görünüyor bana.

Gelelim deneyin taslağına...Yüzyılın deneyinde amaçlanan,yerin 100 metre altında açılan 27 kilometrelik yuvarlak bir tünelde,zıt yönlerden gönderilen iki ayrı proton demetini, ışık hızının %99.99999..'u gibi bir hızla çarpıştırarak, evrenin oluşumuna neden olduğu öne sürülen Big Bang'in bir anlamda minyatürünü yaratmak.Bu sayede doğacak enkazdan yararlanılarak, büyük patlamadan bir kaç saniye sonraki şartlar oluşturulacak, ve maddenin kütlesinin nereden geldiği,maddenin anti maddeye karşı nasıl galip geldiği(evrenin %75'i gerçek maddeden oluşurken,anti madde oranı yalnızca %25)ve evrende daha fazla boyut olabilir mi gibi sorulara cevap bulunmaya çalışılacak.Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nı yazının bu bölümünde devreye sokabiliriz.Çünkü az önce bahsettiğimiz çarpışmayı yaratacak olan,süper iletken mıknatıslarıyla bu çarpıştırıcı olacak.Zıt yönde ilerleyen proton demetlerinin yollarını kesiştirerek çarpışmayı gerçekleştirecek.Deney sırasında tüneldeki sıcaklık mutlak sıfır olan -271 derece olacak.Bunun sebebi ise büyük çarpıştıma işlemi sırasında güneşin 100 katı büyüklüğünde bir ısının ortaya çıkacak olması.

Deneye karşı çıkanlar ve savlarına gelecek olursak:Başta Melekler ve Şeytanlar'ın yazarı Dan Brown geliyor.(Açık söylemek gerekirse popüler kültürle aram pek iyi olmadığından kitabı okumadım)Brown kitabında,çarpışma sırasında çıkabilecek herhangi bir aksilik halinde Dünya'yı içine çekebilecek büyüklükte bir karadeliğin oluşabileceğinden bahsediyor.Cern'li uzmanlara göre karadelik hatta karadelikler oluşacak; fakat bunlar mikroskobik boyutlarda olacak ve varlıkları sadece mikro saniyeler sürecek,daha sonra kendiliklerinden yok olacaklar.Dünya'yı içine çekebilecek büyüklükte bir karadelik oluşması için deneyde kullanılacak enerjinin trilyon katı büyüklükte bir enerjinin açığa çıkması gerekiyor.

Bir başka uyarı da Rus ve Avusturyalı bilimadamlarından geldi.Einstein'ın ünlü E=mc2 denklemine göre bu deney, uzayda ve zamanda bir kırılma yaratabilir. Böylece bir zaman koridoru açılarak zamanda yolculuk bile yapılabileceği iddia ediliyor.Tabi bunu tehlike mi yoksa umut olarak mı görmeliyiz; orasını kendi hesabımda çözemedim.

İşin mizah bölümüne gelecek olursak bu konuda internette,deneyle ilgili haberlerin altındaki yorumları okumanızı tavsiye ederim.Deneyin başladığı gün(henüz sadece küçük denemeler başladı,büyük çarpışma 21 Ekim'de)yani 10 Eylül günü,tesadüf üzeri meydana gelen 6.1'lik Basra depremini deneye bağlayanlardan,"Göz göre göre Dünya'nın sonunu getiriyorlar"diyenlere;hatta biraz daha abartıp:"Bugün bizim şehrin üstünde acaip bulutlar dolaşıyor.Müthiş rüzgar çıktı.Ben sizi uyarayım hiç hayırlı olmadı bu iş!"şeklinde yaygara koparanlara bile rastlamak mümkün.Ancak endişelenmeyin(!)en umutsuz anlarda bile Superman'ler bizi kurtarıyor..

"Endişelenmeyin kıyameti ancak Allah yaratabilir!Kur'an'da insanın bu güce sahip olduğu yazmıyor."deyip, bizi yatıştıranlar da yok değil,hani!Kur'an da yazmasa yandık yani!

Bazılarına içimden"Ulan en basitinden yolda yürürken yere tükürürsünüz,elinizdeki çöpü çöp kovasına atmazsınız,ağaçları kazır,dalları koparırsınız.Şimdi mi aklınıza geldi dünyanın güzelliği,şimdi mi sardı dünya'yı kaybetme korkusu?"diye sormak gelsede, gittikçe Recep İvedik'leşen toplumumuzda bu çabamın yankılanıp bana geri döneceğini bildiğimden; ya da, belki de asıl korkumuz tatlı canımız olduğundan, şimdilik sessiz kalıyorum.

Yeni şeyler denemeden, yeni şeyler öğrenemezsiniz diye bir söz var.Bu sözün yolundan giderek ve aramızdaki bilim adamlarındansa gerçek bilimadamlarının endişelerini göz önüne alarak, deneyin sonunu merakla bekliyorum.Eğer facebook'la ilgileneniniz varsa,facebook'un yalnızca laklak yeri değil, aynı zamanda her konuda bilgi edinebileceğiniz sosyal bir ortam olduğunu (tıpkı Cern'in bulduğu ve facebook'un da içinde yer aldığı www(world wide web) gibi) ve Cern'le ilgili gruplara üye olarak yüzyılın deneyi hakkında da bilgi edinebileceğinizi(zaten biliyor olsanızda)tekrar hatırlatmak isterim.Herhangi bir aksilik çıkmadan,insanlık adına yararlı bir deney olması ümidiyle :)....

