Öğleden sonrayı sabah sanan oğulun nasıl kalkar endişeleriyle kucak kucağa uyudum, uyandım gece boyu... Sabahın en sabahında çıkarsak yola, sebzelerin dibinde, ağacın gölgesindeki masada akşam yemeğine katık ederiz dedik macerayı... Plandaki ufak sapmaya rağmen, sabahın körünün ayazında uyandık hep birlikte; ben, amca ve oğul... Akşamın tembeline yatanın (ki bu amca) duşu traşı derken, saat 5.35'de planlanandan 35 dakika rötarla, koyulduk yola...
Baba oğul, sabahın Sibirya'sında döküleceğimiz için yola, bu yetmezmiş gibi amcanın bedeni ısıyı mevsim normallerinden 5 ,10 derece daha yukarda hissettiği için, açılacağından ufacık bir kuşkumuz bile olmayan klima yüzünden yazın göbeğinde, kat kat giysilerimizi giyip, tişörtleri yedeğe alarak bindik arabaya... Yol keyfimize limon sıkılmasın diye ne çalan müziğe, ne klimanın soğuğuna ses çıkarmama konusunda sessiz bir mutabakatla erkenin radarsızlığından yararlanıp, limit üstü bir süratle salınıverdik Ankara yoluna...
Annesi daha hamileyken ve doğum yaklaşmışken, bir arkadaşın
''ne hissediyorsun?'' sorusuna;
''hayatına, onun için endişe duyacağın biri daha katılıyor'' yanıtının oğulu ne çabuk büyüdü de buralara geldi diye düşünürken, akşamdan azığımızı çıkınımıza koyan halanın tatlı tuzlu pastalarıyla oğul, arkaya kuruldular.
Evin bahçesinden çıkıp denize kıvrıldığımızda,
alın işte size fotoğrafın kralı diyen gökyüzünün tan kızıllığından teğet geçip, kendi mevsimini kendi yaratan amcanın klimasının buzullarından kaçıp, kendi coğrafyalarımızdaki küresel ısınmanın kavrukluğuna sığınarak ve kollektif müzik dinleme zorunluluğundan kendi kulaklığına sıvışan oğulun, yastıklara kıvrılıp ön camdan dışarı çıkmasın diye bacaklarınıda toplayıp özerkliğini ilan etmesiyle, kendi cumhuriyetimin sınırlarına çekilip azık torbasının keyfini çıkarmaya başladım.
Yol boyunca, çıkarsal bağımlılıklar çerçevesinde karar mekanizmalarından ortak akıllar çıkarıp uygar tutumlar takınarak, hem bağımsız kalmayı becerip hem de kavgasız gürültüsüz kilometreleri tüketmeyi başardık. (Helal olsun bize:))
Gerçi arada bir kaptan şöförümüze
''lan bak çizgi ihlali yaparak solladın; arada bir de sağda yol olduğunu hatırlasan'' gibi cümleler sarf etme isteği duymadım değil! Ama adam oruç. Sorumlu ve barışçı bir abi olarak, edeceğimiz kavgalarda
''Oruç ağız beni konuşturma,'' daha barışçı bi tonda
''orucum da abi ondan'' gibi siperler kazma gereği duymasın diye dilimi tutup, amcayı kendi haline bırakmayı uygun buldum.
Az gittik uz gittik. Kimine solu biz çektik, kimi bize sol çekti. Hatta bir yerde, biz önümüzdekine solu çekmişken arkamızdan gelip üstümüzden atlamayı başaramayan bir Felipe Massa; Doğan görünümlü Ferrari'siyle bize sağ çekip,
''bi de yolun ortasında durup trafiği aksatmaya utanmıyomusunuz lan'' diyerek, parmağını gözümüze soktu. Ben şimdi senin diye başlayıp emekliye ayrılmış Michael Schumaier' i pistlere döndürme moduna döneceğinden şüphe duymadığımız amca: Massa'nın arabasına duyduğu saygıdan mıdır? Ya da
''lan şimdi o arabayla ben!'' diye düşünüp, yakıştıramadığından mıdır? Yoksa
, ''0 moda geçersem kesin abim şarlar, kürsüdeki politikacı gibi sallar durur, kafamı bütünüyle şey eder'' durumunu fark edip, klimasına kadar müdahaleyle
''bilmem kaç sene evvel de şöyle yapmıştın, gözünün üstünde kaş da var senin''lerle süregidecek bir savaştan; akıllı bir strateji güderek,
''zaten direksiyon da benim elimde'' diye düşünerek mi dokunmaktan vaz geçti gaz pedalına, bilmiyorum. Yoksa allah affeder o affetmezdi.
