Bu da Bizim Hikayemiz
Oyuna internette üzerine yazılan negatif yorumların beni tahrik etmesi sonucu gitmeye karar vermiştim. Herkesin sırtına çıktığı olaylarda mazlumun yanında konuşlanmak, onu anlamak, anladığımla doğru orantılı olarak onu savunmak gibi bir huyum vardır. Oldukça genç bir yazarın elinden çıkmış metin ve yine genç oyuncular üzerine kurulmuş oyun bu anlamda benim için biçilmiş kaftandı.
Üstelik çok keyifliydim: Çok severek yazdığım mektuplardan en yakın tarihli olanında kendisinden "Calvino gel de bir göz at, okuyucu nasıl gaza getirilirmiş gör" bile dedim. Bu kısım, yazara duyduğum çok sevecen bir takdirden kaynaklı şefkatli bir mübalağa olarak değerlendirilebilir: Kendisini Calvino ile kıyaslamak haddim değildir elbet ama üslubunun ve kurgusunun çok lezzetli, hele hele gözlemciliğinin birinci sınıf olduğunu söylemeden geçemem. Çok keyifle okuyorum ve üstelik tam anlamıyla ters köşeye yatırılmış vaziyetteyim." diye bahsettiğim kitabı* da yanıma almıştım.
Beni asla terk etmeyen gülümsemem yerli yerindeydi ve ben zaten özlemenin tadını da dibine kadar yaşıyordum.
Kitapla birlikte çok keyifli bir yolculuk yaptık; hatta o kadar keyifliydi ki ben ancak Cumhuriyet Meydanına gelince fark ettim Opera Durağını geçtiğimizi. Tabii ki buna da şükrettim; Gar'a kadar gitmek de vardı!
Neyse ki kitap yürüme evresini sevdi, sonra gişelere yakın yerdeki cephesi büyük camiye bakan dört koltuklu bir masaya oturup hoşça vakit geçirdik, hatta genç bir kadın geldi ve "Oturabilir miyim?" diye sordu.
"Tabii," dedik.
"Buyrun," dedik.
"Lütfen," dedik.
Teşekkür etti ve oturdu. Birazdan bir arkadaşı da geldi oturdu ama biz yüz vermedik, onlarla takılmadık ve üst kata çıktık.
Zaten geçen yılın başından beri hayat sürekli sunuyordu, ayrıca önümüzdeki yılların büyük ikramiyelerinin tamamını kazanmıştım.
Hayatım fazlasıyla dolu ve coşkuluydu, rabbimden isteyecek hiçbir şeyim de yoktu.
Yani pek mesut ve bahtiyardım. Zaten baştan taraf olduğum oyundan coşkuyla söz etmem, geceden zevk almam için koşullar uygundu. Üstelik mesafe kısa da olsa fazlasıyla özlüyordum.
Oyuna sempatiyle başladık. Girişini sevdik ama sonrasında ilk perdesi bitsin diye dua ettik ve zor ettiğimiz arada -tarihimizde- ikinci kez kendimizi dışarı attık.
Bu hayatta daha güzel şeyler de var deyip işkembe çorbası içmeye gittik, oradan çıktıktan sonra da kokoreç yedik.
Ay Ecesi oyun yerine roman olsaydı, ya da farklı bir biçimde sahnelenseydi çok iş yapardı. Burçak Çöllü herkesin bildiği ünlü Ferhat ile Şirin masalını almış bildiğimiz halini değiştirmiş, hikayenin odağına Şirin'in ablası Mehmene Banu'yu koymuş, bugüne kadar dilden dile dolaşan öyküyü aşk vurgusuna hiç dokunmadan, üstelik derinleştirerek başka bir gerçeklik üzerine oturtmuş. Çok da güzel yapmış ki kendisini çok takdir ettik. Ellerine sağlık.
Ama kardeşim, içinde aşk, acı, kadınlığından vazgeçmiş bir iktidar sahibi olan ve sonrasında aşkı, kardeşi ve iktidarı arasında kalan, bu halleri çok güzel cümlelerle ortaya koyan, dramı önde ve metni güçlü bir oyun böyle mi sahneye koyulur?
Üstelik yüksek sanattan anlamasak da kötünün ne olduğunu bilen saygılı izleyici çizgimizden bizi saptırmaya, sonra da bunun pişmanlığını yaşatmaya ne hakkınız var.
Tamam bir şey denemişsiniz ama takımı iyi kuramamışsınız, tiplemeleriniz hikayenin gücünü yansıtamayacak kadar çocuksu, mizahınız "komik", danslar, sözleri pek güzel olmasına rağmen şarkılar, insan sesiyle yapılan müzik(akapella) oyunun akışına entegre edilememiş ve ritmi düşürüp izleyiciyi hikayeden kopartıyor.
Mehmene Banu'nun duygularını, Ay Ecesi ile Ay Kız ikilemini, aynı sahnede iki oyuncuyla anlatmanız ne kadar başarılıysa, oyunun birinci perdedeki en dramatik sahnesinde yapılan komiklikler iğrençlik derecesinde basit ve sıradan ve de gereksiz.
Hikayenin ana rengi ile diğer renklerin serpiştirilme biçimlerinin tonu tutmuyor.
Yanımda oturan, tiyatrodan benden çok daha iyi anladıkları ve daha çok sevdikleri belli iki teyzeden biri oyun arasında "Çok uzatmışlar tam kendimi kaptırıyorum, tat almaya başlıyorum pat diye oyundan çekip alıyor birisi beni" dedi.
"Çocuk oyunu olsaymış daha iyiymiş" dedi.
Ve ben: İzlediğim bir şey üzerine hayatımın en keyifsiz, en zevksiz ve en saçma sapan yazısını yazmak durumda kaldım.
Çünkü ben, yaşadığı anın rengine bürünen bir bukalemunum.
* Herkes herkesle dostmuş gibi.../ Barış Bıçakçı