11 Eylül 2008 Perşembe

Into The Wild...''Yaşamak'' İçin Ölmek Bu Olsa Gerek!..


Hollywood'un asi çocuğundan(Sean Penn) sinemaya uyarlanan gerçek bir yol hikayesi…

Alaska: Yani bir şekilde varılası nokta, yani özgürlüğe ancak mutlak sıfatı yanına yapışınca “özgürlük” olarak bakan zihnin, limitsiz coğrafyada arınmış bedeninin konuk olacağı mekân.

Bu mekân için verilen uğraşta, sadece onun sahip olabildiği imrendirici bir yaşam görüşü. Görüş ki; tüm engelleyici ve yönlendirici hedelerden uzakta tek başına şekillenmiş, temelinde sadece “güç” ve “özgürlük” ögelerinin yattığı anlayış...

'Amerika’nın en sağlam üniversitelerinde bir genç beyin saplantısıyla mı?' başladık filme derseniz; yanıldığınızın farkına varmakta geç kalmazsanız. Bir üniversite öğrencisinin hayalleri değildir; ya da bu kalabalık, bu gürültülü yaşayıştan kaçışı... En barizi, "basit" bir kaçış hikayesi değildir bu... 25 binlik bir meblağın bağışıyla başlar. Sonra külüstüre atlar. Geri kalan parasından geride kalan da; bir ufak kül birikintisidir.

Düşünürsünüz, düşündürür!

Meteliği kalmamış bir adam ne yapar? Hem de geri dönüş için çok geçken...

Oysa para; sadece paradır!.

Toz toz yollar, sırtında bir kaç parça eşya... Özgürlüğü; uçsuz, sakin ve çoğu kez acımasız, fakat her şeye rağmen yaşanılası doğada arar… Keşke ve belki ile başlayan tüm cümleleri katleder... Aşkı dahi fethetmiştir o. Burnuna en natürel havayı çeker. Gencecik bedeninde el değmemiş rüzgarları hisseder. Kimsenin hürriyeti değildir; lakin, hiç kimse de değildir sanırım!.

"Yaşamak için ölmek bu olsa gerek"...

Bu kişisel kaçış hikayesinde, omuzların üzerindeki o kafadaki iyimserlikle, mutlulukla ve inanılması güç cesaretle gurur duymamak imkansız.

Tam 122 gün!.

Dahilinde geride bırakılan aile bireyleri arasındaki yaklaşıma dikkat edersiniz!.. Acı ve kaybedilen; aradaki bağları bir bir işler. Ve onarır!.

Uzun süredir traş görmemiş çehreye, kirli ve dalgalı saçlara, her seferinde biraz daha bollaşan pantolona hiç bu kadar dikkatli bakmamıştım.

Ya sonra?

Beyaz derinin altındaki fırlamaya hazır elmacık kemiklerinin ve mavi gözlerin, yine o özgür mavilikle sonlandığı ana yutkunamamak yok mudur?:(

Manhattan


Modern toplum üzerine, son derece kapsamlı bir kitapmış gibi etkili tasvirleri ve diyalogları olan, olağanüstü bir görüntü yönetimine sahip; entellektüel çevrelerdeki ya da kendini öyle yaftalamış, öykünmüş, insan türleri üzerine etkili ve doğru tespitler içeren güzel ve özel bir filmdir.

Modern insanın sanki olmazsa olmazmış gibi sırtına yüklenen entellektüel zevklerle, kadın erkek ilişkilerinin tüm hallerini, bireylerin farklı farklı maskelere saklanmış gerçek zaaflarını, eksikliklerini, çok olağan ve insani bir şekilde ortaya koyar.

Zaten durumların kendileri mizah olduğu için; ekstradan bir komikliğe gerek duymadan, sürekli tebessüm ettirirken düşündürten; birey üzerine etkili bir filmdir. Ve şaşılası durum şudur ki, filme bütün tempoyu veren yoğun ve dolgun diyaloglardır. Her bir ilişki ya da davranış: Sizin de gördüğünüz, bildiğiniz ama üzerine belki de düşünmediğiniz hallerin, tanıklıkların, göz önüne serilmesidir.

Manhattan : Modern insanı anlatırken, Gershwin'in olağanüstü müzikleri eşliğinde eski siyah beyaz filmlerin görkemine saygıyla ''postmodern'' çağı harmanlayan,ve size çok hoş bir Merly Streep sunan, hoş bir sinema örneğidir de aynı zamanda...Öneririm.


Tür :Dram / Komedi / Romantik
Yönetmen :Woody Allen
Senaryo :Woody Allen, Marshall Brickman
Oyuncular :Woody Allen, Meryl Streep, Diane Keaton, Mariel Hemingway, Michael Murphy, Anne Byrne Hoffman, Karen Ludwig
Görüntü Yönetmeni :Gordon Willis
Süre :1 saat, 36 dk.

7 Eylül 2008 Pazar

Derrick Rose...Yeni nesil oyunkurucu!