İç sesi mutlaka :
''Bu yolun keyfini yan koltukta oturan yüzünden kaçirmim, bi adamı sileceğiz diye yandakinin çenesine çizilmim'' diyerek, ne halin varsa göre bıraktı Doğan görünümlü Ferrari'nin Felipe Massa'sını sanırım. Ya da mübarek günlerde olmanın bağışlayıcılığı çöktü üzerine... (Akşama çok var daha, bakıp göreceğiz)
İnsan oğlu kuş misali; bir baktık ki yıllar boyu hep teğetinden geçtiğimiz , yol kenarında dizili kondulardan, bir de Magirus minübüslerinden ibaret saydığımız Kırıkkale sınırlarındayız. Çevre yolunda Kırıkkale ayrımını son dakikada kaçırmamız bile umrumuzda olmadı, hayret! Dönelim mi dönmeyelim mi üzerine biri iki cümlelik toplantımızdan sonra, nasıl olsa bir ayrım daha vardır diyerek, tekrar kendi cumhuriyetlerimize çekildik. İkinci yol ayrımından şehre doğru salınınca;
"a aa burası otogar, otobüse buradan binerim, aa o hamburgerci de var. Bak baba xxx yurdu'' diyen oğula,
''tamam len, kayıt işini halledince bakarız''... Yol ararken kavşaklarda bile evin rahatlığında hareket eden amcaya
''kenara çekip de baksan neye bakınacaksan'' uyarılarıyla komutayı ele alıp,
''dur şurada da bankayı taksiciye sorim'' dedim. Arabadan inip sıra sıra dizilmiş dondurma bahçelerine dikkat kesilerek, mahalle baskısı denen ön yargının sesiyle
''Selamünaleyküm, falan banka nerde acaba?'' diye sordum. Taksicinin kibar ilgisinin tarifini heybeme koyup ikinci ışıkların göbeğinden sola dönüp, tünelden uzama rotasından hareketle bankalar caddesi denen yere geldik. İlk izlenimlerimiz tüm ön yargılarımızın ötesinde bir kentte olduğumuz mutabakatında... Bankaya,
devletimize helalı hoş olsun paraları saçıldıktan sonra, kim olduğunu bilelim diye internet köşelerinde tarumar olduğumuz okula doğru yola koyulduk. (İkinci öğretimiz de o yüzden, özel okula gitse daha mı karlı oluruz acaba hesapları yaptıktı, harcı gördüğümüzde)
Kıraçın ortasında bir okul olduğunu bilmiştik, ama kıraçın bu kadar güzel görüneceğini tahmin etmemiştik. Kapısından girdiğimiz andan itibaren;
''ben Andolu'nun göbeğinde yeşeren bir fidanım. Burada, bu üniversitenin çağdaş ve gür bir orman olması için çaba koyan insanlar var'' diye bas bas bağıran bir kampüsle karşılaştık. Olmuş bitmiş, sonradan görme şıklıkların güzelliğine bakanlardan değiliz. Olmanın samimi gayretindekileri daha çok severiz. Daha coşkulu nidalar atma zamanımızdan önceki saatlerde, gördüklerimizle kucaklaştık hemen oracıkta... Araba kalabalığının olduğu yere arabayı bırakıp, kimsenin kimseye fikrini beyan etmediği bir '
'iyiymiş lan burası'' sessizliğinde kayıt bürosuna doğru, başladık tırmanmaya...
"Aha!" dedik kalabalığı görünce;
''akşamı buluruz biz''... Umduğumuza değil bulduğumuza sevindik bu kez...