Açıkçası 2003 Draft'ından bu yana kalbimizi hızla çarptıracak,tamam bu çocuk gelecek 10 yıla damgasını vurur diyebileceğimiz fazla kimse gelmedi NBA'ye. Yakın tarihte LeBron'lu, Wade'li, Carmelo'lu, Bosh'lu hatta Kirk Hinrich'li(ki Rose'dan sonra onun Chicago'daki durumunun ne olacağı soru işareti) 2003 draftıyla boy ölçüşebilecek zaten bir tek 96 yılı var. Kobe, İverson, Ray Allen, Marbury, Nash, Jermaine O'neal diye uzayıp giden bir listeye sahip. 2003'ten sonrasını hatırlamak gerekirse; 2004'te Dwight Howard, Josh Smith ve İguodala, 2005'te Deron Williams ve Chris Paul,2006'ya hiç bulaşmasak daha iyi!(belki Brandon Roy'u sayabiliriz) ve 2007'de Kevin Durant ile Greg Oden iyi kötü bir yerlere gelmiş ya da gelebilecek isimler olarak göze çarpıyor. Bu seneyse bu isimler arasına yenilerin katılması olasılık dahilinde görünüyor. Drafttaki ilk üç sıra Derrick Rose(Memphis), Michael Beasley(Kansas St.) ve O.J Mayo(South California)... Bense yalnızca birinden, birinciden bahsedeceğim.

Steve Nash ve Jason Kidd'in son baharlarını geçirdikleri ligde oyun kurucu mevkiinde bir taht kavgası başladı diyebiliriz. Zirveye çıkmaya en büyük adaylar şu an için Deron Williams ve Chris Paul. Henüz selefleri kadar keskin pas sezileri olmasada asist ortalamalarını her geçen yıl arttırıyorlar. Bir başka avantajları da daha atlet olmaları.

Atletizm ve gardlar demişken esas adama gelelim. Rose'un nasıl bir atlet olduğunu güzel memleketimin gülü seven dikenine katlanır misali bizden mahrum bıraktığı Youtube'daki videolarını izleyerek görebilirsiniz. Zaten en önemli özelliği çembere doğru süzülüp havadayken yaptığı asistler; ancak bu etkileyici smaçlar vurmadığı ya da bitiriciliği olmadığı anlamına gelmiyor. 1.90 boyunda bir gard olmasına rağmen Memphis Üniversitesi'ndeki ilk ve tek sezonunda 4.5'luk bir ribaund ortalaması yakaladı. Çok yönlü oyununu NCAA Finali'nde de gösterdi ve 18 sayı,8 asist,6 ribaund yaptı. Çaylak bir oyuncu için NCAA Finali hiç de fena değil(her ne kadar şampiyonluğu Kansas'a kaptırsalarda)

Rose bu sene draft için yapılan tahminlerde hep 2. plandaydı. Çünkü Michael Beasley adında bir adam ortaya çıkmış ve NCAA'in normal sezonunu 26.2 sayı ve 12.3 ribaund gibi istatistiklerle bitirmişti; ancak sezon sonunda draftta 1 numarayı ve liderlik testini kazanan finallerdeki müthiş performansıyla Rose oldu.

Rose'u atletizmi, müthiş driblingleri, alçak gönüllülüğü, konsantrasyonu ve baskı altındaki sağlam duruşuyla Wade'e benzetiyorum. Endişelenmeyin Rose'un şutu Wade'in ilk yılıyla karşılaştırdığımızda ondan çok daha iyi durumda! Miami'de beraber oynama ihtimalleri de vardı; ancak Chicago zaten doğma büyüme Chicago'lu olan ve Bulls forması giymek istediğini her fırsatta söyleyen Rose'u birinci sıradan seçim hakkı avantajıyla Heat'ten önce kaptı.(Bu öyle büyük bir avdı ki Miami'nin Rose'a karşılık Wade'i Chicago'ya teklif ettiği bile söylendi) Ki şahsi fikrim Wade'le Rose'un yanyana oynaması çok da akıllıca olmazdı. Aynen oyun kurucu mevkiinde Hinrich'i olan bir takımın Rose'u alması gibi!...

Neyse, mantık karmaşasını bir kenara bırakalım. Öyle ya da böyle artık Nba'de gard kavramı gün geçtikçe değişiyor. Yeni nesil gardın tam tarifi ise Derrick Rose'da gizli! Wade ile benzeştirdiğim bu genç gardın eğer yüreği de Wade kadar büyükse ve Chicago'nun yeni koçu Vinny Del Negro(son 2 yıldaki 3. koç!) yetenekli ama bir türlü takım olamayan toplululuğa birşeyler oynatabilirse şampiyonluk için çok bekleyeceğini sanmıyorum Rose'un. All-Star'mı? Oldu bilin :)

Kırıkkale Üniversitesi Yurt Arama


Bizim fakültede yaptığımız gezintiden, biraz daha yanında kalsaydık sevgilinin dozunda bir vedalaşmayla ayrılıp, kısa bir kampüs turu atmaya başladık. Ucuyla bucağı arasındaki mesafe orta ölçekli bir kıta kadar olan üniversitenin tüm alanlarını gezersek akşama evde olamayız hissiyatından turu erken kesip, kent merkezine doğru yol almaya başladık... İlk savaşı başarıyla halletmiş ordunun neferleri keyfinde ufak bir ganimet dağıtımı yaparak, bazı tereddüt ve ön yargılardan kurtulmanın gevşemişliğiyle ikinci harekat için düğmeye bastık... Her türlü çalımlarımıza rağmen elimize tutuşturulmuş broşürlerden birinin yolumuz üzerinde olma avantajını gözeterek, ''bi bakalım ya'' düşüncesiyle ziyaret etmeye karar verdik.

Adı: Sonu köşklü biten, şarkıların katledildiği, kadın eli değmemiş koca koca adamların gönlüm çeker Paris Hilton deyip bulduklarını arşa alaya çıkardığı, renk renk ışıkların sisine dumanına gömülmüş hayat hikayelerinin tozu dumana kattığı pavyon adlarını çağrıştırıyor olması hasebiyle içlerimizde bir geğirme hissi yaratsa da, bakmakla bi şey kaybetmeyiz, bi tur atıp nasıl yanıyor xxx köşkün lambaları bi bakalım dedik... Yol üzerinde sağ kanada dikkat kesilip, yelken direğindeki gözcümüzün ''sağda saat üç yönünde gözüktü,'' demesiyle; yol ağzına bağdaş kuran, arkadan gelen arabalara: ''Ne diyonuz lan ! Buraları da babam almıştı; bizim'' rahatlığındaki amcanın durup bir göz atmayla: ''Yok aga bura benim hayalimin mekanı değil'' cümlesinden ibaret son sözü üzerine bu yurttan vaz geçerek rotayı eski haline döndürüp, ilk hedefimiz ad soyadlı yurttur diyerek devam ettik...

Ana yoldan ayrılın diyen ad soyadlı işaret levhasından girip, sora sora Bağdat bulunur sözü kulağımızda küpe, biraz zorda olsa yurdu bulduk. Oğlana da tembihledik ama: ''Eğer burada kalırsan sabahları işaret koymak için yanına ekmek almayı sakın unutma,'' diye!..

Üç binadan oluşan yurdun dış kapısındaki görevlinin nezaretinde gittiğimiz yönetim bölümünde yakın bir alaka ile karşılandık. Kısa bir hoş beşten sonra binayı gezmeye başladık. İki kişilik odalar, tek kişilik odalar, üç kişilik odalar, içinde duşu olan odalar, içinde duşu olmayan odalar derken; bir odayı beğendik. Çok içimize sinmese de önceden yaptığımız araştırmaların nelerle karşılacağımız konusunda kafamızda oluşmuş notlarına baktığımızda, bulacağımızın en iyisi olacağı konusunda bir şüpheye mahal bırakamaksızın; tabi sosyal ve yemek alanlarını da görerek, içimizden bir karar oluşturduk. Oğlan da; özellikle bazı yurtlardaki abiler konusundaki efsaneleri okuduğundan internette; razı gelir bir hale büründü. Tabi içe sinmezliğin bahanelerini de oluşturmayı ihmal etmedik. Ne güzel işte aynı bahçede kız yurdu da var, birlikte ip atlar, sek sek oynar, dans edersiniz gibi gereksizliklerde ifade bulan kem kümlü bir şaşkınlıkta kendimizin bile zoraki güldüğü espriler de yaptık .

Fiyatınız ne? Sorusuna: Şu olursa şu, bu olursa bu, o olursa şu fiyatlarını aldıktan sonra,ödeme nasıl oluyora aldığımız kredi kartına on taksit cevabı... Aklımızdan bize uyar teyidi... Benim son kontrol olarak, mekanın seçimlerde kime oy vereceğini anlamak maksatlıymış gibi, içinde hiç bir şüpheci tavır barındırmayan sadece sosyolojik tespit amacında bir poza kamufle edilmiş istihbaratçı çaktırmazlığındaki sorum: Hangi bankayla çalışıyorsunuz? Bu soruya , lan bu herif bizi açık etti korkusuyla, biz onlardan değiliz de sadece ticari avantajları nedeniyle tercih ediyoruz izlenimi yaratmaya dönük bir savunma içgüdüsüyle şu banka cevabı: Doğal olarak, benim gibi bir dakikada insanın tepeden tırnağa filmini çekip teşhisini koyup notunu verebilme yetisine sahip biri açısından ne sonuç yarattırsa, o sonucu yarattı. Ancak o ana kadar gördüklerimiz içinde en iyisi olduğundan; bir süre sonra ev tutarız, olmazsa sana Kırıkkaleyi alırız avuntularıyla gönlümüzü ve gönlünü ferahlatıp Mussano'nun; çaresizliğin not defterine yazdık burayı efendim. Biz bir düşünelimi kendimize kalkan yapıp, mecbur kalmazsak buraya dönmeyiz anlamına gelen görüşmek üzere, teşekkürler vedasıyla; başka yurtlar aramaya yelken açtık.

Hiç yoktan iyidirin şefkatine kendimizi bırakarak, kent merkezine doğru gözlerimiz sağda solda yeni yurtlar bulma niyetiyle ilerlerken, bir dondurmacının önünde; Dur emri verdim!.. Erkek yurdu arıyoruz şöyle şehir içinde deniz manzaralı, bahçeli, jakuzili, yüzme havuzu olan bir yer modunda sormuş olamalıyım ki, dondurmacı kadın: Şimdi dondurma satarken bu zumzukla uğraşmim edasında, ben de buranın yabancısıyım deyip olası tüm sorulardan tek bir cevapla kurtulurum sandı . Yemezler bacım, tezgahın alıcı tarafında olsan belki yerdim de, o tarafta olunca, bu en azından yaz başından beri burdasın demektir. Yaz başından beri burada olmak, en geri öğrencinin bile hatmetmesi konusunda kısa kalan bir kenti ezberlemiş olmak demektir. Bütün bu kanaatlerime rağmen dondurmacı kadının bu mübarek günde kanter içinde kalmasını istemiyen benim yufka yüreğim, torunlarına küllahta dondurma almakta olan iki temiz yüzlü ihtiyarın şehrin merkezinde bankalar caddesi civarında bulabileceğimizi söylemeleri üzerine rotayı derhal o istikamete çevirip, söz konusu yerde arabayı uygun bir yere park ettikten sonra, sora sora bağdat bulunurun imkanlarından da yararlanarak şehrin merkezinde bir yurt bulup kapısından içeri doğru süzüldük.