Bizim fakültenin adını çağıran güvenlik görevlisi,
"sizin plakanız artık yeşil, geçiş önceliğinden yararlanabilirsiniz"in ilk sinyalini mi verdi ne? Diplomat yazmış da facebook'una bizim Mussano:))
Neyse efendim, kayıt tamamlanıp oğlan elinde eşantiyon poşeti, kapağında doğru adrestesiniz diyen bir Atatürk resmi olan tanıtım kitapçığıyla, artık resmen üniversiteli olduğunun tescili kimlik kartı elinde geldi. Amca ve ben; lan bizim oğlan bir kapıdan bizim Mussano olarak girdi, öbür kapıdan büyümüş çıktı telaşında, biraz da
"ya bu bizim oğlan mı" şaşkınlığında yurt arama maceramıza başlamak üzere, yol üzerinde elimize kağıtlar sıkıştırmaya çalışanlara çalımlar atarak arabaya doğru yürümeye başladık. Tam bizim fakültenin önünden geçerken
"hadi girip bir gezelim," dedik. Daha kapıdan girip oradaki görevlilere
"gezebilir miyiz" diye sorduğumuzda gördüğümüz nezaket, buranın bir sahibi var duygusunu hakim kıldı bizde... Sanki hiç ders yapılmamış gibi, pırıl pırıl ve modern bir bina ve tertemiz sıralara şaşkınlıklarımızı sunarken; biz de işi gücü bırakıp kıyıda köşede bir yere bir sandalye atıp burada otursak mı duygusuna büründük.
"Kantin nerede? A şurasıda bak Erasmus ofisiymiş, bak işletme, bak iktisat, bak kamu yönetimi" derken bizim kata geldik. Duvar panolarındaki hakimiyete bakınca, bu fakültenin (karizmatik) agası kim belli oldu. O ara amcanın kollarına uzanıp kapattık efendim; uçacaktı da! Sonra açık bir kapıdan içeri süzüldük. Nar çiçeğine yakın çok hoş bir kırmızının hakim olduğu harika bir salonla karşılaştık.
''Aaa sinema salonuda varmış ne güzel! Tıpkı falan sinemaya benziyor, helal olsun adamlara'' derken, oğlan:'
'Kendinize gelin ya burası anfi!'' dedi. Biz anfiyi tahtadan oturma yerleri olan, duvarı penceresi, duvarının rengi
"lan biran önce kaçıp doğaya karışsak" denen bir yer bilmişiz...
"Bura nasıl bi anfi ki lan" halindeyiz. Süperdi efendim. Anfiden,
keşke biraz daha burda kalsak'ı elimizle iterek dışarı atınca kendimizi, bu kez bizi (yani amca ve beni ,en çok da beni) aldı bi telaş.
"Sen şimdi bu anfide, bu koltukların rahatına, dersi okulu unutup uyursun" dedik,
"gecelerin sırığı". (Çünkü sırık saatiyle bura saati farklı!) Kendileri, kendi gibi sırık kuzeniyle birlikte hayata gecenin 12 sinden sonra başladıkları için yaz boyu... Bir de büfecinin en sevdiği adamlar halini aldıklarından... Denizin kıyısındaki kumla, kumsalın yol kenarındaki duvarı ev bellediklerinden... Koca ev dururken, arkadaş görüşmelerini de oraya taşıdıklarından... Sabahı; öğlenin üçüyle yer değiştirdiler. Yaz başından beri evin duvarında iki saat var; bir tanesi Türkiye saatini gösteriyor, diğeri de sırık saatini. İkisi arasında nerdeyse gece gündüz kadar fark var, ki bu da yaklaşık altı saat...
Dün gece erken düştüler mesala, şaşırdım. Gecenin 12 sinde kapının girişinde ayakkabı faliyetinde görünce bunları:
''Nereye?" dedim.
''Bi yere değil. Geldik'' dediler. Bir de pis pis güldüler. Şaşırdım tabii ki bu erkenliğe!
''Hayırdır'' deyip, sordum:
''Ne içtiniz yine?'' ''Rom'' dedi bizim sırık...
''Lan de get nerden çıktı bu rom'' dedim, aklımdan sessizce ve sordum:
''Nerede içtiniz ?''(Salak gibi düştüğümü farkettim adamın geyiğine ama not fayda, düştük bi kere...)
''Kıyıda bulduk, korsanlar gemiden atmışlar da'' dedi. Kablosuz bağlantının etki alanı şaşkın bir bedevi gibi olduğu için evde, koridora attıkları iki sandalyede dizlerine koydukları laptoplarla ahalinin güzergahına seyyar internet cafe kurmasınlar diye bir de, erken ve alkolsüz gelmelerinin ödülü olarak;
''nah amcanın odasını kullanın'' dedim. Onlar da
'' öyle yapacaktık zaten'' dediler.
Ben uykunun tuzağına düşmüşken onlar, 24 saat açık Akçabat köfteciye doğru yol alıyorlardı sahil boyunca eminim ki... Şüphesiz bir de.
yurt arama çabalarımız içinde bu linki tıklayın lütfen