Merdivenin başında bizi karşılayan kişiyi görünce, canımız ciğerimiz abimiz Memati'den hamili kart yakinimdir yazılı bir belge almamış olmanın pişmanlığını bağrımızın orta yerine bastık...

Adı yurt koyulmuş mekanın aslında pasajdan bozulmuş, dükkanların vitrin camlarına perde asılarak oda haline getirilmiş, kışın oğlanın buzdan heykeliyle karşılaşacağımızdan şüphe duymadığımız, servis imkanı olmayan, duşu tuvaleti eski pasaj ya da iş hanı neyse esnafının ortak ayak yolu olduğunu bağıran mekandan oluşmuş banyo tuvaletli yurdumsudan, çok kısa süreli bir ziyaretle ayrılıp, elimizdeki son kozu oynamaya karar verdik.

Son kozumuz da şudur: Mussano'nun teyzesinin, bu bankada gerektiğinde size yardımcı olacak şu kişi var diye adını verdiği bir meslektaşı... Rotayı o tarafa çevirip bankaya girdik. Falanca beyi sorup katını öğrendikten sonra yanına vardık.

Kırıkkale'nin her noktasında karşılaştığımız yakın alakayı bu şubedeki herkesten de gördük; polis evi dahil olmak üzere oğlanın kalabileceği her kapı zorlandı. Bu esnada biz de fikrimizi, eğer gönlümüze göre bir yer bulamazsak nere olur konusunda aydınlatmaya başladık. Bankadaki tüm personelin işlerini bırakıp bize yönlenmeleri sonucunda, daha önce okula yakın bir bölgede bulunan daha sonra yurt kura satılan Hilton standartlarındaki bir yurdun eski koruma görevlisine ulaşıldı. Onun tamam abi on dakkaya ordayım dan ibaret, ama anlamı bu iş tamamdır netliğindeki cevabından sonra... Fazla uzatıp okuyucuyu da yormim, rüyalarımız gerçek oldu efendim. Bu canımız ciğerimiz olmayı başaran kardeşimiz bizi öyle bir yere götürdü ki, oturup istediklerimiz bunlar deyip şipariş vermiş olsak ancak bu kadar olurdu. Gerçi olay yerine vardığımızda şu duygularıda yaşamadık diyemem. Binaların önüne geldiğimizde ve ilk gördüğümüz anda kafalarımızda hesap makinasının şakırtılı sesiyle rakamların kendilerine yer bulma çabaları, bir birleriyle kanlı bıçaklı bir meydan savaşına girişmedi değil... Her birimiz ayrı ayrı ama yaklaşık aynı rakamlara ulaşan bir tahmin içindeydik. Sonuçlar konusunda birbirimize bir şey söylemesek de, rakamsal anlamda diğerlerini katladığımız biliyorduk da çapı konusunda bir fikrimiz yoktu...

Erkek kısmı yan apartman (pardon rezidans) diyerek yan binadan içeri buyur edildik. İçeri girdiğimiz andan itibaren dışarda aldığımız etki katlandı tabiki... İki cümlelik girizgahtan sonra, yerleri kalmadığı ama bir yerin durumunun şüpheli olduğu konusunda bilgilendirilerek, olmazsa yeni binadan ayarlarız garantisi eşliğinde tüm katların aynısı olduğu söylenen bölüme geçtik. Şura yatak odası, şura banyo, bunlar bilgisayar masaları, bura amerikan mutfaklı salon, bu televizyon diye anlata dursun arkadaş; biz kafamızdan tamamdırı oluşturmuştuk zaten...

Kafamızda evet budurun mutabakatı varken, adettenedir diye fiyatı sorduk. Ama biliyorum ki, ben hayır desem bile yeğenlerin ayaklarına kırmızı halı sermekten imtina etmeyen amca/dayı: ''Abi gerekirse kira karşılığı arabayı bırakıp yaya döneriz diyecek!..'' Öyle bir yer yani...

Rakam söylendi. Bu kez bizde tersine bir şaşkınlık oluştu, rahatlamanın verdiği şımarıklık hemen kendini gösterdi, kafamızda çoktan tutuğumuz mekan için pazarlığa başladık efendim.

Biz pazarlık ederken,bizim Mussano görücüye geldiğimiz evdeki kıza hiç bakmadan hayır diyecek kurbanlık halinden kurtulmuş, ya bu kızı alırsınız ya da şuracıkta bileklerimi keserim modunda... Korkma lan tamam tutacağız diyeceğiz ama, uzun yıllardır ticaretin içinde olmanın heycanının keyfini yaşamaktanda uzak durmak istemiyoruz abi kardeş. Dolayısıyla, çoktan belli olmuş rengimizi belli etmemek için gösterdiğimiz çaba ,oğlanı geriyor. Tuttuk efendim daireyi, oğlan sadece bavulunu alıp gidecek; o kadar yani... Fiyatın çok makul olduğunu her hangi bir özel yurda oğlunu ya da kızını kaydettirme zorunda kalan, niyetinde olan her velinin çok az ilaveyle tutabileceği bir mekan. Bizim bilinçli tercihlerimizden biri Kırıkkale olmasına rağmen yaşadığımız kaygıları göz önüne alarak üniversite çevresinde yurtkura ait yurtların karşısındaki bölgede bu özelliklere sahip çok sayıda kaliteli kız ve erkekler için özel yurtlar olduğunu belirtmek isterim... Ve ayrıca, önümüzdeki yıllarda öğrencilerin ve velilerin bu üniversiteyi de göz önünde bulundurmaları adına yazdım tüm bunları. Eğitim kalitesi nedir konusunda şu an bir şey söylemem mümkün değil, ama zaman içinde yaşadıkça onları da yazarım. (AB standartlarına haiz olduğu, Avrupa Üniversiteler birliğine kabul edilmiş olmasından anlaşılabilir mi, henüz bilmiyorum...) Biz şu an mutlu mesuduz, içimiz her anlamda rahat, bunu biliyorum. Darısı başlarınıza... Son söz, bizim rezidans ''Hocanım'' okula sadece 300 metre mesafede... Evinizden okula gönderseniz bu kadar rahat edemez çocuğunuz, tabi eviniz okulun karşısında değilse... Sadece derslerine yoğunlaşabileceği, hafta sonunu isterse Ankara'da geçirebileceği (sadece bir saatlik bir mesafe) güzel bir kent, güzel bir okul ve ev...Daha ne olsun:))


Nasıl bir üniversitedir bu diye merak ederseniz de bu linki tıklayın

4 Eylül 2008 Perşembe

Kırıkkale Üniversitesi Okulla Tanışma


Öğleden sonrayı sabah sanan oğulun nasıl kalkar endişeleriyle kucak kucağa uyudum, uyandım gece boyu... Sabahın en sabahında çıkarsak yola, sebzelerin dibinde, ağacın gölgesindeki masada akşam yemeğine katık ederiz dedik macerayı... Plandaki ufak sapmaya rağmen, sabahın körünün ayazında uyandık hep birlikte; ben, amca ve oğul... Akşamın tembeline yatanın (ki bu amca) duşu traşı derken, saat 5.35'de planlanandan 35 dakika rötarla, koyulduk yola...

Baba oğul, sabahın Sibirya'sında döküleceğimiz için yola, bu yetmezmiş gibi amcanın bedeni ısıyı mevsim normallerinden 5 ,10 derece daha yukarda hissettiği için, açılacağından ufacık bir kuşkumuz bile olmayan klima yüzünden yazın göbeğinde, kat kat giysilerimizi giyip, tişörtleri yedeğe alarak bindik arabaya... Yol keyfimize limon sıkılmasın diye ne çalan müziğe, ne klimanın soğuğuna ses çıkarmama konusunda sessiz bir mutabakatla erkenin radarsızlığından yararlanıp, limit üstü bir süratle salınıverdik Ankara yoluna...

Annesi daha hamileyken ve doğum yaklaşmışken, bir arkadaşın ''ne hissediyorsun?'' sorusuna; ''hayatına, onun için endişe duyacağın biri daha katılıyor'' yanıtının oğulu ne çabuk büyüdü de buralara geldi diye düşünürken, akşamdan azığımızı çıkınımıza koyan halanın tatlı tuzlu pastalarıyla oğul, arkaya kuruldular.

Evin bahçesinden çıkıp denize kıvrıldığımızda, alın işte size fotoğrafın kralı diyen gökyüzünün tan kızıllığından teğet geçip, kendi mevsimini kendi yaratan amcanın klimasının buzullarından kaçıp, kendi coğrafyalarımızdaki küresel ısınmanın kavrukluğuna sığınarak ve kollektif müzik dinleme zorunluluğundan kendi kulaklığına sıvışan oğulun, yastıklara kıvrılıp ön camdan dışarı çıkmasın diye bacaklarınıda toplayıp özerkliğini ilan etmesiyle, kendi cumhuriyetimin sınırlarına çekilip azık torbasının keyfini çıkarmaya başladım.

Yol boyunca, çıkarsal bağımlılıklar çerçevesinde karar mekanizmalarından ortak akıllar çıkarıp uygar tutumlar takınarak, hem bağımsız kalmayı becerip hem de kavgasız gürültüsüz kilometreleri tüketmeyi başardık. (Helal olsun bize:))

Gerçi arada bir kaptan şöförümüze ''lan bak çizgi ihlali yaparak solladın; arada bir de sağda yol olduğunu hatırlasan'' gibi cümleler sarf etme isteği duymadım değil! Ama adam oruç. Sorumlu ve barışçı bir abi olarak, edeceğimiz kavgalarda ''Oruç ağız beni konuşturma,'' daha barışçı bi tonda ''orucum da abi ondan'' gibi siperler kazma gereği duymasın diye dilimi tutup, amcayı kendi haline bırakmayı uygun buldum.

Az gittik uz gittik. Kimine solu biz çektik, kimi bize sol çekti. Hatta bir yerde, biz önümüzdekine solu çekmişken arkamızdan gelip üstümüzden atlamayı başaramayan bir Felipe Massa; Doğan görünümlü Ferrari'siyle bize sağ çekip, ''bi de yolun ortasında durup trafiği aksatmaya utanmıyomusunuz lan'' diyerek, parmağını gözümüze soktu. Ben şimdi senin diye başlayıp emekliye ayrılmış Michael Schumaier' i pistlere döndürme moduna döneceğinden şüphe duymadığımız amca: Massa'nın arabasına duyduğu saygıdan mıdır? Ya da ''lan şimdi o arabayla ben!'' diye düşünüp, yakıştıramadığından mıdır? Yoksa, ''0 moda geçersem kesin abim şarlar, kürsüdeki politikacı gibi sallar durur, kafamı bütünüyle şey eder'' durumunu fark edip, klimasına kadar müdahaleyle ''bilmem kaç sene evvel de şöyle yapmıştın, gözünün üstünde kaş da var senin''lerle süregidecek bir savaştan; akıllı bir strateji güderek, ''zaten direksiyon da benim elimde'' diye düşünerek mi dokunmaktan vaz geçti gaz pedalına, bilmiyorum. Yoksa allah affeder o affetmezdi.

İç sesi mutlaka : ''Bu yolun keyfini yan koltukta oturan yüzünden kaçirmim, bi adamı sileceğiz diye yandakinin çenesine çizilmim'' diyerek, ne halin varsa göre bıraktı Doğan görünümlü Ferrari'nin Felipe Massa'sını sanırım. Ya da mübarek günlerde olmanın bağışlayıcılığı çöktü üzerine... (Akşama çok var daha, bakıp göreceğiz)

İnsan oğlu kuş misali; bir baktık ki yıllar boyu hep teğetinden geçtiğimiz , yol kenarında dizili kondulardan, bir de Magirus minübüslerinden ibaret saydığımız Kırıkkale sınırlarındayız. Çevre yolunda Kırıkkale ayrımını son dakikada kaçırmamız bile umrumuzda olmadı, hayret! Dönelim mi dönmeyelim mi üzerine biri iki cümlelik toplantımızdan sonra, nasıl olsa bir ayrım daha vardır diyerek, tekrar kendi cumhuriyetlerimize çekildik. İkinci yol ayrımından şehre doğru salınınca; "a aa burası otogar, otobüse buradan binerim, aa o hamburgerci de var. Bak baba xxx yurdu'' diyen oğula, ''tamam len, kayıt işini halledince bakarız''... Yol ararken kavşaklarda bile evin rahatlığında hareket eden amcaya ''kenara çekip de baksan neye bakınacaksan'' uyarılarıyla komutayı ele alıp, ''dur şurada da bankayı taksiciye sorim'' dedim. Arabadan inip sıra sıra dizilmiş dondurma bahçelerine dikkat kesilerek, mahalle baskısı denen ön yargının sesiyle ''Selamünaleyküm, falan banka nerde acaba?'' diye sordum. Taksicinin kibar ilgisinin tarifini heybeme koyup ikinci ışıkların göbeğinden sola dönüp, tünelden uzama rotasından hareketle bankalar caddesi denen yere geldik. İlk izlenimlerimiz tüm ön yargılarımızın ötesinde bir kentte olduğumuz mutabakatında... Bankaya, devletimize helalı hoş olsun paraları saçıldıktan sonra, kim olduğunu bilelim diye internet köşelerinde tarumar olduğumuz okula doğru yola koyulduk. (İkinci öğretimiz de o yüzden, özel okula gitse daha mı karlı oluruz acaba hesapları yaptıktı, harcı gördüğümüzde)

Kıraçın ortasında bir okul olduğunu bilmiştik, ama kıraçın bu kadar güzel görüneceğini tahmin etmemiştik. Kapısından girdiğimiz andan itibaren; ''ben Andolu'nun göbeğinde yeşeren bir fidanım. Burada, bu üniversitenin çağdaş ve gür bir orman olması için çaba koyan insanlar var'' diye bas bas bağıran bir kampüsle karşılaştık. Olmuş bitmiş, sonradan görme şıklıkların güzelliğine bakanlardan değiliz. Olmanın samimi gayretindekileri daha çok severiz. Daha coşkulu nidalar atma zamanımızdan önceki saatlerde, gördüklerimizle kucaklaştık hemen oracıkta... Araba kalabalığının olduğu yere arabayı bırakıp, kimsenin kimseye fikrini beyan etmediği bir ''iyiymiş lan burası'' sessizliğinde kayıt bürosuna doğru, başladık tırmanmaya... "Aha!" dedik kalabalığı görünce; ''akşamı buluruz biz''... Umduğumuza değil bulduğumuza sevindik bu kez...

Bizim fakültenin adını çağıran güvenlik görevlisi, "sizin plakanız artık yeşil, geçiş önceliğinden yararlanabilirsiniz"in ilk sinyalini mi verdi ne? Diplomat yazmış da facebook'una bizim Mussano:))

Neyse efendim, kayıt tamamlanıp oğlan elinde eşantiyon poşeti, kapağında doğru adrestesiniz diyen bir Atatürk resmi olan tanıtım kitapçığıyla, artık resmen üniversiteli olduğunun tescili kimlik kartı elinde geldi. Amca ve ben; lan bizim oğlan bir kapıdan bizim Mussano olarak girdi, öbür kapıdan büyümüş çıktı telaşında, biraz da "ya bu bizim oğlan mı" şaşkınlığında yurt arama maceramıza başlamak üzere, yol üzerinde elimize kağıtlar sıkıştırmaya çalışanlara çalımlar atarak arabaya doğru yürümeye başladık. Tam bizim fakültenin önünden geçerken"hadi girip bir gezelim," dedik. Daha kapıdan girip oradaki görevlilere "gezebilir miyiz" diye sorduğumuzda gördüğümüz nezaket, buranın bir sahibi var duygusunu hakim kıldı bizde... Sanki hiç ders yapılmamış gibi, pırıl pırıl ve modern bir bina ve tertemiz sıralara şaşkınlıklarımızı sunarken; biz de işi gücü bırakıp kıyıda köşede bir yere bir sandalye atıp burada otursak mı duygusuna büründük.

"Kantin nerede? A şurasıda bak Erasmus ofisiymiş, bak işletme, bak iktisat, bak kamu yönetimi" derken bizim kata geldik. Duvar panolarındaki hakimiyete bakınca, bu fakültenin (karizmatik) agası kim belli oldu. O ara amcanın kollarına uzanıp kapattık efendim; uçacaktı da! Sonra açık bir kapıdan içeri süzüldük. Nar çiçeğine yakın çok hoş bir kırmızının hakim olduğu harika bir salonla karşılaştık. ''Aaa sinema salonuda varmış ne güzel! Tıpkı falan sinemaya benziyor, helal olsun adamlara'' derken, oğlan:''Kendinize gelin ya burası anfi!'' dedi. Biz anfiyi tahtadan oturma yerleri olan, duvarı penceresi, duvarının rengi "lan biran önce kaçıp doğaya karışsak" denen bir yer bilmişiz... "Bura nasıl bi anfi ki lan" halindeyiz. Süperdi efendim. Anfiden, keşke biraz daha burda kalsak'ı elimizle iterek dışarı atınca kendimizi, bu kez bizi (yani amca ve beni ,en çok da beni) aldı bi telaş. "Sen şimdi bu anfide, bu koltukların rahatına, dersi okulu unutup uyursun" dedik, "gecelerin sırığı". (Çünkü sırık saatiyle bura saati farklı!) Kendileri, kendi gibi sırık kuzeniyle birlikte hayata gecenin 12 sinden sonra başladıkları için yaz boyu... Bir de büfecinin en sevdiği adamlar halini aldıklarından... Denizin kıyısındaki kumla, kumsalın yol kenarındaki duvarı ev bellediklerinden... Koca ev dururken, arkadaş görüşmelerini de oraya taşıdıklarından... Sabahı; öğlenin üçüyle yer değiştirdiler. Yaz başından beri evin duvarında iki saat var; bir tanesi Türkiye saatini gösteriyor, diğeri de sırık saatini. İkisi arasında nerdeyse gece gündüz kadar fark var, ki bu da yaklaşık altı saat...

Dün gece erken düştüler mesala, şaşırdım. Gecenin 12 sinde kapının girişinde ayakkabı faliyetinde görünce bunları: ''Nereye?" dedim. ''Bi yere değil. Geldik'' dediler. Bir de pis pis güldüler. Şaşırdım tabii ki bu erkenliğe! ''Hayırdır'' deyip, sordum: ''Ne içtiniz yine?'' ''Rom'' dedi bizim sırık... ''Lan de get nerden çıktı bu rom'' dedim, aklımdan sessizce ve sordum: ''Nerede içtiniz ?''(Salak gibi düştüğümü farkettim adamın geyiğine ama not fayda, düştük bi kere...) ''Kıyıda bulduk, korsanlar gemiden atmışlar da'' dedi. Kablosuz bağlantının etki alanı şaşkın bir bedevi gibi olduğu için evde, koridora attıkları iki sandalyede dizlerine koydukları laptoplarla ahalinin güzergahına seyyar internet cafe kurmasınlar diye bir de, erken ve alkolsüz gelmelerinin ödülü olarak; ''nah amcanın odasını kullanın'' dedim. Onlar da '' öyle yapacaktık zaten'' dediler.

Ben uykunun tuzağına düşmüşken onlar, 24 saat açık Akçabat köfteciye doğru yol alıyorlardı sahil boyunca eminim ki... Şüphesiz bir de.

yurt arama çabalarımız içinde bu linki tıklayın lütfen

3 Eylül 2008 Çarşamba

2046; görselliğine ve müziğine hayır diyemeyeceğiniz bir film... İçeriğine ne isterseniz söyleyebilirsiniz.



Paramparça Aşklar Köpekler'deki birbiriyle ilişkilenmiş insan hikayelerinde, her bireyin kendi farklı öyküsündeki aşkın farklı hallerinin de sorgulandığını görürsünüz...

Film şunları ortaya koyar: Aşk ihanettir, aşk ızdıraptır, aşk günahtır, aşk bencilliktir, aşk umuttur, aşk acıdır, aşk ölümdür...

Ve tüm bu hallerin ışığında sorar size: Aşk nedir?

Kendinizce bir cevabınız varsa! (ki vardır) 2046 boyunca tüm bu hallerin ekseninde, hatta odağında: Aşkın iniş çıkışlarının, kumarının, coşkularının, sıkıntılı hallerinin, can yakmalarının içinde barındığı; mahrem anların titrek ve sessiz tonunda bir erotizmle, olağanüstü müzikler eşliğinde, uzun ve sessiz bir şiir tadında, görkemli alegoriler halinde, Wong Kar Wai diliyle gözünüzün ve ruhunuzun içinden akıp gidişini hissedeceğiniz, görkemli bir şölen izleyeceksiniz demektir.

Ve belki de hissedip anlamlandıramadıklarınızın cevaplarını bulacaksınız!

Bir aşk tanımlaması olan bu muhteşem filmi izleyin...

Aşkın tüm hallerinin nasıl bir film ve ritm ortaya koyabileceğini bilerek ama!

Sıkıntılı yani...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP